Wednesday, July 31, 2013

Somali nire, Suriye nire! Yedi İklim Dört Bucak

  • Aydın Çubukçu
    Aydın Çubukçu
    Somali’de Türk Büyükelçiliği’ne düzenlenen bombalı intihar saldırısının sorumluluğunu üstlenen El Şebab, özellikle Afrika Boynuzu denilen ve Ortadoğu ile Afrika arasında tam bir köprü durumunda olan bölgenin en güçlü “İslâmcı” örgütü. Bütün emperyalistlerin ve taşeronlarının cirit attığı bir yere konuşlanan, oradan kaynaklanan ve bütün gücünü bu bölgeden alarak Afrika çapında eylem düzenleme kapasitesine ulaşan bir örgüt. Bazı yorumcuların deyimiyle, bir çok bölgede farklı adlarla faaliyet gösteren El Kaide’nin, El Nusra’nın ve benzerlerinin “süt kardeşi”!
    Hemen hemen tümünün olduğu gibi onun da para kaynağı Suudi Arabistan, Katar, zaman zaman da emirlikler... Diğer ucundan bakılırsa, taşeronluğun “global ölçekli” bir iş olmasından ötürü, Türkiye de bu tür örgütlerin, ihtiyaç duyulan yer ve zamanda silah, mühimmat, para, ilaç vs. bakımından destekçisi...
    Özellikle Afrika gibi müdahale bölge ve gerekçelerinin hayli geniş imkânlar sunduğu bir kıtada, bu tür örgütlerin merkezi bir yapısı, kararlı ve sürekli bir politikası olamıyor. İster istemez, merkezden bağımsız hareket edebilen, yerel ve güncel ihtiyaçlar için kendi konumuna göre eylem düzenleyebilen grupların çıkması da işin tabiatına uygundur. Bu yüzden, hangi örgütün hangi yerel fraksiyonunun, hangi amaçla kime saldıracağını kestirmek güçtür. Sürprizlerle  dolu bir şiddet bataklığında kelebek avlamaya çıkan herkes bundan nasibini alabilir.
    Türkiye bu tür bir kelebek avcısıdır. Somali’deki varlığı kesinlikle NATO’nun ve demek ki dolaysız olarak ABD’nin işverenliğinde gerçekleşmiştir. Büyük “stratejik derinlik” uygulamasından sonra, her yerde olduğu gibi Somali’de de işverenden bağımsız, kendi hesabına küçük işler yapabileceğini düşünmüş, Somali gibi karmakarışık ve herkesin daha da karıştırmak istediği bir ülkede tam denetlemesi imkansız da olsa, kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bir plana sahip olmayı istemiştir. Somali’deki varlığını İslâmi referanslara dayandırarak güçlendirebileceği gibi kof bir umudu da saklı tutmuştur.
    Ne var ki, çok başlı, çok kollu ve denetlenmesi neredeyse imkansız olan Afrika’daki İslamcı örgütlerin, tek bir hedefe kilitlenmiş katı ve dirençli bir yapıları olduğu gözden kaçırılmıştır. Pazarlık kozları güçlüdür, yaptıkları yapacaklarının garantisidir, kolayca burunlarından çekilip istenilen yöne götürülemezler.  Örneğin, Suriye’deki El Nusra eğer Türkiye’den hoşnut olmamaya başlamışsa, bunun cevabını Somali’de El Şebab verebilir!
    El Şebab’ın bombalama saldırısının açıklanan gereçlerine  bakıldığında hiçbirinin güncel, acil, şimdi ve bu sırada böyle bir eyleme sebep olarak gösterilmesinin tutarlı bir açıklamasının olmadığı söylenebilir.
    Örgütün sözcüsü Şeyh Ali Dheere Muhamed Rage, “Türkiye, Somali’deki kukla hükümeti, siyasi ve askeri olarak destekliyor. Son dönemde Türkiye, bu yönetimle mücahitlerle savaşmaları için askeri eğitim anlaşması imzaladı”, “Türk hükümeti ve ordusu, Müslümanlara katliam yapan NATO’nun bir parçasıdır”, “Türkler; Müslüman Afganistan’ın işgalinde de katıldı. Bu, İslam’ı terk etmek demektir” gibi gerekçeler sıralamıştır. Açıklamada ayrıca, “Mogadişu’daki Türk kurumları, Somali’de halkın elindeki canlı hayvanlara karşı bir kampanya başlattı. Somali’deki üretken hayvanlar her gün kesilerek tüketiliyor. Ayrıca Türkler Mogadişu’da ahlaksızlık ve müstehcenliği yaymaya çalışıyor” gibi kışkırtma dozu yüksek ifadeler de kullanılıyor. Belli oluyor ki, saldırının gerekçelendirilmesi için örgüt sözcüsü güncel ve o an için açıklayıcı olmayan, fakat epeydir cepte tutulan bir dizi olay sarılmaktadır. Kısacası, bu saldırıyı açıklayabilecek güncel olarak geçerli hiçbir gerekçe ileri sürülememektedir.
    Şu halde açıklama başka bir yerdedir. Türkiye’nin Suriye’deki terör çetelerine yönelik Batı’dan da kaynaklanan sınırlama, denetimli ilişki, kaygılı izleme, dizginleri sıkı tutma vs. gibi yeni girişimleri bu tür örgütlerin öfkesine yol açmıştır. Türkiye, örneğin Rojeva konusunda, çetelerin umduğundan farklı bir yola girmiştir. Kürt yönetimiyle başlatılan diyalog özellikle El Nusra için hayal kırklığı yaratmış olmalıdır.
    Öyle görünüyor ki, “global taşeronluk hizmetleri” hassas dengelere dayanmaktadır ve dünyanın bir köşesindeki yanlış hesap, öbür köşesinde ödedilmektedir.

Tuesday, July 30, 2013

'Türkiye medyasındaki esef verici durum'


Ekonomist Acemoğlu ile akademisyen Robinson, Türk medyasının Gezi Parkı olaylarında takındığı tavrı eleştiren Türkiye medyasındaki esef verici durum' başlıklı ortak bir makale kaleme aldı
T24 Daron Acemoğlu & James Robinson
İstanbul Taksim Meydanı’nın Gezi Parkı’nda barışçıl gösteriler olarak başlayan ve ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin artan otoriter yönetimine karşı yaygın protestolara dönüşen gelişmelerin Türk demokrasisini güçlendireceğine ilişkin olarak iyimserliğimizi hâlâ koruyoruz.
Ama protesto faslından önce, siyasi hareketin muazzam bir engeli aşması gerekiyor: Türk medyası. Daha temsili ve hesap verebilir bir yönetim tarzının gerçekleşebilmesinin önündeki engel, hükümetin buna karşı direncinden çok, Türk medyasının sessizliği ve hatta çoğu kez iktidarla suç ortaklığı yapması...”
 

'Tuhaf ve iç karartıcı sessizlik'

 
Daron’un New York Times gazetesindeki görüş yazısında belirttiği gibi, protestoların zirve yaptığı günlerde CNN, Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparken, CNN Türk penguenler ve aşçılık hakkında programlar yayınlıyordu. CNN Türk, tek başına da değildi. Türk medyasının tamamı, tuhaf ve iç karartıcı bir şekilde sessizdi; ya da daha da kötüsü, yanıltıcı yayın yapıyordu. Bunun sebebi, bugüne kadar birçok medya kuruluşunun, özellikle de hükümetin dikkatini çekeceğini düşündükleri konularda otoriteye boyun eğiyor olmasıydı.
 

'İstanbul dışında şiddet arttı'

 
Medyanın sessizliğinin sonuçları oldu. Örneğin, göstericilere yönelik polis şiddetinin seviyesi, Ankara ve birkaç diğer şehirde, İstanbul’dakinden çok daha fazla oldu. (Tabii ki uluslararası medyanın da yer verdiği gibi, orantısız güç kullanımı, gelişigüzel biber gazı kullanımı ve barışçıl göstericilere yönelik tutuklamalar İstanbul’da da sıradanlaştı.) Önce Ankara ve diğer şehirlerdeki daha aktif, daha provoke edici ve daha şiddetli çatışmaların sebebinin, daha önce İstanbul’daki gösterilerde de rol çalmaya çalışan, ancak başarısız olan aşırı sol gruplar olabileceğini düşündük.
Ancak olaylara karışan ya da gösteriler hakkında bilgi sahibi olan birkaç kişiyle konuşunca, sebebin oldukça farklı olduğu ortaya çıktı: Birileri, yabancı basının İstanbul’a odaklandığını, dolayısıyla oradaki polis şiddetinin haber olabileceğini, ancak İstanbul dışındaki şehirleri Türk medyasının izlediğini (aslında izlemediğini) varsaymıştı. Bu yüzden, polis her istediğini ceza almadan yapabilirdi.
 

'Tutuklu gazeteci sayısı Çin'den fazla'

 
Türk medyasının, gerçeğin gücüyle konuşmak yerine, sessizliği ve hatta bazen yalanları tercih etmesinin sebepleri var. Medyanın büyük bölümü, başka iş alanlarındaki kârlı anlaşmaları nedeniyle hükümete borçlu olan şirketlere ait… 
Daha da fazlası, hükümet kendini eleştirenlere karşı yargı sistemini kullanmaya da istekli… Birkaç ay önce yazdığımız gibi, Türkiye şu anda Çin’dekinden bile daha fazla tutuklu gazeteciye sahip. Sadece birkaç gün önce, açık sözlü gazeteci Ahmet Altan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret etmekten mahkûm oldu. Suçu, sert üslupla yazılmış, eleştirel bir makale yazmaktı.
Ancak bu üzüntü verici yapıda, burada daha önce belirttiğimiz gibi bazı çatlaklar da mevcut…
Birincisi, tüm Türk medyası için, gösterilerin insani yanını görmezden gelmek imkânsız hale geldi. Bu yüzden bazı gazeteciler, son zamanlarda gösterileri haber yapmaya, hatta göstericilerin bakış açısıyla yaşananları anlatmaya başladı.
İkincisi, yabancı medyanın ilgisi bazı gazetecilerin görevini bırakması için bir kapı aralığı yarattı; hatta teşvik etti. Örneğin, geçen hafta sonu, hükümete en sadık gazetelerden Sabah’ta yazan Yavuz Baydar, Türkiye’deki baskıcı atmosferle ilgili “Türk medyasının suç ortaklığı ve medya patronlarının buradaki rolüyle” ilgili oldukça isabetli eleştirel bir yazı yazdı. (Bunun dışında neredeyse kusursuz olan makalesiyle ilgili bir fikir ayrılığımız var: Türkiye’de medyanın rolü ile Arjantin gibi ülkelerin karşılaştırılması yanlıştı; örneğin, Arjantin’deki birçok gazeteci ve önde gelen gazeteler, kendi devlet başkanlarına, şimdilik Türkiye’ye kıyasla çok daha cesurca karşı çıktı.)
 

'Ümidimiz cesur ruhlar'

  Üçüncüsü, Ahmet Altan, Yavuz Baydar ya da gözüpek yazıları nedeniyle yakın zamanda gazetesindeki işinden ayrılmaya zorlanan usta gazeteci Hasan Cemal gibi, bildikleri yolda giden ve fikirlerini açıklayan (bazen haksız olsalar da) cesur ruhlar da tabii ki var.
Türk medyasının içinde bulunduğu esef verici durumdan belki bir gün kurtulması için, ümitlerimizi o isimlerin cesareti ve doğruluğuna olduğu kadar, koşulların değişmesine de bağlamalıyız.

Friday, July 26, 2013

Herkes Esad’a çalışıyor


Herkes Esad’a çalışıyor
Mehmet Serim

YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, Suriye’de yönetimin krizi yönetme tarzını ve yaşanan son siyasi ve askeri durumu yazdı.

