İnsandaki Zalimlik
Üzerine Ruhbilimsel Bir Deney:
Stanford Hapishane
deneyi – Erich Fromm
Phillip Zimbardo,
kendi deyimiyle “iyi insanları kötü yerlere koyduğunuzda” neler olacağını merak
ediyordu. Çevremizden ne ölçüde etkileniyorduk? İçsel özelliklerimiz, örneğin
inançlarımız ya da tutumlarımız, bazı durumlardan sıyrılmamızda ve çevresel
etkenler ne olursa olsun kendi yolumuzda ilerlememizde ne derece etkindi? Bu
sorularla yola çıkan Zimbardo, cevapları bulabilmek amacıyla sonradan Psikoloji
literatüründe bir kilometre taşı olacak olan meşhur deneyini tasarladı.
Araştırmacılar hapishane yaşamının psikolojik etkileri üzerine yapılacak bir
deney için gönüllüler arandığına dair bir gazete ilanı yayımladı. Deneyde yer
alacak insanlara günlük 15 dolar ödenecek. Başvuruya cevap verenlerden 24 sağlıklı, zeki, normal üniversite
öğrencisi denek olarak seçiliyor. Bu 24 kişi rastgele iki gruba ayrılıyorlar.
12 kişi gardiyan, 12 kişi mahkum rolü oynayacak. Deney başlamadan önce rastgele
seçildikleri için gardiyanlar ve mahkumlar arasında hiçbir fark yok ama deney
ilerledikçe iki grup inanılmaz kişilik değişimleri yaşıyor. Doğrudan doğruya
zalimliğin nedenleri sorununu ele alan bu deneyi ve sonuçlarını değerlendiren
Erich Fromm’un ilgili makalesini aşağıdan okuyabilirsiniz.
Stanford Hapishane
deneyi – Erich Fromm
Deneyin amacı,
normal insanların belirli bir durum altındaki, yani bir «taklit tutukevi»nde
tutuklu ve gardiyan rollerini oynarkenki davranışlarını incelemekti. Deneyi
yapanların deneyle kanıtlandığına inandıkları genel tez, ahlâkları, kişisel
inançları ve değerleri ne olursa olsun, insanların birçoğuna, belki de
çoğunluğuna, içine itildikleri durumun gücünün hemen hemen her şeyi
yaptırabileceği ve (P.H.G. Zimbardo, 1972) daha özgül olarak da, bu deneyde
tutukevi koşullarının, «gardiyan» rolünü oynayan deneklerin çoğunu acımasız
sadistlere ve tutuklu rolünü oynayan deneklerin çoğunu da, birçokları birkaç
gün sonra salıverilmelerini gerektirecek ölçüde şiddetli aklî belirtiler.
Bu deneye ilişkin
ilk rapor kısa bir makalede P. G. Zimbardo tarafından 1972 yayımlandı bu rapor,
yazarın bana yazdığı gibi. Tutukevlerinin iyileştirilmesiyle ilgili Bir Kongre
Âlt-Kurul’una sunulan sözlü bir rapordan alınmaydı. Dr. Zimbardo. kısa
olmasından dolayı bu makaleyi, çalışmasının eleştirisi için yeterli bir dayanak
olarak görmemektedir. Dr. Zimbardo’nun isteğine uyuyorum; ama bunu üzülerek
yapıyorum, çünkü o makale ile daha sonraki makale arasında belirtmek istediğim
belirli uyuşmazlıklar bulunmaktadır. Dr. Zimbardo’nun ilk makalesine, çok
önemli iki noktayla ilişkili olarak yalnız kısaca değineceğim. Bu noktala’, (a)
gardiyanların tutumu ve (b) yazarların ana tezidir.
Aksi
belirtilmedikçe, aşağıdaki alıntılar. Dr. Zimbardo’nun. elyazması metnini bana
gönderme inceliğini gösterdiği ortak makaleden yapılmıştır.
Gerçekten, her iki
kümenin de tepkileri o denli yoğundu ki, iki hafta sürecek olan deney altı gün
sonra durduruldu.
