Friday, April 19, 2013

Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği | Altın Mabet’in Yakılmasi


 

Jean Baudrillard

Günümüzde artık başımızın üstünde tepişip ruhumuza sahip olmaya çalışan Tanrı ya da Şeytana atfedilebilecek türden me­tafizik bir kötülük anlayışı yok.
Mefisto ya da Frankenstein tarafından temsil edilen kötü­lük ilkesine benzeyen mitolojik bir kötülük anlayışı da yok.
Düş gücü ve bir çehreden yoksun bir kötülük anlayışına sahibiz. Başımızı ne yana çevirsek karşımıza tekniğe özgü so­yut biçimler arasından kendini homeopatik dozlarda gösteren bir Kötülük çıkıyor ancak bunun mitolojik bir ağırlığı yok.
Bununla birlikle modern sanayi adlı talihsizliğin merkezin­de yer alan birkaç Kötülük kırıntısından söz edilebilir. Bunun saf kötülüğün kendisi olduğu söylenemez ancak yine de kı­rıntı kırıntıdır. Örneğin şu Palermo banliyösünün tam merke­zindeki Palagonya villası gibi, bu villada mutluluk ve mutsuz­luk birlikle çekilen bir fiil gibidir. Âşık koca, sevdiği eşini tu­zağa düşürebilmek amacıyla bütün evi görüntüyü deforme eden aynalarla donatma gibi uğursuz bir girişimde bulunur.
Örneğin Yuki Mishima’nın şu ünlü Altın Mabet adlı müt­hiş öyküsünde anlattığı kötülük gibi:
Öyleyse bu güzel şey kısa bir süre sonra kül hâline gele­cek...
Bir yandan bu şekilde düşünerek, öte yandan kopyanın gerçeginin birebir aynısı olması dolayısıyla düşümdeki Altın Mabet’in en küçük ayrıntısına kadar gerçekteki mabedin tıpatıp aynısı olduğu sonucuna vardım.
Benim çatım gerçek çatıyla birebir örtüşüyordu örneğin. Altın Mabet sanki fenomenal dünyanın ortadan kayboluşunun simgesi olarak biçimsel bir dönüşüme uğruyordu. Bu şekilde Altın Mabet benim düşlerimdeki kadar güzel bir nesneye dö­nüşmüş oldu...Yarın belki de gökten tepesine alevler yağacak ancak şu an için o zarif silueti yaz sıcağının ortasında oldukça sakin bir şekilde önümüzde duruyordu.
İtirafta bulunmak bir cesaret işi midir? İtiraf etmeyi reddet­mek kötülük diye bir şey var mıdır sorusunun yanıtını ara­maktan başka bir şey olabilir mi? İtiraf etmeyi reddettiğim, bu konuda direndiğim sürece atom boyutunda bile olsa bir kötü­lükten söz edebilmek mümkündü... İtiraf ettiğim takdirde yaşa­mımdaki kötülüğün o ilk ve zerrecik boyutundaki görünümünü engelleyebileceğim düşüncesi kendimi tutmama yol açtı...
İyiliğin doğasında kendini dışa vurmak, kötülüğün doğasındaysa gizlenmek vardır.
Cinsel ilişki bu yüzden itiraf edilir, yakın bir gelecekte ken­dimizden geçmiş bir şekilde yalnızca ondan söz edebilmek amacıyla yapacağımız bir şeye benzeyecektir. Cinsel ilişkideki gösteriş, kendisinden pek hoşlanılmayan bir şey olma aşama­sından zararsız bir şey olduğuna düşünme aşamasına geçiş, konuşarak/sözünü ederek aklama ve aşağılama. Cehenneme özgü bir özellik varsa o da her şeyin en ince ayrıntısına kadar birbirinden ayrılabildiği bir yer olmasıdır.
Bir yandan insana özgü kolayca yok edilebilecek bir sonsuzluk  simülakn -buna karşın Altın Mabet ‘in o yok edilmesi olanaksız güzelliği bir yok etme olanağı sunuyordu
İnsan da dahil olmak üzere ölümlü hiçbir nesnenin kökünü kurutamazsınız -buna karşın Altın Mabet gibi yok edilmesi olanaksız bir şeyin ancak canını alabilirsiniz.
Alıuı Mabeti yakarak katıksız bir can alma. yok etme suçu işleyeceğim ve insan elinden çıkma bir güzelliği normal bo­yutuna indirgeyeceğim.
