Monday, April 28, 2014

Geçmiş Uzak Gelecek Yakındır. Ya HDP?

W. Benjamin’in  Marksizm içinde  biraz nazire barındıran ‘tarih treninin acil frenini çekme işi’, metaforik eylem olarak  trenin nasıl ele geçirileceği konusunu boş bırakır. Boş bırakması W. Benjamin’in tarihi kavrayışından ileri gelmez, tersine tarihin pratiğinden gelir. Gerçi  devrimlerin acıklı hikayesi; devrimlerin teorisini konuşmaktan, pratiğine pek yer bırakmamıştır ama genede tarihin bıraktığı pratiğin boşluğu; on yılları alan bir meşgul olma sorunun hayatın her kırılma anında gelir ve dayatır. Böyle dramatik kırılma anlarında bile bakarsınız, devrimin sözlü tarifi, pratik eylemini speküle eder ve devrimin sorunları fikri sorunlara dönüşür. Artık en ‘huysuz’ devrimcisinden, en  orta yaş kemaline ermiş toleranslı solcusuna acık kapı bırakan bir siyaset okuması kaçınılmaz olur. Üstelik siyasi ekipmanlar seçimin bir parçası kılınırken, insan bir malzemeye dönüşürken, tarih trenine el sallama  yeni trendler halini almışken.
Tarih trenini ‘korsan bir eylemle’ ele geçirmek isteyenlere ‘kaçak yolcu’olmak teori okumasına dönüşür. Oysa o trene kaçak binenlerin de akibeti, trenin bir sonraki durağında, tarihin kondüktörü tarafından pencereden atılarak ‘düşmek’olmuştu. Ancak bir ayrıntı var ki, kondüktörün mahareti; trenin istikametini demokratik yol ile tarifleyenlerin sözünü yerine getirmekten ibaretti. Bu hazin durum, üzüntülü bir hikayenin mükerrer  yazımıyla da sınırlı değil. Trenin ivmesi sadece fizik yasalarını ilgilendiren bir konu olmaktan öte, toplumsal bir ivme olarak, yeryüzü nüfusunun muazzam bir gerici zamanlara akışının ivmesine dönüşür. Burada tarihin ilerlediğini varsayanların iyimser aymazlar; üretim araçlarının gelişmesine ve devasa üretim oranlarına bakarak bu tarihten kendilerine burjuva dostlarıyla aynı sonuçları çıkartmakta beis görmezler. Bu yüzden  demokratlar, bir tren yolcusu ve makinistin dostudur.En çok nefret ettikleri ise; bir zamanlar Luddcuların yaptığına benzer, trenin raylarına dinamit döşeyip treni yoldan çıkartacak olan  ‘tarih sabotajcıları’dır.
Peki neden böyle bir genelleme biraz kızgınlık ve ironi ile başadı bu yazı?

Ya Göründüğün Gibi Ol ya da Olduğun Gibi Görün

HDP ile ilgili önceki yazıda; HDP’nin, eski ÖDP’nin bir tekrarı olduğunu yazmıştım. Burada kastedilen, HDP’nin yapısal yönü, siyaset dili ve tarzına dair benzetmeyle sınırlı değildi. En azından ‘HDP, ÖDP’nin Kürtlerle barıştırılmış halidir’ derken kastedilen, yapısallıkla sınırlı değildi. ÖDP;‘çok siyasetli, çok başlı ama ‘iyimser’ bir proje olarak doğduğunda onu meydana getirenlerin ilk tosladığı şey; ÖDP’nin neyi temsil edeceği, hangi siyaset alanına müdahil olacağı idi. Solculukla, sol -sosyal demokratlık arasında kendini tekrarlayan ÖDP, yüzünü sosyalizme dönük tutuğunu, sosyalizmle flörtünü sürdüreceğini söylese de  hatta  kendi içine kabul ettirse de; kitlelere özelikle de sosyalizme iyimser ve sempati ile bakan kitleye bir türlü kabul ettirememişti. Sosyal demokrat eğilimli kitle ise; ÖDP’yi kendinden menkul, bir acayip ve kendi  dünyasına ait olmayan bir parti görmüştü. Çok geçmeden ÖDP’de siyaset kuruculuğu, krizini sosyal demokrasiye yakınlaşmayla çözme çabasına girse de, solculuk alışkanlıklarıyla, sosyal demokrasiyi ikame edilemeyeceğini görüp, dağılmaya başlamıştı. ÖDP’nin amorf solculuğu hatayı başında yapmıştı; hem geleneklerini ve hikayelerini kaybetme ve ondan tecrit olma korkusu hem de liberal politikaların baskısı karşında kimliksiz ve siyaseten yeri ve tarifi olmayan bir yapıya dönüşmüştü. ÖDP  bugün oldukça zorlama ilişkilerle ayakta kalmaya çalışıyorsa bu daha başında çok ortaklı  ‘Halkla İlişkiler Şirketi’ olarak doğmuş olmasındandır. Demek ki ÖDP deneyiminin üst düzey tekrarı olan HDP, aynı akıbetle ve kimlik kriziyle daha  ilk seçim yarışında yüzyüze gelmiştir. HDP, BDP ile birleşip, Kürdümsü ve Türkümsü bir parti görünümünü alsa da  ÖDP’nin hazin sonu, HDP’nin sonu olacaktır.Bu herkesin bildiği bir sırdır.
Seçilme istemiyle kitlenin karşısına çıkmak, seçim partisi olmak, kendi güçlerini harekete geçirmekle karşılanabilecek bir durum olmadığını onlarca kez yaşanmış onca pratik varken; HDP’nin kendisini harekete geçirdiği güçler üzerinden okuması ve anlaması da oldukça manidar. Bu sığ ve pragmatik bakış, bir acemilik yada siyasi hovardalıktan gelmiyor, tersine HDP’yi meydana getiren projenin hayat dışılığından geliyor. HDP hayatın dışındandır çünkü solcuların partisidir. HDP hayatın dışındadır çünkü bir halk kitlesi yoktur ve olamayacaktır. HDP hayat dışıdır çünkü  seçkinlerin partisidir. HDP hayat dışıdır çünkü profesyonellerin partisidir. HDP hayat dışıdır çünkü kimliği yoktur.
Oysa siyaset alanı oldukça net siyasi tutumlarla ve programlarla yürütülebiliyor. HDP, kendini bir ÖDP olarak tekrarlamak yerine ÖDP deneyiminden sonuçlar çıkartsa  kendine yapabileceği iyiliği yapmış olacak.
Nasıl mı?
Siyaset bir program üzerinden yürüme  işi olduğuna göre; utangaç siyaset tarzının iflasını da görmeleri gerekir. Yani HDP, ÖDP’den kendine sirayet eden kimliksizliği aşmak ve bir kimlik içine oturmak durumundadır. Bu şu demektir; Türkiye’de CHP’nin yapısal olarak da, ideolojik olarak da, program ve pratik olarak da sosyal demokrat bir parti olmadığını tespit ediyorsanız, hatta milliyetçi politikalar güttüğünü tespit ediyorsanız, bu alanda doldurulması muhtemel ve olanaklı bir boşluk var demektir. Siz de bu boşluğu doldurmak üzere Sol-Sosyal Demokrat bir programa dönüşürsünüz ve kimliğinizi buraya kurarsınız. O zaman hedef kitleniz somutlaşır, CHP gerçekten tasfiye edeceğiniz alanını daraltacağınız bir hasmınız olur. Parlementoya buradan yürürsünüz. Hatta oldukça kalabalık milletvekili ile yürürsünüz. Siz de kimlik krizinizi nabza şerbet vererek aşmaktan  kurtulur ve siyaset alanında tutarlı bir mevziye oturursunuz. Harekete geçirdiğiniz güçleri yeniden düzenlersiniz. Böyle bir partiye, kendi içinde tutarlı bir partiye ihtiyaç yok mu? Mevcut siyaset alanında böyle bir partiye ihtiyaç olduğu hatta acilen ihtiyaç olduğu aşikar. Bunda utanılacak gevelenecek bir durum yok! Kötü olan kimiksizliğini solculukla-sosyal demokratlık arasında gizlemektir. Bu  bakımdan HDP’ye zarar, HDP’yi eleştiren ve mesafe koyan sosyalistlerden gelmez tersine bizzihati onun siyaset kuruculuğundan gelir. Gelecektir de.