Deneyin bu
davranışçı tezi kanıtladığından kuşkuluyum ve kuşkularımın nedenlerini ortaya
koyacağım. Ama ilk önce, ikinci makalede tanımlanan biçimiyle deneyin
ayrıntıları konusunda okuru bilgilendirmem gerek. Günde 15 dolarlık bir ödeme
karşılığında tutukevi yaşamına ilişkin bir ruhbilimsel incelemeye katılacak
erkek gönüllüler arayan bir gazete ilanı üzerine istekliler başvurdular. Yanıt
veren gönüllüler, (suça katılmaları da dahi!) ruh hastalığı kaynaklarıyla
ilgili olarak ailelerinin geçmişine, dünden bugüne bedensel ve zihinsel sağlık
durumlarına, önceki deneyimlerine ve davranışsal özelliklerine ilişkin geniş
kapsamlı bir anket doldurdular. Geçmişe ilişkin anketi dolduranların her biri,
iki deneyciden birisi tarafından görüşmeye alındı. Sonunda, (bedensel ve
zihinsel yönden) en tutarlı, en olgun ve topluma aykırı davranışlara en az
katılmış olduklarına karar verilen yirmi dört denek, incelemeye katılmak üzere
seçildi. Rastgele bir seçmeyle, deneklerin yansına «gardiyan» rolü, yarısına da
«tutuklu» rolü verildi.
Elemeden sonra
seçilen örnek denekler kümesine, «taklit tutukevinin başlamasından bir gün önce
bir dizi ruhbilimsel test uygulandı; ama deneyci-gözlemcilerin herhangi bir
yeğleme önyargısına kapılmalarına engel olmak için sonuçlar, inceleme
tamamlanıncaya dek çizelgelere geçirilmedi.» Deneyi yapanlara bakılırsa, olağan
insan yelpazesinin dışına çıkmayan ve hiçbir sadistçe ya da mazoşistçe eğilim göstermeyen
bireylerden oluşmuş bir örnek küme seçmişlerdi.
«Tutukevi»,
Stanford Üniversitesi’ndeki ruhbilim binasının bir zemin kat koridorunda
yaklaşık on buçuk metrelik bir bölmede kuruldu. Bütün deneklere, kendilerine
tamamen rastgele bir seçmeyle ya gardiyan ya da tutuklu rolü verileceği
anlatıldı, ve hepsi, iki hafta kadar günde 15 dolar karşılığında iki rolden
birisini oynamayı gönüllü olarak kabul ettiler, inceleme süresince kendilerine
verilen rolü yerine getirme konusunda belirttikleri «niyet» karşılığında
ödenecek parasal hak yanında en az düzeyde yeterli bir beslenme, giyinme,
barınma ve sağlık bakımını da güvence altına alan bir sözleşme imzaladılar.
Tutuklu rolü
verilenlerin gözetim altında tutulacaklarını göz önüne almaları gerektiği (çok
az gizlilik hakkına sahip oldukları ya da hiçbir gizlilik hakkına sahip
olmadıkları) . ve bedensel zarar dışında, bazı temel yurttaşlık haklarının
tutukluluk süresince askıya alınacağını göz önünde bulundurmaları gerektiği
sözleşmede açıkça belirtildi. Ne karşılaşabilecekleri şeyler konusunda başka
bilgi, ne de tutukluluk rolüne uygun davranış konusunda herhangi bir talimat
verildi. Bu işlem için gerçeklen belirlenen kişilere, deneyi başlatacağımız
belli bir Pazar günü kaldıkları yerlerde hazır bulunmaları konusunda telefonla
bilgi verildi.
Gardiyan olarak
belirlenen denekler, tutukevinin Müdürü (üniversitede öğrenim gören bir
araştırma yardımcısı) ve «Başdenetçi»si (başaraştırıcı) ile bir toplantıya
katıldılar. Bunlara, görevlerinin, «tutukevinin etkin biçimde işleyişi için
gerekli olan akla yatkın ölçüde düzenin sağlanıp sürdürülmesi» olduğu
anlatıldı.
