Jean Baudrillard
Günümüzde artık
başımızın üstünde tepişip ruhumuza sahip olmaya çalışan Tanrı ya da Şeytana
atfedilebilecek türden metafizik bir kötülük anlayışı yok.
Mefisto ya da
Frankenstein tarafından temsil edilen kötülük ilkesine benzeyen mitolojik bir
kötülük anlayışı da yok.
Düş gücü ve bir
çehreden yoksun bir kötülük anlayışına sahibiz. Başımızı ne yana çevirsek
karşımıza tekniğe özgü soyut biçimler arasından kendini homeopatik dozlarda
gösteren bir Kötülük çıkıyor ancak bunun mitolojik bir ağırlığı yok.
Bununla birlikle
modern sanayi adlı talihsizliğin merkezinde yer alan birkaç Kötülük
kırıntısından söz edilebilir. Bunun saf kötülüğün kendisi olduğu söylenemez
ancak yine de kırıntı kırıntıdır. Örneğin şu Palermo banliyösünün tam merkezindeki
Palagonya villası gibi, bu villada mutluluk ve mutsuzluk birlikle çekilen bir
fiil gibidir. Âşık koca, sevdiği eşini tuzağa düşürebilmek amacıyla bütün evi
görüntüyü deforme eden
aynalarla donatma gibi uğursuz bir girişimde bulunur.
Örneğin Yuki
Mishima’nın şu ünlü Altın Mabet adlı müthiş öyküsünde anlattığı kötülük gibi:
Öyleyse bu güzel
şey kısa bir süre sonra kül hâline gelecek...
Bir yandan bu
şekilde düşünerek, öte yandan kopyanın gerçeginin birebir aynısı olması
dolayısıyla düşümdeki Altın Mabet’in en küçük ayrıntısına kadar gerçekteki
mabedin tıpatıp aynısı olduğu sonucuna vardım.
Benim çatım
gerçek çatıyla birebir örtüşüyordu örneğin. Altın Mabet sanki fenomenal
dünyanın ortadan kayboluşunun simgesi olarak biçimsel bir dönüşüme uğruyordu.
Bu şekilde Altın Mabet benim düşlerimdeki kadar güzel bir nesneye dönüşmüş
oldu...Yarın belki de gökten tepesine alevler yağacak ancak şu an için o zarif
silueti yaz sıcağının ortasında oldukça sakin bir şekilde önümüzde duruyordu.
İtirafta
bulunmak bir cesaret işi midir? İtiraf etmeyi reddetmek kötülük diye bir şey
var mıdır sorusunun yanıtını aramaktan başka bir şey olabilir mi? İtiraf
etmeyi reddettiğim, bu konuda direndiğim sürece atom boyutunda bile olsa bir
kötülükten söz edebilmek mümkündü... İtiraf ettiğim takdirde yaşamımdaki
kötülüğün o ilk ve zerrecik boyutundaki görünümünü engelleyebileceğim düşüncesi
kendimi tutmama yol açtı...
İyiliğin
doğasında kendini dışa vurmak, kötülüğün doğasındaysa gizlenmek vardır.
Cinsel ilişki bu
yüzden itiraf edilir, yakın bir gelecekte kendimizden geçmiş bir şekilde
yalnızca ondan söz edebilmek amacıyla yapacağımız bir şeye benzeyecektir.
Cinsel ilişkideki gösteriş, kendisinden pek hoşlanılmayan bir şey olma
aşamasından zararsız bir şey olduğuna düşünme aşamasına geçiş, konuşarak/sözünü
ederek aklama ve aşağılama. Cehenneme özgü bir özellik varsa o da her şeyin en
ince ayrıntısına kadar birbirinden ayrılabildiği bir yer olmasıdır.
Bir yandan
insana özgü kolayca yok edilebilecek bir sonsuzluk simülakn -buna karşın Altın Mabet ‘in o yok
edilmesi olanaksız güzelliği bir yok etme olanağı sunuyordu
İnsan da dahil
olmak üzere ölümlü hiçbir nesnenin kökünü kurutamazsınız -buna karşın Altın
Mabet gibi yok edilmesi olanaksız bir şeyin ancak canını alabilirsiniz.
Alıuı Mabeti yakarak
katıksız bir can alma.
yok etme suçu işleyeceğim ve insan elinden çıkma bir güzelliği normal boyutuna
indirgeyeceğim.
Dünyayı başka
bir şekilde değiştirme olanağı yoktur. Dünyayı yalnızca bilgi değiştirebilir
ancak bu işi dünyayı olduğu gibi bırakarak, değiştirmeyerek yapar. Bu
pencereden bakıldığında dünya sonsuza dek hem değişmeyecek hem de sürekli
değişecek bir yere benzer.
Bunun bir önemi
olmadığını söyleyebilirsin. Oysa hayatta kalabilmek için insanların sahip
olduğu bir silah varsa o da bilgidir. Hayvanların bu silaha ihtiyaçları yoktur,
çünkü onların yaşama katlanmak gibi bir sorunları yoktur. Oysa insan
yaşayabilmek için bu güçlüğün ne olduğunu bilmek ve onu bir araca dönüştürmek
zorundadır.