Ya da

Tutarlı devrimci politikalara sarılır, seçim, katılım avuntusundan kurtulup, direnme hattına geçersiniz. Sokakla pragmatik değil, sahici ilişki kururar, devrimci cephenin inşa edilmesine omuz verirsiniz. Yani sosyalist kimliğinizi kurar ve devrimci alana çekilirsiniz. Küçük ama etkili politik atışları olan, sokağa sözünü dinletebilen bir partiye  dönüşürsünüz. Kürt Sorununu buradan kucaklayıp, Kürtlerin gözünde de itibarlı bir parti olursunuz, dahası Kürtlerin el mahkum taşıdığı parti olmaktan kurtulursunuz.  Bunlarla bilikte gerçekten bağımsız bir politik hatta sahip, özgüvenini kendinden ve sokaktan alan bir parti olursunuz. Böylece devrimin sözsel ve ” teorik”satışını taksitli yapıp, grup yapılarınızı da kandırmamış olursunuz. Yani, sözle devrimcilik, pratikle esnaflık yapmamış olursunuz.
HDP’li dostlar, yoldaşlar bu tür önerileri  ve daha gelebilecek onlarca önerileri bin kez okuyup, bin kez düşünsünler.
Çünkü tarih treninin raylarını yıkmaktan, parçalamaktan başka bir çarenin ve çözümün olmadığı bir dünyaya doğru  hızla yol alıyoruz. En azından devimciler böyle düşünüyorlar.
Bir de  HDP projesini içine sindiremeyen HDP’li devrimciler var ki, HDP bu insanları görmezden gelemez.
Bilirsiniz ki  büyüklere masallar, kendine söylenmiş yalanlardır. HDP masal partisi olmaktan tez elden kurtulmakla mükelleftir…

Friday, April 25, 2014

Mustafa Kemal: Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur

Ayşe Hür, Cumhuriyet’in azınlık karnesini çıkardı…

Mustafa Kemal: Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur

Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının köklerinin ne kadar derinde, dallarının ne kadar yaygın olduğunu biliyorum. İktidar partisinin tepkileri yatıştırmak için kullandıkları “Yargıtay aşaması” sürecinin nasıl biteceğini de tahmin ediyorum. Çünkü hem AKP’nin Ergenekonlaşmış bu devletle giderek nasıl bütünleştiğini görüyorum, hem de Yargıtay’ın Pınar Selek, Uğur Kaymaz, Baskın Oran, N.Ç. başta olmak üzere daha nice dava hakkında verdiği kararları biliyorum. Bu hafta Cumhuriyet tarihi boyunca, devletin gayrımüslimlere karşı işlediği suçların özet bir dökümünü yapacağım. Böylece işimizin ne kadar zor olduğunu görüp tekrar derlenip toparlanalım.

» 16 Mart 1923’te, Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi. Böylece Cumhuriyet’in azınlık politikalarının çerçevesi belirlenmiş oldu.

» Haziran 1923’te, Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konuldu.

» Eylül 1923’te, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.

» Aralık 1923’te, Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.

» 24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi “Türk bulunma” meselesine bağlandı.

» 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı.

» 3 Nisan 1924’te, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların üçte biri işsiz kaldı. (İşsiz kalan Ermeni avukat sayısı öğrenilemedi.)

» 29 Ocak 1925 gecesi, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna gitmeyen biri olmasıydı. Bu durum, Yunanistan tarafından Lozan’ın ihlali olarak La Haye Adalet Divanı’na ve Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ancak Türkiye’nin “Patrikhane’yi de sınırdışı etme” tehdidi savurması üzerine Yunanistan şikâyetlerini geri çekti ve Patrik “kendi isteğiyle istifa etmiş” gibi yapılarak konu kapatıldı.

» 22 Nisan 1926’da, ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrımüslimler işten çıkarılmaya başlandı. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumların sayısı beş bindi.

» 17 Şubat 1926’da, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandılar.

» 1 Ağustos 1926’da, devletin Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi.

» 17 Ağustos 1927’de, Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun sahibi Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanya başlatıldı. Bazı Yahudiler “Türklüğe hakaret ettikleri” gerekçesiyle mahkemeye verildiler.

» 13 Ocak 1928’de, rejimin gözüne girmek isteyen bir grup Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca, birden vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlar asılmaya başladı. Dönemin gazetelerinde “Türkçe Konuş!” hitabına tahammül edemeyen “sözde vatandaş”lardan şikâyet ediliyordu. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok gayrımüslim hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı.

» 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler doktorluk yapamaz oldular.

» Eylül 1929’de, Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı.

» 1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.

» 18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi.

» Ekim 1930’daki Belediye seçimleri sırasında yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olması üzerine, iktidardaki CHF şiddetli bir gayrımüslim karşıtı kampanya başlattı. Parti kuruluşundan 99 gün sonra kendini feshetmek zorunda bırakıldı ama gayrımüslimlere kızgınlık bitmedi.

» 11 Haziran 1932’de, yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını kapsıyordu.

» Kasım 1932’de, İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.

» 1933’te, Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmesi mümkün olmadı.

» 14 Haziran 1934’te, kabul edilen ve ülkeyi “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar” (has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrımüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskân Kanunu’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.

» 21 Haziran-4 Temmuz 1934’de, Irkçı Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Olaylar yatıştığında bilanço ortaya çıktı. CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya ve Çanakkale’de yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mallarını yağmalarda, mülklerini ise yok pahasına sattıkları için kaybetmişlerdi.

» 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askerî Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak” idi.

» 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve “Türk soyundan olmak” haline dönmüştü.

» Ağustos 1938’de, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu.

» 1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde yaşayan gayrımüslimler büyük şehir merkezlerine nakledildiler. Büyük şehirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda kaldı.

» Temmuz 1939’da, Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler.

» 8 Ağustos 1939’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 ağustosta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken CHP’ye yakın Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı.

» 28 Aralık 1939’da, Erzincan’daki büyük depremde onbinlerce kişinin öldüğünü duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi.

» 12 Aralık 1940’ta, Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan “yüzen tabut” namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.

» 22 Nisan 1941’de bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrımüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşları ve subayların sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti. 20 Kur’a İhtiyatlar denen bu “askerler”, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar ve ancak 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler.

» 15 Aralık 1941, Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudi’sini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi Türk makamlarının yolcuların karaya çıkmalarına izin vermemeleri üzerine, 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra zorla Karadeniz’e çıkarıldı. 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edilen Struma 24 Şubat 1942 günü, saat 02:00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Parita, Salvador ve Struma gibi mülteci gemilerine reva görülen muamele, aynı zamanda Türkiye Yahudilerine verilmiş bir mesajdı.

» 11 Kasım 1942’de, Şükrü Saracoğlu Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrımüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar süren “Varlık Vergisi Faciası” sırasında kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.

» 1946 yılında ilk kez üniversite mezunu gayrımüslimlerin yedek subay olarak askerlik yapmasına izin verildi. Bu demekti ki, daha önce gayrımüslimlere bu yol kapalıydı. Ancak o tarihten bu yana TSK’da gayrımüslim bir komutana rastlanmadı.

» 1946’da, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu sorunun çözümüne geçilmeden önce Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrımüslimlerden arındırılmalıydı.

» 1948’de, Yahudiler yeni kurulan İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardın onları kaçırtmak için her şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü basın bu sefer de göçmek isteyenleri “hain” gösteren yayınlara başladılar.

» 6-7 Eylül 1955 günlerinde, Kıbrıs’la ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul Rumlarına yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç, kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300 kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar liraydı.

» 1964’te, Kıbrıs Olayları’nın etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan “Dostluk Antlaşması” bir hükümet genelgesiyle, Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edildi. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı on binlerce Rum sınırdışı edildiler. Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilmişti. Onlarla evli Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi terk etmesiyle Rum cemaati yok olma noktasına geldi.

» 1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda Türkiye’deki gayrımüslim vatandaşlar “Türk olmayanlar” olarak değerlendirildi.

» 1984’te, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun masraflarını karşılayamadığını söyleyerek kapatılması için izin istedi ancak o güne kadar okulu kapatmak için elinden geleni yapan hükümet, Lozan Barış Antlaşması, diğer ikili anlaşmalar açısından ve “mütekabiliyet ilkesi” açısından bunun mümkün olmadığını ileri sürerek, bu talebi kabul etmedi. Bugün bir tek öğrencisi olmadığı halde Milli Eğitim Bakanlığı’nca atanan okulun Türk yöneticisi her gün göreve gitmekte. Patrikhane de okulu açık tutmak için masraf yapmaya devam etmekte.

» 1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen “Melek Tavusa Tapan” Yezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı.

» 2000’li yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önde gelen konularından biri “Misyonerlikle mücadele” idi.

» 15 Kasım 2003, Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü, 300’den fazla kişi yaralandı.

» 5 Şubat 2006, Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

» 19 Ocak 2007’de, AGOS’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü.

» 18 Nisan 2007, Malatya’da yedi “milliyetçi” genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını vahşice öldürdüler.
Şimdi bu tarihçeye bakınca Hrant Dink Davası’ndan çıkan karara şaşırılır mı? Sizi bilmem ama başta da dediğim gibi ben şaşırmadım. (Taraf)

Thursday, April 24, 2014

Kolektif Suçluluk ve Ermeni Soykırımı Üzerine Sosyal Psikolojik Bir Analiz: Suçlu Olan Kim: Hepimiz Suçlu Muyuz?




Hannah Arendt meşhur Heidegger eleştirisinde suçluluk duygusu üzerinde yoğunlaşır ve şu cümleyi kurar: “Herkesin suçlu olduğu noktada, kimse suçlu değildir.” [1]İnsan hissiyatı ceddinin geçmişini düşündüğünde, suçluluk hissedebilir mi? Bireylerin suçluluğu hissetmesi için yapılan yanlışta kişisel bir payı olması, ki ulusların geçmişi konu olduğunda çoğu zaman imkansızdır, şart mıdır?