Deneyi yapanların
«tutukevi»nden ne anladıklarına değinmek önemlidir. Onlar, bu sözcüğü, yasayı
çiğneyenlerin gözetim altında tutulduğu bir yer demek olan genel anlamında
değil, belirli Amerikan tutukevlerinde var olan koşullan betimleyen özgül bir
anlam da kullanıyorlar.
Niyetimiz, bir
Amerikan tutukevinin tam bir benzerini yaratmak değil, daha çok herhangi
birinin işlevsel bir temsilini yaratmaktı. Tinsel, ahlaksal ve uygulamaya
ilişkin nedenlerden dolayı, deneklerimizi uzun ya da belirsiz zaman dönemleri
süresince alıkoyamazdık; şiddetli bedensel ceza tehdidine asla başvuramazdık;
eşcinsel ya da ırkçı uygulamaların boy vermesine izin veremezdik; ne de
tutukevi yaşamının belirli başka özgül yanlarını aynen yaratabilirdik. Yine de
yeterince somut gerçekçiliğe sahip bir durum yaratabildiğimize inanıyorduk;
böylelikle rol-yapma katılımı, deneklerin yüklendikleri görevlerin yüzeysel
gereklerini aşarak, onların canlandırdıkları karakterlerin derindeki yapısına
kadar inebildi. Bu işi başarmak için, gerçek tutukevi yaşamındaki etkinliklere
ve deneyimlere işlevsel karşılıklar oluşturduk; deneklerimizde nitelik yönünden
benzer tepkiler —güç ve güçsüzlük, denetim ve baskı, doyum ve engelleme, keyfî
yönetim ve yetkeye karşı direniş, mevki ve sıradanlık, erkeksilik ve kadınsılık
duygudan— yaratacağı umulan karşılıklardı bunlar.
Okurun tutukevinde
uygulanan yöntemlere ilişkin tanımlamadan açıkça anlayacağı gibi, bu tanımlama,
deneyde uygulanan (ve yalnızca son sözcüklerde belli belirsiz ima edilen)
işlemi büyük ölçüde hafife almaktadır. Gerçek yöntemler, yalnızca gardiyanların
davranışından ileri gelmeyip, deneycilerin düzenlediği tutukevi kurallarının da
aracılık ettiği şiddetli ve sistemli aşağılama ve küçümseme yöntemleriydi.
«Tutukevi» terimi
kullanılarak, en azından Birleşik Devletler’deki —ve gerçekte başka herhangi
bir ülkedeki— bütün tutukevlerinin bu türden olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu
ima, Birleşik Devletler’deki bazı Federal tutukevleri ve bunların öteki
ülkelerdeki benzerleri gibi, deneyi gerçekleştirenlerin taklit tutukevi
ölçüsünde kötü olmayan başka tutukevlerinin de bulunduğu gerçeğini gözardı
etmektedir.
«Tutuklular»a
nasıl davranıldı? «Tutuklu»lara, deneyin başlangıcı için kendilerini hazır
bulundurmaları söylenmişti.
Tutuklu işlemi
uygulanmak üzere belirlenen deneklerin tümü, Pah Alto City Polis Müdürlüğünün
işbirliği ile, oturdukları yerlerde beklenmedik bir anda «tutuklandıklar. Bir
polis memuru, onları hırsızlık ya da silahlı soygun kuşkusuyla suçladı, yasal
haklarını bildirdi, bileklerini kelepçeledi, (çoğu kez komşuların meraklı
bakışları altında) baştan aşağı aradı ve bir polis arabasının arkasında
karakola götürdü. Karakolda, parmak izi alınması, kimlik dosyası hazırlanması
ve daha sonra bir gözaltı hücresine yerleştirilme gibi alışılmış işlemlerden
geçtiler. Her bir tutuklunun gözleri bağlandı ve daha sonra deneycilerden
birisi ve bir gardiyan tarafından arabayla taklit tutukevimize getirildi. Bütün
tutuklama işlemi boyunca, ilgili polis görevlileri, bu «tutuklama»nın taklit
tutukevi deneyiyle ilişkisini açıklığa kavuşturmak için sorulan soruları
yanıtlamaktan kaçınarak resmî, ciddî bir tutumla hareket ettiler.
