Monday, July 22, 2013

Direnişin Zamansallığına Dair


Walter Benjamin tozun “biçimsel olanın a priori bir tanımı olmaktan çok maddi bir yapma süreci” olarak okunması gerektiğini söyler. Benjamin, tozu çoğunlukla “sıkıntı”yla eşleştirse de, bu toza dair kuracağı tek bağlantı değildir. Benjamin’e göre toz, zamanın muğlaklığının ve çoğulluğunun dolayımıdır (Stoppani, 544-45). İnşa’nın yarattığı sabitsiz hal, kendini dünyaya tozun aralıksız üretimiyle yerleştirir. Tozun biçimden sürekli kaçan maddiliği ise muğlak bir alanı, tam da şimdi-yıkılmakta-olan-geçmiş ile henüz-kurulmamış-olan-gelecek’i işaret eder. Toz, limite doğru gidişin göstergesidir, yeni olanın her an eskiye dönüşebileceğini, eskinin izinin ise asla silinemeyeceğini sürekli hatırlatır ve yeniden söyler. Halen yaşamakta olduğumuz bir “an” olarak Gezi Direnişi, benzetmeye gidilirse tüm ülkeye yayılan bir gaz bulutu ve tozla eşlenebilir. Aşağıdaki yazı, direnişin tanımlamayan halinin nasıl bir zaman kırılması/yoğunlaşması yarattığına ve direnişin tanımlamaz –biçimsiz- durumunun bir potansiyel olarak zamanla ilişkiyi nasıl değiştirdiğini tartışmaya çalışan ve tamamlanmış olmaktan uzak bir dizi nottan oluşmaktadır.

Önemli Not:
Bu yazı boyunca, direnişin en çok hangi tarihsel kesitle benzerlik taşıdığı(1968, Tahrir, Wall Street, 1960 darbesi öncesi vesaire gibi) sorusu hiç sorulmamıştır. Askerlik yapanlar daha iyi bilirler, TSK ritüellerindendir ağaçlara tekmil verdirerek ceza kesmek- nesneyle ve dünyayla ilişkisini ceza olarak tekmil vermek üzerinden kurmak; rasyonelliğin kıta sahasını oluşturan irrasyonalitenin de kabulünü gösterir. Bu kıta sahasında olanlar, iktidar aklının nasıl işlediğini ve işleyeceğini belirler. İrrasyonel alan ise düzenlileştirmenin, tektipleştirmeden aynılaştırmanın kullandığı temel araçlardandır; iktidar en irrasyonel halinin uygulanabilir/kabul edilebilir/sürdürülebilir olduğu durumlara bakarak kendi merkezini belirler. Ancak, biz bugünlerde Taksim Meydanı’nda ve Türkiye’nin pek çok kent meydanında irrasyonel alanı da aşarak ortaya çıkan bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. En olmaz denilenin olduğu yerler buralar. En çok bir araya gelmeyeceklerin bırakın aynı sloganı atmayı aynı barikatlarda çatıştığı an ve alanlarla karşı karşıyayız.  Barikat, direniş, boykot, rennie, gaz bombası, “kesin bilgi” ve daha pek çok sözcüğün yaşanmasıyla gündelik hayatımızın parçası olması arasındaki süre, normal’in oldukça dışındadır. Tanımlanmış olanın yani sistemin tamamen dışında konumlanan alan, Gezi Parkı başta olmak üzere Ankara, Eskişehir, İzmir, Dersim, Gazi, Adana gibi kentlerde ve sokaklarda yaratıcı direnişin en olumlu anlamıyla muğlaklaştırdığı ve belirsizliğiyle devrimcileşen bir akım ve akış ortaya çıkarmaktadır.

