Önemli Not: Bu yazı boyunca, direnişin en çok hangi tarihsel
kesitle benzerlik taşıdığı(1968, Tahrir, Wall Street, 1960 darbesi
öncesi vesaire gibi) sorusu hiç sorulmamıştır. Askerlik yapanlar
daha iyi bilirler, TSK ritüellerindendir ağaçlara tekmil verdirerek ceza
kesmek- nesneyle ve dünyayla ilişkisini ceza olarak tekmil vermek
üzerinden kurmak; rasyonelliğin kıta sahasını oluşturan irrasyonalitenin
de kabulünü gösterir. Bu kıta sahasında olanlar, iktidar aklının nasıl
işlediğini ve işleyeceğini belirler. İrrasyonel alan ise
düzenlileştirmenin, tektipleştirmeden aynılaştırmanın kullandığı temel
araçlardandır; iktidar en irrasyonel halinin uygulanabilir/kabul
edilebilir/sürdürülebilir olduğu durumlara bakarak kendi merkezini
belirler. Ancak, biz bugünlerde Taksim Meydanı’nda ve Türkiye’nin pek
çok kent meydanında irrasyonel alanı da aşarak ortaya çıkan bambaşka bir
durumla karşı karşıyayız. En olmaz denilenin olduğu yerler buralar. En
çok bir araya gelmeyeceklerin bırakın aynı sloganı atmayı aynı
barikatlarda çatıştığı an ve alanlarla karşı karşıyayız. Barikat,
direniş, boykot, rennie, gaz bombası, “kesin bilgi” ve daha pek çok
sözcüğün yaşanmasıyla gündelik hayatımızın parçası olması arasındaki
süre, normal’in oldukça dışındadır. Tanımlanmış olanın yani sistemin
tamamen dışında konumlanan alan, Gezi Parkı başta olmak üzere Ankara,
Eskişehir, İzmir, Dersim, Gazi, Adana gibi kentlerde ve sokaklarda
yaratıcı direnişin en olumlu anlamıyla muğlaklaştırdığı ve
belirsizliğiyle devrimcileşen bir akım ve akış ortaya çıkarmaktadır.
Sırrı Süreyya Önder’in direnişin ilk günlerinde “Biz yarın sabah burada
kuşlara tekmil vereceğiz.” şeklinde özetlediği “duruş”; bu çağrının ve
niyetin gaz bombalarıyla havaya karıştırılmasıyla bir akışa
dönüşmüştür. Zamanın farklı akmaya başladığı kırılmalardan biri burada
yaşanmıştı. Askerlerin ceza olarak ağaçlara tekmil vermesiyle (ki bu
durumu da Erdoğan’da cisimleşen iktidar tavrı ve polis şiddeti ile
özdeşleştirebiliriz), Gezi Parkı direnişçilerinin uçan kuşa tekmil verme
niyeti arasındaki radikal fark; Gezi Parkı’nda ve kent sokaklarında
olagelenlerin sistemin rasyonellik ve irrasyonellik arasında kurduğu tüm
ilişkisinin de ters yüz edilmesine neden olmuştur. Dolayısıyla hukuk,
kanun, hükümet ve başbakan gibi sözcüklerin ve yasakoyucuların hükmü
kalmamış; sistem tarafından tanımlanan tüm rasyonel-irrasyonel alanlar
aşılarak limitin ötesinde bir yerler işaret edilmeye ve hatta yaşanmaya
başlanmıştır. Gezi Parkı’nda yaşanan günlerden ortaya çıkan forumlar ve
yanıbaşımızda olup da bir türlü kamusal’a dönüşememiş olan parkların
hızla “bizim” olana dönüşmesi ise tüm “işgal” anlarının gündelik ve
normal varsayılan üzerindeki etkisini daha net biçimde ortaya
koymaktadır. Artık normal olan -rasyonel ve irrasyonel biçimleriyle
iktidarın çizdiği normal olan- gündelik ve kabul
edilebilir/sürdürülebilir olanın ta kendisi bile direnişin
zamansallığının içerisine çekilmiş; o zamanın yoğunluğundan payına
düşeni yine direniş ve yaratıcılık çizgisiyle yaşamaya başlamıştır.