Deneysel
tutukevimize gelindikten sonra her bir tutuklu soyunduruldu, bitten arındırıcı
bir ilaç (bir deodorant sprey) ile ilaçlandı ve bir süre için hücre avlusunda
tek başına çıplak olarak ayakta bekletildi. Daha önce tanımlanan üniforma
verildikten ve bir kimlik resmi («vesikalık resim») çekildikten sonra tutuklu
hücresine kondu ve sessiz durması emredildi.
Tutuklamaları
gerçek polis yerine getirdiği için (polislerin bu işleme katılmasının yasallığı
merak konusu olabilir,) denekler bunların gerçek suçlamalar olduğunu bildikleri
sürece, özellikle memurlar, tutuklama ile deney arasındaki bağlantıya ilişkin
sorulan yanıtlamadıkları için, denekler ne düşünebilirlerdi ki? «Tutuklama»nın
tutuklama olmadığını, polisin bu uydurma suçlamaları yapmakla ve yalnızca
deneye daha çok renk katmak amacıyla zor kullanmakla görevli olduğunu nereden
bilebilirlerdi?
«Tutuklular»ın
giysileri garipti.
Giysileri, önünde
ve arkasında bir numarası bulunan bol muslin tulumlardan oluşuyordu. Bu
«giysiler»in altına hiç iç çamaşırı giyilmiyordu. Ayak bileğine hafif bir
zincir ve bir kilit takılmıştı. Ayaklarına lastik terlikler giyiyorlardı ve
saçları, başlık biçimine sokulmuş bir naylon kadın çorabıyla örtülüydü…
tutukluların üniformaları, yalnızca tutukluları bireylikten çıkaracak biçimde
değil, aynı zamanda onları aşağılayacak ve onların bağımlılıklarının, boyun
eğmişliklerinin simgeleri olarak da işlev görecek bir biçimde düzenlenmişti.
Ayak bileğindeki zincir, sürekli olarak (hatta öteki ayak bileğine çarptığında
uykularında bile) onlara çevrenin eziciliğini anımsatan bir şeydi. Çoraptan
yapılma başlık, saç uzunluğu, rengi ve biçimiyle ilgili herhangi bir ayırt etme
öğesini ortadan kaldırıyordu (bazı «gerçek» tutukevlerinde ve askeriyede
saçların traş edilmesi de aynı işlevi görür). Bedene iyi oturmayan üniformalar,
tutukluların hareket ederken kendilerini bir garip hissetmelerine yol açıyordu.
Bu giysiler, iç çamaşırı olmaksızın giyildiği için, tutukluları, bir
erkeğinkinden çok bir kadınınkine benzeyen alışılmadık duruşlar almaya
zorluyordu — tutukluluğun ortaya çıkardığı, erkekçe gücün azalması sürecinin
bir başka yanıdır bu.
Deneyin altı günü
boyunca tutukluların ve gardiyanların bu duruma karşı tepkileri nelerdi?
Bu durumun
katılanlar üzerindeki etkisinin en canlı kanıtı, aşırı duygusal çöküntü,
ağlama, öfke ve şiddetli kaygı yüzünden serbest bırakılması gereken beş
tutuklunun ağır tepkilerinde görüldü. Deneklerin dördünde belirtilerin biçimi
birbirine çok yakındı ve hemen tutuklanmanın ikinci gününde başladı. Beşinci
denek, bedeninin bazı bölümlerini kaplayan ruhsal kökenli kızarıklık ve
beneklerden dolayı tedavi edildikten sonra serbest bırakıldı. Geriye kalan
tutuklulardan yalnızca ikisi, «kaçmama sözü verme»leri karşılığında
kazandıkları paranın geri alınmasını istemediklerini söylediler. Deney yalnızca
altı gün sonra, zamanı gelmeden sona erdiğinde, geriye kalan tutukluların
hepsi, beklenmedik iyi şanslarından dolayı çok sevinçliydiler.