Dünyayı başka bir şekilde değiştirme olanağı yoktur. Dün­yayı yalnızca bilgi değiştirebilir ancak bu işi dünyayı olduğu gibi bırakarak, değiştirmeyerek yapar. Bu pencereden bakıldığın­da dünya sonsuza dek hem değişmeyecek hem de sürekli deği­şecek bir yere benzer.
Bunun bir önemi olmadığını söyleyebilirsin. Oysa hayatta kalabilmek için insanların sahip olduğu bir silah varsa o da bilgidir. Hayvanların bu silaha ihtiyaçları yoktur, çünkü onla­rın yaşama katlanmak gibi bir sorunları yoktur. Oysa insan yaşayabilmek için bu güçlüğün ne olduğunu bilmek ve onu bir araca dönüştürmek zorundadır.
Hoşlandığın bu güzellik, her şeyi yutup yok eden bilgi bir kenara konulacak olursa, insan ruhunda hâlâ yaşayan bu işe yaramaz şeyin hayaleti gibidir...Bu, yaşamı başka bir şekilde çekilir kılmanın karşılığıdır.
Altın Mabet i yaktığım takdirde, insanlar dünyada yok edi­lemeyecek bir şeyler olduğu gibi bir düşüncenin saçmalığının bilincine varacaklardır. Beş yüzyıl boyunca kıyıda suyun yüze­yinde bir yansıma olarak ayakla kalmış olmanın, varlığını sür­dürmenin bir önemi olmadığını anlayacaklardır...
Hayatla kalmamızı sağlayan, yaşama şansımızı arttıran şey şu katılaşmış zaman adlı ambalajdır...Örneğin evlerde kulla­nılan şu çekmecelere bir bakın.
Uzun bir zaman dilimi sonunda, zaman bir nesneye dö­nüşmektedir. Kırk, elli ya da birkaç yüzyıl sonunda zaman ka­tılaşarak. bir nesne görünümüne bürünmektedir. Başlangıçta küçük bir mekâna sahip olan nesne şimdi, bir anlamda, katı­laşmış bir zaman dilimini işgal etmektedir. Katılaşmış zamansa bir tür tinsel töz hâlini almış gibidir.
Söz gelişi yüzyıllık zaman dilimi sonunda bir eve ait nesne­ler biçimsel dönüşüme uğrayarak ruhları temsil etmeye başla­makta ve insanların yüreklerine uğursuzluk düşüncesini sok­maktadırlar -bu olaya Tsukumogami ya da mutsuzluğun ruhu denilmektedir. Her yıl ilkbahar öncesinde ev eşyalarını so­kağa atma âdeti vardır. Buna evi temizlemek deniliyor. nedeniyse şeylerin başına bir felâket gelmesini engellemek.
Görüleceği gibi gerçekleştirmek istediğim eylem insanların Tsukumogaminin yol açacağı felâketleri görmelerini sağlayacaktır. Bu eylemim Altın Mabet ‘in ait olduğu dünyayı alt üst edecek ve Altın Mabet’in varolmadığı bir dünyaya geçilmesini sağlayacaktır...Hiç kuşkusuz bu olaydan sonra bir başka dün­yada yaşanmaya başlanacaktır.
Altın Mabet öyküsü müthiş bir alegoridir. Bu İntikam alan kötülük alegorisi olarak adlandırılabilir. Güzellik hattâ abartılı bir güzellikten kurtulmanın tek yolunun onu yok etmek olduğunu göstermektedir.
Yalnızca güzellik değil, zekâ da böyle kötü bir duruma dü­şürülebilir.
Zekâ insanı hiçbir şeyden korumaz, hattâ aptallık yapması­nı bile engelleyemez.
Zeki olmak insanın aptalca davranmasını engellemediği gibi kimi zaman zekâ aptallığı besler -tersi de geçerlidir.
Zekâ, aptallığa bir son veremeyeceği gibi çok zeki olmak kaçınılmaz bir şekilde aptallıkla noktalanmaktadır. Zekânın peşini bırakmayan aptallık karşı konulması olanaksız karşılık verme kuralı gereğince onu bir ikiz, bir gölge gibi izlemektedir.
Bu cehennem azabından yalnızca, zekâya aptallık düzeyin­de karşı koyabilen düşünce ve zihin açıklığı kaçabilir.
Aslında iyilik ya da kötülüğe özgü bir oyun kuralı yoktur. Bunların, Möbiyüs şeridine benzer bir şekilde iç içe geçmiş oldukları söylenebilir.
