Saturday, September 22, 2012

Stanford Hapishane deneyi – Erich Fromm


İnsandaki Zalimlik Üzerine Ruhbilimsel Bir Deney:
Stanford Hapishane deneyi – Erich Fromm

Phillip Zimbardo, kendi deyimiyle “iyi insanları kötü yerlere koyduğunuzda” neler olacağını merak ediyordu. Çevremizden ne ölçüde etkileniyorduk? İçsel özelliklerimiz, örneğin inançlarımız ya da tutumlarımız, bazı durumlardan sıyrılmamızda ve çevresel etkenler ne olursa olsun kendi yolumuzda ilerlememizde ne derece etkindi? Bu sorularla yola çıkan Zimbardo, cevapları bulabilmek amacıyla sonradan Psikoloji literatüründe bir kilometre taşı olacak olan meşhur deneyini tasarladı. Araştırmacılar hapishane yaşamının psikolojik etkileri üzerine yapılacak bir deney için gönüllüler arandığına dair bir gazete ilanı yayımladı. Deneyde yer alacak insanlara günlük 15 dolar ödenecek. Başvuruya cevap verenlerden  24 sağlıklı, zeki, normal üniversite öğrencisi denek olarak seçiliyor. Bu 24 kişi rastgele iki gruba ayrılıyorlar. 12 kişi gardiyan, 12 kişi mahkum rolü oynayacak. Deney başlamadan önce rastgele seçildikleri için gardiyanlar ve mahkumlar arasında hiçbir fark yok ama deney ilerledikçe iki grup inanılmaz kişilik değişimleri yaşıyor. Doğrudan doğruya zalimliğin nedenleri sorununu ele alan bu deneyi ve sonuçlarını değerlendiren Erich Fromm’un ilgili makalesini aşağıdan okuyabilirsiniz.

Stanford Hapishane deneyi – Erich Fromm

Deneyin amacı, normal insanların belirli bir durum altındaki, yani bir «taklit tutukevi»nde tutuklu ve gardiyan rollerini oynarkenki davranışlarını incelemekti. Deneyi yapanların deneyle kanıtlandığına inandıkları genel tez, ahlâkları, kişisel inançları ve değerleri ne olursa olsun, insanların birçoğuna, belki de çoğunluğuna, içine itildikleri durumun gücünün hemen hemen her şeyi yaptırabileceği ve (P.H.G. Zimbardo, 1972) daha özgül olarak da, bu deneyde tutukevi koşullarının, «gardiyan» rolünü oynayan deneklerin çoğunu acımasız sadistlere ve tutuklu rolünü oynayan deneklerin çoğunu da, birçokları birkaç gün sonra salıverilmelerini gerektirecek ölçüde şiddetli aklî belirtiler.

Bu deneye ilişkin ilk rapor kısa bir makalede P. G. Zimbardo tarafından 1972 yayımlandı bu rapor, yazarın bana yazdığı gibi. Tutukevlerinin iyileştirilmesiyle ilgili Bir Kongre Âlt-Kurul’una sunulan sözlü bir rapordan alınmaydı. Dr. Zimbardo. kısa olmasından dolayı bu makaleyi, çalışmasının eleştirisi için yeterli bir dayanak olarak görmemektedir. Dr. Zimbardo’nun isteğine uyuyorum; ama bunu üzülerek yapıyorum, çünkü o makale ile daha sonraki makale arasında belirtmek istediğim belirli uyuşmazlıklar bulunmaktadır. Dr. Zimbardo’nun ilk makalesine, çok önemli iki noktayla ilişkili olarak yalnız kısaca değineceğim. Bu noktala’, (a) gardiyanların tutumu ve (b) yazarların ana tezidir.

Aksi belirtilmedikçe, aşağıdaki alıntılar. Dr. Zimbardo’nun. elyazması metnini bana gönderme inceliğini gösterdiği ortak makaleden yapılmıştır.

Gerçekten, her iki kümenin de tepkileri o denli yoğundu ki, iki hafta sürecek olan deney altı gün sonra durduruldu.