Tutukluların
tepkileri birbirine oldukça yakın ve yalnızca yoğunluk yönünden farklı olduğu
halde, gardiyanların tepkisi daha karmaşık bir görünüm ortaya koymaktadır:
Buna karşılık,
gardiyanların çoğu, deneyin durdurulması kararından rahatsız olmuş gibi
göründüler ve bize öyle geldi ki, bunlar kendilerini rollerine yeterli derecede
kaptırmışlardı; bu yüzden, uyguladıkları aşırı denetim ve güçten o anda
hoşnuttular ye bundan vazgeçmeye istekli değildiler.
Yazarlar
«gardiyanlar»ın tutumunu şöyle tanımlıyorlar:
Gardiyanların
hiçbirisi, nöbetlerini yerine getirmek üzere işe zamanında gelmekten asla geri
kalmadılar ve gerçekte, bazı kereler, fazladan birkaç saat için gönüllü olarak
ve hiç yakınmadan —ek ödeme almaksızın— görev başında kaldılar.
Her iki denek
kümesinde de ortaya çıkan aşırı sinirsel tepkiler, işlerlikteki toplumsal
güçlerin etkinliğine tanıklık etmektedir; ama yine de, bu yepyeni deneyle başa
çıkma biçimlerinde ve bu deneye başarıyla uyum sağlama derecelerinde bireysel
farklılıkların olduğu görüldü. Tutukluların yarısı baskıcı ortama dayanabildi
ve gardiyanların tümü düşmanca bir davranışa başvurmadı. Bazı gardiyanlar sert
ama dürüsttü («kurallara göre oynadı;») bazıları, yaratıcı zalimlik veeziyetle
meşgul olmakta rollerinin çok ilerisine gittiler; öte yandan birkaç tanesi de
edilgen kaldı ve tutuklular üzerinde zoraki bir denetim kurmaya pek çaba
göstermedi.
Ne yazık ki,
«bazı», «biraz», «birkaç»tan daha kesin bir bilgi verilmiyor bize. Bu, kesin
sayılardan söz etmek çok kolay olduğu halde, gereksiz bir kesinlikten
yoksunlukmuş gibi görünmektedir. ilk yayında biraz daha kesin ve temelden
farklı sözler edildiği için, bu durum daha da şaşırtıcıdır. «Tutukluların
moralini bozma tekniklerinde epeyce yaratıcı olan» etken biçimde sadist
gardiyanların yüzdesi, o yayında yaklaşık üçte-bir olarak hesaplanmıştır.
Geriye kalanlar, sırayla (1) «sert ama dürüst» olanlar ya da (2) «kendilerine
ufak tefek iyiliklerde bulundukları ve arkadaşça davrandıkları için
tutukluların bakış açısıyla iyi gardiyanlar» olarak tanımlanan iki sınıfa
ayrılmıştır. Bu belirleme, daha sonraki raporda açıklanan «edilgen kalma ve
zoraki denetimi pek arzulamama» belirlemesinden çok farklıdır.
Böylesi
tanımlamalar, verilerin değerlendirilmesinde kesinliğin bulunmadığını ortaya
koymaktadır; deneyin en önemli teziyle bağlantılı olarak bu durumun meydana
gelmesi daha da üzücüdür. Yazarlar, bir tek yaratılan durumun bile, normal
insanları birkaç gün içersinde zavallı, uysal bireylere ya da acımasız
sadistlere dönüştürebildiğini deneyin kanıtladığına inanmaktadırlar. Deneyin
kanıtladığı bir şey varsa o da daha çok bunun tersiymiş gibi geliyor bana.
Deneyin ana düşüncesi uyarınca, küçültücü ve aşağılayıcı olması amaçlanan bu
taklit tutukevinin bütün havasına karşın (açıkçası gardiyanlar hemen bu havaya
kendilerini kaptırmış olsalar gerektir), eğer gardiyanların üçte-ikisi,«kişisel
zevkler»i için sadistçe hareketlere başvurmadılarsa. deney, daha çok, uygun
durumlar sağlanarak insanların kolayca sadist kişilere dönüştürülemeyeceğini
kanıtlıyormuş gibi görünmektedir.