“Tarihe dair her kavramsallaştırma mutlaka kendisine içkin olan belirli
bir zaman deneyimine eşlik eder; bu deneyimi koşullar ve dolayısıyla
onu açıklanmak zorunda bırakır.” (Agamben, 99)
Bugün Gezi Parkı direnişi, büyük ölçüde kent meydanlarının/sokaklarının
siyasallaştırılması ve bu siyasal alanlarda başka ilişkilenme
biçimlerinin oluşturulması meselesidir. Yalnızca Gezi Parkı’nda,
Kuğulu’da, EsPark’ta, Abbasağa’da, Yoğurtçu’da değil; barikatlarda,
sokaklarda da yaratıcılık mekanları ve zamanları hakikate doğru
zorlamaktadır. Aynı gazı soluyarak aynı sokakları özgürleştirenler
birlikte üretmekte olduklarının farkına vararak, her geçen gün daha
önceden üzeri örtülmüş başka başka potansiyelleri ortaya
çıkartmaktadırlar. Bugün, “Heryer Taksim, heryer Direniş” sloganında
bütünleşen çağrı, bir zaman ve mekan çağrısıdır. Kent meydanlarında
özneleşen yüzbinlerin yaratıcı direnişiyle anı tarihe dönüştüren
mücadelesinin çağrısı, yalnızca geçmiş ve gelecekte değil bugünde
yaşanan direnişe yöneliktir. Dolayısıyla, forumlar ve park toplanmaları
aracılığıyla geliştirilen salt “birarada olmayı özlemek”le, kamusal
alanın oluşumu ile değil; aynı zamanda Gezi Parkı işgali sürecinde tüm
kentlerde yaşanan “hareketli” anların kendini tekrar ederek yeniden
üretebilme olanaklarının açılması üzerinden de okunmalıdır. Parklar,
Gezi Parkı zamansallığının mahallelerin kılcal damarlarında dolaşmasının
aracı ve aracısı haline gelmiştir.
Üç boyutlu mekan ve çizgisel olarak ilerleyen zamanın ötesinde bir
yerlerde, kolektif eylemin ufkunda, tüm ilişkilerin kırıldığı ve radikal
olarak yeniden kurulduğu bir alan keşfedilmiştir, direniş dolayımıyla.
Fenomenolojik metodun en önemli ilkelerinden biri, “varlığın olmasına
olanak sağlamak”tır, bu olanak ancak özne-nesne, beden-zihin,
algılanan-algılayan, bilen-bilgi ikiliklerinin ortadan kalkmasıyla
mümkün olabilir. Gezi eylemleri, zamansal yabancılaşmanın aşılması
(diğer ikiliklerin aşılması çok daha başka çalışmaların ve tartışmaların
konusudur) noktasında çok önemli veriler sunmaktadır. Kolektif eylemin
zamansallığı, çizgisel olanın dışına çıkmanın açtığı ufukta
direnmektedir. Tam da bunun için, Gezi Parkı’nın boşaltılmasının
ardından geçirdiği günleri düşünen pek çok insanın ağzından, tek bir gün
gibiydi, cümleleri dökülmektedir.
Hakikate bakabilmek için zaman algısında yaşanan kırılmanın açtığı
pencere önemlidir. Gezi Parkı işgali sürecinde parkta bulunan “Devrim
Müzesi”, “direnişin belleğini oluşturuyoruz” tarzında çağrılar, sosyal
medya dışında da alternatif bilgi-haber ağları yaratma konusundaki
inanılmaz ataklar; yani anın kendi içinde geçmişini ve aynı zamanda
epistemolojisini yaratması çokça rastladığımız bir olay değildir. Ancak
bugün tüm eylemlerde zamanın tüm anlarının birbirinin içerisinde son
hızla karıştığını görüyoruz. Lice eylemleri sırasında, Hüseyin Avni
Mutlu’nun geçmişinin hatırlanması, 1993 Lice katliamının sloganlara ve
pankartlara yansıması lokal olarak kalsa da, geçmişin kendini akıtma
biçimlerinin önemli örneklerindendir. Ermeni halkının, Gezi Parkı
merdivenlerinin Ermeni mezar taşları olduğunu hatırlamaları da, geçmişi
bugünün içerisine hızla yerleştirmiştir. Bu durum, bir yandan uzun
zamandır hafıza ve unutma üzerinden politika yapmaya çalışan örgütlü
güçlerin etkisiyle gerçekleşse de, direnişin bir an öncesinde devrimci
potansiyellerinin üzeri örtülmüş olan öznelerin görselleştirme
“merakı”nın ve bir bütün olarak bedenleriyle-nesneyle ve somut dünyayla
ilişkilerinin radikal dönüşümüdür. Bu görselleştirme merakının
potansiyeli, Gezi Parkı direnişi ile ortaya çıkan ve hatta patlama
yaşayan bir haldir. Anın, yaşanmasıyla tarihe geçmesi arasında neredeyse
hiçbir zaman farkın olmaması, bugün ile dün arasındaki farkı da sıfıra
doğru götürmektedir. AKM’nin üzerindeki bayrakların, Gezi Parkı’ndaki
çadırların, tüm direniş boyunca duvarlara akıtılan yazıların son hızla
hafızamızda yer alması, görsel olanın dağılım hızıyla da orantılıdır;
dün, artık-bir kez-mümkün-olmuş-olan olarak –devrim’in göz kırpması
gibi- bugünün içerisinde radikal bir potansiyel olarak yerini
almaktadır.