Deneyin bu davranışçı tezi kanıtladığından kuşkuluyum ve kuşkularımın nedenlerini ortaya koyacağım. Ama ilk önce, ikinci makalede tanımlanan biçimiyle deneyin ayrıntıları konusunda okuru bilgilendirmem gerek. Günde 15 dolarlık bir ödeme karşılığında tutukevi yaşamına ilişkin bir ruhbilimsel incelemeye katılacak erkek gönüllüler arayan bir gazete ilanı üzerine istekliler başvurdular. Yanıt veren gönüllüler, (suça katılmaları da dahi!) ruh hastalığı kaynaklarıyla ilgili olarak ailelerinin geçmişine, dünden bugüne bedensel ve zihinsel sağlık durumlarına, önceki deneyimlerine ve davranışsal özelliklerine ilişkin geniş kapsamlı bir anket doldurdular. Geçmişe ilişkin anketi dolduranların her biri, iki deneyciden birisi tarafından görüşmeye alındı. Sonunda, (bedensel ve zihinsel yönden) en tutarlı, en olgun ve topluma aykırı davranışlara en az katılmış olduklarına karar verilen yirmi dört denek, incelemeye katılmak üzere seçildi. Rastgele bir seçmeyle, deneklerin yansına «gardiyan» rolü, yarısına da «tutuklu» rolü verildi.
Elemeden sonra seçilen örnek denekler kümesine, «taklit tutukevinin başlamasından bir gün önce bir dizi ruhbilimsel test uygulandı; ama deneyci-gözlemcilerin herhangi bir yeğleme önyargısına kapılmalarına engel olmak için sonuçlar, inceleme tamamlanıncaya dek çizelgelere geçirilmedi.» Deneyi yapanlara bakılırsa, olağan insan yelpazesinin dışına çıkmayan ve hiçbir sadistçe ya da mazoşistçe eğilim göstermeyen bireylerden oluşmuş bir örnek küme seçmişlerdi.
«Tutukevi», Stanford Üniversitesi’ndeki ruhbilim binasının bir zemin kat koridorunda yaklaşık on buçuk metrelik bir bölmede kuruldu. Bütün deneklere, kendilerine tamamen rastgele bir seçmeyle ya gardiyan ya da tutuklu rolü verileceği anlatıldı, ve hepsi, iki hafta kadar günde 15 dolar karşılığında iki rolden birisini oynamayı gönüllü olarak kabul ettiler, inceleme süresince kendilerine verilen rolü yerine getirme konusunda belirttikleri «niyet» karşılığında ödenecek parasal hak yanında en az düzeyde yeterli bir beslenme, giyinme, barınma ve sağlık bakımını da güvence altına alan bir sözleşme imzaladılar.
Tutuklu rolü verilenlerin gözetim altında tutulacaklarını göz önüne almaları gerektiği (çok az gizlilik hakkına sahip oldukları ya da hiçbir gizlilik hakkına sahip olmadıkları) . ve bedensel zarar dışında, bazı temel yurttaşlık haklarının tutukluluk süresince askıya alınacağını göz önünde bulundurmaları gerektiği sözleşmede açıkça belirtildi. Ne karşılaşabilecekleri şeyler konusunda başka bilgi, ne de tutukluluk rolüne uygun davranış konusunda herhangi bir talimat verildi. Bu işlem için gerçeklen belirlenen kişilere, deneyi başlatacağımız belli bir Pazar günü kaldıkları yerlerde hazır bulunmaları konusunda telefonla bilgi verildi.
Gardiyan olarak belirlenen denekler, tutukevinin Müdürü (üniversitede öğrenim gören bir araştırma yardımcısı) ve «Başdenetçi»si (başaraştırıcı) ile bir toplantıya katıldılar. Bunlara, görevlerinin, «tutukevinin etkin biçimde işleyişi için gerekli olan akla yatkın ölçüde düzenin sağlanıp sürdürülmesi» olduğu anlatıldı.