Sırrı Süreyya Önder’in direnişin ilk günlerinde “Biz yarın sabah burada kuşlara tekmil vereceğiz.” şeklinde özetlediği “duruş”; bu çağrının ve niyetin gaz bombalarıyla  havaya karıştırılmasıyla bir akışa dönüşmüştür. Zamanın farklı akmaya başladığı kırılmalardan biri burada yaşanmıştı. Askerlerin ceza olarak ağaçlara tekmil vermesiyle (ki bu durumu da Erdoğan’da cisimleşen iktidar tavrı ve polis şiddeti ile özdeşleştirebiliriz), Gezi Parkı direnişçilerinin uçan kuşa tekmil verme niyeti arasındaki radikal fark; Gezi Parkı’nda ve kent sokaklarında olagelenlerin sistemin rasyonellik ve irrasyonellik arasında kurduğu tüm ilişkisinin de ters yüz edilmesine neden olmuştur. Dolayısıyla hukuk, kanun, hükümet ve başbakan gibi sözcüklerin ve yasakoyucuların hükmü kalmamış; sistem tarafından tanımlanan tüm rasyonel-irrasyonel alanlar aşılarak limitin ötesinde bir yerler işaret edilmeye ve hatta yaşanmaya başlanmıştır. Gezi Parkı’nda yaşanan günlerden ortaya çıkan forumlar ve yanıbaşımızda olup da bir türlü kamusal’a dönüşememiş olan parkların hızla “bizim” olana dönüşmesi ise tüm “işgal” anlarının gündelik ve normal varsayılan üzerindeki etkisini daha net biçimde ortaya koymaktadır. Artık normal olan -rasyonel ve irrasyonel biçimleriyle iktidarın çizdiği normal olan- gündelik ve kabul edilebilir/sürdürülebilir olanın ta kendisi bile direnişin zamansallığının içerisine çekilmiş; o zamanın yoğunluğundan payına düşeni yine direniş ve yaratıcılık çizgisiyle yaşamaya başlamıştır.

“Tarihe dair her kavramsallaştırma mutlaka kendisine içkin olan belirli bir zaman deneyimine eşlik eder; bu deneyimi koşullar ve dolayısıyla  onu açıklanmak zorunda bırakır.” (Agamben, 99)

Bugün Gezi Parkı direnişi, büyük ölçüde kent meydanlarının/sokaklarının siyasallaştırılması ve bu siyasal alanlarda başka ilişkilenme biçimlerinin oluşturulması meselesidir. Yalnızca Gezi Parkı’nda, Kuğulu’da, EsPark’ta, Abbasağa’da, Yoğurtçu’da değil; barikatlarda, sokaklarda da yaratıcılık  mekanları ve zamanları hakikate doğru zorlamaktadır. Aynı gazı soluyarak aynı sokakları özgürleştirenler birlikte üretmekte olduklarının farkına vararak, her geçen gün daha önceden üzeri örtülmüş başka başka potansiyelleri ortaya çıkartmaktadırlar. Bugün, “Heryer Taksim, heryer Direniş” sloganında bütünleşen çağrı, bir zaman ve mekan çağrısıdır. Kent meydanlarında özneleşen yüzbinlerin yaratıcı direnişiyle anı tarihe dönüştüren mücadelesinin çağrısı, yalnızca geçmiş ve gelecekte değil bugünde yaşanan direnişe yöneliktir. Dolayısıyla, forumlar ve park toplanmaları aracılığıyla geliştirilen salt “birarada olmayı özlemek”le, kamusal alanın oluşumu ile değil; aynı zamanda Gezi Parkı işgali sürecinde tüm kentlerde yaşanan “hareketli” anların kendini tekrar ederek yeniden üretebilme olanaklarının açılması üzerinden de okunmalıdır. Parklar, Gezi Parkı zamansallığının mahallelerin kılcal damarlarında dolaşmasının aracı ve aracısı haline gelmiştir.

Üç boyutlu mekan ve çizgisel olarak ilerleyen zamanın ötesinde bir yerlerde, kolektif eylemin ufkunda, tüm ilişkilerin kırıldığı ve radikal olarak yeniden kurulduğu bir alan keşfedilmiştir, direniş dolayımıyla. Fenomenolojik metodun en önemli ilkelerinden biri, “varlığın olmasına olanak sağlamak”tır, bu olanak ancak özne-nesne, beden-zihin, algılanan-algılayan, bilen-bilgi ikiliklerinin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Gezi eylemleri, zamansal yabancılaşmanın aşılması (diğer ikiliklerin aşılması çok daha başka çalışmaların ve tartışmaların konusudur) noktasında çok önemli veriler sunmaktadır. Kolektif eylemin zamansallığı, çizgisel olanın dışına çıkmanın açtığı ufukta direnmektedir. Tam da bunun için, Gezi Parkı’nın boşaltılmasının ardından geçirdiği günleri düşünen pek çok insanın ağzından, tek bir gün gibiydi, cümleleri dökülmektedir.