Çözünme anı geçmiş, bugün ve geleceğin biraraya geldiği alanı
işaret eder; ancak bu alanı işgal etmek aynı zamanda çözün(l)meme ve
kararsızlık tehlikesini de beraberinde getirir. (Caygill, 13)
Bu noktada, bugün ile dünün en yoğun/hızlı biçimde birbirinin içerisine
aktığı bir alan olarak Gezi Parkı/Taksim Meydanı bir de gelecek
üzerinden okunmalıdır. Ancak, bu gelecek okuması yalnızca “ne olacak?”
sorusuna verilen somut yanıtlardan ibaret olamaz. Tüm kentlere yayılan
direnişlerde zamanın farklı ve daha hızlı akması, geçmişin-geleceğin ve
şimdi’nin inanılmaz biçimde bir araya gelmesiyle mümkün olmuştur. Bu
sonsuz akış, yaratıcı direnişin ortaya çıkardığı zamansallık algısının
ta kendisidir. Net ve somut yanıtlar verilememesinin, tanımların
herbirinin elimizden kaçıyor olmasının nedeni, alanlarda dolaşan zamanın
“normal” zamanımızla uzaktan yakından ilişkisinin olmamasıdır. Bu zaman
aynı biçimde, hükümetin ve statükocu tüm güçlerin zamanından da
farklıdır.
FİRUZ KUTAL
Eylemlerde öne çıkan sloganlardan bir tanesi de “Sis atma” idi. Sis
atma, Counter Strike oyununda kullanılan bir çeşit hile imiş ve
ortalığın bulandırılması, gözün gözü görmemesi yöntemiyle hasmınızı alt
etmenizi sağlar-mış. Ancak, counter strike oyuncuları derler ki, sis
atmanın asıl meselesi, görmeyi engellemesi değil henüz sis atma efektini
kaldırabilecek teknik donanımda olmayan bilgisayarların “kasılması” ve
hasmınızın oynamayacak hale gelmesidir. (bkz: http://eksisozluk.com/entry/25662373)
. Eski ile yeninin parçalanamaz birlikteliğini anımsatır, deneyimin ta
kendisi. Belki de sisin, tozun, gaz bulutlarının kolektif deneyimin ve
hafızanın ufkunu geçmiş-gelecek-bugün üzerinde yoğunlaştırdığı
söylenebilir.
Yüz yıldır, eylemenin hakikatiyle arasına “ordu”/ “darbe” perdesi
çekilmiş insanlar, günlerdir kendi hayatlarının nasıl olup da bir
cezaevine dönüştürüldüğünü tam da özgürlüğün kendisini üreterek
öğrenmektedirler. Medyaya yönelik eleştirilerin yoğunlaşması da bu
doğrultuda değerlendirilebilir. Özellikle Kürt sorunu üzerinden de aynı
medya dolayımıyla ilişki geliştirildiğinin farkına varılması, Lice’de
neredeyse kendiliğinden biçimde onbinlerin sokaklara akması, alanların
en devrimci hamlelerinden biridir ve ilişkilerin dolayımsızlığını
sağlama konusunda önemlidir. Bu ilişkilerin dolayımsızlığı, ulusalcı ve
ırkçı fikirlerin, homofobik/transfobik/cinsiyetçi hallerin hızla kendi
geçmişlerini sorgulamaya başlamasına neden olmaktadır. Ancak bu
geçmişten memnun olanlar, yani anı yeniden dondurmaya çalışanlar, parkın
ve direniş alanlarının zamanından çok daha az yoğun ve yavaştırlar.