Deneyi yapanların «tutukevi»nden ne anladıklarına değinmek önemlidir. Onlar, bu sözcüğü, yasayı çiğneyenlerin gözetim altında tutulduğu bir yer demek olan genel anlamında değil, belirli Amerikan tutukevlerinde var olan koşullan betimleyen özgül bir anlam da kullanıyorlar.
Niyetimiz, bir Amerikan tutukevinin tam bir benzerini yaratmak değil, daha çok herhangi birinin işlevsel bir temsilini yaratmaktı. Tinsel, ahlaksal ve uygulamaya ilişkin nedenlerden dolayı, deneklerimizi uzun ya da belirsiz zaman dönemleri süresince alıkoyamazdık; şiddetli bedensel ceza tehdidine asla başvuramazdık; eşcinsel ya da ırkçı uygulamaların boy vermesine izin veremezdik; ne de tutukevi yaşamının belirli başka özgül yanlarını aynen yaratabilirdik. Yine de yeterince somut gerçekçiliğe sahip bir durum yaratabildiğimize inanıyorduk; böylelikle rol-yapma katılımı, deneklerin yüklendikleri görevlerin yüzeysel gereklerini aşarak, onların canlandırdıkları karakterlerin derindeki yapısına kadar inebildi. Bu işi başarmak için, gerçek tutukevi yaşamındaki etkinliklere ve deneyimlere işlevsel karşılıklar oluşturduk; deneklerimizde nitelik yönünden benzer tepkiler —güç ve güçsüzlük, denetim ve baskı, doyum ve engelleme, keyfî yönetim ve yetkeye karşı direniş, mevki ve sıradanlık, erkeksilik ve kadınsılık duygudan— yaratacağı umulan karşılıklardı bunlar.
Okurun tutukevinde uygulanan yöntemlere ilişkin tanımlamadan açıkça anlayacağı gibi, bu tanımlama, deneyde uygulanan (ve yalnızca son sözcüklerde belli belirsiz ima edilen) işlemi büyük ölçüde hafife almaktadır. Gerçek yöntemler, yalnızca gardiyanların davranışından ileri gelmeyip, deneycilerin düzenlediği tutukevi kurallarının da aracılık ettiği şiddetli ve sistemli aşağılama ve küçümseme yöntemleriydi.
«Tutukevi» terimi kullanılarak, en azından Birleşik Devletler’deki —ve gerçekte başka herhangi bir ülkedeki— bütün tutukevlerinin bu türden olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu ima, Birleşik Devletler’deki bazı Federal tutukevleri ve bunların öteki ülkelerdeki benzerleri gibi, deneyi gerçekleştirenlerin taklit tutukevi ölçüsünde kötü olmayan başka tutukevlerinin de bulunduğu gerçeğini gözardı etmektedir.
«Tutuklular»a nasıl davranıldı? «Tutuklu»lara, deneyin başlangıcı için kendilerini hazır bulundurmaları söylenmişti.
Tutuklu işlemi uygulanmak üzere belirlenen deneklerin tümü, Pah Alto City Polis Müdürlüğünün işbirliği ile, oturdukları yerlerde beklenmedik bir anda «tutuklandıklar. Bir polis memuru, onları hırsızlık ya da silahlı soygun kuşkusuyla suçladı, yasal haklarını bildirdi, bileklerini kelepçeledi, (çoğu kez komşuların meraklı bakışları altında) baştan aşağı aradı ve bir polis arabasının arkasında karakola götürdü. Karakolda, parmak izi alınması, kimlik dosyası hazırlanması ve daha sonra bir gözaltı hücresine yerleştirilme gibi alışılmış işlemlerden geçtiler. Her bir tutuklunun gözleri bağlandı ve daha sonra deneycilerden birisi ve bir gardiyan tarafından arabayla taklit tutukevimize getirildi. Bütün tutuklama işlemi boyunca, ilgili polis görevlileri, bu «tutuklama»nın taklit tutukevi deneyiyle ilişkisini açıklığa kavuşturmak için sorulan soruları yanıtlamaktan kaçınarak resmî, ciddî bir tutumla hareket ettiler.