Hakikate bakabilmek için zaman algısında yaşanan kırılmanın açtığı pencere önemlidir. Gezi Parkı işgali sürecinde parkta bulunan “Devrim Müzesi”, “direnişin belleğini oluşturuyoruz” tarzında çağrılar, sosyal medya dışında da alternatif bilgi-haber ağları yaratma konusundaki inanılmaz ataklar; yani anın kendi içinde geçmişini ve aynı zamanda epistemolojisini yaratması çokça rastladığımız bir olay değildir. Ancak bugün tüm eylemlerde zamanın tüm anlarının birbirinin içerisinde son hızla karıştığını görüyoruz. Lice eylemleri sırasında, Hüseyin Avni Mutlu’nun geçmişinin hatırlanması, 1993 Lice katliamının sloganlara ve pankartlara yansıması lokal olarak kalsa da, geçmişin kendini akıtma biçimlerinin önemli örneklerindendir. Ermeni halkının, Gezi Parkı merdivenlerinin Ermeni mezar taşları olduğunu hatırlamaları da, geçmişi bugünün içerisine hızla yerleştirmiştir. Bu durum, bir yandan uzun zamandır hafıza ve unutma üzerinden politika yapmaya çalışan örgütlü güçlerin etkisiyle gerçekleşse de, direnişin bir an öncesinde devrimci potansiyellerinin üzeri örtülmüş olan öznelerin görselleştirme “merakı”nın ve bir bütün olarak bedenleriyle-nesneyle ve somut dünyayla ilişkilerinin  radikal dönüşümüdür. Bu görselleştirme merakının potansiyeli, Gezi Parkı direnişi ile ortaya çıkan ve hatta patlama yaşayan bir haldir. Anın, yaşanmasıyla tarihe geçmesi arasında neredeyse hiçbir zaman farkın olmaması, bugün ile dün arasındaki farkı da sıfıra doğru götürmektedir. AKM’nin üzerindeki bayrakların, Gezi Parkı’ndaki çadırların, tüm direniş boyunca duvarlara akıtılan yazıların son hızla hafızamızda yer alması, görsel olanın dağılım hızıyla da orantılıdır; dün, artık-bir kez-mümkün-olmuş-olan olarak  –devrim’in göz kırpması gibi-  bugünün içerisinde radikal bir potansiyel olarak yerini almaktadır.

Çözünme anı geçmiş, bugün ve geleceğin biraraya geldiği alanı işaret eder; ancak bu alanı işgal etmek aynı zamanda çözün(l)meme ve kararsızlık tehlikesini de beraberinde getirir. (Caygill, 13)

Bu noktada, bugün ile dünün en yoğun/hızlı biçimde birbirinin içerisine aktığı bir alan olarak Gezi Parkı/Taksim Meydanı bir de gelecek üzerinden okunmalıdır. Ancak, bu gelecek okuması yalnızca “ne olacak?” sorusuna verilen somut yanıtlardan ibaret olamaz. Tüm kentlere yayılan direnişlerde zamanın farklı ve daha hızlı akması, geçmişin-geleceğin ve şimdi’nin inanılmaz biçimde bir araya gelmesiyle mümkün olmuştur. Bu sonsuz akış, yaratıcı direnişin ortaya çıkardığı zamansallık algısının ta kendisidir. Net ve somut yanıtlar verilememesinin, tanımların herbirinin elimizden kaçıyor olmasının nedeni, alanlarda dolaşan zamanın “normal” zamanımızla uzaktan yakından ilişkisinin olmamasıdır. Bu zaman aynı biçimde, hükümetin ve statükocu tüm güçlerin zamanından da farklıdır.