Sosyal psikoloji çalışmaları ilk adımda suçluluk duygusunun bireysel analizine odaklanır. Bireysel yanlışlar üzerine yapılan duygu analizi çalışmaları suçluluk duygusunu öz-bilinçli duygu olarak tanımlar[2]. Suçluluk, insanın kendi davranışına bir kıymet, takdir biçebilecek benlik hissiyatını gerekli kılar. Bu kendi davranışına kıymet biçme hali, kişinin ahlaki sınır ihlallerinden doğan değerlerine bağlıdır. Birey, benliğin özgül özellikleri ve davranış arasında oluşan uçuruma takılır kalır. Bu noktada kişinin benlik değerlendirimi, davranışının ahlaki sınır ihlallerinin ayırdına vardığında suçluluk duygusunu üretir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken bir nokta var; o da suçluluk duygusunun dışa güdümlülüğü. Ahlaki sınırları düşündüğümüzde bir anlamda kişinin davranışının kurban üzerindeki etkisi suçluluk duygusunu yaratıyor. Mühim nokta yapılan yanlışın benlik kavramı üzerinden sonuçlarındansa (bunu yaptığım için kötü bir insanım gibi), bu yanlışların kurbana olan etkisi (bu kötülüğü yaptığım için o insan acı çekti gibi). Tam da bu sebeple suçluluk, odak noktası yapılan yanlışlar olduğundan kurban için telafiyi de beraberinde getirmeli.[3] Kabul ve telafi iradesi ile birlikte suçluluk duygusunun bir diğer önemli tarafı da empati. Suçluluk-empati ilişkisi üzerine karşıt argümanlar olsa da ortaklaşılan noktalardan birisi bu korelasyon ilişkisi.[4] Suçluluk ve empati ortaklığı, başka bir insanın hüsranının takdirinin kökeninde empatik tepkiden kaynaklı distres olduğu üzerine yoğunlaşır. Hatta bu telafi iradesi ve suçluluk duygusunun dışa güdümlülük özelliği empatik anlayış tarafından desteklenir. 

ÇOK YÖNLÜ BİR KAVRAM OLARAK MİLLİ KİMLİK VE KOLEKTİF SUÇLULUK - BENLİK SINIFLANDIRMA SÜRECİ        
Kolektif suçluluk alanındaki ilk sosyal psikolojik çalışmaların temel sorusu hangi koşulların grup merkezli suçluluk duygusuna neden olduğu üzerine.[5] Bu çalışmalar toplumsal kimlik ve sınıflandırma kuramlarından yola çıkarak[6], kişinin dâhil olduğu grubun diğer üyelerinin geçmiş davranışlarının birey üzerinde belirgin etkileri olabileceği üzerinde duruyor. Bu etkilerin temel nedeni dâhil olunan grubun üyeliğini benlik kavramı çerçevesinde içselleştirilmesi, milli kimlik gibi kimliklere bürünmesidir.

Bu çalışmalardan birinde katılımcılar Hollanda’daki bir üniversiteden seçilmiş. Deneyden önce çok ve az milliyetçi olanlar katılımcılar seçilmiş ve ayrıştırılmış. Milliyetçilik değeri sekiz öğeli bir anket ile, Hollanda tarihi manipülasyonu ise Hollanda’nın Endonezya sömürgeciliği tarihi özeti ve sömürgecilik zamanlarından iki fotoğraf ile yapılmış. Deneyden önce inanılırlığı artırmak için bu tarih özetinin güvenilirliği yüksek tarihçiler tarafından yazıldığı da belirtilmiş. Endonezya’daki Hollanda sömürgeciliğinin artılar ve eksileri üzerinden olumlu, olumsuz ve belirsiz tarih özetleri sunulmuş. Artılarını içeren özette “Hollanda muteber bir hukuk sistemine kavuşmuştur” veya “Hollanda Endonezya’nın altyapısını geliştirmiştir” gibi bilgiler kullanılmış. Eksilerini içeren özette ise “Hollanda Endonezya toprağını sömürmüştür” veya “Hollanda birçok Endonezyalının ölümüne sebep olmuştur” gibi ifadeler kullanılmış. Burada üzerinde durulan ilişki kişinin dâhil hissettiği grubun geçmiş davranışlarının ve bu gruba duyulan bağlılığın kolektif suçluluk üzerindeki etkileridir. Deneyin sonunda beklenildiği gibi az veya çok milliyetçi katılımcılar olumsuz tarih özeti sunulduğunda suçluluk hissetmişler. Belirsiz tarih durumu ise daha ilginç: Benlik sınıflandırması kuramından yola çıkarsak çok milliyetçi olan kesimin daha fazla suçluluk hissetmesi gerekirken, az milliyetçi olan katılımcılar daha fazla suçluluk duygusu hissediyor. Milliyetçiliği yüksek kesimde olumlu bir toplumsal kimlik edinme isteği daha fazla. Tam da bu nedenle olumsuz tarih özetini reddedecek yollar arıyorlar. Bu yöntemler iki kimliklendirme çeşidi ile ifade edilebilir: “grubu yüceltme” ve “gruba bağlılık”.[7]  
       
GRUBA ELEŞTİREL BAĞLILIK MI GRUBUN YÜCELTİLMESİ Mİ?

Grubu yüceltme hali dâhil olunan grubun olağan tüm gruplar içinde en iyisi olduğu düşüncesine dayanır. Gruba bağlılık ise dâhil olunan gruba eleştirel bir yaklaşım içerir. Bu iki formun araştırılması Yahudi İsrailliler arasında yapılmış. Gruba bağlılık hali kolektif suçluluk deneyimi olasılığını yükseltirken, “aklama bilişleri”nin kullanımı grubu yüceltmek için kullanılmış. Kişinin geçmişini bilişsel olarak aklama hali " milletimin davranışlarının tanımı çok fazla acımasızlık içeriyor” gibi açıklamaları kapsıyor. Katılımcılar bu aklama bilişlerinin kullanımını ve Filistinlilere yapılanlardan dolayı suçluluklarını ölçen anketler doldurmuş.
      
Sonuçlar şunu işaret ediyor: grubu yüceltme formu kolektif suçluluk ile olumsuz, gruba bağlılık ve kolektif suçluluk olumlu bir ortaklaşma kurar. Grubu yüceltme formunda bilişsel aklama usullerinin kullanımı aracı bir rol üstlenerek artarken, eleştirel bağlılık ve kolektif suçluluk ilişkisinde azalır. Bu sonuçların işaret ettiği nokta şu: grubu yüceltme formunu kullanan bireyler meşrulaştırma yoluna giderken, ki bu da kolektif suçluluk deneyimi olasılığını azaltır, bir diğer taraftan da eleştirel bağlılık formu, kolektif suçluluk hissini daha olası kılar.
       
GEÇMİŞİN SORUMLULUĞU: "BİZ"İ SUÇLAMAK

Shelby Steele suçluluk duygusunu Amerikalı siyahi bir adam olarak kişisel öyküleri üzerinden araştırıyor ve “beyaz suçluluğu” üzerinden tartışıyor.[8] “Beyaz suçluluğu, daha geniş anlamda, haksız bir üstünlüğün farkındalığından doğuyor.” Yazının devamında beyaz olmanın tarihsel üstünlüğünün farkında olmanın kaçınılmaz olduğu ve ırksal suçluluk ile birlikte doğduğunun altını çiziyor. Geçmişin muhakemesi (Dersim Katliamı gibi) veya toplumdaki gruplar arası eşitsizlikten doğan ve hala devam etmekte olan gündelik faydalar (Türkiye’de yaşayan Türklerin Kürtlere göre sahip oldukları avantajlı sosyal konum gibi) dâhil olunan grubun yargılanmasına neden oluyor.  Wohl, Branscombe ve Klar geçmişin hak ihlallerinin sorumluluğunu almanın öneminin üzerinde duruyorlar. [9] Öte yandan gruplar bu sorumluluğu odak noktasını “biz”den “onlar”a kaydırarak saptırabilirler. Bu odağın konumlandırılması kolektif suçluluğun şiddetlenmesi veya hafiflemesi üzerinde oldukça etkilidir.
GEÇMİŞİN MEŞRUİYETİ
       
Geçmişi meşrulaştırmak suçluluk duygusunu hafifletmek, dış grubu, ötekini suçlamak için kullanılan stratejilerden birisi. Geçmişte olanlar basitçe “onların” bize yaptıklarından ötürüdür: Onlar kendi davranışlarından ötürü bunu “hak etmiştir”. Türk milliyetçiliğinin karakteristiklerinden biri de ötekileri potansiyel tehdit olarak gören tehdit anlatısıdır.[10] Tarihsel temsiliyet ve kolektif hafızayı düşündüğümüzde, Kürt sorununda olduğu gibi gruplar arası ilişkilerin çatışmalarla şekillendiğini görürüz. Türkiye’deki en büyük azınlıklardan biri olan Kürtler, Türk milliyetçi liderler tarafından milli güvenlik sorunu olarak görülmüştür. Kürtlere “tehdit” anlatısı atfı 37 Dersim Katliamı gibi geçmişin insanlık dışı tarihini meşrulaştırmaya olanak tanımıştır. Bu meşrulaştırma hali, kolektif suçluluk hissini hafifletir.  
 