Son günlerdeki gelişmeler Suriye'deki savaşta durumu daha da netleştiriyor. Artık hiç kimse diplomatik/siyasi görüşme ya da çözümden ümitli değil. Suriye Cumhurbaşkanı Esad'ın son röportajında dile getirdiği gibi, "sahadaki durum her şeyi belirleyecek."
Esad karşıtlarının inandırıcılık sorunu
Obama'dan başlayarak en küçük çaptaki muhalif yapıya kadar bütün zorlamalara, medya desteğine, spekülasyonlara rağmen Batı bloğu Esad'a karşı kendi ülkelerindeki ve Suriye'deki halkı ikna etmeyi başaramadı.
Aksine en başlarda Esad'a karşı olanların bir kısmı da Esad tarafına geçti. Muhaliflere katılım ise, günden güne azaldı.
Elbette halen Suriye halkının bir kısmı Esad/Baas/rejim karşıtı. Ancak artık hemen herkesin önceliği değişti. Şimdi halkın öncelikli isteği; savaşın bitmesi...
Genel itibari ile de 3 kamp oluştu:
"Esad'ın yanında olmasa da Suriye'nin yanında yer alanlar", "Esad'ın yanında yer alanlar", "Esad'a karşı olanlar"
İlk ikisi aslında birlik oluşturuyor. Bu ikisinin aralarındaki hesaplaşma ise Esad, diğerlerini hallettikten sonra olacak gibi. Kuşkusuz, o zaman çok daha çetin (siyasi anlamda) bir mücadele başlayacak. Hatta rejimin kendi içinde bile büyük hesaplaşmalar olacak. Bu ikisinden birinin dolaylı, diğerinin doğrudan Esad'ı desteklemesi Esad'ı daha da güçlendirdi.
İngiltere'nin son yaptığı, "Esad gidici değil, daha da güçlendi" türünden açıklama boşuna değil.
"Fisher" Esad
Amerikalı usta satranç oyuncusu R. "Bobby" James Fischer (1943-2008) feda ettiği önemli taşlardan sonra kazandığı oyunlar ile ünlüydü. Fischer'in karşısındaki oyuncular büyük taşları yedikçe sevinir, oyunu kazanacaklarını zanneder; ancak sonunda şoka uğrardı. Fischer, oyunu büyük taşlarına güvenerek oynamazdı. Bir "erin" bile gerektiği yerde vezirden çok daha vurucu olduğunu bilirdi.
İsyan süreci başladığında Esad'ın ne yapacağı merak ediliyordu.
Esad önce kamu çalışanlarına ve emeklilerine zam yaptı, kısmi af çıkarttı, yapacağı reformları açıkladı. Diğer isyan ülkeleri twitter, facebook gibi siteleri yasaklarken bu paylaşım siteleri Suriye'de serbest hale geldi.
Esad, bunlarla da yetinmeyip aşiret/aile yapısının halen hatırı sayılır derecede güçlü olduğu ülkede hemen her şehir/kesim/mezhep/etnik kökenden ileri gelenleri kabul etti. Yani bizdeki akil adamlar hamlesinin bir versiyonunu Esad çoktan başlatmıştı.
Esad, diğer yandan aslında en örgütlü ve bu anlamda tehlikeli Kürtlerle de ilişkilerini sağlam tuttu. Kimliksiz Kürtlere kimlik verildi, 2012 yılının ortalarında Suriye güvenlik güçleri ve kamu çalışanları Kürt yoğunluklu bölgelerden sessiz sedasız çekildi. Böylece hem Kürtler kazandı hem de en çetin cephelerden birini üstelik Davutoğlu ve Erdoğan'ı ters köşeye yatıracak şekilde boşalttı.
Esad yanındaki generallere, siyasilere değil aslında kendisine inanmış milyonlara ve bu milyonlar içinden çıkan "erlere" inandı. Riyad Hicab, Menaf Tlass, generaller gibi "üst düzey" taşların "erlerin" yanında bir hiç oldukları zaman içinde anlaşıldı.
Marjinallerin düşmanlaştırılması/ düşmanların marjinalleştirilmesi
Esad, Batı dünyası hata yaptıkça ve ustaca bir diplomasi ile bu hataları savuşturdukça durumunu daha da sağlamlaştırdı. Batı'nın yaptığı hatalar şu şekilde sıralanabilir:
-Yanlış Hesap
Batı bloğu (ABD, Avrupa, Türkiye ve Körfez ülkeleri) "Suriye'deki yönetimin Alevi olduğu ve çoğunluğu Sünni olan halkın bu nedenle bu yönetimden nefret ettiği" yanılsamasına kapıldı. "Sünni ise mutlaka yönetime karşıdır; çünkü bu topraklarda mezhep belirleyicidir" mantığı ile hareket eden Batı, Sünnilerin neredeyse yüzde 80'inin Müslüman Kardeşlere/Tekfircilere/Selefilere karşı olduğunu hesaplayamadı. Baas rejiminin baskıcı bir rejim olmasına rağmen "Suriyeliliği" Suriyelilere öğrettiğini göremedi.
-Yanlış İnsanlar, Yanlış Mekanlar:
Gösterilere (en başlarda) Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cumartesi, Pazar değil de Cuma günleri çıkıldı. Sokaktan, meydandan, kiliseden, evden değil camilerden çıkıldı. Bunun nedeni, yönetimin baskısı ve polislerin aldığı önlemler değildi. Polis cami önlerinden de (hatta içlerinden bile) önlemlerini almıştı zaten. Ancak buralardan ve en başlarda sadece Cuma günleri çıkılması halk içinde doğrudan "Müslüman Kardeşler yeniden geliyor" düşüncesini oluşturdu. Batı, daha sonra bu imajı silebilmek için Müslüman Kardeşleri geri çekmeye çalıştı ama nafile...
Gösterilere okumuşu/aydını da destek verdi elbette ama bunlar; 1) Parmakla sayılacak kadar azdı 2) Aşağıda tarif edeceğimiz profil ile alakaları yoktu.
Daha önceki yazılarımızda göstericilerin profiline değindik. Göstericiler (çoğunluktan bahsediyoruz) ilkokul mezunu, para karşılığı gösterilere çıkan ancak ne için gösteri yaptığını bilmeyen; sabıkalı, uyuşturucu kullanan, dinde aşırı fanatik tiplerden oluşuyordu. Bu durum, "Baas'ın devrilmesi gerektiğini düşünenleri" bile meydanlardan uzaklaştırdı. Aslında bu maddede Batı'nın yanlış tercihinden değil zorunluluğundan bahsetmemiz gerekirdi. Çünkü gösterilere çıkmayan milyonlar Baas'tan memnun olmasalar bile "bela istemeyen, bir şekilde istediği hayatı yaşayabilen" insanlardı. Yani gösterilere çıkartılmaları imkansızdı. Batı, bu nedenle para ile gösterilere çıkan tiplere sarıldı.
-Kürtlerin Büyük Sürprizi
Kürtler (2004 yılında olduğu gibi) zaman zaman yönetim ile çatışmalara girmişlerdi. Bölge geneli itibari ile de verdikleri mücadele biliniyor. Bu nedenle, isyan sürecinde Kürtlerin "katalizör" görevi görecekleri tahmin ediliyordu. Ancak Kürtler gösterilere çıkmadılar ve herkesi şaşırttılar. Bu da Esad'a büyük avantaj sağladı.
-Yanlış Liderler
Batı'nın beğenmediği dolayısıyla destek vermediği, tanımadığı profildeki muhalifler genel itibari ile anti-emperyalist, yönetime karşı savaşsa da dış askeri müdahale olması durumunda buna şiddetle karşı koyacağını belirten tipler. Bunlar arasında onlarca yıl hapis yatmış, soruşturma geçirmiş, hukuki haklarından mahrum edilmiş, işkence görmüş olanlar da var. Ancak meseleyi "Esad ile sınırlı görmeyip, vatan meselesi olarak" değerlendiriyorlar. Batı, bu tip muhalif istemiyor. Oysa Cemal Abdulnasır, Hafız Esad Suriye halkının hafızasından silinmiş değil henüz.
Batı'nın halka zorla kabul ettirmeye çalıştığı muhalif liderlere bir bakalım şimdi:
1 ) Genel itibari ile birbirleri ile alakaları yok. İç ve dış muhaliflerin aradan geçen 2,5 yıl içinde bir kez bile temasa geçtiği, bir konuda anlaşmaya varabildiği, strateji geliştirebildiği görülmedi.
2 ) Muhaliflerin oluşturdukları çatı örgütlerin ABD, Fransa, İngiltere, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye tarafından oluşturulduğunu Suriye halkı çok iyi biliyor.
3 ) Bu çatı örgütlerin başına geçen isimlerden Burhan Galyun'un Şam Üniversitesi Öğretim Üyesi iken Hz. Muhammed'e hakaret ettiğini ve akademik rütbe düşürme cezası aldığını Suriye halkı biliyor. Dolayısıyla aynı Galyun'u Müslüman Kardeşler ile birlikte gören halk Galyun'a inanmıyor.
4 ) Mişel Kilo'nun Fransız istihbaratına çalıştığı kanısı zaten olaylardan önce yaygındı. Muaz el-Hatip ise, bir Hollanda petrol firmasına çalıştı. Bu firma sadece petrol çıkarma değil bulunduğu ülkelerde başka faaliyetleri ile de meşhur dünya devi bir firma.
5 ) Ahmet Carba'nın yolsuzluk, kadın ve uyuşturucu işlerine bulaştığı ve ceza aldığı da biliniyor.[1]
6 ) Hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan Gassan Hito, George Bush gibi Teksaslı...
7 )  Muhaliflerin en önemli müftülerinden (fetva veren) ve sıradan muhaliflerin büyük din adamı olarak gördükleri Adnan Arur, Suriye ordusundan "fiili livata nedeniyle" atılmış ve ceza almış birisi. Mahkeme kayıtları mevcut.
8 ) Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi adı verilen yer, dünya basını tarafından "insan hakları savunucusu" olarak lanse edilen Rami Abdurrahman kod adlı Usame Ali Süleyman'ın MI-6 tarafından sık sık ziyaret edilen dönerci dükkanıydı.
9 ) İlk Antalya toplantısı dahil olmak üzere toplantılara/oluşumlara katılan bazı isimlerin yolsuzluğa bulaştığını Suriye medyası belgelerle halka anlatmayı başardı.
10 ) Ulusal Geçiş Konseyi ve Ulusal Koalisyon'daki isimlerin yüksek sesle birbirlerini yolsuzlukla suçladığı biliniyor.
Bütün bu örneklerin üzerine Batı'nın hiç de inandırıcı olmayan söylemleri eklendi. "Suriye yönetimi kimyasal kullandı" dediler, olmadı. "Esad kendi halkını bombalıyor" dediler, olmadı. "Saldıracağız" dediler, olmadı. "Muhaliflere silah yardımı yapacağız" dediler, olmadı. Bin bir türlü yalan dolanı artık muhalifler bile yutmuyor.
Esad, böylece zaman içerisinde "Suriye'de reform isteyen, silahlı da olsa bir şekilde muhalefet edenler" ile "dış kaynaklı Suriye'ye şeriat getirmek isteyen, bombalı eylemler ile çocuk gözetmeden katleden, insanların kalbini yiyen canileri halkın gözünde birbirinden ayırmayı başardı.
Savaş nereye gidiyor
Şimdi geriye "yönetimin yanına çekilecek ÖSO, şimdilik sessiz kalınarak destek verilen Kürtler ve hepsi dışarıdan gelen ve Suriyelileri öldüren el-Kaide uzantılı örgütler" kaldı.
Ordu, bunların hepsi ile değişik yoğunlukta savaş halinde; ancak öldürülen hemen herkes sadece "Nusra üyesi terörist."
Batı ise, çaresizlik içinde "muhaliflere" yapacağı yardımları konuşuyor. Bir yandan ise, çeşitli senaryolar için hazırlık yapıyor. Bir yandan el-Kaide uzantılı örgütlerin "İslam Devleti ilan edeceği" senaryoları var, bir yandan Suriye'ye "nitelikli operasyon yapılacağı" söylentileri. ABD'den son günlerde gelen haberler blöf de olsa Suriyelilerin hayatına renk katıyor.
Suriye'nin eski Ankara Büyükelçisi Nidal Kabalan ise iddialı: "Birkaç ay içinde Suriye'deki hemen her şehir merkezinde Suriye ordusu tamamen hakim hale gelecek."
Demek ki, şimdi yürütülen strateji, çatışmaların tamamen kırsala taşınması... Sonrasında ise, savaşılan grupların yalnızlaştırılması...
Bakalım Esad bunu başarabilecek mi?

