Avrupa’da 2008 sonrası süreç, siyasal polarizasyonu artırdı. Özellikle neo-liberal karşı devrim politikalarının 1980’lerin ikinci yarısından sonra, kıtada son derece köktenci bir şekilde hayata geçirilmesi ve 1989’da Doğu Avrupa’daki rejimlerin yıkılışı, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşü, siyasal gericiliğe güç verdi ve proto-faşist bir siyasal iklimin oluşmasını sağladı.
Neo-faşist ve proto-faşist hareketler bu konjonktürle birlikte yükselen bir güç olarak dikkat çekti. Kıtanın bütününde siyasal alanda giderek etkinleşti. Aynı dönem merkez partilerin hızla eridiği bir sürecin önünü açtı. Siyasal gericilik politik atmosfere hakim oldu. Neo- faşist düşünce, eğilim, argümanlar ve varyasyonlar gündelik yaşamın parçası haline getirilmeye çalışıldı. “Komünizmin iflası” gibi söylemler yaygınlaştı, kapitalizm kutsandı. Seçimlerde sağın yaygın bir zafer kazanması ırkçılık, diskriminasyon ve yabancı düşmanlığının arttığı koşulları yarattı. “Büyük çöküşle” birlikte sosyalizmin ilkel, despotik, totaliter, geri bir sistem olduğu yönünde kitleler yoğun bir dezenformasyona tabi tutuldu. Özellikle Doğu Avrupa’da, sosyal ve siyasal enkazın üzerinden neo-faşist hareketlerin güçlendiği gözlemlendi. Bulgaristan, Macaristan, eski Yugoslavya coğrafyası ve Doğu Almanya öne çıkan ülkeler oldu.
1990’lı yıllar ve 2000’lerin başları neo-faşist ve proto-faşist hareketlerin bir anlamda kuluçka dönemiydi. Ayrıca kıta Avrupa’sında proto-faşist bir geleneğin güçlü oluşu, süreci besleyen başka bir faktör olarak dikkat çekti.
2008’den sonra kapitalizmin sistemik/yapısal krizinin Avrupa’da odaklanması, neo-faşist hareketin gelişimindeki yeni bir momenti işaretledi.
Kriz, yıkım ve yoksullaşma sarmalı
2009’a girildiğinde Avrupa, krizin en şiddetli yaşandığı coğrafya olarak öne çıktı. Özellikle Güney Avrupa, yani Avrupa’nın Akdeniz havzası ikili bir kriz (kamu borç krizi ve bankacılık krizi) içine girdi. Yunanistan krizin en çok yoğunlaştığı ülke oldu. Sosyal yıkım programlarıyla Yunanistan, bir nevi yeniden sömürgeleştirildi.Kriz senkronu Akdeniz havzasındaki ülkeleri hızla sardı. Başta İspanya, Portekiz, İzlanda ve İrlanda bu süreçten şiddetle etkilendi. Bu ülkelerde önemli altüst oluşlar yaşandı. Avrupa’nın en büyük ekonomileri sarsılmaya başladı. Dalga, İtalya ve Fransa’yı etkileyecek boyuta yükseldi. İtalya ve Fransa durgunluk içine girdi. Kamu borç yükü özellikle İtalya’da hızla arttı. Kriz şiddetini Doğu Avrupa ülkelerinde de gösterdi. Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’ı ekonomik krizin girdabı sardı.
Troyka kıta düzeyinde total bir politika izleyerek, kıtanın bütününe sosyal yıkım programları dayattı. Bu süreç toplumsal kutuplaşmayı artırdı. Ve toplumsal eşitsizlik yaygınlaştı.
Ekonomik durgunluk, kemer sıkma politikaları ve yaygın sosyal yıkım operasyonları son 6 yıl içinde kıta düzeyinde, kitlesel bir mülksüzleşmeye ve yoksullaşmaya yol açtı.
Kızıl Haç’ın 2013 yılında yayınladığı raporda, kriz sonrasında yaşanan yıkımın, II. Dünya Savaşı sonrasındaki en şiddetli insani krize neden olduğu belirtildi. Ayrıca raporda Avrupa’nın son 6 yılına hızla yoksullaşma ve yaşamı sürdürebilecek bir gelirinin olmaması ve işsizliğin damgasını vurduğu açıklandı. Orta sınıf diye tanımlanan kesimlerin, Almanya dahil, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde sert mülksüzleşme yaşadığına vurgu yapıldı. Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’da bu oranın % 50’lere yükseldiği bildirildi.