Wohl ve Branscombe bu tezi sınamak için geçmişin mağduriyetini anlatan hatırlatıcılar kullanmış. [11] Kuzey Amerikalı Yahudi katılımcılar bu çalışma için seçilmiş ve bütün katılımcılara İsrail Hükümeti’nin Filistinlilerin acılarına neden olduğunu anlatan ifadeler okunmuş. Deney grubundakilere deney sırasınca Holokost hatırlatılır. Burada beklenti bu “hatırlatıcı”nın İsrail Hükümeti’nin geçmiş eylemlerinin meşrulaştırılmasının önüne geçmesi ve kolektif suçluluğu hafifletmesidir. Sonuçlar şunu gösterir: Holokost hatırlatıcıları kullanılan katılımcılar Filistinlilerin zararlı eylemlerine odaklanır. Burada kullanılan yöntem, başka bir gruba karşı işlenen suçu meşrulaştırarak haklı çabasıdır. Bu çaba, dış gurubu (Filistin terörizmi) tehdit anlatısı içinde konumlandırmakla, dâhil olunan grubun tepkisini sıradanlaştırmakla olur. İsrail Hükümeti’nin yaptıklarının sorumluluğu Filistinlilerin eylemlerinin içinde bulunur. Dış grubu suçlamak, devletin hareketlerini meşrulaştırırken kolektif suçluluğu hafifletir. 
BİR HADİSENİN KOLEKTİF SUÇLULUĞU ÜZERİNE: TÜRKİYE'DE ERMENİ SOYKIRIMI
Türkiye tarihi birçok travmatik politik olaya sahne oldu: Dersim Katliamı, 1955 6-7 Eylül olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesi, 1933 Sivas Katliamı, 2011 Roboski Olayı gibi. 1915 Ermeni Soykırımı için ise Ermeni ve Türk anlatıları arasında çok belirgin farklılıklar göze çarpıyor. Mağdurun milli kimliği bağlamında bu olayın kolektif hafızasının çok belirgin olmasının yanında, Türk milliyetçi söylemi içinde de oldukça belirgin. Soykırım için bir diğer önemli öğe de, Ermeni Soykırımı’nın devlet tarafından açıkça ve çok katı biçimde inkâr ediliyor olması. Buna bağlı olarak da kolektif suçluluk deneyimi için önceki bölümlerde bahsettiğimiz temel bileşenlerden biri eksilmiş oluyor.  

Ermeni Soykırımı’nın hatıraları Ermeni ve Türk tarafları için oldukça büyük farklılıklar gösteriyor.[12] Bir tarafta Ermeni tarafı için paylaşılan acılar ve hatıralar Ermeni kimliğinin kurulmasında önemli bir rol üstleniyor. Dağılmış Ermeniler kolektif enerjilerini yeni bir diaspora altyapısı kurmak için harcıyorlar. Soykırımın travması içselleştiriliyor. Korku ve güvensizlik hüküm sürüyor. Yıllar boyunca unutuş ve hafıza arasındaki savaş mağdurların hatırlayışlarında belirginleşiyor. Diğer taraftan Türk milliyetçiliği için ise Ermeni Soykırımı’nın reddi önem kazanıyor. Taner Akçam, Osmanlı İmparatorluğu’nun son periyodunda Türk milliyetçiliğinin dönüşümü için Ermeni Soykırımı’nın önemine odaklanır. [13] Bu dönemdeki ümitsizlik ve düşüşün psikozları Türk milliyetçiliğini derinden etkiler. Düşüş korkusu sonucu sonraları Türk milliyetçiliğinin belirgin karakteristiklerinden biri olarak olan panik meydana gelir. Bu psikoloji hal, bir günah keçisi ilan etmeyi gerekli kılar: Kendi ümitsizliklerinin sorumlusu Hristiyan azınlıklardır. Ermeniler, suçlu gösterilir. Daha en baştan önleri kesilmelidir. Bu düşünce biçimi sonraları Türk milliyetçiliğinde belirginleşecek olan bazı söylemlerin oluşmasının nedenidir.      
 
Kolektif suçluluğun hafifletilmesine paralel olarak bu etnik milliyetçilik azınlıklara karşı tahammülsüzlük de getirir. [14] Ermenilere ilişkin tahammülsüzlüğün doruk noktalarından biri 2007 Ocak ayında bir Ermeni gazetesinde, Agos, önemli bir gazeteci olan Hrant Dink’in katledilmesidir. Hrant Dink, 2005’te Türk milletini aşağılamak suçundan 6 aylık hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu tahammülsüzlük hali Müslüman ve Türk olmayan azınlıklar, başta Ermeniler, ikinci sınıf vatandaş olarak görüldükçe devam edecektir. Daha önce de belirttiğim gibi Türklüğü birinci sınıf vatandaş olarak yüceltmek kolektif suçluluğu azaltır, tahammülsüzlüğü beraberinde getirir.  
 
Branscrombe, dış grubun yeniden sınıflandırılmasının o grubun daha büyük, dahil olunan bir grup ile tanımlanabileceğinin altını çizer.[15] Bu yeniden sınıflandırma süreci, zarar görmüş bir grubun fail grup ile aynı kategori altına girebilmesi gibi bir durum da doğurabilir. Bu olasılığı anlamak için Amerika’daki azınlıklar arasında yeniden kategorize edilmesi kolay ve zor olan iki grup üzerinde araştırma yapılmış. Bir grupta Afrika Amerikalıları, yerliler ve Meksikalı Amerikalılar katılırken diğerine de Iraklılar, Nikaragualı ve Kamboçyalılar dâhil edilmiş. Sonuçlar beyaz Amerikalıların yeniden sınıflandırdıkları “bizden” saydıkları ilk gruba karşı daha fazla kolektif suçluluk hissettiklerini gösteriyor. Burada Ermenilerin hem dinsel hem etnik farklılıkları göz önünde bulundurulduğunda, bu topraklarda Hristiyan bir azınlığın yeniden sınıflandırılma ile büyük bir gruba dâhil edilip içselleştirilmesinin, bunların sonucu olarak da kolektif bir suçluluk hissetmenin zorluğundan bahsedebiliriz.
 
Türk milliyetçiliğinin tehdit anlatısına geri dönelim. Bu söylemde azınlıklar Osmanlının çöküşünü hazırlayan dış güçlerle işbirliği yapanlar olarak yer bulur. Ermenilerin “millet-i sadika” olarak adlandırılması azınlık olarak var olmanın bir anlamda sadakate bağlı olduğunu gösterir. Modern Türkiye’de azınlıklar ülkenin birliğinin üzerindeki potansiyel tehditlerdir. Özellikle çatışma içeren eylemler Türk devletinin güvenliği hakkındaki kaygıları artırıcı olarak görülür. Soykırımın inkârı, tehdit anlatısı üzerinden Ermenilere karşı tahammülsüzlüğü hatta nefreti, Ermenilerin emperyalistlerin işbirlikçisi olduğu söylemi üzerinden doğar.
 
Kolektif suçluluğun tanımı, daha önce de belirttiğim gibi, hem bireysel hem toplumsal anlamda grubun eylemlerinin kabulünü gerektirir. Soykırımın inkârının altındaki tehdit söylem bugün de Ermeniler için geçerlidir. Bu zaman zaman nefret dönen Soykırımın reddini getiren söylem mağdurların maddi manevi zararlarının karşılanmasına ilişkin iradenin eksikliğinin de altındaki nedendir. Acının yaratıcısı olma sorumluluğu keskince reddedilirken, bu inkar politikası empati kurmayı da gerektirmez. Özür dilemekten çok daha ötede, 1915’te ne olduğu devlet tarafından kesin ve kesin olarak reddedilir.

BİR KOLEKTİF SUÇLULUK GÖSTERGESİ: ÖZÜR DİLEMEK
       
Elazar Barkan yeni ulus suçluluklarının bir çeşit milli benlik refleksi olduğunu söyler. [16] Batı Almanya Şansölyesi Willy Brandt, dizlerinin üstüne çöküp sessizce 1943’teki Warsaw Gettosu isyanı mağduru Yahudilerden Holokost için özür diledi. İngiltere Başbakanı David Cameron Kanlı Pazar için 38 yıl sonra özür diledi ve şunları söyledi: “Kanlı Pazar’da olanlar hem haksız hem gerekçesizdir. Yapılan yanlıştı.”
 
Çok açık ki, dâhil olunan grubun geçmiş yanlışları için özür dilemek ulusal suçluluğun bir belirtisi olarak oldukça arttı. Bu içinde bulunduğumuz dönemi “özür devri” olarak tanımlarken, bu özürlerin arkasındaki motivasyonlar önem kazandı.[17] Fakat bu konun oldukça hassas ve tartışmalı bir konu olduğu unutulmamalı. Mesela Türkiye Başbakanı Erdoğan Dersim Katliamı için 22 Kasım 2011’de özür diledi. Bu adım Kürt sorununun çözümünde bir uzlaşı belirtisi olarak görülmüş olsa da, bu özür beklendiği gibi bir işlemedi. [18] Bu özürden yalnızca bir ay sonra 34 Kürt sivil Roboski’de Türk askerleri tarafından öldürüldü. Özürlerin beraberinde getirdiği “bir daha asla” anlamı yanlışlandı, Dersim özrü sadece sahte bir uzlaşı adımı olarak kaldı. Özür kimi zaman, özellikle katliamlarda olduğu gibi, failin sorumluluk karşısında elini temizlemek için kullandığı bir düzmece de olabiliyor. [19] Unutmayalım, özürlerin arkasında farklı motivasyonlar bulunabilir. 
ERMENİ KARDEŞLERİMİZDEN ÖZÜR DİLERİM!
       