Davranış ile
karakter arasındaki fark bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Sadistçe
kurallara göre davranmak başka şey, insanlara karşı zalim olmayı isteyip bundan
haz duymak başka şeydir. Bu ayrımın yapılmaması, tıpkı Milgram’ın deneyini
zedelediği gibi, bu deneyin de değerinden çok şey alıp götürmektedir.
Bu aynm, tezin
öteki yüzü için de geçerlidir; yani denekler arasında sadistçe ya da mazoşistçe
davranış eğiliminin bulunmadığını uygulanan bir dizi testin kanıtlaması, bir
başka deyişle, testlerin hiçbir sadist ya da mazoşist karakter özelliği ortaya
çıkamaması da bu ayrımla ilintilidir. Açığa vurulmuş davranışı ana veri olarak
gören ruhbilimciler söz konusu edildiğinde, bu vargı oldukça doğru olabilir.
Ama ruhçözümsel deneyim temel alınırsa, çok inandırıcı değildir. Karakter
özellikleri, çoğu kez bütünüyle bilinçsizdir ve dahası, geleneksel ruhbilim
testleriyle bu özellikler ortaya çıkarılamaz, konusal Algılama Testi (TAT) ya
da Rorschach Testi gibi yansıtıcı testler söz konusu edilirse, ancak bilinçsiz
süreçlerin incelenmesi alanında epeyce deneyimi olan araştırıcılar çok sayıda
bilinçsiz veriyi ortaya çıkaracaklardır.
«Gardiyanlar»a
ilişkin veriler, bir başka nedenden dolayı da kuşku götürür niteliktedir. Bu
denekler, aşağıyukan ortalama, normal insanları temsil ettikleri ve sadistçe
eğilimlere sahip olmadıkları anlaşıldığı için seçildiler. Bu sonuç ortalama bir
insan topluluğu içersinde bilinçsiz sadistlerin yüzdesinin sıfır olmadığını
gösteren görgül kanıtlarla çelişmektedir. Bazı incelemeler (E. Fromm, 1936; E.
Fromm ve M. Maccoby, 1970) bunu ortaya koymuştur ve usta bir gözlemci,
anketlere ya da testlere başvurmadan da bunu saptayabilir. Ama normal bir insan
topluluğu içersinde sadist karakterlerin yüzdesi ne olursa olsun, bu sınıfın
bütün bütüne bulunmayışı, bu sorunla ilgili testlerin amaca uygunluğunun kanıtı
değildir.
Deneyin ortaya
çıkardığı şaşırtıcı sonuçlardan bazılarının, belki de bir başka etkenle
açıklanması gerekir. Deneyciler, deneklerin gerçeklik ile oynadıkları rol
arasında ayrım yapmakta güçlük çektiklerini belirtiyor ve bunun, durumun bir
sonucu olduğunu kabul ediyorlar. Bu gerçekten doğrudur, ama deneyciler bu
sonucu deneye maletmişlerdir. Öncelikle, birçok olgu «tutuklular»in kafasını
karıştırmıştı. Onlara anlatılan ve böylelikle sözleşmeye temel olan koşullar,
karşılaştıkları koşullardan çok ama çok farklıydı. Kendilerini küçültücü ve
aşağılayıcı bir ortamda bulmayı ummamışlardı herhalde. Kafa karışıklığını
yaratan daha önemli bir etken de polisin işbirliği yapmasıdır. Polis
yetkililerinin böylesi bir deneysel oyuna katılmayı kabul etmeleri son derecede
alışılmamış olduğu için, gerçeklik ile rol-yapma arasındaki farkı
değerlendirmek, tutuklular açısından çok zordu. Tutukluların, tutuklanmalarının
deneyle bir ilişkisi olup olmadığını bile bilmediklerini ve bu bağlantı
hakkında sordukları soruları memurların yanıtlamayı reddettiklerini rapor
ortaya koyuyor. Hangi ortalama insan kafa karışıklığına kapılmaz ve deneye bir
şaşkınlık, oyuna getirilmişlik, umarsızlık duygusuyla girmez bu durumda?