Deneysel tutukevimize gelindikten sonra her bir tutuklu soyunduruldu, bitten arındırıcı bir ilaç (bir deodorant sprey) ile ilaçlandı ve bir süre için hücre avlusunda tek başına çıplak olarak ayakta bekletildi. Daha önce tanımlanan üniforma verildikten ve bir kimlik resmi («vesikalık resim») çekildikten sonra tutuklu hücresine kondu ve sessiz durması emredildi.
Tutuklamaları gerçek polis yerine getirdiği için (polislerin bu işleme katılmasının yasallığı merak konusu olabilir,) denekler bunların gerçek suçlamalar olduğunu bildikleri sürece, özellikle memurlar, tutuklama ile deney arasındaki bağlantıya ilişkin sorulan yanıtlamadıkları için, denekler ne düşünebilirlerdi ki? «Tutuklama»nın tutuklama olmadığını, polisin bu uydurma suçlamaları yapmakla ve yalnızca deneye daha çok renk katmak amacıyla zor kullanmakla görevli olduğunu nereden bilebilirlerdi?
«Tutuklular»ın giysileri garipti.
Giysileri, önünde ve arkasında bir numarası bulunan bol muslin tulumlardan oluşuyordu. Bu «giysiler»in altına hiç iç çamaşırı giyilmiyordu. Ayak bileğine hafif bir zincir ve bir kilit takılmıştı. Ayaklarına lastik terlikler giyiyorlardı ve saçları, başlık biçimine sokulmuş bir naylon kadın çorabıyla örtülüydü… tutukluların üniformaları, yalnızca tutukluları bireylikten çıkaracak biçimde değil, aynı zamanda onları aşağılayacak ve onların bağımlılıklarının, boyun eğmişliklerinin simgeleri olarak da işlev görecek bir biçimde düzenlenmişti. Ayak bileğindeki zincir, sürekli olarak (hatta öteki ayak bileğine çarptığında uykularında bile) onlara çevrenin eziciliğini anımsatan bir şeydi. Çoraptan yapılma başlık, saç uzunluğu, rengi ve biçimiyle ilgili herhangi bir ayırt etme öğesini ortadan kaldırıyordu (bazı «gerçek» tutukevlerinde ve askeriyede saçların traş edilmesi de aynı işlevi görür). Bedene iyi oturmayan üniformalar, tutukluların hareket ederken kendilerini bir garip hissetmelerine yol açıyordu. Bu giysiler, iç çamaşırı olmaksızın giyildiği için, tutukluları, bir erkeğinkinden çok bir kadınınkine benzeyen alışılmadık duruşlar almaya zorluyordu — tutukluluğun ortaya çıkardığı, erkekçe gücün azalması sürecinin bir başka yanıdır bu.
Deneyin altı günü boyunca tutukluların ve gardiyanların bu duruma karşı tepkileri nelerdi?
Bu durumun katılanlar üzerindeki etkisinin en canlı kanıtı, aşırı duygusal çöküntü, ağlama, öfke ve şiddetli kaygı yüzünden serbest bırakılması gereken beş tutuklunun ağır tepkilerinde görüldü. Deneklerin dördünde belirtilerin biçimi birbirine çok yakındı ve hemen tutuklanmanın ikinci gününde başladı. Beşinci denek, bedeninin bazı bölümlerini kaplayan ruhsal kökenli kızarıklık ve beneklerden dolayı tedavi edildikten sonra serbest bırakıldı. Geriye kalan tutuklulardan yalnızca ikisi, «kaçmama sözü verme»leri karşılığında kazandıkları paranın geri alınmasını istemediklerini söylediler. Deney yalnızca altı gün sonra, zamanı gelmeden sona erdiğinde, geriye kalan tutukluların hepsi, beklenmedik iyi şanslarından dolayı çok sevinçliydiler.