Monday, July 22, 2013

Direnişin Zamansallığına Dair


Walter Benjamin tozun “biçimsel olanın a priori bir tanımı olmaktan çok maddi bir yapma süreci” olarak okunması gerektiğini söyler. Benjamin, tozu çoğunlukla “sıkıntı”yla eşleştirse de, bu toza dair kuracağı tek bağlantı değildir. Benjamin’e göre toz, zamanın muğlaklığının ve çoğulluğunun dolayımıdır (Stoppani, 544-45). İnşa’nın yarattığı sabitsiz hal, kendini dünyaya tozun aralıksız üretimiyle yerleştirir. Tozun biçimden sürekli kaçan maddiliği ise muğlak bir alanı, tam da şimdi-yıkılmakta-olan-geçmiş ile henüz-kurulmamış-olan-gelecek’i işaret eder. Toz, limite doğru gidişin göstergesidir, yeni olanın her an eskiye dönüşebileceğini, eskinin izinin ise asla silinemeyeceğini sürekli hatırlatır ve yeniden söyler. Halen yaşamakta olduğumuz bir “an” olarak Gezi Direnişi, benzetmeye gidilirse tüm ülkeye yayılan bir gaz bulutu ve tozla eşlenebilir. Aşağıdaki yazı, direnişin tanımlamayan halinin nasıl bir zaman kırılması/yoğunlaşması yarattığına ve direnişin tanımlamaz –biçimsiz- durumunun bir potansiyel olarak zamanla ilişkiyi nasıl değiştirdiğini tartışmaya çalışan ve tamamlanmış olmaktan uzak bir dizi nottan oluşmaktadır.

Önemli Not:
Bu yazı boyunca, direnişin en çok hangi tarihsel kesitle benzerlik taşıdığı(1968, Tahrir, Wall Street, 1960 darbesi öncesi vesaire gibi) sorusu hiç sorulmamıştır. Askerlik yapanlar daha iyi bilirler, TSK ritüellerindendir ağaçlara tekmil verdirerek ceza kesmek- nesneyle ve dünyayla ilişkisini ceza olarak tekmil vermek üzerinden kurmak; rasyonelliğin kıta sahasını oluşturan irrasyonalitenin de kabulünü gösterir. Bu kıta sahasında olanlar, iktidar aklının nasıl işlediğini ve işleyeceğini belirler. İrrasyonel alan ise düzenlileştirmenin, tektipleştirmeden aynılaştırmanın kullandığı temel araçlardandır; iktidar en irrasyonel halinin uygulanabilir/kabul edilebilir/sürdürülebilir olduğu durumlara bakarak kendi merkezini belirler. Ancak, biz bugünlerde Taksim Meydanı’nda ve Türkiye’nin pek çok kent meydanında irrasyonel alanı da aşarak ortaya çıkan bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. En olmaz denilenin olduğu yerler buralar. En çok bir araya gelmeyeceklerin bırakın aynı sloganı atmayı aynı barikatlarda çatıştığı an ve alanlarla karşı karşıyayız.  Barikat, direniş, boykot, rennie, gaz bombası, “kesin bilgi” ve daha pek çok sözcüğün yaşanmasıyla gündelik hayatımızın parçası olması arasındaki süre, normal’in oldukça dışındadır. Tanımlanmış olanın yani sistemin tamamen dışında konumlanan alan, Gezi Parkı başta olmak üzere Ankara, Eskişehir, İzmir, Dersim, Gazi, Adana gibi kentlerde ve sokaklarda yaratıcı direnişin en olumlu anlamıyla muğlaklaştırdığı ve belirsizliğiyle devrimcileşen bir akım ve akış ortaya çıkarmaktadır.

Sırrı Süreyya Önder’in direnişin ilk günlerinde “Biz yarın sabah burada kuşlara tekmil vereceğiz.” şeklinde özetlediği “duruş”; bu çağrının ve niyetin gaz bombalarıyla  havaya karıştırılmasıyla bir akışa dönüşmüştür. Zamanın farklı akmaya başladığı kırılmalardan biri burada yaşanmıştı. Askerlerin ceza olarak ağaçlara tekmil vermesiyle (ki bu durumu da Erdoğan’da cisimleşen iktidar tavrı ve polis şiddeti ile özdeşleştirebiliriz), Gezi Parkı direnişçilerinin uçan kuşa tekmil verme niyeti arasındaki radikal fark; Gezi Parkı’nda ve kent sokaklarında olagelenlerin sistemin rasyonellik ve irrasyonellik arasında kurduğu tüm ilişkisinin de ters yüz edilmesine neden olmuştur. Dolayısıyla hukuk, kanun, hükümet ve başbakan gibi sözcüklerin ve yasakoyucuların hükmü kalmamış; sistem tarafından tanımlanan tüm rasyonel-irrasyonel alanlar aşılarak limitin ötesinde bir yerler işaret edilmeye ve hatta yaşanmaya başlanmıştır. Gezi Parkı’nda yaşanan günlerden ortaya çıkan forumlar ve yanıbaşımızda olup da bir türlü kamusal’a dönüşememiş olan parkların hızla “bizim” olana dönüşmesi ise tüm “işgal” anlarının gündelik ve normal varsayılan üzerindeki etkisini daha net biçimde ortaya koymaktadır. Artık normal olan -rasyonel ve irrasyonel biçimleriyle iktidarın çizdiği normal olan- gündelik ve kabul edilebilir/sürdürülebilir olanın ta kendisi bile direnişin zamansallığının içerisine çekilmiş; o zamanın yoğunluğundan payına düşeni yine direniş ve yaratıcılık çizgisiyle yaşamaya başlamıştır.

“Tarihe dair her kavramsallaştırma mutlaka kendisine içkin olan belirli bir zaman deneyimine eşlik eder; bu deneyimi koşullar ve dolayısıyla  onu açıklanmak zorunda bırakır.” (Agamben, 99)

Bugün Gezi Parkı direnişi, büyük ölçüde kent meydanlarının/sokaklarının siyasallaştırılması ve bu siyasal alanlarda başka ilişkilenme biçimlerinin oluşturulması meselesidir. Yalnızca Gezi Parkı’nda, Kuğulu’da, EsPark’ta, Abbasağa’da, Yoğurtçu’da değil; barikatlarda, sokaklarda da yaratıcılık  mekanları ve zamanları hakikate doğru zorlamaktadır. Aynı gazı soluyarak aynı sokakları özgürleştirenler birlikte üretmekte olduklarının farkına vararak, her geçen gün daha önceden üzeri örtülmüş başka başka potansiyelleri ortaya çıkartmaktadırlar. Bugün, “Heryer Taksim, heryer Direniş” sloganında bütünleşen çağrı, bir zaman ve mekan çağrısıdır. Kent meydanlarında özneleşen yüzbinlerin yaratıcı direnişiyle anı tarihe dönüştüren mücadelesinin çağrısı, yalnızca geçmiş ve gelecekte değil bugünde yaşanan direnişe yöneliktir. Dolayısıyla, forumlar ve park toplanmaları aracılığıyla geliştirilen salt “birarada olmayı özlemek”le, kamusal alanın oluşumu ile değil; aynı zamanda Gezi Parkı işgali sürecinde tüm kentlerde yaşanan “hareketli” anların kendini tekrar ederek yeniden üretebilme olanaklarının açılması üzerinden de okunmalıdır. Parklar, Gezi Parkı zamansallığının mahallelerin kılcal damarlarında dolaşmasının aracı ve aracısı haline gelmiştir.

Üç boyutlu mekan ve çizgisel olarak ilerleyen zamanın ötesinde bir yerlerde, kolektif eylemin ufkunda, tüm ilişkilerin kırıldığı ve radikal olarak yeniden kurulduğu bir alan keşfedilmiştir, direniş dolayımıyla. Fenomenolojik metodun en önemli ilkelerinden biri, “varlığın olmasına olanak sağlamak”tır, bu olanak ancak özne-nesne, beden-zihin, algılanan-algılayan, bilen-bilgi ikiliklerinin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir. Gezi eylemleri, zamansal yabancılaşmanın aşılması (diğer ikiliklerin aşılması çok daha başka çalışmaların ve tartışmaların konusudur) noktasında çok önemli veriler sunmaktadır. Kolektif eylemin zamansallığı, çizgisel olanın dışına çıkmanın açtığı ufukta direnmektedir. Tam da bunun için, Gezi Parkı’nın boşaltılmasının ardından geçirdiği günleri düşünen pek çok insanın ağzından, tek bir gün gibiydi, cümleleri dökülmektedir.

Hakikate bakabilmek için zaman algısında yaşanan kırılmanın açtığı pencere önemlidir. Gezi Parkı işgali sürecinde parkta bulunan “Devrim Müzesi”, “direnişin belleğini oluşturuyoruz” tarzında çağrılar, sosyal medya dışında da alternatif bilgi-haber ağları yaratma konusundaki inanılmaz ataklar; yani anın kendi içinde geçmişini ve aynı zamanda epistemolojisini yaratması çokça rastladığımız bir olay değildir. Ancak bugün tüm eylemlerde zamanın tüm anlarının birbirinin içerisinde son hızla karıştığını görüyoruz. Lice eylemleri sırasında, Hüseyin Avni Mutlu’nun geçmişinin hatırlanması, 1993 Lice katliamının sloganlara ve pankartlara yansıması lokal olarak kalsa da, geçmişin kendini akıtma biçimlerinin önemli örneklerindendir. Ermeni halkının, Gezi Parkı merdivenlerinin Ermeni mezar taşları olduğunu hatırlamaları da, geçmişi bugünün içerisine hızla yerleştirmiştir. Bu durum, bir yandan uzun zamandır hafıza ve unutma üzerinden politika yapmaya çalışan örgütlü güçlerin etkisiyle gerçekleşse de, direnişin bir an öncesinde devrimci potansiyellerinin üzeri örtülmüş olan öznelerin görselleştirme “merakı”nın ve bir bütün olarak bedenleriyle-nesneyle ve somut dünyayla ilişkilerinin  radikal dönüşümüdür. Bu görselleştirme merakının potansiyeli, Gezi Parkı direnişi ile ortaya çıkan ve hatta patlama yaşayan bir haldir. Anın, yaşanmasıyla tarihe geçmesi arasında neredeyse hiçbir zaman farkın olmaması, bugün ile dün arasındaki farkı da sıfıra doğru götürmektedir. AKM’nin üzerindeki bayrakların, Gezi Parkı’ndaki çadırların, tüm direniş boyunca duvarlara akıtılan yazıların son hızla hafızamızda yer alması, görsel olanın dağılım hızıyla da orantılıdır; dün, artık-bir kez-mümkün-olmuş-olan olarak  –devrim’in göz kırpması gibi-  bugünün içerisinde radikal bir potansiyel olarak yerini almaktadır.