Tutuklular niçin
hemen ya da bir-iki gün sonra işi bırakmadılar? Yazarlar, taklit tutukevinden salıverilme
koşullan hakkında «tutuklulara neler anlatıldığını gösteren açık bir bilgi
vermiyorlar. En azından eğer daha fazla kalmayı dayanılmaz bulurlarsa çekilme
hakkına sahip oldukları konusunda tutuklulara bilgi verildiğine ilişkin bir
söze rastlamadım. Gerçekte, bazı tutuklular kaçmaya kalkıştıklarında,
gardiyanlar bunlara zor kullanarak engel oldular. Öyle görünüyor ki,
gardiyanlarda, yalnızca salıverme kurulunun, onlara ayrılma izni verebileceği
izlenimi uyandırılmıştı. Bununla birlikte, yazarlar şöyle söylüyorlar:
İncelemenin en
dikkate değer olaylarından birisi, salıverme kurulunun bir oturumu sırasında
meydana geldi. Bu oturumda, baş deneyci, koşullu salıverilmeye uygun beş
tutukludan her birisine, koşullu olarak salıverilirse, bir tutuklu olarak kazandığı
tüm parayı geri vermek isteyip istemeyeceğini sordu. Beş tutukludan üçü «evet»
dediler, bunu yapmaya istekliydiler. İncelemeye katılmayı sağlayan asıl
özendiricinin para vaadî olduğuna ve bu tutukluların yalnızca dört gün sonra,
bundan bütünüyle vazgeçmeye hazır olduklarına dikkat ediniz. Daha şaşırtıcı
olarak da, bir karara varılmazdan önce, bu olanağın kurul üyeleriyle
görüşülmesi gerekeceği söylendiğinde her bir tutuklu sessizce kalktı ve bir
gardiyan eşliğinde hücresine götürüldü. Eğer bunlar, kendilerini, salt para
için deneye katılan «denekler» olarak görselerdi, artık incelemeye katılmayı
sürdürmek için herhangi bir özendirici kalmamıştı ve kendileri için çekilmez
hale geldiği açıkça belli olan bu durumdan istifa ederek kolayca kurtulabilirlerdi.
Ancak durumun onlar üzerinde sağladığı denetim o denli güçlüydü, bu taklit
çevrenin ulaştığı gerçeklik o denli inandırıcıydı ki, kalmalarını sağlayan asıl
ve tek güdünün artık geçerli olmadığını anlayamayacak haldeydiler ve
kendilerini alıkoyanların verecekleri bir «koşullu salıverilme» kararını
beklemek üzere hücrelerine döndüler.
Bu durumdan bu
denli kolaylıkla kaçabilirler miydi? Bu toplantıda tutuklulara neden «istifa
etmek isteyenler hemen ayrılabilir, ayrılanlar yalnızca ceza olarak parayı geri
verecekler», denmemiştir? Tutuklular bu duyurudan sonra da kalmaya devam etmiş
olsalardı, deneycilerin onların yumuşak başlılığı hakkındaki sözleri gerçekten
haklılık kazanırdı. Ama «bir karara varılmazdan önce bu olanağın kurul
üyeleriyle görüşülmesi gerekeceği» dile getirilerek, tutuklulara tipik
bürokratik yasak savıcı yanıt verilmiştir; bu yanıtla, tutukluların ayrılma
haklarının bulunmadığı üstü kapalı olarak belirtilmiştir.
Tutuklular bütün
bunların bir deney olduğunu gerçekten «biliyorlar mıydı? Eğer tutuklular ta
başından beri amaçlı olarak şaşırtıldılarsa ve artık neyin ne, kimin kim
olduğunu biliniyorlarsa, bu sorunun yanıtı, burada «bilme»nin ne anlama
geldiğine ve tutukluların düşünme süreçlerini nelerin etkilediğine bağlıdır.