Tahammül edilmesi olanaksız şu kolektif zekâ üretimine bakılarak, gelecekte yapay aptallık oranının giderek artacağı söylenebilir.
Geçen yüzyılı andıran birkaç bin yılın ardından insanın gerçekleştirdiği şeylere bakıldığında en üst zekâ düzeyine varıl­dığı görülecek ve bu yüzden zekâ bütün saygınlığını yitirecektir. Hiç kuşkusuz zeki olmanın yararları olacak ancak zeki olmak o kadar sıradan bir şey hâline gelecektir ki, daha üst düzey bir zevk anlayışı bu zorunluluğu ayağa düşmüş bir şey gibi yorum­lanacaktır. Bilim ve hakikat despotluğu nasıl yalana kucak açabilecekse, zekâ despotluğu da yeni bir tür soyluluk duygusu üretebilecektir. İşte o zaman belki soylu olarak çılgınca düşün­celere sahip olmak anlamına gelecektir. (Gaya Scknza)
Nietzsche’nin kehânetinin gerçekleşmesi için yüzlerce yılın geçmesine gerek kalmadı. Yapay Zekânın “zekânın en üst aşaması”, bütünsel/integral ve sınır tanımayan bir zekâ - orta­ya çıkmasıyla bu kehânet kısa bir sürede gerçekleşti.
Cinsellikten yoksun, bitişiklik ve zihinsel aşılama yönte­miyle dur durak tanımadan gelişen bir zekâ. Bu fraktal, sınır­sız bir bölünme kapasitesine sahip bir zekâ olmakla birlikte kendi kendine karşı direnemediği için bölünemeyen bir zekâ­dır.
Öyleyse bu tek hücreli varlıkların çoğalması yönünde kesin bir gelişmedir. Bu her türlü karmaşık ve analitik düşünce aşa­ması öncesine denk düşen, sayısal bir zincir ve otomatik he­saplama biçimidir. Bu biyolojik anlamda cinselliğe sahip olma aşaması öncesine gerilemenin eşdeğerlisi olarak kabul edilebi­lecek zihinsel bir gerilemedir. Türümüz klonlama sayesinde benzer bir genetik kendi-içine-çekilme surecine girerek, üre­menin sıfır noktasına doğru gerilemiştir. Ait olduğumuz tür, zihinsel düzeyde, düşüncenin sıfır noktası denilebilecek Yapay Zekâya doğru gerilemiştir.
Görünüşe göre hiçbir şey düşüncenin sıfır noktası olarak nitelendirilebilecek bu yapay Zeka sürecinin yaygınlaşmasını engelleyememektedir.
Aptallık ve zekânın yer değiştirme olasılığı dışında hiçbir şey bu sürece karşı koyamamaktadır. Aptallık muzaffer zekâ­ya karşı yeniden bir meydan okuma biçimine dönüşmekledir.
Burada da sanki kötülüğün intikamına benzer bir şeyler vardır.
Gerçekliğin inanılmaz baskısıyla oluşan bir şey. Akla gele­bilecek her türlü çılgınlık ve illüzyondan hoşlanma türünden bir şey.
Yapay Zekânın bu baskısı kaçınılmaz bir şekilde bugüne kadar hiç bilinmeyen bir aptallık biçiminin: (ekranlar ve enformatik bilgi ağlarını sarmış olan bir şey) yapay aptallığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durumda doğal aptallık, de­liliğin Bütünsel Gerçeklik karşısındaki duygusal boşalmasına (abreaksiyon) benzer bir şekilde, eski asaletine kavuşabilir.
Zekâ, teknik, kolektif ve otomatik bir uyumlanma biçimine dönüşebilmek amacıyla her şeyi egemenliği altına almaya kalkıştığı zaman zekâ dışında kalan her türlü varsayım çekici hâ­le gelmektedir. İnsanın aptallığı yeğleyesi gelmektedir.
Zekâ varsayımının üstünlüğü sona erip, hâkimiyeti ilân edildiğinde, bu durumda, aptallık varsayımı üstün bir konuma geçmektedir. Aptallık neredeyse radikal düşüncenin sınırların­da dolanan, bir başka deyişle hakikatin ötesine geçmiş olan bir tür üstün zekâya dönüşmektedir.
Yapay Zekâ, bütün aptallık türlerinden kurtulmak isterken aslında zekâ ve aptallık arasında bitmek bilmeyen mücadeleyi bir tıkanma noktasına getirmekten başka bir şey yapmamak­tadır. Bu açıdan bakıldığında Yapay Zekânın aptalca bir şey olduğu söylenebilir. Bedenini yitirmiş bir düşüncenin gölgesi­ni kaybetmesine benzer bir şey. Oysa gölgesini yitirmiş bir varlık kendi kendinin gölgesine dönüşmüş demektir.