Tutukluların tepkileri birbirine oldukça yakın ve yalnızca yoğunluk yönünden farklı olduğu halde, gardiyanların tepkisi daha karmaşık bir görünüm ortaya koymaktadır:
Buna karşılık, gardiyanların çoğu, deneyin durdurulması kararından rahatsız olmuş gibi göründüler ve bize öyle geldi ki, bunlar kendilerini rollerine yeterli derecede kaptırmışlardı; bu yüzden, uyguladıkları aşırı denetim ve güçten o anda hoşnuttular ye bundan vazgeçmeye istekli değildiler.
Yazarlar «gardiyanlar»ın tutumunu şöyle tanımlıyorlar:
Gardiyanların hiçbirisi, nöbetlerini yerine getirmek üzere işe zamanında gelmekten asla geri kalmadılar ve gerçekte, bazı kereler, fazladan birkaç saat için gönüllü olarak ve hiç yakınmadan —ek ödeme almaksızın— görev başında kaldılar.
Her iki denek kümesinde de ortaya çıkan aşırı sinirsel tepkiler, işlerlikteki toplumsal güçlerin etkinliğine tanıklık etmektedir; ama yine de, bu yepyeni deneyle başa çıkma biçimlerinde ve bu deneye başarıyla uyum sağlama derecelerinde bireysel farklılıkların olduğu görüldü. Tutukluların yarısı baskıcı ortama dayanabildi ve gardiyanların tümü düşmanca bir davranışa başvurmadı. Bazı gardiyanlar sert ama dürüsttü («kurallara göre oynadı;») bazıları, yaratıcı zalimlik veeziyetle meşgul olmakta rollerinin çok ilerisine gittiler; öte yandan birkaç tanesi de edilgen kaldı ve tutuklular üzerinde zoraki bir denetim kurmaya pek çaba göstermedi.
Ne yazık ki, «bazı», «biraz», «birkaç»tan daha kesin bir bilgi verilmiyor bize. Bu, kesin sayılardan söz etmek çok kolay olduğu halde, gereksiz bir kesinlikten yoksunlukmuş gibi görünmektedir. ilk yayında biraz daha kesin ve temelden farklı sözler edildiği için, bu durum daha da şaşırtıcıdır. «Tutukluların moralini bozma tekniklerinde epeyce yaratıcı olan» etken biçimde sadist gardiyanların yüzdesi, o yayında yaklaşık üçte-bir olarak hesaplanmıştır. Geriye kalanlar, sırayla (1) «sert ama dürüst» olanlar ya da (2) «kendilerine ufak tefek iyiliklerde bulundukları ve arkadaşça davrandıkları için tutukluların bakış açısıyla iyi gardiyanlar» olarak tanımlanan iki sınıfa ayrılmıştır. Bu belirleme, daha sonraki raporda açıklanan «edilgen kalma ve zoraki denetimi pek arzulamama» belirlemesinden çok farklıdır.
Böylesi tanımlamalar, verilerin değerlendirilmesinde kesinliğin bulunmadığını ortaya koymaktadır; deneyin en önemli teziyle bağlantılı olarak bu durumun meydana gelmesi daha da üzücüdür. Yazarlar, bir tek yaratılan durumun bile, normal insanları birkaç gün içersinde zavallı, uysal bireylere ya da acımasız sadistlere dönüştürebildiğini deneyin kanıtladığına inanmaktadırlar. Deneyin kanıtladığı bir şey varsa o da daha çok bunun tersiymiş gibi geliyor bana. Deneyin ana düşüncesi uyarınca, küçültücü ve aşağılayıcı olması amaçlanan bu taklit tutukevinin bütün havasına karşın (açıkçası gardiyanlar hemen bu havaya kendilerini kaptırmış olsalar gerektir), eğer gardiyanların üçte-ikisi,«kişisel zevkler»i için sadistçe hareketlere başvurmadılarsa. deney, daha çok, uygun durumlar sağlanarak insanların kolayca sadist kişilere dönüştürülemeyeceğini kanıtlıyormuş gibi görünmektedir.