Çözünme anı geçmiş, bugün ve geleceğin biraraya geldiği alanı işaret eder; ancak bu alanı işgal etmek aynı zamanda çözün(l)meme ve kararsızlık tehlikesini de beraberinde getirir. (Caygill, 13)

Bu noktada, bugün ile dünün en yoğun/hızlı biçimde birbirinin içerisine aktığı bir alan olarak Gezi Parkı/Taksim Meydanı bir de gelecek üzerinden okunmalıdır. Ancak, bu gelecek okuması yalnızca “ne olacak?” sorusuna verilen somut yanıtlardan ibaret olamaz. Tüm kentlere yayılan direnişlerde zamanın farklı ve daha hızlı akması, geçmişin-geleceğin ve şimdi’nin inanılmaz biçimde bir araya gelmesiyle mümkün olmuştur. Bu sonsuz akış, yaratıcı direnişin ortaya çıkardığı zamansallık algısının ta kendisidir. Net ve somut yanıtlar verilememesinin, tanımların herbirinin elimizden kaçıyor olmasının nedeni, alanlarda dolaşan zamanın “normal” zamanımızla uzaktan yakından ilişkisinin olmamasıdır. Bu zaman aynı biçimde, hükümetin ve statükocu tüm güçlerin zamanından da farklıdır.


FİRUZ KUTAL

Eylemlerde öne çıkan sloganlardan bir tanesi de “Sis atma” idi. Sis atma, Counter Strike oyununda kullanılan bir çeşit hile imiş ve ortalığın bulandırılması, gözün gözü görmemesi yöntemiyle hasmınızı alt etmenizi sağlar-mış. Ancak, counter strike oyuncuları derler ki, sis atmanın asıl meselesi, görmeyi engellemesi değil henüz sis atma efektini kaldırabilecek teknik donanımda olmayan bilgisayarların “kasılması” ve hasmınızın oynamayacak hale gelmesidir. (bkz: http://eksisozluk.com/entry/25662373) . Eski ile yeninin parçalanamaz birlikteliğini anımsatır, deneyimin ta kendisi. Belki de sisin, tozun, gaz bulutlarının kolektif deneyimin ve hafızanın ufkunu geçmiş-gelecek-bugün üzerinde yoğunlaştırdığı söylenebilir.
Yüz yıldır, eylemenin hakikatiyle arasına “ordu”/ “darbe” perdesi çekilmiş insanlar, günlerdir kendi hayatlarının nasıl olup da bir cezaevine dönüştürüldüğünü tam da özgürlüğün kendisini üreterek öğrenmektedirler. Medyaya yönelik eleştirilerin yoğunlaşması da bu doğrultuda değerlendirilebilir. Özellikle Kürt sorunu üzerinden de aynı medya dolayımıyla ilişki geliştirildiğinin farkına varılması, Lice’de neredeyse kendiliğinden biçimde onbinlerin sokaklara akması, alanların en devrimci hamlelerinden biridir ve ilişkilerin dolayımsızlığını sağlama konusunda önemlidir. Bu ilişkilerin dolayımsızlığı, ulusalcı ve ırkçı fikirlerin, homofobik/transfobik/cinsiyetçi hallerin hızla kendi geçmişlerini sorgulamaya başlamasına neden olmaktadır. Ancak bu geçmişten memnun olanlar, yani anı yeniden dondurmaya çalışanlar, parkın ve direniş alanlarının zamanından çok daha az yoğun ve yavaştırlar. Aynı durum, geleceğe dönük projeksiyonlarıyla “iktidar” olduğunu ve normalleştiğini düşünen AKP için de geçerlidir. AKP’nin gelecek tahayyülü ve hissiyatı, direniş alanlarının zamanının hızını/yoğunluğunu kaldıramamaktadır.
Bugün Gezi eylemlerinde  “yaşayanlar ve yaşananlar” ile, 15-16 Haziran’da AKP mitinglerinde bir araya gelen AKP seçmenleri arasındaki fark, bu zamansallığın yarattığı kırılmada ifadesini bulur. Hakikat ile arasına AKP perdesini çekenlerin bugünkü konumu sistem içi tüm taleplerin yoğunlaştığı alanı temsil etmektedir; o alan iktidarı ve sistemi tüm rasyonelliği ve irrasyonelliği ile kabul edilebilir görmektedir; gündelik hayatını bu iktidar tarafından çizilen normallik sınırları içeriside ikame(t) edebilir durumdadır. Öngörülebilen, tanımlanabilen, her anı bilinen ve hareket içermeyen “donmuş şeyler” olarak kurgulanmaya çalışılan bu eylemler , AKP’nin gelecek zamanla ilişkisini bir kez daha durdurmuştur. Özellikle “yeryüzü iftarları” ve Beyoğlu Belediyesi’nin masaları arasında ortaya çıkan mekansal (tomayla çizilen sınır) ayrım, donukluk ile hareket halinde olanın, normalin içinde barınabilecek olanla, kendini tanımlamak zorunda olmayanın ilişkisini ve karşılıklı konumlanışını bir kez daha göstermiştir.
Sırrı Süreyya Önder’in söylediği gibi “ambulansın arkasına takılan taksici” olarak CHP ya da kaybettikleri statülerini arayan ulusalcı damar ise Gezi Parkı ve diğer alanların tarihsel duruşunu anlayabilecek siyasal/tarihsel konuma sahip değildir. CHP’nin ve ulusalcı damarın, tüm eylemleri AKP ve hatta Erdoğan karşıtlığına indirgemeye çalışması bu bakımdan anlamlıdır. Bu konum alış, geçmişin dondurulması ve sabitlenmesi bakımından manidardır; ulusalcı zaman tarihin 10 yıl ile sınırlı kalmasını gerektirmektedir. Hafızalar buradan daha ötesine bakmaya başladığında, yapısal olarak kaldırılamayacak bir hakikatle yüzleşmek zorunlu olacaktır. Ulusalcı damar, tam da bu noktada sis atmaya çalışmaktadır. Ancak, bugün tüm alanlara, parklara bakıldığında ulusalcı damarın kendisinin bile eylemin zamanına ve mekanına uymak zorunda kaldığı görülmektedir. Medeni Yıldırım’ı eylem hafızasından çıkarmayı başaramamakta somutlanan, yeryüzü iftarlarıyla başka bir kırmızı çizgisi ihlal edilen bu “asil” zaman, ya hakikatin yoğunluğuna ve hızına uyacak ya da başka mecralarda kendi donmuş tarihi içerisinde akmaya (GazdanAdam Festivali gibi, olası Silivri çıkartmaları gibi) zorlanacaktır.
Gezi Parkı işgalinin sürdüğü günlerde başbakanlık mevkisi üzerinden kurulan hafıza da, iktidarın rasyonellik ilişkisi bakımından başka bir noktayı işaret etmektedir. Fas-Tunus-Cezayir ziyaretleri sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın ülkeye dönüşünün ardından yaklaşık 15-20 gün boyunca, tüm kamuoyu kendisinin attığı her adımdan haberdar biçimde yaşamıştır. Tam da bu süreçte, iktidar her an ve hala iktidarda olduğunu bize hatırlatması gerektiği güdüsüyle işlemeye başlar; çünkü son hızla geçmişe gömülebileceğinin gayet farkında olan iktidar biçimi, bugünün zamanına nasıl ulaşabileceğine dair bir bilgi üretememektedir. Ve çünkü ürettiği her bilgiyi aşarak çok daha fazlasını üretecek hızlılıkta akan bir Gezi Parkı direnişi ile karşı karşıyadır. Tam da bunun için Tayyip Erdoğan, irrasyonel alanın içerisine kendisini yerleştirilmiş, en kabul edilemez olanı kabul eden “normal ve gündelik” alanlar yaratmaya çalışmış, hakikatin tümüyle paramparça edildiği hikayelerle 24 saatini kamuoyuyla paylaşmıştır. Ancak, mesele yönetemeyenin Erdoğan olmadığını anlamaktan geçer; normal olanın tümü artık barınılabilecek bir halde değildir ve her an kırılabilir durumdadır. Muğlak olan sadece direnişin geleceği değil; normal olanın, AKP seçmenin ve aynı zamanda ulusalcığılın da geleceğidir. Normalin barınırlığını yitirmesi, devrimci dönüşümün ta kendisidir.
AKP’nin direnişin ortalarından itibaren “darbe” üzerinden yarattığı travmatik etki de zamanla ilişkilenişteki kırılma üzerinden değerlendirilebilir. İktidar, gelecek tahayyülleri üzerinde ortaya çıkan yıkıcı etkiyi, geçmişi yeniden çağırarak azaltmaya çalışmaktadır. Ancak, ulusalcı damarın sınırlı ve katılaşmış tarih /hafıza anlayışından çok da farklı olmayan bu “çağırma” aynı zamanda, cumhuriyet tarihinin 80 ve 10 yıl olarak ikileştirilmesi çabasıdır. Oysa ki, iktidarın tanımlayamadığı alanda gelişen ve genişleyen eylemin zamansallığı bu ikiliği de aşarak mevcut iktidarın tekrarlayarak davranış kalıbı haline getirdiklerini hakikat olarak yüzüne çarpmaktadır. Devraldığı iktidarın biçimini değiştirmeden, içeriğini değiştirme gayretinin beyhudeliği bu zamansal kırılmada ve yoğunlaşmada görülmektedir. AKP’nin iktidarın biçimini değiştirme vaadiyle üzerinde yürüdüğü geçmiş, biçim olarak kendini sürekli tekrarlamakta; tekrarlamayla “durmaya” dönüşen eyleyememek ise direnişin muğlak ve tanımlanamaz olan biçimi ve sürekli değişen/üreten ve eyleyen içeriğiyle başa çıkamamaktadır.
Gezi Parkı ve diğer alanların zamana ve mekana dayalı okuması; ulusalcıların ve AKP’nin sınırlayan/donduran ve tanımlayan halinden kurtulmak için hayatidir. Bugünün içine akan onbinlerce dün ve yarın: zamanı hızlandıran/yoğunlaştıran tam olarak budur. Aynı anda, birbirine karışan binlerce dün ve yarın, bugünü hükümetsiz, devletsiz kılmıştır. Tam da bunun için, o alanda yaratıcı direniş mümkündür. Sol siyasetin, zaman ve mekan ilişkisine dair çıkartması gereken en önemli derslerden bir tanesi, üzeri (zorla) örtülen potansiyellerin ayaklanma aracılığıyla kendi gerçekliklerine erişme hakkını talep ediyor olmalarıdır. Sis atma sloganı bunun için de önemlidir.
Gezi Direnişi yazıları genel olarak “ne olacak?” sorusuna verilen yanıtlarla sona eriyor. Kanımca, yaşamakta olduğumuz anın en önemli ve tarihsel çağrısı, bu anı yaşayanların her birinin kendisinin ne kadar değiştiğini ve bu değişimin her an mümkün olduğunu kavraması çağrısıdır. Erdoğan kişiliğinde somutlaşan iktidar bu değişimi kabul etmediği için muktedir değildir. Ulusalcı karakter ilişkilerinin asla değişemeyeceğini düşündüğü için alanda kendini bulamamaktadır. Ne olacak sorusu ise böyle yanıtlanabilir; hepimiz çok ama çok değiştik, değişiyoruz, değişeceğiz.Güzel direnişler!
Agamben, Giorgio; Infancy and History-On the Destruction of Experience; Verso Publishing; 2007.
Caygill, Howard; Benjamin, Heidegger and the Destruction of Tradition;in ed. by Andrew Benjamin ve Peter Osborne; Walter Benjamin's Philosophy-Destruction and Experience; Routledge-Taylor and Francis Group; 2002.
Stoppani, Teresa; Dust Projects:on Walter Benjami's Passagen-Werk and Some Contemporary Dusty Makings in Architecture; The Journal of Architecture; 12:5; 543-557; 2007.