1915’ten sonra Türkiye’deki Ermeni nüfusu büyük ölçüde azaldı. Ermeni tahammülsüzlüğü daha önce de bahsettiğim gibi kendini 2007 Ocak’ında Hrant Dink’in katledilmesi ile gösterdi. 2008’de birçok gazeteci, akademisyen ve politikacı tarafından “Özür Diliyorum” isimli kampanya organize edildi. Kolektif suçluluğun açık göstergelerinden biri olan bu kampanyada imzaya sunulan metinde şöyle deniyordu:

“1915'te Osmanlı Ermenileri'nin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” [20]
 
Özür kampanyası ile yapılan eylem, özür dilemenin ahlaki boyutunu gösteriyor. Ermeni Soykırımı için kullanılan “Büyük Felaket” ve “vicdan” vurgusu özür dilemenin geçmişin ahlaki sınır ihlalleri durumunda yapılacak doğru eylem olduğunu gösteriyor. Adaletsizliğin reddi ahlaki bir zorunluluk olarak paylaşılıyor. Geçmişteki adaletsizlik sonraki nesillerde vicdan buluyor, bu grup geçmişin acılarına karlı ahlaki bir zorunluluk taşıyor.
 
Özürlerin bir diğer önemli getirisi unutulmuş tarihi olaylara dikkat çekmesidir.[21] Hatta özür dilinen geçmişin yanlışları ve acılarını içeren olaylar yeni jenerasyonlar için ilk defa duyulan olaylar bile olabilir. Avustralya Başbakanı’nın özrü geçmişin unutulmuş yanlışlarının hatırlanması açısından önem taşır. Başbakan yaptığı konuşmada mağdurlardan “Unutulmuş Avustralyalılar” olarak bahseder. Ve bugünden sonra onların “hatırlanacak Avustralyalılar” olarak anılacağını söyler. [22]

“Özür Diliyorum” kampanyasının toplumdaki yankısı Ermeni Soykırımı’na ilişkin birçok farklı tepkiye neden oldu. Fakat bu tepkilerin ortaklaştığı nokta Soykırımın inkârı oldu. Kampanyanın ertesi tartışmalar açısından aynı grup bağlamında gösterdiği farklılıklar da göz önünde bulundurulmalı. Milliyetçilik kimliği ve farklı politik yönelimlerin kolektif suçluluk deneyiminde belirleyici faktörlerden olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Milliyetçi Hareket Partisi başkanı "Ortada utanacağımız bir suç ve adına özür dileyeceğimiz bir suçlu yoktur. Hiç kimsenin, mirasçısı olduğumuz ecdat yadigârını aşağılama, suçlu gibi tanımlama ve özür talep etmeye hakkı ve haddi değildir" demesinin yanında da Başbakan Tayyip Erdoğan benzer bir şekilde tepki verdi:

"Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir sorunu yok. Yani eğer ortada böyle bir suç varsa suç işleyen özür dileyebilir. Ama ne benim ne ülkemin ne milletimin böyle bir sorunu yok.” [23]

Öte yandan Ece Temelkuran, kampanyanın destekçilerinden biri olarak 150 tane tehdit mektubu aldığını söyledi.
SON SÖZ
       
Daniel Jonah Goldhagen’ın Hitler’in Gönüllü Cellatları: Sıradan Almanlar ve Holokost (Hitler’s Willing Executioners: Ordinary Germans and the Holocaust)  isimli 1996 yılında basılan kitabı birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Goldhagen, bu kitapta İkinci Dünya Savaşı sırasında herhangi bir Alman’ın Soykırım’a katkıda bulunarak veya karşı durarak bir anlamda Holokost’tan sorumlu olduğunu iddia ediyor. Bu sava Holokost’u yaşayanların yanında genç jenerasyondan Almanlar da büyük tepki gösterdi. Gençlerin bu gibi büyük kıyımları birebir yaşamamış olsa bile çok güçlü duygusal tepkiler verdiğine tanık olduk. Geçmişe dair toplu kıyım gibi hadiselerde öz-bilinçli duygular kendini milliyetçiliğin çok katmanlı halinde kendini gösterdi, gösteriyor. Ermeni Soykırımından yola çıkarak kolektif suçluluğun/suçsuzluğun geçmişteki kırımlar bağlamında önemini anlarken, daha yapıcı olmak adına geçmişin politikasının getirdiği duygu odaklılık yerine bir duygu politikasına inşa etmenin yollarını tartışabiliriz.
 


[1] Hannah Arendt, The Life of the Mind (New York: Harcourt Brace Janacovich, 1978).
[2] Michael Lewis. “Self-conscious Emotions: Embarrassment, Pride, Shame, and Guilt,” in Michael Lewis, Jeannette Haviland-Jones, and Lisa Feldman Barrett, eds., Handbook of Emotions (New York: The Guilford Press, 2000).
[3] Rupert Brown, and Sabina Cehajic. “Dealing with the Past and Facing the Future: Mediators of the Effects of Collective Guilt and Shame in Bosnia and Herzegovina”, European Journal of Social Psychology, no. 38 (2008): 669-684.
[4] Roy F. Baumeister, Arlene M. Stillwell, and Todd F. “Guilt: An Interpersonal Approach”, Psychological Bulletin, no. 115 (1994): 243–267.
[5] Bertjan Doosje, Nyla R. Branscombe, Russell Spears, and Antony Manstead. “Guilty by Association: When One’s Group Has a Negative History.” Journal of Personality and Social Psychology, 75, no. 4 (1998): 872–886.
[6] Julienne Turner et. al. Rediscovering the Social Group: A Self-Categorization Theory, (Oxford, UK: Basil Blackwell, 1987).
[7] Sonia Roccas, Yechiel Klar and Ido Liviatan, I. “Exonerating cognitions, group identification, and personal values as predictors of collective guilt among jewish-israelis”, in Nyla Branscombe and Bertjan Doosje, eds., Collective Guilt – International perspectives (Cambridge, MA: Cambridge University Press, 2004): 130-147.
[8] Shelby Steele, The Content of Our Character: A New Vision of Race in America. (New York: St. Martin’s Press, 1990).
[9] Michael J. A. Wohl, Nyla R. Branscombe, and Yechiel Klar. "Collective Guilt: Emotional Reactions When One's Group Has Done Wrong or Been Wronged." European Review of Social Psychology 17 (2006): 1-37.
[10] Ahmet İçduygu, and Özlem Kaygusuz. “The Politics of Citizenship by Drawing Borders: Foreign Policy and the Construction of National Citizenship Identity in Turkey.” Middle Eastern Studies, 40, no. 6 (2004): 26-50.
[11] Michael J. A. Wohl, and Nyla R. Branscombe. “Importance of Social Categorization for Forgiveness and Collective Guilt Assignment for the Holocaust”, Nyla Branscombe and Bertjan Doosje, eds., Collective Guilt – International perspectives (Cambridge, MA: Cambridge University Press, 2004): 284-305.
[12] Cihan Tuğal. “Memories of Violence, Memoirs of Nation: The 1915 Massacres and the Construction of Armenian Identity”, in Esra Özyürek, eds., The Politics of Public Memory in Turkey (Syracuse University Press, 2007): 138-162.
[13] Taner Akçam. Türk Ulusal Kimliği Ve Ermeni Sorunu (Istanbul: Iletişim Yayınları, 1992).
[14] Ayhan Kaya, and Ece Harmanyeri. “Accept Pluralism: Tolerance, Pluralism and Social Cohesion: Responding to the Challenges of the 21st Century in Europe, Overview of National Discourses on Tolerance and Cultural Diversity”,  in: Tolerance and Cultural Diversity Discourses in Turkey, (FP7 Project, 2010)
[15] Nyla Branscombe. “A Social Psychological Process Perspective on Collective Guilt”, in Nyla Branscombe and Bertjan Doosje, eds., Collective Guilt – International perspectives (Cambridge, MA: Cambridge University Press, 2004): 320–334).
[16] Elazar Barkan. The Guilt of Nations: Restitution and Negotiating Historical Injustices (Johns Hopkins University Press, 2001).
[17] Roy L. Brooks. When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice (New York: New York University Press, 1999).
[18] Bilgin Ayata, and Serra Hakyemez. "The Akp’s Engagement with Turkey’s Past Crimes: An Analysis of Pm Erdoğan’s “Dersim Apology”." [In English]. Dialectical Anthropology 37, no. 1 (2013/03/01 2013): 131-43.
[19] Craig W Blatz, Karina Schumann, and Michael Ross. "Government Apologies for Historical Injustices." Political Psychology 30, no. 2 (2009): 219-41.
[21] Michael Wohl, Matthew Hornsey, and Catherine Philpot. “A Critical Review of Official Public Apologies: Aims, Pitfalls, and a Staircase Model of Effectiveness.” Social Issues and Policy Review, 5, no. 1 (2011): 70-100.
[22] Apology by Prime Minister Kevin Rudd to the Forgotten Australians and child migrants. (2009, November 16). The Australian. http://www.theaustralian.com.au/archive/politics/apology-by-prime-minister-kevin-rudd-to-the-forgotten-australians-and-child-migrants/story-e6frgczf-1225798266181

[23] Kampanyayı lince dönüştürdüler. (2008, December 20). Evrensel. http://archive.is/ekqL

Monday, April 21, 2014

Robert Fisk: Orta Doğu ‘mafya devletine’ dönüşecek


140421090617_pakistan_money_512x288_afpIndependent gazetesinin deneyimli Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, bölge ülkeleri arasındaki para-siyaset ilişkisini ele aldığı yazısında, “Orta Doğu’nun gelecekte kara parayla idare edilen bir mafya devleti olacağını” iddia ediyor.