Davranış ile karakter arasındaki fark bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Sadistçe kurallara göre davranmak başka şey, insanlara karşı zalim olmayı isteyip bundan haz duymak başka şeydir. Bu ayrımın yapılmaması, tıpkı Milgram’ın deneyini zedelediği gibi, bu deneyin de değerinden çok şey alıp götürmektedir.
Bu aynm, tezin öteki yüzü için de geçerlidir; yani denekler arasında sadistçe ya da mazoşistçe davranış eğiliminin bulunmadığını uygulanan bir dizi testin kanıtlaması, bir başka deyişle, testlerin hiçbir sadist ya da mazoşist karakter özelliği ortaya çıkamaması da bu ayrımla ilintilidir. Açığa vurulmuş davranışı ana veri olarak gören ruhbilimciler söz konusu edildiğinde, bu vargı oldukça doğru olabilir. Ama ruhçözümsel deneyim temel alınırsa, çok inandırıcı değildir. Karakter özellikleri, çoğu kez bütünüyle bilinçsizdir ve dahası, geleneksel ruhbilim testleriyle bu özellikler ortaya çıkarılamaz, konusal Algılama Testi (TAT) ya da Rorschach Testi gibi yansıtıcı testler söz konusu edilirse, ancak bilinçsiz süreçlerin incelenmesi alanında epeyce deneyimi olan araştırıcılar çok sayıda bilinçsiz veriyi ortaya çıkaracaklardır.
«Gardiyanlar»a ilişkin veriler, bir başka nedenden dolayı da kuşku götürür niteliktedir. Bu denekler, aşağıyukan ortalama, normal insanları temsil ettikleri ve sadistçe eğilimlere sahip olmadıkları anlaşıldığı için seçildiler. Bu sonuç ortalama bir insan topluluğu içersinde bilinçsiz sadistlerin yüzdesinin sıfır olmadığını gösteren görgül kanıtlarla çelişmektedir. Bazı incelemeler (E. Fromm, 1936; E. Fromm ve M. Maccoby, 1970) bunu ortaya koymuştur ve usta bir gözlemci, anketlere ya da testlere başvurmadan da bunu saptayabilir. Ama normal bir insan topluluğu içersinde sadist karakterlerin yüzdesi ne olursa olsun, bu sınıfın bütün bütüne bulunmayışı, bu sorunla ilgili testlerin amaca uygunluğunun kanıtı değildir.
Deneyin ortaya çıkardığı şaşırtıcı sonuçlardan bazılarının, belki de bir başka etkenle açıklanması gerekir. Deneyciler, deneklerin gerçeklik ile oynadıkları rol arasında ayrım yapmakta güçlük çektiklerini belirtiyor ve bunun, durumun bir sonucu olduğunu kabul ediyorlar. Bu gerçekten doğrudur, ama deneyciler bu sonucu deneye maletmişlerdir. Öncelikle, birçok olgu «tutuklular»in kafasını karıştırmıştı. Onlara anlatılan ve böylelikle sözleşmeye temel olan koşullar, karşılaştıkları koşullardan çok ama çok farklıydı. Kendilerini küçültücü ve aşağılayıcı bir ortamda bulmayı ummamışlardı herhalde. Kafa karışıklığını yaratan daha önemli bir etken de polisin işbirliği yapmasıdır. Polis yetkililerinin böylesi bir deneysel oyuna katılmayı kabul etmeleri son derecede alışılmamış olduğu için, gerçeklik ile rol-yapma arasındaki farkı değerlendirmek, tutuklular açısından çok zordu. Tutukluların, tutuklanmalarının deneyle bir ilişkisi olup olmadığını bile bilmediklerini ve bu bağlantı hakkında sordukları soruları memurların yanıtlamayı reddettiklerini rapor ortaya koyuyor. Hangi ortalama insan kafa karışıklığına kapılmaz ve deneye bir şaşkınlık, oyuna getirilmişlik, umarsızlık duygusuyla girmez bu durumda?