Thursday, July 18, 2013

Değişim yaşamazsa Kürt siyaseti bölünür

“BDP ve PKK’nin kendisini yeniden formatlaması gerekiyor” diyen Tan, Kürt siyasetinde bir süredir alttan alta konuşulan değişim tartışmalarının da görünürlük kazanmasını sağladı. “Değişim yaşanmazsa herkes kendi yoluna gider” diyen Altan Tan’la Kürt siyasetinin önümüzdeki dönemde nasıl formatlanması gerektiğini, Gezi Parkı direnişini, Anayasa çalışmalarını konuştuk.
18 Temmuz 2013 Perşembe 01:10
UYGAR GÜLTEKİN
uygargultekin@agos.com.tr
BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, Kürt hareketinin içinde İslami kesimi temsil eden simge bir isim. TBMM’deki Anayasa Uzlaşma Komisyonu üyesi olan Tan, açılım sürecinde BDP’nin İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşen ilk heyetinde de yer aldı. Tan, geçtiğimiz hafta Nuçe TV’de konuk olduğu bir programda Kürt siyasetinde değişim gerektiğine dair önemli açıklamalar yaptı. “BDP ve PKK’nin kendisini yeniden formatlaması gerekiyor” diyen Tan, Kürt siyasetinde bir süredir alttan alta konuşulan değişim tartışmalarının da görünürlük kazanmasını sağladı. “Değişim yaşanmazsa herkes kendi yoluna gider” diyen Altan Tan’la Kürt siyasetinin önümüzdeki dönemde nasıl formatlanması gerektiğini, Gezi Parkı direnişini, Anayasa çalışmalarını konuştuk.
 
• “Kürt siyasetini formatlamak lazım” diye bir çıkış yaptınız. Bu neden gerekli?
Bütün dünyayla beraber Ortadoğu da değişiyor. Ekonomi, kültür, siyaset yeniden şekilleniyor. Bu ortamda herkes politikalarını gözden geçirirken Kürt siyasetinin gözden geçirmiyorum deme şansı yok. Benim söylemek istediğim, Kürt siyaseti yeni dünyayı; Suriye, Mısır, Lübnan’da neler olduğunu doğru anlamalı. Kürt kimliği ile ilgili talepler nasıl elde edilebilir, nasıl bir siyaset tarzı ortaya koymak gerekiyor, kimlerle ittifak kurulmalı; bunların yeniden gözden geçirilmesi gerek.
• Nereden başlamalı?
Dünyayı doğru okuyarak başlamalı. İslam ve din Ortadoğu’da çok önemli. Çevreden tutun da insanın refahına kadar nasıl bir dünya tasavvurunuz var? ABD veya AB ne yapmak istiyor? Diğer yanda Rusya, İran, Çin ne yapmak istiyor- Kürtlerle ve Ortadoğu’yla ilgili projeler ne? Bunları kavramak ve sonra kendi halkına dönüp bakmak gerekiyor. Benim halkım yaşam tarzı olarak, fikren, ekonomik olarak, sınıfsal olarak hangi seviyede? Bunları cevaplayıp bir siyaset tarzı ortaya koymakı gerekiyor.
• Bu anlamda kendi halkına uzak bir Kürt siyaseti mi var?
Birçok şeyi doğru okuyamıyor. Birincisi: Kürt siyasetinin, Suriye, İran, Rusya ve Çin ekseninde gitmesi bir fayda getirmeyecektir. Sol-Marksist çizgide olan Kürt siyasetçilerinin önemli bir kısmı Batı dünyasına mesafeli duruyor. Körü körüne kendini ABD ve AB’nin kucağına atsın demiyorum. Batı’nın Ortadoğu’da uyguladığı siyaset, halklara refah ve özgürlük getirmedi. Ama bir güç kavgasında sizin çıkarınıza göre yararlı olan veya en az zararla çıkacak olan yerde durmak lazım. Bugün bir üçüncü yolu denemesi lazım. Batı dünyası ile hesaplı ve kontrollü bir çıkar ilişkisine girmek lazım.
• PKK özellikle Suriye konusunda Esad ile Suriyeli muhalifler arasında üçüncü bir yol olduğunu söyledi. Sizin söylemek istediğiniz bu değil mi?
Global ekonominin dışında durmanız mümkün değil. Bugün Ortadoğu’da bir Kuzey Kore veya Arnavutluk modelinin yaşam şansı yok. Aranması gereken şey, kötü uygulamalarına rağmen demokrasidir. Özgürlüklerin çoğaltılmasıdır. Bölgedeki ekonomik kaynakları halka daha fazla aktaracak bir ekonomik sistem kurmak gerekiyor. Bunu siz İsrail’deki kibbutz sistemi veya Rusya’daki komünlerle kuramazsınız. Liberal dünyanın dışında bir dünya inşa etmeniz mümkün değil. Liberal kapitalist dünya yüzde yüz doğrudur demiyorum. Ben Müslümanım. En başta faiz ve kapitalizm haramdır. Ama ilk etapta yapmanız gereken aksak da olsa topal da olsa bu demokrasiyi, liberal ekonomiyi işletmenizdir. Diğer entelektüel arayışlar sonranın işi. Modernizm, post modernizm, bunların hepsine mi hayır? Parantez içinde söylüyorum, ben bir Müslüman olarak modernitenin iyisini bilmiyorum. Bu felsefi ve siyasi tartışmaları bir soluklandıktan sonra, tabiri caizse kendinize geldikten sonra yapabilirsiniz. Bunu çözüme de faydası yok. Bunu becerebilen de yok dünyada. Bugün yapılması gereken bütün çekinceleri koruyarak liberal ekonomi ve liberal demokrasidir ama bir müddet sonra farklı tartışmalara girebilirsiniz. Kürt siyaseti demokratik yapıyı işletmeli, halkın bugünkü yapısına uygun, halkın inancına uygun demokratik genişlikte olmalı.
• Halkın yapısı derken neyi kast ediyorsunuz?
Ciddi araştırmalar var. BDP’ye oy verenlerin yüzde 75’i Şafi Kürt, yüzde 15’i Sünni Kürt, yüzde 8,5’u Alevi Kürt. Bir başka araştırmaya göre CHP’ye oy veren kadınların başını örtenlerinin sayısı yüzde 25, MHP’de yüzde 50, AKP’de yüzde 80, BDP’de yüzde 78. Kürt siyasetinin daha dindar ve muhafazakar bir zemini var. Bu zemine siz katı Marksist, sosyalist yapı monte etmeye kalktığınız vakit çok yakın zamanda halkla çatışmaya girersiniz. Ayrıca tarihte ilk defa  bir şehirli Kürt sınıfı meydana geliyor. Kürtler şehirli bir kavim değildir. Şehirlerde yok denecek kadar azdılar. Şehre gelen Kürt asimle oluyordu. Son 30-40 yılda, ciddi göçler ve siyasal bilinçlenmeyle şehirlerde Kürt kimliğiyle var olan, Kürtçe konuşan, Kürt kimliği ile hayatını devam ettiren, Kürtlüğünü geriye atmayan, asimile olmak istemeyen ciddi bir şehirli Kürt orta sınıf oluştu. Ayrıca kent yoksulu diyebileceğimiz, şehirlerin çevresinde yerleşmiş Kürtler var. Bu iki kesimi birbirinden ayırmak lazım. Bunların talepleri ayrışıyor. PKK özünde Kürt kırsalına dayalı, ağa, bey ve şeyhlerden uzak, şehirli orta sınıfın içinde olmadığı, Kürt köylüsü ağırlıklı bir hareket. Dağda hayatını kaybeden 40 bin gerillanın aile kökenine bakın, yüzde 90’ı böyle.  Yönetici kadroları da öyle. Bu bir vakıa. Bunu küçük görmek veya büyük görmek için söylemiyorum. Bir tespit. Bugün gelinen noktada ciddi bir şehirli orta sınıfla karşı karşıyasınız. Diyarbakır’da resmi rakamlara göre 892 bin nüfus var. Bunun yarısı kaloriferli, asansörlü evlerde oturuyor. Yarısı ise daha kötü şartlarda yaşıyor. Son 5 yılda Diyarbakır’da 40 bin apartman dairesi, bin 500 villa yapılmış. Kürtler oturuyor burada. BDP buralardan yüzde 65 oy alıyor. Dolayısıyla bu yeni sınıfa göre bir siyaset oluşturmamız gerekiyor. Kürt siyaseti kendi halkındaki dini muhafazakar yapıyı göz önüne alacak, sınıfsal değişimi görecek. Şu anda Diyarbakır’da 8 adet, Ankara, İstanbul ayarında özel hastane var. 15 kolej var. Baro’ya kayıtlı 750 avukat var. 3 bin tıp doktoru, 7 bin mühendis var. Orta sınıf bu. Bunun siyasetini ortaya koymak gerekiyor. Kürtler eğitim, sağlık, belediye hizmeti isteyecek. Kültürel hizmetler isteyecek. Savaş sonra yapılması gerekenleri isteyecek. Bunları görerek siyaset yapılması gerekecek.
• PKK gibi bir örgüt bunu yapabilir mi? Bu tür bir dönüşüm PKK’nin ruhunu bozmaz mı?
Değişim her yerde zordur. Bunlar talimatla olacak şeyler değil. Bir günde olmaz. Ben BDP’de bunu anlayan bir damarın olduğunu düşünüyorum. Son seçimlerdeki BDP Blok adaylıkları bunun bir işaretiydi. Bu daha fazla olmalı. Soru şu: Hareket bu adımı atarak genişleyecek mi yoksa azalarak büzülecek mi? Önümüzdeki dönemin tartışması bu. Ben bu genişlemenin olmasından yanayım.
• İran yanlılarının ve Suriyelilerin PKK yönetiminde etkili olduğu yönünde tartışmalar var. Örgüt böyle bir yönetici kadrosu ile değişebilir mi?
Her yerin değişmesi gerekiyor. Bu tartışma sadece PKK için geçerli değil. Gülen cemaati içinde belki üç-dört kanal var. Daha milliyetçi bakanları var, daha evrenselci bakanları var. PKK gibi artık uluslararası bir konuma gelmiş örgütlerde değişik kanalların olabileceğini kabullenmek lazım. Değişim konusunda kesin hüküm vermek mümkün değil. Biz değiliz buna karar verecek. PKK kendi karar verecek. BDP yönetimi karar verecek.
• Tabanda bu yönlü yükselen bir talep var mı?
Her yerde var. Bütün taleplerini iletiyorlar. Eğer dönüşüm sağlanmazsa farklı farklı yapılar ortaya çıkar. Bu siyasetin doğasıdır. Erbakan’dan AKP’ye kadar gelen süreç ortada. AKP kadroları geldi ve başka bir kanada geçtiler. Filistin Halk Kurtuluş Örgütü de benzer süreçler yaşadı. Kürt siyaseti değişim sağlayamazsa taleplerini karşılayamadığı kesimler farklı örgütlenmeler içine girer. Bu dönüşüm olursa herkesi kucaklarsınız. Bu olmazsa herkes kendi yoluna gider.
• Bir yanda Çatı partisi yaklaşımı ile yola çıkan Halkların Demokratik Kongresi var, bir yanda ise Demokratik Toplum Koordinasyonu. Bunlar için de formatlamak gerektiğini söylediniz.
HDK bütün demokrat Türkleri (dindar-sol-liberal) kapsamaktan ziyade daha çok marjinal sol çevrelerle sınırlı kaldı. Bahsettiğim şey o değil. Dindar Müslümanları tatmin etmiyor. Çatıyı kendinize göre çatıp “Gelin altına” dersen olmaz. Ben bir kiremit olacaksam o çatıda varım. DTK da bunu yapamadı. PKK yapısı dışına çıkmadı. PKK’nin öncülük ettiği bütün kurumlar PKK’nin yan versiyonu haline geliyor. İstenen bu değil.
* PKK dışında durmak mümkün mü?
BDP Blok yapabilir bunu. Legal alanda yapabilir. Ama alan açması lazım. İslamcı Kürtlere daha fazla kredi açması lazım. Başörtülü milletvekili ve belediye başkanları olması lazım. Siyaset temsil işidir. Gelin bana katılın, benim dediğimi yapın demekle olmaz. Tabiri caizse şirketin hisselerinin halka açılması gerekiyor. Mesele ne kadarını açacağınız. Yoksa paranı bana ver, ben çalıştırayım diyerek olmaz.
• Öcalan’ın bu konudaki tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öcalan’ın içerideki izole koşullarına rağmen bu gelişmeleri daha doğru okuyabildiği kanaatindeyim. Tavır koyarsa etkili olur.
• Çözüm sürecinin tersine dönmesi durumunda bahsettiğiniz değişim yaşanabilir mi?
PKK Öcalan’ın ağzından Newroz’da tarihi bir karar verdi. Bundan  sonra silahlı mücadele dönemi bitti. Başarılı olmazsa yeniden silaha başvuracağız demediler. Siyasi, fikri ve demokratik olacak dedi. Net cümlelerle. Buradan geri dönüş yok.
Gezi’de eski değil yeni Türkiye isteyenlerin yanındayız
• Gezi Parkı direnişini değerlendiriyorsunuz?
Spontane sivil bir eylemdi. İşin bu noktaya geleceğini kimse tahmin edemezdi. Ama sonrasında işe birçok unsur girdi. Kemalistler, ulusalcılar girdi. Bir kısmı daha demokratik, özgür, herkesin hayatına daha saygılı, daha özgür bir Türkiye isteyenelerdi; diğer kısmı ise elinde bayraklarla eski Türkiye’yi isteyenlerdi. Eski Türkiye ile yeni Türkiye’yi isteyenler  Tayyip Erdoğan’ı istememekte buluştular. Biz yeni Türkiye’nin yanındayız. Bu blok genişleyerek yoluna devam etmeli.
• BDP içinden “Sandıkta deviremeyenler başka yollarla devirmek istiyor” açıklamaları geldi?
Birkaç beyanatta maksadı aşan ifadeler oldu. Eğer siz bunu söylerken yeni Türkiye isteyenleri gölgeliyorsanız dikkatli kelimeler seçmeniz gerek. BDP’nin kitlesi yeni Türkiye’yi istiyor. Ama sapla samanı ayırmak bazen kolay olmuyor.
Anayasa’da halkı oyalıyorlar
• Anayasa çalışmalarına başından beri katılıyorsunuz. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasa fiilen bitti. Halkı oyalıyorlar. Rejimin sorun çıkartan maddeleri ile ilgili uzlaşma olmadı. On sene konuşsak yine olmayacak. Bunu çıkıp söylemek yerine halkı oyalıyorlar. MHP ve CHP bu görüşmeler sürsün ve darbe anayasası devam etsin istiyor.. Üzerinde uzlaştık dedikleri 48 madde çiğ köfteye zararı olmayan eften püften maddeler. Bunlara kimsenin itirazı yok.  AKP ise ciddi bir anayasa istiyormuş gibi, demokrasiden yana gözüküyor ama kayıkçı dalaşı yapıyor. 2015 sonrasına atmak istiyor. Esas durum bu. Anayasada olan tiyatro. Ama kimin ne dediğinin zapta geçmesi önemliydi. Süreç boşuna değildi. Gerekliydi. Kim ne dedi, hepsi ortaya çıkmış oldu.