Bölgenin, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından bu yana daha önce hiç olmadığı kadar bütünleştiğini, birleştirici gücün ise “para” olduğunu belirten Fisk, yazısına Suudi Arabistan’ın Pakistan’a “3 milyar dolar verdiğini” hatırlatarak başlıyor.

Pakistanlı gazetecilere yapılan açıklamalarda bu para için, “liderler arasındaki kişisel ilişkilerden doğan Suudilerin cömert bir jesti” dense de Fisk, bu adımla beraber daha önce Esad rejiminin yanında yer alan Pakistan’ın da “Suriye’de geçiş hükümetini” gündemine aldığını belirtiyor.

Fisk’in yazısına göre, bu para transferinden sonra Pakistan’da, hükümetin Suudi Arabistan’a uçak savar ve tank savar füzeleri temin etmeyi kabul ettiği konuşulmaya başlandı. Yazıda, bu mühimmatın sertifikasında belirtilen “yalnızca Suudi topraklarında kullanılabileceği” uyarısının aksine, tüm füzelerin Suriye’de Esad yönetimini devirmek için mücadele eden Selefi gruplara gönderilmek üzere tedarik edildiği belirtiliyor.


Suudi Arabistan ve Pakistan arasındaki ilişkilerin, Suriye krizinde diğer ülkelerin tuttuğu saflarda değişikliğe neden olabileceğine işaret eden Fisk, ABD’nin artık Suriyeli muhaliflere Libya üzerinden silah temin etmeyeceğini ve Irak ile Suudi Arabistan’la ilişkileri gerilen Katar’ın da artık Şii gruplara mesafeli durmayabileceğini ifade ediyor.


Pakistanlı gazeteci Najam Sethi’nin görüşlerini aktaran Fisk yazısında, ordusunda daha çok Pakistanlı paralı askere ihtiyaç duyan ve Suudi Selefilere yakınlaşan Bahreyn’in de Pakistan’a yatırım yapmaya hazırlandığını vurguluyor.
  Irak hükümeti de yolsuzluğa bulaştı


Robert Fisk, ABD’nin sivil toplum kuruluşları ve savaş beyleri aracılığıyla mali destekte bulunduğu Afganistan’da da hükümetin yolsuzluk sarmalında olduğunu, Irak hükümetinin de petrol gelirleri üzerinden mafya türü bağlarla yolsuzluğa bulaştığını yazıyor.


Bölgedeki ilişkiler ve Suriye’deki savaşla ilgili Fisk şu yorumu yapıyor:


“Suriye’deki ‘iç savaş’, mali olarak Katar, Suudi Arabistan, Libya, Moskova, Tahran ve işlerine yaracağı durumlarda Amerikalılar tarafından destekleniyor. Savaş meydanlarındaki kayıplara, savaş suçlarına, sarin ve misket bombalarına öylesine takılıp kalmışız ki, Suriye’deki katliamların, 1976-1990′da Lübnan’da olduğu gibi, yabancıların yüklü miktarlardaki nakit paralarıyla mali olarak desteklendiği gerçeğini göremiyoruz.”


Fisk, Mısır’da da Müslüman Kardeşleri darbeyle deviren “yardımsever, biraz da despot olan ordunun, ülkeyi İslamcıların elinden kurtardığı” ve Genelkurmay Başkanı Sisi’nin “demokratik geçiş hükümeti” kurarak ülkeyi “son dakikada” refaha kavuşturduğu algısının yaratıldığını belirtiyor fakat bu algının arkasında ordunun mali çıkarlarının yattığını ifade ediyor.


“Mısır’da gerçek karşı devrim, Mursi’nin devrilmesi değil, ama ardından gelendi: ordunun geniş çaplı mali çıkarlarını yeniden tesis etmesi, alışveriş merkezleri, gayrimenkuller ve bankacılık.”


Fisk bu adımlarla, ülkenin askeri elitlerine de milyarca dolar aktığını belirtiyor.


Robert Fisk, Ortadoğu’daki siyaset-para ilişkisini irdelediği yazısında, gelecekte bölge ülkelerinin tek tek halifeliğin hüküm sürdüğü saldırgan devletler olmak yerine, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana ilk defa bu kadar bütünleşmiş, uluslararası tek bir yapıya dönüşeceğini” ve “kara parayla idare edilen bu yeni dünyanın ‘bir mafya devleti’ olacağını” öne sürüyor.


BBC TÜRKÇE

Kesablılar Beyrut yolcusu


Kesablıları ağırlayan Vakıflı Köyü’nde olağanüstü günler yaşanıyor. Vakıflı Surp Asdvadzadzin Kilisesi Vakfı Başkanı Cem Çapar, “Savaşı, insanların yüzünden bire bir okuduk. Halen bombaların sesi köyümüze ulaşıyor. Misafirlerimizi ağırlamaya çalışıyoruz. Kesablılar her şeylerini kaybetti. Sadece evlerini, bahçelerini, akrabalarını değil, bütün hayatlarını kaybettiler. Burada onların yabancılık çekmemesi, kayıplarını hissetmemesi için çalışıyoruz” dedi.
17 Nisan 2014 Perşembe
EMRE ERTANİ emreertani@ago.com.tr
Suriye-Türkiye sınırına yaklaşık üç kilometre mesafedeki Ermeni kasabası Kesab, 21 Mart’ta muhalifler tarafından ele geçirilmiş ve bir süre sonra 22 Kesablı Türkiye’ye, Anadolu’daki tek Ermeni köyü olan Vakıflı’ya getirilmişti. Kesab’la ilgili gelişmeler, Batı medyasında da geniş yer bulmaya devam ediyor. Vakıflı Köyü Surp Asdvadzadzin Kilisesi Vakfı Başkanı Cem Çapar, Kesablıların son durumunu ve Vakıflı Köyü’nde yaşananları Agos’a anlattı.
Cem Çapar
Kesablı Loder Tırtıryan’ın 14 Mart Pazartesi günü Türkiye’ye getirilmesiyle Vakıflı Köyü’nde yerleştirilen Kesablıların sayısı 22’ye ulaştı. Tırtıryan’ın uzun süre muhaliflerden saklanmayı başardığını ve Türkiye’ye getirilmesinin bu yüzden zaman aldığını belirten Çapar, “1932 doğumlu Loder Tırtıryan’ın gelmesiyle Vakıflı’daki Kesablıların sayısı 22’ye ulaştı. Getirilen insanların hemen hemen tamamı 65 yaşın üstünde” dedi.
Nüfusunun yaklaşık yüzde 80’ini Ermenilerin oluşturduğu Kesab’dan Lazkiye’ye giden 2 bin kişi arasında 42 kasaba sakininin eksik olduğu biliniyordu. Bu 42 kişinin 22’si şu anda Vakıflıköy’de misafir ediliyor. Ancak kendilerinden hâlâ haber alınamayan 8 kişi daha var. Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin bu sekiz kişinin bulunması için Dışişleri Bakanlığı’ndan yardım istediği edinilen bilgiler arasında. Çapar, kayıplar hakkında kendilerine ulaşan bir bilgi olmadığını söyledi.
Samandağ Kaymakamlığı’nın köye sağlık ekibi gönderdiğini ve ilaç temin ettiğini ifade eden Çapar, yatak ve baza ihtiyacının da karşılandığını söyledi. Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu ile görüşüp psikiyatr talep ettiklerini anımsatan Çapar, bu taleplerinin de karşılandığını ve Belinda Maşalı’nın Kesablıları tek tek muayene ettiğini vurguladı.
Kesablıların çoğu Türkiye’den gitmek istiyor ama hem pasaportlarının kayıp olması, hem de maddi zorluklar nedeniyle bu mümkün olmuyor. Bu sorunun çözümü için Dışişleri Bakanlığı’nın devreye girdiğini kaydeden Çapar, “Şu an 17 kişi Lübnan’a gitmek istiyor. Dışişleri Bakanlığı seyahat belgesi hazırlıyor, Lübnan’dan da kabul için gerekli girişimlerde bulunuluyor. Türkiye Ermenileri Patrikhanesi ile Lübnan’daki Ermeni Ruhani Önderliği de çözüm için devrede” dedi.
‘Gurur duyuyorum’
Köyde olağanüstü günlerin yaşandığını vurgulayan Çapar, şöyle devam etti: “Savaşı, insanların yüzünden bire bir okuduk. Halen bombaların sesi köyümüze ulaşıyor. Misafirlerimizi ağırlamaya çalışıyoruz. Kesablılar her şeylerini kaybetti. Sadece evlerini, akrabalarını değil, bütün hayatlarını kaybettiler. Burada onların yabancılık çekmemesi, kayıplarını hissetmemesi için çalışıyoruz. Köyümün her ferdinden gurur duyduğumu belirtmek istiyorum. Genci, yaşlısı herkes elinden geleni yaptı. Vakıflılar yemeklerini hep Kesablılarla birlikte yedi.”
Çevre köylerden de yardım geldiğini aktaran Çapar, “Samandağlılar da yardım ettiler. Hem Alevi, hem de Türkmen köylerinden yardım geldi, yemekler gönderdiler. Hatta bunu sıraya girerek yapıyorlar. Yardım eden herkese çok teşekkür ediyorum” dedi.
‘Ruhsal durumları iyiye gidiyor’
Vakıflı Köyü’nde Kesablıları 12 Nisan Cuma günü muayene eden Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi görevlisi Psikiyatr Belinda Maşalı, izlenimlerini Agos’a anlattı. Vakıflı’daki tüm Kesablıları muayene ettiğini dile getiren Maşalı, şöyle konuştu: “Geldikleri ilk günlere göre olumlu yönde bir gelişme var. Ermeni köyünde bulunmaları ve kendi dillerini konuşuyor olmaları, Kesablıların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamış. İlk geldiği günlerdeki her sesten irkilmeler, uyuyamamalar düzelmiş. ‘Bizim halimiz ne olacak?’ sorusu şu an onları düşündürüyor ama Türkiye’den gidecek olmalarını bilmek onları olumlu yönde etkiliyor. Bir an önce Suriye ve Lübnan’daki akrabalarının yanına gitmek istiyorlar, çünkü ne yazık ki artık Türkiye’yle hiçbir bağları yok.” Maşalı, Samandağ Devlet Hastanesi’nin psikiyatri servisiyle görüştüğünü, özel bir durum olduğunda onların duruma müdahale edeceğini sözlerine ekledi.