Hiç kimse bu zekâ işinin sonunun nereye varacağını bile­mez.
Belki de doğal ayıklama süreci yapay canlıları da egemenli­ği altına alabilir.
Her gün internet üzerinde binlerce web sitesi ölüp gitmek­tedir. Canlı varlıklar için geçerli olan bu süreç zamanla yapay sayısal, genetik, sibernetik varlıklar için de geçerli hâle gel­miştir. Kitleler hâlinde yok olup gitmeye mahkûm olan bu varlıklardan geriye yalnızca birkaç tanesi ya da dijital zincir üzerinde yer alabilen uzak akrabalar kalacaktır. Biz bu acıma­sız doğal ayıklama sürecinin henüz başlangıç noktasındayız. Doğal canlılar düzeninde bakteri hangi aşamaya denk geliyor­sa. yapay varlıklar düzeninde o aşamada olduğumuz söyle­nebilir.
Stephcn J. Gould: Zekâyı ölçmek bir zekâdan yoksunluk göstergesidir demektedir.
Simgesel zincirde bu türden bir şeyle kesinlikle karşılaşıl­mamaktadır. Bu konuda bir ölçüm cetveli yoktur. İnsan ve hayvanın yanı sıra tüm diğer biçimler birbirine karışmadan birbirleriyle ilişki içindedirler.
Bütün bu biçimler bir kez “özgürlüklerine” kavuşup, bir­birlerinden koptuklarında birbirleriyle karşılaştırılabilcek, öl­çülebilecek ve neredeyse otomatik bir biçimde birbirlerinden üstün ya da aşağı denilebilecek bir konuma gelmektedirler. Bütün hiyerarşiler, ayrımcılıklar,, üstünlük ölçekleri şu karşılaştırabilme, ölçme ve ideolojik ölçüm araçlarına geçişle bir­likle başlamıştır. IQ yöntemi bu işin komik bir örneğidir.
Neden böyle bir zekâ ölçme saplantısı var? Eğer zekâ diye bir şey varsa, bu, suç ortaklığının en üst aşamasına gönderme yapmaktadır (düşmanla işbirliği yapmak, bilgi sızdırmak, sal­mak. yani casusluk, vs) Bu anlamda ölçüm cetvelinin en alt sırasında yer alan bir zekâ en üst basamakta yer alandan daha zeki olabilir.
Teknik ve sayısal zekânın katlanarak artma özelliğiyle sa­nal düzeyde sınırsız bir şekilde katlanarak çoğalma özelliğine sahip iletim/ bilgi ağlarının tersine, düşünce sınırlı bir şeydir.
Özgünlüğü nedeniyle düşünce sınırlı ve öğreti özellikleri taşıyan bir biçimdir.
Günümüzde bilim, enformasyon ve bilgi alanını doldurup, taşıran cinsten sınırsız bir düşünce üretiminden asla söz edi­lemez.
Turing’in modern analiz yöntemine göre ampirik ve meka­nik bir işlev açısından ele alındığında makine, matematik he­saplama ve genel anlamda tekniğin ulaşabileceği bir en üst düzey -bir sınır- olmalıdır.
Bu analitik işlev bir geçmişe sahipken, düşüncenin bit tari­hi yoktur( Adorno: “Bizi bir kültürden diğerine sürükleyen evrensel bir tarih yoktur. Oysa sapandan atom bombasına gi­den bir tarihî açıklama bulabilirsiniz”) demektedir.
Düşüncenin sınırlı olmasına karşın teknik zekâ sınırsız olup, tersine çevrilmesi olanaksız bir gelişme. Turing’in kalıcı bir ideal olarak öngördüğü nihai bir aşama anlayışı üzerine oturmaktadır.
Düşünce bir başka ölçüm kuralına sahip olup, daha çok şu eski efsanelerde karşımıza çıkan sınırlı sayıdaki ruha benze­mektedir.
O zamanlar, sınırlı sayıda ruh ya da ruhsal töz olduğuna ve bunların ölümler aracılığıyla bir canlıdan diğerine aktarıldı­ğına inanılırdı. Bu yüzden kimi bedenler bazen bir ruha sahip olabilmek için beklemek zorunda kalırlardı. Bugün kendi­lerine uygun bir kalp bulunmasını bekleyen hastalar gibi.