Yine Eurofound’un Kasım 2013 raporunda AB ülkelerinde, sağlık alanında ciddi sorunlar yaşandığı vurgulandı. Yaşlıların, kadınların ve çocukların yaygın sağlık sorunlarıyla karşılaştığı belirtildi. Bunun yanında maddi yoksullukla, sağlık sorunlarının orantısal bir gelişme gösterdiği ifade edildi. İşsizliğin, güvencesiz istihdamın ve sistematik esnekleştirme politikalarının, düşük ücretle çalışmayı koşulladığı, zorladığı yorumu yapıldı. Örneğin Almanya’da 400 Euro’luk iş diye de tanımlanan istihdam biçimi ve benzeri yöntemler, sistematik eğreti istihdam, yarı istihdam ve esnek üretimin kurumsallaşmasının bir yansımasıdır. Fransa, Almanya’nın bu tavrını AB içinde “haksız rekabete” yol açtığı için eleştirmektedir.
Yine Eurofound verilerine göre, kıtada yoksulluk oranı % 25’lere ulaştı. Bu oran 120 milyondan fazla insanın yoksullaşması anlamına geliyor.
Neo-faşist hareket parlamento ve sokaklarda
Kriz toplumsal kutuplaşmayı artırıyor. Siyasal iklim giderek sertleşiyor.Krizin yarattığı en önemli gelişmelerden biri, merkez partilerin hızla erimesi oldu. Bu erime süreci köklü geçmişe sahip, burjuva partiler içinde de görüldü. Örneğin Yunanistan’da PASOK’un hızla oy kaybetmesi ve son seçimlerde varlığının tartışılır bir noktaya gelmesi, somut bir örnektir. Sistemin bir noktada payandası gibi işlev gören merkez partiler, kriz sürecinde hızla etkilerini kaybetti. Avrupa çapında, birkaç ülkeyi istisna tutarsak, ciddi güç yitirdiler.
Krizin çarpıcı sonuçlarından biri, yukarıda istatistiki verileri bulunan, “orta sınıfın” hızlı bir çöküş ve mülksüzleşme sürecine girmesi oldu. Bunu, küçük burjuvazinin hızlı mülksüzleşmesi izledi. Küçük burjuvazi, proleterleşme korkusuyla karşı karşıya kaldı. İşsizliğin yaygınlaşması, aristokrat işçi sınıfının ayrıcalıklarını hızla kaybetmesi, sınıf içindeki hiyerarşinin yıkıcı etkileri, Avrupa’da puslu bir hava yarattı. 2001 sonrası tetiklenen islamofobi, sistematik diskriminasyon politikalarıyla, ırkçılıkla, yabancı ve göçmen düşmanlığıyla, anti-semitizmle birleşti. Böylesi bir atmosfer neo-faşist hareketin mayalanacağı ve güç kazanacağı zeminleri yarattı. Çünkü faşizm korkuyu örgütler ve yayar. Kitlelerin yaşadığı, Durkheim’ın tanımlamasıyla kolektif anomi hali, neo-faşist hareketin kıta düzeyinde nüfuzunu yaymasını sağladı.
2008 sonrası küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin, işsiz yığınların ve lümpen proletaryanın neo-faşist hareketlere yöneldiği sosyolojik bir fenomen olarak gözlemlenebilir. Yine son 6 yıllık süreçte neo-faşist partilerin oyları Avrupa çapında % 100 ya da % 200 oranında arttı. Bazı ülkelerde ikinci veya üçüncü parti olarak parlamentoda yer aldıkları gözlemlendi. Hatta birkaç ülkenin tarihinde ilk defa neo-faşist yapılanmalar parlamentoya girdi.
Neo-faşist hareketin özellikle Yunanistan ve Doğu Avrupa’da hızla atak yaptığı görülüyor. Ayrıca sokağı kazanmayı da hedefleyen bu yapılanmalar, kapitalist devletin ve aparatlarının destekleriyle paramiliter bir güce dönüşüyor. Bir nevi Goebbels’in söylemi realize oluyor: “Wer die Straße erobern kann, kann auch einmal den Staat erobern.” – “Sokağı fetheden, devleti de fetheder.”
Neo-faşist hareket tek bir yönde ve biçimde gelişmiyor. Örneğin İtalya’da neo-faşist hareket çok yönelimli bir seyir izliyor. Oylarını düzenli olarak artırıyor.
Yunanistan’da Altın Şafak’ın, son seçimlerdeki oyları % 7’yi geçti. Parti parlamentoya 18 milletvekili soktu. Yakında yapılan bir sosyal araştırmaya göre, oylarını yükselttiği ve % 10’lara ulaştığı açıklandı.