Sunday, April 20, 2014

Ortadoğu: Çok bilinmeyenli bir denklem – Meral Çınar

Sendika.org
Suriye’de savaşın Esad’dan yana değişmesi, cihatçı çeteleri Türkiye’ye doğru çekilmeye zorlayacaktır. Bu da kendi silahlandırdığın çetelerin namlularını AKP’ye çevirmesiyle sonlanabilir. Nitekim, IŞİD AKP’ye “biat et” çağrısında bulundu
Ortadoğu, gelişen son süreçlerle birlikte “çok bilinmeyenli bir denklem” halini alıyor.

Çok bilinmeyenli denklemler, genellikle içinden bir bilinmeyenin temel alınıp, yalnızlaştırılmasıyla çözülür. Geri kalan “bilinmeyenler” yok sayılarak…

Bugün, Ortadoğu denklemindeki “bilinmeyenler” (sorun çıkaranlar) de bu şekilde yavaş yavaş etkisiz hale getirilmektedir.

Burada temel alınan “bilinmeyen”, bölgede stratejik bir öneme sahip olan Suriye oluyor. Türkiye ve onun vasat dış politikası ise, bu denklemin etkisiz hale getirilmek istenen “bilinmeyenlerinden” bir tanesi…

Suriye’de yanarsan Ortadoğu’da kül olursun

AKP’nin “bölgesel liderlikten- değerli yalnızlığa” doğru giden süreci, Suriye’de bütünlüklü olarak kaybeden bir politika izlemiş olmasındandır. Ortadoğu’nun merkezcil kuvveti şimdi Suriye ve orada kaybeden tüm bölgede de kaybetmeye yazgılı.

Yakın zamana kadar ABD ile birlikte Suriye’ye saldırma planları yapıp, savaş naraları atan, oradaki cihatçı çeteleri (El Kaide- İŞİD/ El Nusra…) destekleyen, bunlara silah ve mühimmat yardımı yapan AKP iktidarının, Suriye politikasında bugün geldiği konuma bir bakalım.

Obama Suriye’ye müdahale etme planlarında Erdoğan’ı yalnız bırakıverince başlayan gerilimler, yeni durumu kabullenemeyen Erdoğan’ın Suriye’de cihatçı çeteleri “birer tehdit unsuru” haline gelinceye kadar desteklemesiyle zirveye çıktı. Dış politikada gösterdikleri başarısızlıklara içerdeki politik (Gezi Direnişi, Kürt sorunu…) kargaşa da eklenince, ABD ile ilişkiler oldukça gerilimli bir zemine sürüklendi.

Sonrasında olanlar belli, gelsin “yolsuzluk tapeleri” gitsin “Suriye tapeleri”…

Suriye’ye emperyalist işgal için gerekçe gösterdikleri her şeyin altından kendi parmaklarının çıkmış olması, (türbeye saldırma, kimyasal silah kullanma…), şimdi El- Kaide tarafından yapıldığı açığa çıkan Reyhanlı saldırısı için de bir “acaba” uyandırmıyor mu hepimizin kafasında?

ABD ne kadar yalanlamış olsa da; sarin gazıyla toplu katliam iddialarının, yolsuzluk ve eski Suriye tapelerinin bir devamı olduğu açık ve nettir. Üstelik dozun sürekli arttığı bir sistematik halinde geliyor tapeler.

Tüm bunların açığa çıkmasının nedeni; ABD’nin Rusya-Çin dengesi nedeniyle tutum değiştirmesi ve uyum sağlayamayan AKP iktidarının ABD’nin Ortadoğu politikalarını tehlikeye atan Suriye merkezli hatalarıdır.

Ortadoğu da “değerli yalnızlık”

Eğer siz ABD’nin açtığı alanda bir “taşeron” olarak “bölge lideri” olmak istiyorsanız, bağımsız oyun alanınız sınırlı ve genel yönelimleriniz/stratejiniz ABD’ye bağımlıdır. Pozisyon değiştiren Obama’ya parmak sallayarak eski “kırmızı çizgilerini” hatırlatıp, sonra da oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi küsmekle hiçbir yere gidemezsiniz.

Üstelik, önce “değerli yalnızlıkla” terbiye edilirsiniz, süreci “yanlış” okumaya devam ederseniz, daha da karanlık bir tünelin içine sürüklenirsiniz. Emperyalist güç dengelerinin kendine ait buz gibi rasyonelleri var.

Liderlik, asgarisinde bile yüksek kalite talep eden, politik bir esnekliğe-kurnazlığa ve güç dengelerini doğru okuma yeteneğine sahip olmayı gerektirir. Üstelik, küresel güçlerin taşeronluğunu yapıyorsan, bu daha da elzemdir.

AKP liderliği ise, “sıfır sorun” politikasını “sınırsız sorun” politikasına çevirerek bölgedeki ilişkilerden izole olmaya doğru gidiyor. Ortadoğu’daki stratejik ilişkilerini, en yakın müttefiklerinin çoğunu kaybetmiş durumda.

Şimdilerde;

ABD ile ilişkileri bahar havasında olan İran, bölgede liderlik peşinde ve Türkiye’yi Suriye sorununda etkisizleştirmek istiyor.

Eski müttefikleri, Suudiler ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn, AKP hükümetinin desteklediği “İhvan’ı” Ortadoğu’dan silme derdinde.

Mısır’da destekleyip “akıl hocalığını” yaptığı Mursi’nin durumu belli…

Mısır’daki idamlara ses çıkaramamasının nedeni; benzerliklerin uyandırdığı bir korku olabilir mi?

Suriye’de savaşın Esad’dan yana değişmesi, cihatçı çeteleri Türkiye’ye doğru çekilmeye zorlayacaktır. Bu da kendi silahlandırdığın çetelerin namlularını AKP’ye çevirmesiyle sonlanabilir. Nitekim, IŞİD AKP’ye “biat et” çağrısında bulundu.

Anlayacağınız; AKP için Suriye meselesi elinde patlayan bir bombaya dönüşmek üzere…

Bir yandan iç politikada artan kriz, halkın yarısından çoğunun seçimlerle birlikte kemikleşen öfkesi, derinleşen küresel krizin Türkiye ekonomisinde açtığı yaralar… Öte yandan çökmek üzere olan Davutoğlu merkezli dış politikalar, Hakan Fidan merkezli Milli İstihbarat Teşkilatı’nın gizliliği ve ciddiyetinin içinde bulunduğu gülünç durum…

Balkonlardan atılan zafer naralarının arka planında nasıl bir panik hali yaşandığı bu tabloyla açığa çıkıyor.

Demek ki neymiş; zafer, sandık sonuçlarına sıkıştırılacak kadar küçük değilmiş.

Thursday, April 17, 2014

Kulak asmayın düşünce tacirlerine!