Bu varsayıma göre nüfus arttıkça ruh sahibi beden sayısın­da giderek bir düşüş olacaktır. Bu pek demokratik sayılama­yacak durumu bugün zeki insan sayısı arttıkça (ki onformatik inayet sayesinde sanal düzeyde herkes zeki görünmekledir) düşünce üretiminde bir düşüş olacaktır şeklinde yorumlaya­biliriz.
Dünyada ilk kez Hıristiyanlık bir tür demokrasi düşüncesi oluşturmuş ve (her ne kadar kadınlar konusunda uzun süre mütereddit kalınmışsa da ) her insanın bir ruha sahip olma hakkı olduğunu söylemiştir. Bu yüzden ruh üretiminde, tıpkı enflasyon dönemlerindeki karşılıksız para basımı gibi müthiş bir hızlanma görülmüş ve bu kavram değerini büyük ölçüde yitirmiştir. Günümüzde geçerli bir kavram olma özelliğini de yitirdiğinden, artık değer borsasında mübadele edilmemekte­dir.
Günümüzde pazara aşırı miktarda ruh sürülmektedir. Bu noktada eski metaforu gözden geçirip ona yeni bir açıklama getirecek olursak: Bedenlerden geriye aşırı miktarda bilgi, an­lam ve tinsel veri kaldığı söylenebilir. Buna karşın canlı töz­den geriye çok fazla sinir hücresi kalmaktadır. Buna göre gü­nümüzdeki durumu şöyle toparlayabiliriz: Bu durumda, arka­ik âyinlerdeki gibi, ruh peşinde koşan bedenler yerine, beden peşinde koşan ruhlardan ya da bir özne peşinde koşan çok çeşitli bilgi biçimlerinden söz etmek daha doğru olacaktır.
Bizimki işte böyle bir zekâdır. Kat sayısal bir artış göster­mesi gereken stok düşüncesiyle, illüzyonuyla kendini kandıran bir zekâ.
Oysa en akla yakın varsayım, insanlığın, dün olduğu gibi bugün de az çok güvenilir sınırlı bilgi stokunu kuşaklar bo­yunca çalışarak elde etmiş olduğunu ve çağlar boyunca üretil­miş bilgi miktarının her dönemde birbirlerine eşit olduğunu söyleyendir.
Zekâ açısından çok üst düzeylere gelmiş olabiliriz, ancak düşünce üretimi açısından geçmiş ve gelecek kuşaklarla nere­deyse aynı düzeydeyiz.
Hiçbir dönem diğerinden daha ayrıcalıklı olmadığı gibi, bi­rilerinin diğerlerinden kesinlikle daha fazla gelişmiş oldukları gibi bir şey de söylenemez, en azından bu konuda bir eşitsizlikten söz edilemez. İnsanlık varlığını her zaman demokratik bir şekilde sürdürmüştür.
Bu varsayım her türlü muzaffer evrimcilik anlayışından sa­kınılması gerektiğini göstermenin yanı sıra insanlığa özgü “simgesel sermayenin’ yitirilmesi konusundaki Kıyamet benzetmeleriyle zaman yitirilmesini de engellemektedir. Bunları hümanizma anlayışına uygun bir şekilde: muzaffer ya da depresif bakış açıları olarak adlandırabiliriz. Zira o ilk başlangıç­taki doğal ruh, zekâ ya da düşünce sayısı sınırlı olmakla bir­likte ortadan kaldırılması olanaksız şeylerdir. Geleceğin dün­yasında da en az bizimki kadar çok zeki insan, özgünlük ve buluş olacaktır, daha fazla değil. Daha önceki dönemlerden de ne daha fazla ne de daha az sayıda olacaktır.
Bu varsayımlar: olumlu aydınlanmacılık -Yapay Zekâ çıl­gınlığı- ve- regresif nihilizm- -ahlâkî ve kültürel depresyon- olarak adlandırılabilecek, birbirlerini karşılıklı olarak doğuran iki bakış açısına karşı ileri sürülmektedir
Bütün bunların nedeni bizim zekâ ve dünyaya müdahale etmeye kalkışmamızdır. Oysa düşünceye müdahale edemiyo­ruz. Düşünmemizi sağlayan şey bizi biçimlendiren dünyadır.
Dünyaya özgü bir zekâ yoktur ve düşüncenin zekâyla bir ilişkisi yoktur. Dünya  bizim olduğunu sandığımız yer değildir, tam tersine bizim düşünce biçimimizi oluşturan yerdir.