FİRUZ KUTAL

Eylemlerde öne çıkan sloganlardan bir tanesi de “Sis atma” idi. Sis atma, Counter Strike oyununda kullanılan bir çeşit hile imiş ve ortalığın bulandırılması, gözün gözü görmemesi yöntemiyle hasmınızı alt etmenizi sağlar-mış. Ancak, counter strike oyuncuları derler ki, sis atmanın asıl meselesi, görmeyi engellemesi değil henüz sis atma efektini kaldırabilecek teknik donanımda olmayan bilgisayarların “kasılması” ve hasmınızın oynamayacak hale gelmesidir. (bkz: http://eksisozluk.com/entry/25662373) . Eski ile yeninin parçalanamaz birlikteliğini anımsatır, deneyimin ta kendisi. Belki de sisin, tozun, gaz bulutlarının kolektif deneyimin ve hafızanın ufkunu geçmiş-gelecek-bugün üzerinde yoğunlaştırdığı söylenebilir.
Yüz yıldır, eylemenin hakikatiyle arasına “ordu”/ “darbe” perdesi çekilmiş insanlar, günlerdir kendi hayatlarının nasıl olup da bir cezaevine dönüştürüldüğünü tam da özgürlüğün kendisini üreterek öğrenmektedirler. Medyaya yönelik eleştirilerin yoğunlaşması da bu doğrultuda değerlendirilebilir. Özellikle Kürt sorunu üzerinden de aynı medya dolayımıyla ilişki geliştirildiğinin farkına varılması, Lice’de neredeyse kendiliğinden biçimde onbinlerin sokaklara akması, alanların en devrimci hamlelerinden biridir ve ilişkilerin dolayımsızlığını sağlama konusunda önemlidir. Bu ilişkilerin dolayımsızlığı, ulusalcı ve ırkçı fikirlerin, homofobik/transfobik/cinsiyetçi hallerin hızla kendi geçmişlerini sorgulamaya başlamasına neden olmaktadır. Ancak bu geçmişten memnun olanlar, yani anı yeniden dondurmaya çalışanlar, parkın ve direniş alanlarının zamanından çok daha az yoğun ve yavaştırlar. Aynı durum, geleceğe dönük projeksiyonlarıyla “iktidar” olduğunu ve normalleştiğini düşünen AKP için de geçerlidir. AKP’nin gelecek tahayyülü ve hissiyatı, direniş alanlarının zamanının hızını/yoğunluğunu kaldıramamaktadır.
Bugün Gezi eylemlerinde  “yaşayanlar ve yaşananlar” ile, 15-16 Haziran’da AKP mitinglerinde bir araya gelen AKP seçmenleri arasındaki fark, bu zamansallığın yarattığı kırılmada ifadesini bulur. Hakikat ile arasına AKP perdesini çekenlerin bugünkü konumu sistem içi tüm taleplerin yoğunlaştığı alanı temsil etmektedir; o alan iktidarı ve sistemi tüm rasyonelliği ve irrasyonelliği ile kabul edilebilir görmektedir; gündelik hayatını bu iktidar tarafından çizilen normallik sınırları içeriside ikame(t) edebilir durumdadır. Öngörülebilen, tanımlanabilen, her anı bilinen ve hareket içermeyen “donmuş şeyler” olarak kurgulanmaya çalışılan bu eylemler , AKP’nin gelecek zamanla ilişkisini bir kez daha durdurmuştur. Özellikle “yeryüzü iftarları” ve Beyoğlu Belediyesi’nin masaları arasında ortaya çıkan mekansal (tomayla çizilen sınır) ayrım, donukluk ile hareket halinde olanın, normalin içinde barınabilecek olanla, kendini tanımlamak zorunda olmayanın ilişkisini ve karşılıklı konumlanışını bir kez daha göstermiştir.
Sırrı Süreyya Önder’in söylediği gibi “ambulansın arkasına takılan taksici” olarak CHP ya da kaybettikleri statülerini arayan ulusalcı damar ise Gezi Parkı ve diğer alanların tarihsel duruşunu anlayabilecek siyasal/tarihsel konuma sahip değildir. CHP’nin ve ulusalcı damarın, tüm eylemleri AKP ve hatta Erdoğan karşıtlığına indirgemeye çalışması bu bakımdan anlamlıdır. Bu konum alış, geçmişin dondurulması ve sabitlenmesi bakımından manidardır; ulusalcı zaman tarihin 10 yıl ile sınırlı kalmasını gerektirmektedir. Hafızalar buradan daha ötesine bakmaya başladığında, yapısal olarak kaldırılamayacak bir hakikatle yüzleşmek zorunlu olacaktır. Ulusalcı damar, tam da bu noktada sis atmaya çalışmaktadır. Ancak, bugün tüm alanlara, parklara bakıldığında ulusalcı damarın kendisinin bile eylemin zamanına ve mekanına uymak zorunda kaldığı görülmektedir. Medeni Yıldırım’ı eylem hafızasından çıkarmayı başaramamakta somutlanan, yeryüzü iftarlarıyla başka bir kırmızı çizgisi ihlal edilen bu “asil” zaman, ya hakikatin yoğunluğuna ve hızına uyacak ya da başka mecralarda kendi donmuş tarihi içerisinde akmaya (GazdanAdam Festivali gibi, olası Silivri çıkartmaları gibi) zorlanacaktır.