NURAY MERT
NURAY MERT sonKerameti kendinden menkul bir takım ‘eski solcular’ın eskimeyen sol düşmanlığı üzerinde durmamak lazım diyorum ama, bazen yanlış yaptığımı düşünüyorum.
Zira, mesele sol siyasetin geçmişini, geleceğini hakkaniyetli tartışıp tartışmama meselesi değil, ‘eski solcu’ unvanıyla, ‘sol düşmanlığı’ üzerinden ‘yeni siyasal pozisyonlar’ geliştirmek. Bu yeni pozisyonlar mevcut otoriter gidiş açısından azımsanamayacak işlevler üstlendi. O nedenle perhizi bozup yazmak vacip oldu.

Ergen tepkiselliği

Her şeyden önce, bu bazı eski solcular, zamanında Kemalizm savrulması batağına saplanmış (eski tabirle) ‘fraksiyon’ların mensubu oldukları için, dahası ancak yaşları iyice kemale erdikten sonra kendileriyle hesaplaşmaya giriştikleri için, artık daha da ilerleyen yaşlarına rağmen hala ergen tepkiselliğinden kurtulabilmiş değiller.

Hastalıklı bir durum

İkinci olarak, kendi saplantılarını ‘yansıtma’ üzerinden rehabilite olmaya çalışıyor olsalar gerek, karşılarındaki herkesi Kemalizm ve eski sol hastalıklarla suçlamaktan bıkıp usanmıyorlar. Nerden baksanız hastalıklı bir durum…
Ama olay bu kadar masum değil. Zira özellikle de ‘Yeni Türkiye’de bu tutum kendi halinde bir sayıklama olarak kalmıyor. Yeni iktidar tablosuna eklemlenme imkanı veya hiç olmazsa onun gazabından kurtulma çaresi olabiliyor.

Hikaye basit

Güçlü bir iktidara eklemlenme çabası meşrebi yatkın olanlar için güçlü bir eğilimdir, diğer taraftan pek çokları için güçlü bir iktidarın gazabından sakınma çabası yaygın bir zaaftır.
Yeni otoriter düzene laf edemiyor, ama hala ‘eleştirel aydın’ kisvesinde tedavülde kalmak istiyorsanız, çoktan tarihe gömülmüş statükoyla dövüşür geçinip gidersiniz. Hikaye bu kadar basit.

Yeni yol, barış sürecinin ardına gizlenmek

Şimdilerde, ‘yeni Türkiye düzeni’nin değirmenine su taşımanın bir yolu da, Kürt barış sürecinin ardına gizlenmek; oradan etrafa taş atıp bir taşla birçok kuş vurma çabası.
Son zamanlarda, yukarıda tarif ettiğim evsafa sahip zevat, iktidar destekçileriyle birlikte yeni bir cephe açmış vaziyette. Özetle söyledikleri şu: ‘Madem iktidar partisi Kürt barış süreci başlattı, iktidara karşı her itiraz barış sürecine karşı olmak demektir.’

Kim bu ‘Kürtleri savaşa davet eden solcular’

O kadar da değil… Bu kafaya göre mevcut sürece dair en ufak bir kuşkusu olan herkes ‘Kürtleri savaşa davet etmektedir.’
Öylesi de vardır elbet. Ama tam olarak kimdir bu dillere dolanan ve ‘Kürtleri savaşa davet eden solcular’ çok merak ediyorum.
Sol adı altında derin bağlantılar içinde olanlar olabilir, ama onlara kim kulak asar ki? Peki, bunların dışındakiler kim? Nerde yaşıyor ve yaşatılıyorlar?

Takdim edeyim: Oral Çalışlar

Bu insanlar kim bilmiyorum ama her onları diline dolamış zevatı adıyla sanıyla takdim edebilirim. Hemen birini söyleyeyim; mesela son yazısında yukarda söylediklerimi özetleyen (Radikal, ‘İyi ki Kürtler varmış…’) Oral Çalışlar. Şimdi o zevattan da aynı şeyi bekliyorum.
Ama durun, hemen kendilerine yardımcı olayım. İktidar destekçisi bazıları bu savaşçılardan birinin ben olduğumu doğrudan veya dolaylı olarak yazıp durdu. Mesela bugüne kadar yazdıklarım ve söylediklerim dikkate alınıp bir sonuca varılsa ben bunlardan biri sayılır mıyım?

Siz ne söylediğinizin farkında mısınız?

Acaba Kürtlerin savaşmasından, benim gibi biri ne umabilir? Ne olursa olsun iktidar karşıtlığı mı? Ama, sırf iktidar zora düşsün diye insanların ölmesini içine sindirmek mümkün olabilir mi?
Böyle bir şeyi başka birine nasıl kolaylıkla isnat edebilirsiniz? Sahi siz ne söylediğinizin farkında mısınız?
Çalışlar’ın solcu dostlarından biri, ‘İyi ki Kürtler varmış yoksa ne yapacaktık…’ demişmiş. Oysa, Kürtlerin özgürlük mücadelesine destek vermek başka şey, bir kez daha Kürtlerin üzerine yıkılmak başka şey.
Demokrasiyi, özgürlükleri savunmak adına bir şey yapmamak için ne güzel gerekçe!

Bu asalak solcu ve/veya demokrat tipinden müştekiyim

‘Yıkılalım Kürtlerin mücadelesinin üzerine, nasılsa onlar da şu aralar iktidarla karşı karşıya gelmemeye gayret ediyorlar, biz de aradan sıyrılır, hem essahtan bir pozisyon alıyor oluruz, hem risk almayız, bir de fazladan Kürtlerin sempatisini toplarız…’
Bazı kafalar böyle çalışıyor olabilir mi? Ben de şahsen bu asalak solcu ve/veya demokrat tipinden müştekiyim.

Çok ağır bir isnat

Kürtlerin savaşmasını isteyen varsa, böylesi bir cinayeti içine sindirebiliyorsa, bunu karanlık hesaplarla yapıyor olmalı. Bu çok ama çok ağır bir isnat.
Diğer taraftan, ilk ve tek HDP Danışma Kurulu toplantısında da söyledim, sonradan da yazdım; seçim sürecinde CHP ile ittifak veya CHP’ye destek vermek benim aklımın yatacağı şeyler değildi. Ama, HDP’nin başarısızlığından CHP’ye ‘tatava yapmadan’ oy verenleri sorumlu tutmak da anlaşılır şey değil.
Bir kere bu insanlar kaç kişi ki seçim sonucunu belirleme güçleri olsun?
İkincisi bu insanlar velev ki Kemalist bilinçaltları veya bilinçüstleriyle hareket etmiş olsunlar, onların bileceği iş.

HDP’nin asıl kafa yorması gereken

HDP’nin asıl meselesi, neden Kürtlerin dışında kimseyi üçüncü bir yola ikna edememiş olması. Asıl buna kafa yormak lazım.
Bu tıpkı, solcuların başarısızlıklarından CHP’yi sorumlu tutmaları gibi ve onun devamı hastalıklı bir mantık. CHP eleştiriden azade olmamalı, ama solun başarısızlığından neden sorumlu olsun? Söyleyecek güçlü bir sözü olan çıkar ortaya, sesi bile çıkamayan, en iyi ihtimalle eskimiş bir dünyanın derinliklerinden ses veren CHP’yi iter geçer.
Bunun yerine, şimdi HDP de sorunu başkaları üzerine yıkma yoluna sapacaksa, durumu umutsuz demektir.

Başbakan bile öyle dedikten sonra…

Diğer taraftan, ‘Her şeye rağmen HDP bir üçüncü yol açabilir’ demek, bu yolda çaba sarfetmeye devam etmek başka şey, ‘Her şeye rağmen HDP başarılı oldu’ demek başka şey….
İkincisi basbayağı kendini kandırmak veya HDP’yi, ona yakın duranları kandırmaya çalışmak. Bakın, Başbakan bile HDP’ye arka çıkar oldu, ‘Bazıları arkadaşlarını sattı, CHP’ye oy verdi’ deyiverdi. Artık bir durup düşünmek gerekmez mi?

Bu numaralar sökmez

Kısacası, ikitidarın stratejisi belli, otoriter rejimi pekiştirmek adına Kürt barış sürecini rehine almak. Bu şartlarda, bazı eski solcuların Kürt barış sürecine dair, yeni cephe açma gayreti fazlasıyla iktidarın stratejisiyle örtüşüyor. Fazladan, ‘Baskın basanındır’ mantığıyla farklı düşünenleri zan altında bırakma gayreti içindeler.
Benim gibilere bu numaralar sökmez. Eminim, derdi ‘Türklere de, Kürtlere de daha fazla özgürlük’ olan, kendinden şüphesi olmayan kimseye sökmez.
Yine de, ‘Aman yanılıp kulak asmayın bu kaşarlanmış düşünce tacirlerine’ demek isterim.
Not: Okuması yazması kıt bazıları, bu yazıda sözünü ettiğim ‘eski solcular’dan milletvekilleri başta olmak üzere HDP içinde yer alan solcu arkadaşlarımızı kastettiğimi zannetmiş. Böyle bir şey söz konusu bile olamaz. Bence bu hususun altını çizmeye gerek bile yoktu ama ortalığı bulandırmaya çalışanlara meydan vermemek lazım. Zaten yeri geldiğinde isim vermeye devam edeceğim.