Aynı durum, geleceğe dönük projeksiyonlarıyla “iktidar” olduğunu ve
normalleştiğini düşünen AKP için de geçerlidir. AKP’nin gelecek
tahayyülü ve hissiyatı, direniş alanlarının zamanının hızını/yoğunluğunu
kaldıramamaktadır.
Bugün Gezi eylemlerinde “yaşayanlar ve yaşananlar” ile, 15-16
Haziran’da AKP mitinglerinde bir araya gelen AKP seçmenleri arasındaki
fark, bu zamansallığın yarattığı kırılmada ifadesini bulur. Hakikat ile
arasına AKP perdesini çekenlerin bugünkü konumu sistem içi tüm
taleplerin yoğunlaştığı alanı temsil etmektedir; o alan iktidarı ve
sistemi tüm rasyonelliği ve irrasyonelliği ile kabul edilebilir
görmektedir; gündelik hayatını bu iktidar tarafından çizilen normallik
sınırları içeriside ikame(t) edebilir durumdadır. Öngörülebilen,
tanımlanabilen, her anı bilinen ve hareket içermeyen “donmuş şeyler”
olarak kurgulanmaya çalışılan bu eylemler , AKP’nin gelecek zamanla
ilişkisini bir kez daha durdurmuştur. Özellikle “yeryüzü iftarları” ve
Beyoğlu Belediyesi’nin masaları arasında ortaya çıkan mekansal (tomayla
çizilen sınır) ayrım, donukluk ile hareket halinde olanın, normalin
içinde barınabilecek olanla, kendini tanımlamak zorunda olmayanın
ilişkisini ve karşılıklı konumlanışını bir kez daha göstermiştir.
Sırrı Süreyya Önder’in söylediği gibi “ambulansın arkasına takılan
taksici” olarak CHP ya da kaybettikleri statülerini arayan ulusalcı
damar ise Gezi Parkı ve diğer alanların tarihsel duruşunu anlayabilecek
siyasal/tarihsel konuma sahip değildir. CHP’nin ve ulusalcı damarın, tüm
eylemleri AKP ve hatta Erdoğan karşıtlığına indirgemeye çalışması bu
bakımdan anlamlıdır. Bu konum alış, geçmişin dondurulması ve
sabitlenmesi bakımından manidardır; ulusalcı zaman tarihin 10 yıl ile
sınırlı kalmasını gerektirmektedir. Hafızalar buradan daha ötesine
bakmaya başladığında, yapısal olarak kaldırılamayacak bir hakikatle
yüzleşmek zorunlu olacaktır. Ulusalcı damar, tam da bu noktada sis
atmaya çalışmaktadır. Ancak, bugün tüm alanlara, parklara bakıldığında
ulusalcı damarın kendisinin bile eylemin zamanına ve mekanına uymak
zorunda kaldığı görülmektedir. Medeni Yıldırım’ı eylem hafızasından
çıkarmayı başaramamakta somutlanan, yeryüzü iftarlarıyla başka bir
kırmızı çizgisi ihlal edilen bu “asil” zaman, ya hakikatin yoğunluğuna
ve hızına uyacak ya da başka mecralarda kendi donmuş tarihi içerisinde
akmaya (GazdanAdam Festivali gibi, olası Silivri çıkartmaları gibi)
zorlanacaktır.
Gezi Parkı işgalinin sürdüğü günlerde başbakanlık mevkisi üzerinden
kurulan hafıza da, iktidarın rasyonellik ilişkisi bakımından başka bir
noktayı işaret etmektedir. Fas-Tunus-Cezayir ziyaretleri sonrasında,
Tayyip Erdoğan’ın ülkeye dönüşünün ardından yaklaşık 15-20 gün boyunca,
tüm kamuoyu kendisinin attığı her adımdan haberdar biçimde yaşamıştır.
Tam da bu süreçte, iktidar her an ve hala iktidarda olduğunu bize
hatırlatması gerektiği güdüsüyle işlemeye başlar; çünkü son hızla
geçmişe gömülebileceğinin gayet farkında olan iktidar biçimi, bugünün
zamanına nasıl ulaşabileceğine dair bir bilgi üretememektedir. Ve çünkü
ürettiği her bilgiyi aşarak çok daha fazlasını üretecek hızlılıkta akan
bir Gezi Parkı direnişi ile karşı karşıyadır. Tam da bunun için Tayyip
Erdoğan, irrasyonel alanın içerisine kendisini yerleştirilmiş, en kabul
edilemez olanı kabul eden “normal ve gündelik” alanlar yaratmaya
çalışmış, hakikatin tümüyle paramparça edildiği hikayelerle 24 saatini
kamuoyuyla paylaşmıştır. Ancak, mesele yönetemeyenin Erdoğan olmadığını
anlamaktan geçer; normal olanın tümü artık barınılabilecek bir halde
değildir ve her an kırılabilir durumdadır. Muğlak olan sadece direnişin
geleceği değil; normal olanın, AKP seçmenin ve aynı zamanda
ulusalcığılın da geleceğidir. Normalin barınırlığını yitirmesi, devrimci
dönüşümün ta kendisidir.