Monday, July 15, 2013

Kahire'den İzlenimler: Ekmek Adalet ve Demokrasi




Kahire uçağında yanımda oturan Mısırlı genç adama yönelttiğim, "Neler oluyor" sorusuyla başlayan ayaküstü sohbet, az sonra uzun sürecek bir monoloğa evriliyor. Darbeden bir gün önce, Kahire semalarındayız. Hasan'a göre, Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin çözüm getirememiş olmasından dolayı "sonunu getirecek" iki ana mesele var: Güvenlik ve ekonomi.
Hasan, devrimden sonra ülkesinde oluşan güvenlik zafiyetini anlatırken, aklıma üç ay önceki Mısır ziyaretim düşüyor. Gazze'ye gitmek için yol üzeri olması sebebiyle neredeyse 10 gün konakladığımız Kahire'de, mihmandarımızın defalarca "Sokağa çıkmamaya gayret edin" deyişini hatırlıyorum. Sebep? "Güvenli değil, yer yer çatışmalar devam ediyor. En önemlisi; polis yok!"
Hasan da, caddelerin tekinsizliğinden, eline kesici alet/silah geçenlerin sokaklarda kafasına göre 'racon' kestiğinden bahsediyor. "Tamam Mursi seçildi ama her şey sandık mı?" diye sorarken, askeri darbe ihtimalinden söz açmıyor. Yalnızca, Mursi'nin verilen sözleri tutmamış olmasından sitem ediyor.
Mısır'ın Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen, sandıkla görev başına gelen ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün devrilmesinin ardından gerçekleşen düşük katılımlı seçimlerde yüzde 50 oy ile iktidara gelen bir lider(di). Darbeden hemen önce nabız yoklamak için gezindiğimiz Tahrir Meydanı başta olmak üzere, Mursi karşıtlarının sıkça dile getirdiği ise Mursi'ye oy vermeyen çoğunluğa tıkanan kulaklardı. Ki, diktatörlük sonrası Mısır halkının demokrasiyle imtihanı da aslında tam olarak burada başlıyordu.
Nilüfer Göle, İran devriminin hemen ardından Tahran'da sorguya alındığı günleri anlattığı yazısında (T24, 9 Temmuz), devrimin ülkesini daha iyi yerlere taşımak isteyen aydınlara değil, 'muhafızlara' teslim edildiğinden bahsetti. Göle'nin bu savı, Mısır'daki gelişmeler hakkında Hasan'ın söyledikleri ile örtüşüyor:

"İyi eğitimli, okur-yazar, aydın denebilecek entellektüel düzeye sahip birçok insanımız var. Hani, nerede onlar şimdi? Hiçbiri iktidarda değil. Ülkelerine dönerek burada hizmet verme şansı yakalayabilirlerdi."
Cumhurbaşkanı Mursi'nin bir yıllık iktidarında, ülkeyi -tecrübesizlikten de kaynaklı- yönetmekte sergilediği 'beceriksizlik', Tahrir'de muhaliflerin dillerine pelesenk olmuştu. Muhalif Hasan'ın iyi yönetişime sınıf perspektifinden bakan sözleri de, Batı'da eğitim görmüş orta sınıfın Müslüman Kardeşler iktidarında hak ettiği yeri bulamadığını anlatıyordu. Kendisi de orta sınıfa mensup olan Hasan, ülke çapında yaşanan sıkıntılardan şikayet ederken, iktidarda elitlerin safdışı bırakıldığını savunuyordu.
Ancak, 'ayak-baş' ayrımı yapanlar benzer bir şekilde Müslüman Kardeşler tarafında da vardı. Mısır'ın en köklü siyasi örgütü Müslüman Kardeşler'i destekleyenlerin, muhaliflerin protestolarına karşı toplandığı Adeviyye Meydanı'nda, büyük çoğunluğu erkek olan topluluk arasında üniversite mezunları hiç de az değildi. Adeviyye'deki Mursi destekçileri, Tahrir'in 'ayak takımı' olduğunu yineleyip duruyordu. Sınıf temelli ayrışmalar, 'devrimden sonra demokrasi' tartışmalarının hatırı sayılır bir bölümünü oluşturuyordu.
Mursi'nin istifasını isteyen muhaliflerin bir başka ortak tepkisi ise ülkenin 'İhvanlaştırılması'na idi. Müslüman Kardeşler'in temel sorunların çözümü için kapsamlı bir politika izlenmemesinden doğan yetersizlikleri bir yanda, devletin bütün kademelerinde kadrolaşarak bürokrasiyi ele geçirmeleri oldukça eleştirilen bir meseleydi. Özellikle Tahrir'in, İhvan hareketinin, siyaseti kendi çıkarları adına kullanmasına tepkisi hayli sertti. 
Askerin, Mursi ve karşıtlarına uzlaşmaları için verdiği 48 saatlik müddetin sona erdiği saatlerde, Kahire sokaklarında ölüm sessizliği hakimdi. Dükkanlar kepenk kapattı, insanlar evlerine çekildi. Ordunun açıklaması beklenirken, koca şehir diken üstündeydi. Tahrir Meydanı yine coşkulu bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Ordunun insanlık dışı 'bekaret testi' uygulamasını savunmasıyla tanınan General Abdülfettah el Sisi'den beklenen açıklama nihayet geldiğinde, Mursi artık cumhurbaşkanı değildi. Tahrir, askerin yönetime el koymasıyla adeta kutlama alanına döndü. 
Çok değil, bundan iki sene önce devrimi kutlayan kalabalık, şimdi havai fişekler ve lazer gösterileri ile seçimle görev başına gelmiş bir cumhurbaşkanının gidişini selamlıyordu. Avrupalı uzmanların televizyon ekranlarından, "30 milyon halkın sokaklara dökülmesinin ardından ordunun devreye girerek bir lideri alaşağı etmesi darbe değildir" iddiasını ateşli bir şekilde savunduğu dakikalarda, Tahrir de aynı fikirdeydi. Coşkulu muhalifler "halkın gücünü" bütün dünyaya 'yeniden' göstermiş olmanın mutluluğunu yaşarken, bir ağızdan haykırıyordu: "Darbeyi değil, ikinci devrimi kutluyoruz!"
General el Sisi'nin 'postmodern darbe' olarak da nitelendirilen açıklamasında, askerin amacının kontrolü ele geçirmek olmadığını defalarca vurgulaması boşuna değildi. Nitekim, darbenin ardından ilk gün, Sina Yarımadası'nda Mursi destekçisi Bedevi aşiretler ile yaşanan küçük çaplı çatışmaların haricinde, sakin geçti. Asker, sokaklarda yok denecek kadar azdı. Gündelik hayat olağan akışındaydı. Ancak, darbenin ardından tedirginlikle beklenen ilk cuma, benzer şekilde durgun geçmedi. Jetler gün boyu gövde gösterisi yaparak psikolojik tacizde bulunurken, askeri zırhlı araçlar cuma namazı için toplanan Müslüman Kardeşler'i çepeçevre sardı. Mursi destekçileri, basın-yayın organlarının sansüre uğramasından ve ordu tarafından başlatılan 'cadı avı' neticesinde yaşanan toplu tutuklamalara isyandaydı. Mursi istifa edene kadar evlerine dönmeyeceklerini dile getiren muhaliflerin yerini, Müslüman Kardeşler'in almasıyla işler bir anda tersine döndü. 
Darbeden hemen önce sohbet ettiğimiz Mahmud bey, halkın taleplerinin yerine getirilmediğini belirterek, Mursi'nin hala istifa etmemiş olmasını eleştiriyordu. Mursi istifa ettiği takdire, destekleyeceği bir aday yoktu ama zaten önemli olan da bu değildi: "Adayımız yok. Liderimiz yok. Bu bir sivil hareket. Mursi bir gitsin, sonra halk ne istiyorsa o olur."
Bir sivil ayaklanma olarak başlayıp, ordu müdahalesi ile renk değiştiren gelişmeler, gidişatın ne yönde seyredeceği konusunda az çok ipucu vermişti. Ancak (şimdilerde her ne kadar bazı mecralarda askerin oynadığı rol sebebiyle tartışmalara sebep olmuş olsa da) devrim yapan Mısır halkının, esas talebinin ekmek, adalet ve demokrasi olduğunu unutmamak lazım. Bu noktada, darbe öncesi Cumhurbaşkanlığı konutu çevresinde düzenlenen Mursi karşıtı protestolara katılan Ahmed Osman'ın, halkın yönetimde aktif rol almasını istediklerini belirterek sarf ettiği sözleri hatırlatmakta fayda var: "Kanunları tek adam koymaz, halk koyar. Şu an ülkede bundan kaynaklı kriz yaşanıyor. İdare, halkın olmalı."