Deneyin
kesinlikten ve sonuçların özeleştirel değerlendirmeden yoksun olmalarının yanı
sıra, bir başka başarısızlık daha deneye zarar vermektedir: Deney sonuçlarının
aynı tip tutukevi durumlarıyla karşılaştırılarak denetlenmemiş olması. En kötü
türden Amerikan tutukevindeki tutukluların çoğu kölecesine uysal mıdır ve
gardiyanların çoğu acımasız birer sadist midir? Yazarlar, taklit tutukevinde
elde edilen sonuçlanıl gerçek tutukevlerinde bulunan sonuçlara uygun olduğu
yolundaki tezin kanıtı olarak yalnızca bir tek eski hükümlünün ve bir tutukevi
papazının sözlerini örnek gösteriyorlar. Bu, deneylerin ana tezi açısından son
derece önemli bir sorun olduğu için, karşılaştırma yapmakta çok daha ileri
gitmeleri gerekirdi — örneğin, birçok eski tutukluyla sistemli görüşmeler
yapılmalıydı. Buna ek olarak, basitçe «tutukevlerinden söz etmek yerine,
Birleşik Devletler’de, bir örneğini’ yaratmaya çabaladıktan küçültücü tutukevi
tipine uyan tutukevlerinin yüzdesine ilişkin daha kesin veriler sunmaları
gerekirdi.
Yazarlann,
vargılarını gerçekçi bir durumla karşılaştırarak denetlememiş olmaları
özellikle üzücüdür; çünkü en kötü Amerikan tutukev-lerindeki durumdan daha
acımasız olan bir tutukevi durumuyla —Hitler’in toplama kamplarıyla— ilgili bol
miktarda veri vardır elde.
SS gardiyanlarını
kendiliğinden zalimliği söz konusu edilirse, sorun sistemli bir biçimde
incelenmemiştir. Gardiyanların kendiliğinden sadistliğinin —bir başka deyişle,
saptanmış programı aşan ve bireysel sadistlik tutkusunun güdülediği sadistçe
davranışın— oranı hakkında veri toplamak için gösterdiğim sınırlı çabalarım
sonucu, eski tutuklulardan yüzde 10 ile yüzde 90 arasında değişen tahminler
elde ettim; düşük tahminler daha çok eski siyasal tutuklulardan geldi.12
Gerçekleri saptamak için, Nazi toplama kamplan sisteminde gardiyanların
sergiledikleri sadistliğe ilişkin kapsamlı bir incelemeye girişmek gereklidir.
Böylesi bir incelemede birçok yaklaşım kullanılabilir. Örneğin:
Eğer gardiyanlar
sadistçe davranışta bulunarak kendilerini eğlendirmek isterlerse, elbette
herhangi bir ceza korkusu olmadan istediklerini yapabiliyorlardı. Bunun sık sık
meydana gelmemiş olması, gardiyanların bireysel sadistliği hakkında belli
sonuçlara götürebilir. Eğer tutukluların tutumu göz önüne alınırsa, toplama
kamplarından elde edilen veriler, çevrenin zorlayıcı etkisi sözkonusu olunca
bireysel değerlerin, aktörenin, inançların hiç fark etmediğini ileri süren
Haney, Banks ve Zimbar-do’nun ana tezini pek doğrulamıyor.
1. Eskiden toplama
kampında kalmış olanlarla yapılan —ve onların yaşlarına, tutuklanma
nedenlerine, tutukluluk sürelerine ve başka ilgili verilere ilişkin sözlerini
aktaran— sistemli görüşmeler ve eski toplama kampı gardiyanlarıyla yapılan
benzer görüşmeler.
2. Aşağıda
sayacaklarıma benzer «dolaylı» veriler: toplama kampına doğru uzun tren
yolculuğu sırasında yeni tutukluları «çökertmek» için en azından 1939′da
kullanılan, şiddetli bedensel acı verme (dövmeler, süngü yaralan), açlık, aşırı
aşağılamalar gibi sistemler. SS gardiyanları, hiçbir acıma duygusu
göstermeksizin bu sadistçe emirleri yerine getirdiler. Bununla birlikte, daha
sonra, tutuklular bir kamptan ötekine taşınırken, artık «eski tutuklu» olan bu
tutuklulara hiç kimse ilişmezdi (B. Bettelheim, 1960).