Fransa’da neo-faşist FN-Ulusal Cephe son seçimlerde % 13,5 oy aldı. Partinin lideri Marine Le Pen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 18 gibi ciddi bir oy elde etti.
Finlandiya’da ırkçı faşist parti Hakiki Finler Partisi, son seçimlerde ülkenin dördüncü büyük partisi oldu.
Hollanda’da ırkçı faşist PrV-Özgürlük Partisi yine kıtada hızlı yükselme trendi gösteren bir yapılanma olarak dikkat çekiyor.
Danimarka’da Halk Partisi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, İsveç’te İsveç Demokratlar Partisi, Belçika’da Vlaams Blang, İngiltere’de UKIP, Macaristan’da Jobbik gibi faşist partiler, hızlı bir yükseliş gösteriyor. Hatta Le Pen, AB seçimlerinde bu partilerin ortak tavır belirlemesi yönünde girişimlerde bulunuyor. Ayrıca neo-faşist parti ve yapılanmaların kıta düzeyinde organize olma çabaları gözlemleniyor.
Faşizm: Korkuyu örgütler, korkudan beslenir
Neo-faşist ve proto-faşist hareketler “orta sınıfların” çözülmesi ve mülksüzleşmesinden, işçi sınıfının işşiz kalması, işşizlerin geleceksizlik duygusundan, küçük burjuvazinin mülksüzleşme ve yoksullaşmasından kaynaklanan korku, öfke ve umutsuzluktan beslenir. Varlığı böylesi bir kitle ruhu üzerinde inşa eder.Neo-faşist hareketler finans kapital için bugün, rezerv bir örgütlenme olarak biçimleniyor. Bu reaksiyonel ve hızla mobilize olabilecek güç, kapitalist devletler, gizli servisler ve ordu tarafından; kısacası devletlerin “çelik çekirdeği” tarafından organize ediliyor, yönlendiriliyor, önleri açılıyor, örgütleniyor ve finanse ediliyor.
Yunanistan’da Altın Şafak’a yapılan operasyon, sınırlarını aşan (anti- faşist müzisyenin öldürülmesi ve sokak eylemlerinin artması karşısında, kitlesel reaksiyonların gösterilmesi, ülkede proleter kitle hareketlerinin varlığı ve gelişmelerin bu hareketleri daha da tetikleme olasılığından dolayı) riskli ve kontrolsüz yönlerinin törpülenmesi olarak ele alınabilir. Her şeye karşın faşist hareketlerin iç dinamiklerinden dolayı kontrolsüz gelişme gösterdiklerini, tarihsel deneyimler ortaya koymaktadır. Operasyonlar sırasında kısmi düzeyde de olsa ortaya çıkanlar, Altın Şafak’ın örgütlenme, silahlı eğitim, finans kaynakları anlamında devletle iç içe olduğunu ortaya çıkardı. Ayrıca Almanya’da neo-faşist örgütlenmenin işlediği cinayetlerin soruşturmasında, yapının gizli servis tarafından her düzeyde korunduğu, kollandığı, destek gördüğü ve kontrol edildiği deşifre oldu.
Bugün finans kapital ve kapitalist devletler tarafından rezerv örgütlenmeler olarak elde tutulan neo-faşist örgütlemeler sınıflar mücadelesinin yeni momentlerinde yeni biçim alışlar gösterebilir. Kitlesel bir güce dönüşen siyasal partiler ise bulundukları ülkede (Avusturya ve İsviçre’de) egemen söylemi oluşturması ve faşizmin normalleştirilmesi ve “sıradan faşizm” uygulamalarıyla dikkat çekiyor. Özellikle kültürel ırkçılık, sistemli ve soft diskriminasyon politikalarıyla iç içe geçiriliyor.
AB, ABD ve Rusya arasında hegemonya savaşlarının yeni odağı olan Ukrayna’daki gelişmeler ilginç bir seyir izliyor. AB ve özellikle Almanya tarafından örgütlenen ve lojistik destek sunulan neo-faşistler ülkenin destabilizasyonda, silahlı bir güç olarak rol alıyor. İktidar muhalifi kitleyi aksiyon, hızlı mobilizasyon yetenekleriyle yönlendiriyor. Ukrayna pratiği, faşist örgütlenmelerin gerektiğinde ne düzeyde kullanılabileceğinin somut bir göstergesidir.