Sunday, July 14, 2013

“Hele kurulsun Ermenistan, Kürtlerden tek kişi kalmaz!” – Ayşe Hür (Radikal)

Haziran 1897′de Taşnak ve Hınçak komitacıları, Van’daki katliamlardan sorumlu tuttukları Mazrik aşireti lideri Şeref Bey’in obasına bir gece baskını yaptı.
Sason da Ermeni köylüler (1890'lar)
Sason da Ermeni köylüler (1890′lar)
Brüksel’de 29-30 Haziran tarihlerinde gerçekleşen Barış ve Demokrasi Konferansı’nda, Ermeni, Süryani ve Ezidi diyasporasının temsilcileri, ‘Barış Süreci’ne ilişkin görüşlerini dile getirdi. Ermeni Demokratlar Derneği (EDD) adına konuşan Hovsep Hayreni konuşmasının bir yerinde “Kürt aydın ve siyasetçileri sorunun etik bir boyutu olduğunu da görmeli ve soykırım öncesi Osmanlı’nın doğu vilayetlerinden bahsederken Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan bileşkesi olduğu gerçeğine saygılı bir dil tutturmalılar” dedi. Bu yazı, Hovsep Hayreni’nin ne demek istediğini merak edenler için.
Ermeniler, Osmanlı egemenliği altına girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı olarak Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’l-Aziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda Kürtlerin de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu olmasına karşın, Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında sadece İstanbul’da büyükçe bir grup oluşturuyordu.
Ermenilerin çifte vergi yükü 
II. Mahmut döneminde (1808-1839) devlet asker ve vergi toplama usullerini değiştirdiğinde Doğu vilayetlerinde huzursuzluk arttı. Ermeniler görece varlıklı oldukları için vergilerini ödemekte sorun yaşamıyordu ama Kürt beyleri kendi vergilerini de Ermenilerden aldıkları haraçlarla ödemeye yönelince Ermeniler çifte vergi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya geldi. Bu durum yıllar içinde ciddi bir sorun halini almış olmalı ki, 1868’de Geghi (Kiğı) kasabasını ziyaret eden Herman N. Marnum adlı bir misyoner şöyle yazmıştı raporuna: “… Bu yöreyi Kürtler tamamen istila etmiş durumda. Kürtler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yapıyorlar, gözlerini kırpmadan cinayet işliyorlar. Yerel makamlar, merkezi idareden çok uzak bir yerde oldukları için çok yozlaşmışlar…”

Aynı şekilde, 1872’de Ermeni Cismani Meclisi tarafından Bab-ı Âli’ye sunulan bir raporda Kürtlerin ve Çerkezlerin Ermenilere ve bölgedeki diğer etnik gruplara yönelik saldırılarından şikâyet ediliyor, bu grupları etkisiz bırakmak için bazı önlemler alınması isteniyordu. Bunlar arasında Osmanlı-İran sınırına ve Kürdistan’ın bazı bölgelerine kışlalar inşa edilmesi de vardı.
1878 Berlin Antlaşması 
II. Abdülhamit’in tahta geçişinden bir yıl sonra patlak veren 1877- 1878 Osmanlı Rus Savaşı (‘93 Harbi’) Kürt-Ermeni ilişkilerini daha da gerginleştirdi. Savaş, Kürdistan’da büyük bir yıkım yarattı. Yetişkinlerin savaşa alınması, ağır vergiler ve ardından gelen yenilgi ekonomik yıkıma, açlığa ve sefalete sebep oldu.
Bütün bunların sonucu Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah’ın isyanı oldu. Şemdinanlar Nakşibendiliğin Halidiye koluna bağlıydı. Şeyh Ubeydullah’ın huzursuzluğunu pekiştiren olaylardan biri bölgede bir Ermeni devletinin kurulacağı söylentisiydi. Bu korkunun temeli 93 Harbi’nden sonra imzalanan iki anlaşmaydı. Bu anlaşmalara göre Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerin yoğun olduğu eyaletlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti ediyordu. Ermeniler bu maddelerden memnundu ancak Kürtlerin hissiyatını Heci Kadir Hoyi adlı bir şair şöyle dillendirmişti: “Cizre ve Botan yani Kürtlerin yurdunu/Ermenistan yapacaklar, yüzlerce kez yazık/Kuran’a yüz kez ahd olsun ki hiç gayret kalmamış/Hele kurulsun Ermenistan, Kürtlerden tek kişi kalmaz…”
Şeyh Ubeydullah’ın bir Osmanlı memuruna serzenişi de bu ruh halini açıkça yansıtıyordu: “Bu duyduklarım da ne? Ermeniler Van’da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nasturiler de kendilerine İngiliz tebaası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim.”

Şeyh Ubeydullah isyanı 
1879’da kötü geçen hasadı bahane eden Şeyh, önce vergi sistemini değiştirmek için devletle pazarlığa başladı, istekleri yerine gelmeyince Nasturilerin de desteğini alarak hem Osmanlı Devleti’ne hem de İran’daki Kaçar Devleti’ne isyan ettiğini açıkladı.
İsyan sırasında bağımsızlık hayaline kapılan bazı Ermeniler, Kürtlerle merkezi devlete karşı ortak mücadele için bazı adımlar attılar ama ittifak kurulamadı. Albay Everett 25 Haziran 1880 tarihli mektubunda şöyle anlatıyordu durumu: “Bir Kürt-Ermeni ittifakını uzun süre reddettim. Birbirine bu kadar düşman görünen iki ırk arasında uyum olması bana olmayacak bir şey gibi geliyordu, ama ticaret bahanesi kullanılarak Dersim Kürtleriyle ve Mirza Bey’den başkasının olmayacağını düşündüğüm, Muş yöresinde güçlü bir aşiret reisiyle görüşmeler sürdürülüyor. Bir aydan süredir Şeyh Ubeydullah’la ilişkiler kurulmuş durumda.”
Kürt-Ermeni ittifakı kurulamamıştı ama Şeyh Ubeydullah’ın kendi kuvvetlerine, harekât sırasında Ermenilere ve Süryanilere dokunulmamasını emretmesi bir Hıristiyan kıtalini önlemişti. Sonuçta Kürtler Osmanlı ordularına karşı direnemedi. Uzun bir pazarlıktan sonra Şeyh Ubeydullah hac bahanesiyle Medine’ye sürgüne gönderildi. Şeyhin yenilgisi, Kürt toplumunda yeni bir iktidar boşluğu doğurdu. İktidar boşluğu daha büyük düzensizlik, kanunsuzluk ve kargaşaya sebep oldu.

İlk Ermeni partileri 
Aynı yıllarda Ermeni toplumu da huzursuzdu. 1888’de bir misyoner şöyle yazmıştı: “Açgözlü bir idarenin (İstanbul’un) sürekli artan talepleri ile yağmacı (Kürt) komşuların acımasızlığı arasında sıkışıp kalmış olan bu köylüler…” Sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni tebaasına verildiği sözleri yıllardır yerine getirmediğini ileri süren bazı genç Ermeniler, Cenevre ve Tiflis’te ilk devrimci derneklerini kurdu. Ardından 1885’te Armenakan, 1887’de Devrimci Hınçak, 1890’da Taşnaksütyun partileri kuruldu.

1894 Sason Olayları 
İşte bu tarihlerde, II. Abdülhamit’in önünde duran en önemli sorun Doğu vilayetlerinde düzeni yeniden tesis etmekti. Tanzimat’ın ‘Aydınlanmacı’ ideolojisini terk eden Abdülhamit, Sünni İslam dairesinde oldukları için doğal müttefik kabul edilen Kürtleri ‘eğiterek’ ve ‘örgütleyerek’ devleti eski gücüne kavuşturmayı planlıyordu. Eğitim işi, 1892’de kurulan Aşiret Mektepleri, örgütlenme işi de 1891’de Rusya’daki Kazak alaylarından esinlenerek kurulan Hamidiye Hafif Süvari Alayları aracılığıyla yapılacaktı.
Alayların kurulduğu yıl Hınçak militanlarından Mihran Damadyan nüfusun yarısının Kürt, yarısının Ermeni olduğu Bitlis yöresine giderek 1878 Berlin Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yapmaya söz verdiği Ermeni Islahatı’nı bir türlü başlatmamasından şikâyetçi olan Ermeniler arasında çalışmaya başladı. Hamidiye Alayları ve yerel Kürt çeteleri Ermeni mallarını ve mülklerini gasp ediyor, ailelerini taciz ediyordu. Kısacası ortam barut fıçısı gibiydi, iş kıvılcımı çakmaya kalmıştı. 1894’te, Sason’da (o zamanlar Bitlis’e bağlıydı, bugün Batman’a bağlı) başlayan toplumlararası çatışmalar, Hınçakların katkısıyla kısa sürede tüm bölgeye yayıldı. Ama nüfusun çoğunluğunu oluşturan, askeri birlikler halinde örgütlenmiş ve silahlı olan Kürtler ve merkezi ordular işbirliği halinde Ermenileri ezmeyi başardı. Olaylarda binlerce Ermeni hayatını kaybetti. Ölümlerin hepsi çatışmalar sonucu olmamıştı. Açlık, hastalık ve yokluk nedeniyle de ölenler pek çoktu ama cesetlerin çukurlara doldurulup benzinle yakılması yüzünden hiçbir zaman gerçek sayı ortaya çıkmadı. Ermeni kayıplarını 80 bin olarak gösteren Kayzer II. Willhelm gibi II. Abdülhamit dostu kaynakların yanı sıra, 100 bin ila 200 bin arasında ölü olduğunu söyleyen Britanya ve Fransız konsolosluk raporları vardı. (Ermeni Patrikhanesi’nin rakamı 300 bine çıkarması ile eski diplomat-yazar Kamuran Gürün’ün 8.700 Ermeni ile 1.800 Müslüman’ın öldüğünü söylemesi ise uç örnekler olarak kabul ediliyor.)
Mayıs 1895’te, İngiltere, Rusya ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’na bir nota vererek, 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi uyarınca, Vilayat-ı Sitte’ye gayrimüslim tebaadan yöneticilerin atanmasını istedi. Bu talepler gönülsüzce de olsa yerine getirildi. Ama Ermenilerin çilesi bitmemişti. Harput’taki misyoner kolejinin yöneticisi “Kürtler köyleri yağmalıyor… Kürtler bütün yaptıkları için devletin onayının ve otoritesinin arkalarında olduğunu iddia ediyorlar” diyordu.
Bir süredir toplumlararası çatışmaların sürdüğü Van’da, 18-21 Haziran 1896 günlerinde şehrin Ermeni erkekleri üç bölüğe ayrıldı ve sınıra doğru yürüyüşe geçirildi. Grup Xanasor mevkiinde Kürt Mazrik aşiretinin silahlı adamları tarafından kuşatıldı. Büyük kayıplar veren Ermeniler bu olayın intikamını almakta gecikmedi. Haziran 1897’de Taşnak ve Hınçak komitacıları Van’daki katliamlardan sorumlu tuttukları Mazrik aşiret lideri Şeref Bey’in obasına bir gece baskını yaptı. Ermeni çetecilerinin gece yarısı kör ateşinde sadece kadınlar ve çocuklar öldü, çünkü Şeref Bey ve adamları baskını haber alıp kaçmıştı.
Naci Kutlay’a göre 1894-96 yıllarındaki baskılar ve öldürme olayları özellikle Kürt aydınlarını harekete geçirmişti. İTC’deki Kürt aydınlardan Abdullah Cevdet’in ‘Dr. S.’ imzasıyla 8 Haziran 1898 tarihli Troşak’ta yayımlanan ‘Kürtlere Çağrı’ başlıklı yazısında “Ey Kürtler! Bu asır bilim asrıdır, dağlar içinde bilgisizliğin vakti geçmiştir (…) Sultan Hamid ne halifedir ve ne de padişahtır. O bir caniden başka bir şey değildir ve bu cani size Ermenileri öldürün diyor, fakat siz niçin ‘biz komşularımızı öldürmeyiz’ diyemiyorsunuz? (….) Ermeniler zülme karşı çıkmakta ve bu uğurda kanlarını dökmektedirler. Peki siz niçin halen hareketsiz duruyorsunuz? (…) Ermeniler sizin dostunuzdur. Siz onlarla birlikte 2000 senedir yaşamaktasınız. Bunun için Ermeniler size dost komşulardır…” diyordu.
İşte Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’in arifesinde Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan coğrafyasında durum böyleydi. Hovsep Hayreni’nin ‘etik sorun’ olarak kodladığı Kürt-Ermeni ilişkilerinin 1915’te aldığı hali de önümüzdeki hafta anlatmaya çalışacağım.