Gezi Parkı işgalinin sürdüğü günlerde başbakanlık mevkisi üzerinden kurulan hafıza da, iktidarın rasyonellik ilişkisi bakımından başka bir noktayı işaret etmektedir. Fas-Tunus-Cezayir ziyaretleri sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın ülkeye dönüşünün ardından yaklaşık 15-20 gün boyunca, tüm kamuoyu kendisinin attığı her adımdan haberdar biçimde yaşamıştır. Tam da bu süreçte, iktidar her an ve hala iktidarda olduğunu bize hatırlatması gerektiği güdüsüyle işlemeye başlar; çünkü son hızla geçmişe gömülebileceğinin gayet farkında olan iktidar biçimi, bugünün zamanına nasıl ulaşabileceğine dair bir bilgi üretememektedir. Ve çünkü ürettiği her bilgiyi aşarak çok daha fazlasını üretecek hızlılıkta akan bir Gezi Parkı direnişi ile karşı karşıyadır. Tam da bunun için Tayyip Erdoğan, irrasyonel alanın içerisine kendisini yerleştirilmiş, en kabul edilemez olanı kabul eden “normal ve gündelik” alanlar yaratmaya çalışmış, hakikatin tümüyle paramparça edildiği hikayelerle 24 saatini kamuoyuyla paylaşmıştır. Ancak, mesele yönetemeyenin Erdoğan olmadığını anlamaktan geçer; normal olanın tümü artık barınılabilecek bir halde değildir ve her an kırılabilir durumdadır. Muğlak olan sadece direnişin geleceği değil; normal olanın, AKP seçmenin ve aynı zamanda ulusalcığılın da geleceğidir. Normalin barınırlığını yitirmesi, devrimci dönüşümün ta kendisidir.
AKP’nin direnişin ortalarından itibaren “darbe” üzerinden yarattığı travmatik etki de zamanla ilişkilenişteki kırılma üzerinden değerlendirilebilir. İktidar, gelecek tahayyülleri üzerinde ortaya çıkan yıkıcı etkiyi, geçmişi yeniden çağırarak azaltmaya çalışmaktadır. Ancak, ulusalcı damarın sınırlı ve katılaşmış tarih /hafıza anlayışından çok da farklı olmayan bu “çağırma” aynı zamanda, cumhuriyet tarihinin 80 ve 10 yıl olarak ikileştirilmesi çabasıdır. Oysa ki, iktidarın tanımlayamadığı alanda gelişen ve genişleyen eylemin zamansallığı bu ikiliği de aşarak mevcut iktidarın tekrarlayarak davranış kalıbı haline getirdiklerini hakikat olarak yüzüne çarpmaktadır. Devraldığı iktidarın biçimini değiştirmeden, içeriğini değiştirme gayretinin beyhudeliği bu zamansal kırılmada ve yoğunlaşmada görülmektedir. AKP’nin iktidarın biçimini değiştirme vaadiyle üzerinde yürüdüğü geçmiş, biçim olarak kendini sürekli tekrarlamakta; tekrarlamayla “durmaya” dönüşen eyleyememek ise direnişin muğlak ve tanımlanamaz olan biçimi ve sürekli değişen/üreten ve eyleyen içeriğiyle başa çıkamamaktadır.
Gezi Parkı ve diğer alanların zamana ve mekana dayalı okuması; ulusalcıların ve AKP’nin sınırlayan/donduran ve tanımlayan halinden kurtulmak için hayatidir. Bugünün içine akan onbinlerce dün ve yarın: zamanı hızlandıran/yoğunlaştıran tam olarak budur. Aynı anda, birbirine karışan binlerce dün ve yarın, bugünü hükümetsiz, devletsiz kılmıştır. Tam da bunun için, o alanda yaratıcı direniş mümkündür. Sol siyasetin, zaman ve mekan ilişkisine dair çıkartması gereken en önemli derslerden bir tanesi, üzeri (zorla) örtülen potansiyellerin ayaklanma aracılığıyla kendi gerçekliklerine erişme hakkını talep ediyor olmalarıdır. Sis atma sloganı bunun için de önemlidir.
Gezi Direnişi yazıları genel olarak “ne olacak?” sorusuna verilen yanıtlarla sona eriyor. Kanımca, yaşamakta olduğumuz anın en önemli ve tarihsel çağrısı, bu anı yaşayanların her birinin kendisinin ne kadar değiştiğini ve bu değişimin her an mümkün olduğunu kavraması çağrısıdır. Erdoğan kişiliğinde somutlaşan iktidar bu değişimi kabul etmediği için muktedir değildir. Ulusalcı karakter ilişkilerinin asla değişemeyeceğini düşündüğü için alanda kendini bulamamaktadır. Ne olacak sorusu ise böyle yanıtlanabilir; hepimiz çok ama çok değiştik, değişiyoruz, değişeceğiz.Güzel direnişler!
Agamben, Giorgio; Infancy and History-On the Destruction of Experience; Verso Publishing; 2007.
Caygill, Howard; Benjamin, Heidegger and the Destruction of Tradition;in ed. by Andrew Benjamin ve Peter Osborne; Walter Benjamin's Philosophy-Destruction and Experience; Routledge-Taylor and Francis Group; 2002.
Stoppani, Teresa; Dust Projects:on Walter Benjami's Passagen-Werk and Some Contemporary Dusty Makings in Architecture; The Journal of Architecture; 12:5; 543-557; 2007.