Tutuklular niçin hemen ya da bir-iki gün sonra işi bırakmadılar? Yazarlar, taklit tutukevinden salıverilme koşullan hakkında «tutuklulara neler anlatıldığını gösteren açık bir bilgi vermiyorlar. En azından eğer daha fazla kalmayı dayanılmaz bulurlarsa çekilme hakkına sahip oldukları konusunda tutuklulara bilgi verildiğine ilişkin bir söze rastlamadım. Gerçekte, bazı tutuklular kaçmaya kalkıştıklarında, gardiyanlar bunlara zor kullanarak engel oldular. Öyle görünüyor ki, gardiyanlarda, yalnızca salıverme kurulunun, onlara ayrılma izni verebileceği izlenimi uyandırılmıştı. Bununla birlikte, yazarlar şöyle söylüyorlar:
İncelemenin en dikkate değer olaylarından birisi, salıverme kurulunun bir oturumu sırasında meydana geldi. Bu oturumda, baş deneyci, koşullu salıverilmeye uygun beş tutukludan her birisine, koşullu olarak salıverilirse, bir tutuklu olarak kazandığı tüm parayı geri vermek isteyip istemeyeceğini sordu. Beş tutukludan üçü «evet» dediler, bunu yapmaya istekliydiler. İncelemeye katılmayı sağlayan asıl özendiricinin para vaadî olduğuna ve bu tutukluların yalnızca dört gün sonra, bundan bütünüyle vazgeçmeye hazır olduklarına dikkat ediniz. Daha şaşırtıcı olarak da, bir karara varılmazdan önce, bu olanağın kurul üyeleriyle görüşülmesi gerekeceği söylendiğinde her bir tutuklu sessizce kalktı ve bir gardiyan eşliğinde hücresine götürüldü. Eğer bunlar, kendilerini, salt para için deneye katılan «denekler» olarak görselerdi, artık incelemeye katılmayı sürdürmek için herhangi bir özendirici kalmamıştı ve kendileri için çekilmez hale geldiği açıkça belli olan bu durumdan istifa ederek kolayca kurtulabilirlerdi. Ancak durumun onlar üzerinde sağladığı denetim o denli güçlüydü, bu taklit çevrenin ulaştığı gerçeklik o denli inandırıcıydı ki, kalmalarını sağlayan asıl ve tek güdünün artık geçerli olmadığını anlayamayacak haldeydiler ve kendilerini alıkoyanların verecekleri bir «koşullu salıverilme» kararını beklemek üzere hücrelerine döndüler.
Bu durumdan bu denli kolaylıkla kaçabilirler miydi? Bu toplantıda tutuklulara neden «istifa etmek isteyenler hemen ayrılabilir, ayrılanlar yalnızca ceza olarak parayı geri verecekler», denmemiştir? Tutuklular bu duyurudan sonra da kalmaya devam etmiş olsalardı, deneycilerin onların yumuşak başlılığı hakkındaki sözleri gerçekten haklılık kazanırdı. Ama «bir karara varılmazdan önce bu olanağın kurul üyeleriyle görüşülmesi gerekeceği» dile getirilerek, tutuklulara tipik bürokratik yasak savıcı yanıt verilmiştir; bu yanıtla, tutukluların ayrılma haklarının bulunmadığı üstü kapalı olarak belirtilmiştir.
Tutuklular bütün bunların bir deney olduğunu gerçekten «biliyorlar mıydı? Eğer tutuklular ta başından beri amaçlı olarak şaşırtıldılarsa ve artık neyin ne, kimin kim olduğunu biliniyorlarsa, bu sorunun yanıtı, burada «bilme»nin ne anlama geldiğine ve tutukluların düşünme süreçlerini nelerin etkilediğine bağlıdır.