AKP’nin direnişin ortalarından itibaren “darbe” üzerinden yarattığı
travmatik etki de zamanla ilişkilenişteki kırılma üzerinden
değerlendirilebilir. İktidar, gelecek tahayyülleri üzerinde ortaya çıkan
yıkıcı etkiyi, geçmişi yeniden çağırarak azaltmaya çalışmaktadır.
Ancak, ulusalcı damarın sınırlı ve katılaşmış tarih /hafıza anlayışından
çok da farklı olmayan bu “çağırma” aynı zamanda, cumhuriyet tarihinin
80 ve 10 yıl olarak ikileştirilmesi çabasıdır. Oysa ki, iktidarın
tanımlayamadığı alanda gelişen ve genişleyen eylemin zamansallığı bu
ikiliği de aşarak mevcut iktidarın tekrarlayarak davranış kalıbı haline
getirdiklerini hakikat olarak yüzüne çarpmaktadır. Devraldığı iktidarın
biçimini değiştirmeden, içeriğini değiştirme gayretinin beyhudeliği bu
zamansal kırılmada ve yoğunlaşmada görülmektedir. AKP’nin iktidarın
biçimini değiştirme vaadiyle üzerinde yürüdüğü geçmiş, biçim olarak
kendini sürekli tekrarlamakta; tekrarlamayla “durmaya” dönüşen
eyleyememek ise direnişin muğlak ve tanımlanamaz olan biçimi ve sürekli
değişen/üreten ve eyleyen içeriğiyle başa çıkamamaktadır.
Gezi Parkı ve diğer alanların zamana ve mekana dayalı okuması;
ulusalcıların ve AKP’nin sınırlayan/donduran ve tanımlayan halinden
kurtulmak için hayatidir. Bugünün içine akan onbinlerce dün ve yarın:
zamanı hızlandıran/yoğunlaştıran tam olarak budur. Aynı anda, birbirine
karışan binlerce dün ve yarın, bugünü hükümetsiz, devletsiz kılmıştır.
Tam da bunun için, o alanda yaratıcı direniş mümkündür. Sol siyasetin,
zaman ve mekan ilişkisine dair çıkartması gereken en önemli derslerden
bir tanesi, üzeri (zorla) örtülen potansiyellerin ayaklanma aracılığıyla
kendi gerçekliklerine erişme hakkını talep ediyor olmalarıdır. Sis atma
sloganı bunun için de önemlidir.
Gezi Direnişi yazıları genel olarak “ne olacak?” sorusuna verilen
yanıtlarla sona eriyor. Kanımca, yaşamakta olduğumuz anın en önemli ve
tarihsel çağrısı, bu anı yaşayanların her birinin kendisinin ne kadar
değiştiğini ve bu değişimin her an mümkün olduğunu kavraması çağrısıdır.
Erdoğan kişiliğinde somutlaşan iktidar bu değişimi kabul etmediği için
muktedir değildir. Ulusalcı karakter ilişkilerinin asla değişemeyeceğini
düşündüğü için alanda kendini bulamamaktadır. Ne olacak sorusu ise
böyle yanıtlanabilir; hepimiz çok ama çok değiştik, değişiyoruz,
değişeceğiz.Güzel direnişler!
Agamben, Giorgio; Infancy and History-On the Destruction of Experience; Verso Publishing; 2007.
Caygill, Howard; Benjamin, Heidegger and the Destruction of Tradition;in ed. by Andrew Benjamin ve Peter Osborne; Walter Benjamin's Philosophy-Destruction and Experience; Routledge-Taylor and Francis Group; 2002.
Stoppani, Teresa; Dust Projects:on Walter Benjami's Passagen-Werk and Some Contemporary Dusty Makings in Architecture; The Journal of Architecture; 12:5; 543-557; 2007.