Özet Kaynakça: Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, İletişim Yayınları, 2010; Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıl’dan Günümüze Ermeni Kürt İlişkileri, Çeviren: Bedros Zartaryan, Med Yayınları, 1992; Ermeni Katliamları Raporu 1894-1895, İstanbul’da Görevli Altı Büyükelçiliğin Ortak Hazırladığı İstatistik, Hazırlayan P. F. Charmetant, Peri Yayınları, 2012; Naci Kutlay http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=3455/

Wednesday, July 10, 2013

ALAIN BADIOU: TÜRKİYE HALKLARI AYAĞA KALKIYOR!



 
Fransız Marksist düşünür Alain Badiou, Gezi Parkı direnişiyle başlayan Türkiye’deki büyük halk ayaklanmasını Yarın’a değerlendirdi.
19 - 06 - 2013 |  
Tüm Türkiye’de eğitimli gençliğin büyük bir bölümü şu anda hükümetin baskıcı ve gerici uygulamalarına karşı büyük bir harekete öncülük ediyor.Bu benim ‘Tarihin Uyanışı’ adını verdiğim önemli bir andır. Dünyada pek çok ülkede bir kısım entellektüel ve orta sınıf tarafından eşlik edilen ortaokul,lise, üniversite gençliği Mao’nun meşhur sözüne yeniden hayat veriyor: ‘İsyan etmek haktır.’ Alanları,sokakları ve sembolik yerleri işgal ediyorlar; yürüyorlar, özgürlük, ‘gerçek demokrasi’ ve yeni bir hayat arzuluyorlar. Hükümetin muhafazakar politikalarından vazgeçmesini yoksa istifa etmesini istiyorlar. Devletin polisinin şiddetli saldırılarına karşı koyuyorlar.
Bunlar benim doğrudan ayaklanmanın özellikleri dediğim: popüler devrimci politik hareketin potansiyel güçlerinden biridir-eğitimli gençlik ve maaşlı küçük burjuvanın- kendi adına gerici hükümete karşı çıkmasıdır. Şunu içtenlikle söylüyorum: bunu yapmak haktır! Ama bunu yapmak önümüze bu başkaldırının süresi ve ölçeği sorununu çıkarmaktadır. Harekete geçmek doğrudur, ama düşünsel bağlamda ve gelecek için bunun asıl sebebi nedir?
Bütün sorun bu cesur ayaklanmanın gerçek bir tarihi ayaklanmanın yolunu açıp açamayacağıdır. Ortak sloganlar altında yalnızca bir değil yeni devrimci politikanın pek çok aktörünü (örneğin eğitimli gençlik ve orta sınıf, işçi sınıfı gençliğinin geniş kısmı, işçiler, kadınlar, düşük ücretli çalışanlar, ve daha pek çoğu) bir araya getiren ayaklanma tarihidir, sadece Tunus ve Mısır’da gördüğümüz budur ki mücadelenin sonucu bu ülkelerde hala belirlenmiş değildir. Bu doğrudan isyanın kitlesel bir topluluğa doğru ilerlemesi yeni bir örgütlülükle düzenlenen bir politika olasılığı yaratıyor, sürdürülebilir bir politika, halkın gücüyle poltik fikirlerin paylaşımını kaynaştıran ve böylece ülkenin genel durumunu toptan değiştirebilecek güce ulaşıyor.
Biliyorum ki bir kısım Türk arkadaşlarımız bunun tamamen farkındadırlar. Özellikle şu üç şeyi biliyorlar: yanlış bir çelişkiyi göz önünde bulundurmamalı ; hareket ‘Batı Arzusu’ yoluna girmemeli. Şu anda bilinmeyen politik örgütlenme formları yaratarak halk kitleleriyle, işçilerle, küçük işverenle, kadınlarla, çifçilerle, işsizlerle, yabancılarla, ve daha fazlasıyla, kendi arasındaki bağı kurmalıdır.
Örneğin bugün Türkiye’de asıl çelişki muhafazakar İslam diniyle ve düşünce özgürlüğü arasında mıdır? Böyle olduğunu düşünmenin tehlikeli olduğunu biliyoruz, ama her şeyin ötesinde kapitalist Avrupa’da genel kanı bu şekildedir. Tabi ki, mevcut Türk hükümeti baskın dine bağlılığını açıkça beyan ediyor. Bu İslam dini, fakat sonuçta bu bilindik bir olaydır: bugün bile, Almanya Hristiyan demokratlar tarafından yönetiliyor, Amerikan başkanı yeminini İncil üzerine ediyor, Rusya’da başkan Putin sürekli Ortodoks din adamlarını tatmin etmeye çalışıyor, ve İsrail hükümeti Yahudi dinini kullanıyor. Gericiler her yerde ve her zaman dini, popüler kitleleri yanlarına çekmek için kullandılar; bunun özellikle ‘İslam’la ilgisi yok. Ve bu hiçbir şekilde din ve düşünce özgürlüğü arasındaki karşıtlık Türkiye’deki şu anki mevcut muhalefeti bu şekilde görmeye sebep olmamalıdır. Net olarak ortaya konması gereken dinin gerçek politik sorunları gizlemek için kullanılması, kitleler ve Türk kapitalizminin oligarşik yapılanması arasındaki temel çatışmanın gölgede bırakılmasıdır. Deneyimle sabittir ki, din kişisel, özel inanç açısından özgürlük politkalarına uyumlu değildir.Bu hoşgürü eğilimiyledir ki, din ve devlet erkinin karıştırılmaması ve insanların kendi içinde dini inanç ve siyasi kanaatleri arasında ayrım yapmaları, varolan ayaklanmayı tarihi bir başkaldırı niteliğine ve yeni bir politik yol icat etme yoluna sokmalıdır.
Benzer bir şekilde, arkadaşlarımız son derece emin oldukları, şu an Türkiye’de yaratılan şeyin ABD, Almanya ya da Fransa gibi zengin ve güçlü ülkelerde hali hazırda var olan şeyin arzusu olamaz. ‘Demokrasi’ kelimesi bu bağlamda muğlaktır. İnsanlar toplumun gerçek bir eşitliğe yürüyen yeni bir örgütlenmesini mi icat etmek istiyorlar? ‘Dini’ hükümetin kölesi olduğu, fakat Türkiye’de, Fransa’da da görüldüğü ve tekrarlanabileceği gibi din karşıtı kesimlerin de hizmet ettiği kapitalist oligarşiyi mi yıkmak istiyorlar? Ya da merkez Batı ülkelerinde orta sınıfın yaşadığı gibi mi yaşamak istiyorlar? Hareket toplumsal eşitlik ve özgürlük fikriyle mi yönlendiriliyor? Yoksa Batı-tarzı bir ‘demokrasinin’ temel dayanağı olan ve sermayenin otoritesine tamamıyla bağlı olan yerleşik bir orta sınıf yaratma arzusu mudur? Gerçek politik anlamıyla bir demokrasi mi kurmak istiyorlar, zenginler ve toprak sahipleri üzerinde halkın gerçek gücünü uyguladığı, yoksa şu anki batılı anlamda en vahşi kapitalizm etrafında bir anlaşma, yeter ki orta sınıf da bundan payını alabilsin ve iş dünyasının temel işleyişlerine, emperyalizme, ve dünyanın yokedilmesine karışılmadığı sürece istediği gibi yaşayıp konuşabilsin? Bu seçim şu anki başkaldırının sadece Türk kapitalizminin modernleşmesi ve dünya pazarına uyumlu hale gelmesi, yaratıcı bir özgürlük siyasetine uyumlanıp Komünizmin evrensel tarihine yeni bir hız verip vermeyeceğini belirleyecektir.
Ve bunun için nihai kriterler aslında geyet basittir: eğitimli gençlik onları tarihi bir ayaklanmanın diğer potansiyel aktörlerine yakınlaştıracak adımları atmalıdır. Hareketlerinin heyecanını kendi sosyal varlıklarının dışına yaymalıdırlar. Geniş kitlelerle birlikte yaşam, düşünce, yeni siyasetin pratik yeniliklerini paylaşım araçları yaratmalıdırlar. Kendi çıkarları için içlerinde yükselen ‘Batı’ tipi demokrasiye uyum sağlama arzularından (ki bu dünya sermaye ve mal pazarına uyum sağlamış bir oligarşik gücün basit, kendine çıkarına hizmet eden, seçilen ve kusurlu bir demokrasinin müşterisi olan orta sınıfın varolmasını sağlamak arzusudur) vazgeçmelidirler. Buna kitlelerle bağ kurmak denir. O olmadan, şu anki hayranlık uyandıran ayaklanma daha uyumlu ve köleliğin daha tehlikeli bir haline dönüşerek sona erer: bizim kendi kapitalist toplumlarımızda alışık olduğumuz gibi.
Biz Fransa’nın, emperyalist Batının diğer ülkelerinin, entellektüel ve militanları olarak sizden bizimkine benzer bir durumun ortaya çıkmasından sakınmanızı rica ediyoruz. Size, sevgili Türk arkadaşlarımıza diyoruz ki; bize yapacağınız en büyük iyilik bu ayaklanmanızın sizi bizim olduğumuzdan daha farklı bir yere götürdüğünü kanıtlamanızdır. Yani bugün bizim yaşlı, hasta ülkelerimizin içinde olduğu maddi ve entellektüel anlamda çürümenin mümkün olmadığı bir durum yaratmaktır.
İyi ki , modern Türkiye’de arkadaşlarımız arasında bizim gibi olmak gibi bir yanlış hevesten uzak duracak etmenlerin olduğunu biliyoruz. Bu büyük ülke, uzun ve çileli tarihiyle bizi şaşırtabilir ve şaşırtmalıdır da. Politik ve tarihi bir yeniliğin hayat bulması için ideal yerdir.
Yaşasın Türk gençliğinin ve yoldaşlarının ayaklanması! Yaşasın geleceğin siyasetinin yeni yuvasının yaratılışı!