Deneyin kesinlikten ve sonuçların özeleştirel değerlendirmeden yoksun olmalarının yanı sıra, bir başka başarısızlık daha deneye zarar vermektedir: Deney sonuçlarının aynı tip tutukevi durumlarıyla karşılaştırılarak denetlenmemiş olması. En kötü türden Amerikan tutukevindeki tutukluların çoğu kölecesine uysal mıdır ve gardiyanların çoğu acımasız birer sadist midir? Yazarlar, taklit tutukevinde elde edilen sonuçlanıl gerçek tutukevlerinde bulunan sonuçlara uygun olduğu yolundaki tezin kanıtı olarak yalnızca bir tek eski hükümlünün ve bir tutukevi papazının sözlerini örnek gösteriyorlar. Bu, deneylerin ana tezi açısından son derece önemli bir sorun olduğu için, karşılaştırma yapmakta çok daha ileri gitmeleri gerekirdi — örneğin, birçok eski tutukluyla sistemli görüşmeler yapılmalıydı. Buna ek olarak, basitçe «tutukevlerinden söz etmek yerine, Birleşik Devletler’de, bir örneğini’ yaratmaya çabaladıktan küçültücü tutukevi tipine uyan tutukevlerinin yüzdesine ilişkin daha kesin veriler sunmaları gerekirdi.
Yazarlann, vargılarını gerçekçi bir durumla karşılaştırarak denetlememiş olmaları özellikle üzücüdür; çünkü en kötü Amerikan tutukev-lerindeki durumdan daha acımasız olan bir tutukevi durumuyla —Hitler’in toplama kamplarıyla— ilgili bol miktarda veri vardır elde.
SS gardiyanlarını kendiliğinden zalimliği söz konusu edilirse, sorun sistemli bir biçimde incelenmemiştir. Gardiyanların kendiliğinden sadistliğinin —bir başka deyişle, saptanmış programı aşan ve bireysel sadistlik tutkusunun güdülediği sadistçe davranışın— oranı hakkında veri toplamak için gösterdiğim sınırlı çabalarım sonucu, eski tutuklulardan yüzde 10 ile yüzde 90 arasında değişen tahminler elde ettim; düşük tahminler daha çok eski siyasal tutuklulardan geldi.12 Gerçekleri saptamak için, Nazi toplama kamplan sisteminde gardiyanların sergiledikleri sadistliğe ilişkin kapsamlı bir incelemeye girişmek gereklidir. Böylesi bir incelemede birçok yaklaşım kullanılabilir. Örneğin:
Eğer gardiyanlar sadistçe davranışta bulunarak kendilerini eğlendirmek isterlerse, elbette herhangi bir ceza korkusu olmadan istediklerini yapabiliyorlardı. Bunun sık sık meydana gelmemiş olması, gardiyanların bireysel sadistliği hakkında belli sonuçlara götürebilir. Eğer tutukluların tutumu göz önüne alınırsa, toplama kamplarından elde edilen veriler, çevrenin zorlayıcı etkisi sözkonusu olunca bireysel değerlerin, aktörenin, inançların hiç fark etmediğini ileri süren Haney, Banks ve Zimbar-do’nun ana tezini pek doğrulamıyor.

1. Eskiden toplama kampında kalmış olanlarla yapılan —ve onların yaşlarına, tutuklanma nedenlerine, tutukluluk sürelerine ve başka ilgili verilere ilişkin sözlerini aktaran— sistemli görüşmeler ve eski toplama kampı gardiyanlarıyla yapılan benzer görüşmeler.
2. Aşağıda sayacaklarıma benzer «dolaylı» veriler: toplama kampına doğru uzun tren yolculuğu sırasında yeni tutukluları «çökertmek» için en azından 1939′da kullanılan, şiddetli bedensel acı verme (dövmeler, süngü yaralan), açlık, aşırı aşağılamalar gibi sistemler. SS gardiyanları, hiçbir acıma duygusu göstermeksizin bu sadistçe emirleri yerine getirdiler. Bununla birlikte, daha sonra, tutuklular bir kamptan ötekine taşınırken, artık «eski tutuklu» olan bu tutuklulara hiç kimse ilişmezdi (B. Bettelheim, 1960).