Avrupa’da neo-faşist hareketler bu konjonktürde, (genel bir yorumla) iki biçimde şekilleniyor. Yunanistan’da Altın Şafak ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinde neo-faşistler “sokağın fethi” yönünde hareket ediyor. Periferideki bu seyre karşılık merkez ülkelerde neo-faşist hareket, faşizmin normalleştirilmesi ve gündelik hayata sirayet etmesi, sıradan faşizm uygulamaları, egemen dil, söylem ve retoriğin oluşmasında rol oynuyor. Ve büyük bir mayalanma zemini buluyor. İtalya’da Aleksandra Mussolini’nin liderlik yaptığı Ulusal Sosyal Hareket Partisi, cinsiyetçi politikalara karşıt argümanlar geliştiriyor ve kimlik politikalarına önem verdiğini açıklıyor. Demogojiyi bir silaha dönüştürüyor. Faşizm, 21. Yüzyılda kendini çok yüzlü bir karakterde dışa vuruyor. Neo-faşist hareketin Avrupa’da bugünkü biçim alışları farklılık gösterse de sokağın fethi stratejisi ve faşizmin normalleştirilmesi politikaları birbirini dıştalamadığı gibi birbirini besliyor ve şekillendiriyor. Avrupa’da sınıflar mücadelesinin seyri faşist hareketin dinamiklerini ve biçim alışlarını da belirleyecektir.
Neo-faşist yapıların dikkat çeken bir başka yönü, hemen hemen tümünün sağ popülist argümanlar kullanmasıdır. Bu tutum AB, hatta kapitalizm karşıtı argümanlar ve sloganlarla besleniyor. (Almanya’da son seçimlerde, seçimlere ilk defa katılan, AB karşıtı söylemleriyle dikkat çeken, sağ popülist Alternatif Almanya’nın ciddi oy kazanması sürecin bir yansıması olarak okunabilir). Böylece krizden etkilenen geniş yığınlara seslenme imkanı bulan faşist hareket, kriz koşullarının yarattığı yıkımın altında ezilen, sıkışan, çıkışsız, umutsuz, atomize olmuş, reaksiyonel bireyi kavradığı gibi onun kendini manalı bulabileceği ruh ortamı ve zemini yaratmaktadır. Irkçılık ve milliyetçilik kendini hiç, “küçük insan” hisseden bireyin kolayca anlam kazanabileceği ve özdeşleşebileceği bir kulvarı aralamaktadır. Ritüeller, simgeler, jargon, kültürel kodlar bu süreci pekiştiren tutkal işlevi görür. Artık “küçük adam”, bir başkadır, sokakta, kendi gibilerin yanında güçlüdür ve manalıdır. Faşizm güce tapan kitle kültürünü estetize eder. Faşizm bir yönüyle endişe toplumudur. Felce uğrayan kitlelerin toplumsal dönüşüm arzusunu istismar eder.
Neo-faşist hareket, her faşist hareket gibi bir inşa faaliyeti ve kompleks bir toplum mühendisliğidir, bu inşa gerçek yaşam ve gerçek sorunlar içinde olur. Yaşayan, sıradan birey bu inşanın temel malzemesidir. Finans kapital bu gücü bilir ve örgütler. Bu güç “yaşasın ölüm” diyebilecek derecede hayata saldırır. Hayatın içinden yaşamı alır. Yaşamı öldürür. Korkuyu egemen kılar. Faşizm aslında kapitalizmin ontolojisini belirleyen ölümün ideolojisi ve örgütlenmesidir.
Neo-faşist hareket bu ve benzeri demogojik politikalarla, kitlelerin en geri noktalarına ve eğilimlerine seslenerek, çöküş ve çözülme içindeki kitlelerin, faşizmin kitle ruhunun parçası olmasını hedefliyor/sağlıyor.
Bunun yanında biyolojik ırkçılıktan öte kültürel ırkçılıktan hareket ediyor. İslamofobi, anti-semitizm, seksizm, kadın düşmanlığı, maskülizm, yabancı, göçmen düşmanlığı, elitizm neo-faşist hareketlerin ortak eğilimleri olarak dikkat çekiyor.
Faşizmin kitle ruhu itaat ve ruhun köleleştirilmesine dayanır. Neo- faşist hareket iktidar ve otorite, güven ve nizam, uyum ve güç tesisine vurgu yapıyor.
Avrupa’da neo- faşist hareketin yükseldiği bir konjonktürden geçiyoruz. Artık neo-faşizm parlamento koridorlarında ve sokaklarda… Olağanüstü imkan ve tehdit diyalektiği Avrupa’nın siyasal gündeminde giderek belirginleşiyor. İmkanın gerçeğe dönüşmesi işçi sınıfının örgütlüğüne ve devrimci siyasal öznenin yaratılmasına bağlı ve bu sorun yakıcı bir önem taşıyor. Faşizmin yükselişine verilecek en iyi cevap da bu… İşçi sınıfının ve kitlelerin örgütlü karşı duruşu ve kolektif aksiyonu.