Hoşlandığın bu
güzellik, her şeyi yutup yok eden
bilgi bir kenara konulacak olursa, insan ruhunda hâlâ yaşayan bu işe yaramaz
şeyin hayaleti gibidir...Bu, yaşamı başka bir şekilde çekilir kılmanın
karşılığıdır.
Altın Mabet i
yaktığım takdirde, insanlar dünyada yok edilemeyecek bir şeyler olduğu gibi
bir düşüncenin saçmalığının bilincine varacaklardır. Beş yüzyıl boyunca kıyıda
suyun yüzeyinde bir yansıma olarak ayakla kalmış olmanın, varlığını
sürdürmenin bir önemi olmadığını anlayacaklardır...
Hayatla
kalmamızı sağlayan, yaşama şansımızı arttıran şey şu katılaşmış zaman adlı
ambalajdır...Örneğin evlerde kullanılan şu çekmecelere bir bakın.
Uzun bir zaman
dilimi sonunda, zaman bir nesneye dönüşmektedir. Kırk, elli ya da birkaç
yüzyıl sonunda zaman katılaşarak. bir nesne görünümüne bürünmektedir.
Başlangıçta küçük bir mekâna sahip olan nesne şimdi, bir anlamda, katılaşmış
bir zaman dilimini işgal etmektedir. Katılaşmış zamansa bir tür tinsel töz
hâlini almış gibidir.
Söz gelişi
yüzyıllık zaman dilimi sonunda bir eve ait nesneler biçimsel dönüşüme
uğrayarak ruhları temsil etmeye başlamakta ve insanların yüreklerine
uğursuzluk düşüncesini sokmaktadırlar -bu olaya Tsukumogami ya da mutsuzluğun
ruhu denilmektedir. Her yıl ilkbahar öncesinde ev eşyalarını sokağa atma âdeti
vardır. Buna evi temizlemek deniliyor. nedeniyse şeylerin başına bir felâket
gelmesini engellemek.
Görüleceği gibi
gerçekleştirmek istediğim eylem insanların Tsukumogaminin yol açacağı
felâketleri görmelerini sağlayacaktır. Bu eylemim Altın Mabet ‘in ait olduğu
dünyayı alt üst edecek ve Altın Mabet’in varolmadığı bir dünyaya geçilmesini
sağlayacaktır...Hiç kuşkusuz bu olaydan sonra bir başka dünyada yaşanmaya
başlanacaktır.
Altın Mabet
öyküsü müthiş bir alegoridir. Bu İntikam alan kötülük alegorisi olarak
adlandırılabilir. Güzellik hattâ abartılı bir güzellikten kurtulmanın tek
yolunun onu yok etmek olduğunu göstermektedir.
Yalnızca
güzellik değil, zekâ da böyle kötü bir duruma düşürülebilir.
Zekâ insanı
hiçbir şeyden korumaz, hattâ aptallık yapmasını bile engelleyemez.
Zeki olmak
insanın aptalca davranmasını engellemediği gibi kimi zaman zekâ aptallığı
besler -tersi de geçerlidir.
Zekâ, aptallığa
bir son veremeyeceği gibi çok zeki olmak kaçınılmaz bir şekilde aptallıkla
noktalanmaktadır. Zekânın peşini bırakmayan aptallık karşı konulması olanaksız
karşılık verme kuralı gereğince onu bir ikiz, bir gölge gibi izlemektedir.
Bu cehennem
azabından yalnızca, zekâya aptallık düzeyinde karşı koyabilen düşünce ve zihin
açıklığı kaçabilir.
Aslında iyilik
ya da kötülüğe özgü bir oyun kuralı yoktur. Bunların, Möbiyüs şeridine benzer
bir şekilde iç içe geçmiş oldukları söylenebilir.
Tahammül
edilmesi olanaksız şu kolektif zekâ üretimine bakılarak, gelecekte yapay
aptallık oranının giderek artacağı söylenebilir.
Geçen yüzyılı
andıran birkaç bin yılın ardından insanın gerçekleştirdiği şeylere bakıldığında
en üst zekâ düzeyine varıldığı görülecek ve bu yüzden zekâ bütün saygınlığını
yitirecektir. Hiç kuşkusuz zeki olmanın yararları olacak ancak zeki olmak o
kadar sıradan bir şey hâline gelecektir ki, daha üst düzey bir zevk anlayışı bu
zorunluluğu ayağa düşmüş bir şey gibi yorumlanacaktır. Bilim ve hakikat
despotluğu nasıl yalana kucak açabilecekse, zekâ despotluğu da yeni bir tür
soyluluk duygusu üretebilecektir. İşte o zaman belki soylu olarak çılgınca
düşüncelere sahip olmak anlamına gelecektir. (Gaya Scknza)
Nietzsche’nin
kehânetinin gerçekleşmesi için yüzlerce yılın geçmesine gerek kalmadı. Yapay
Zekânın “zekânın en üst aşaması”, bütünsel/integral ve sınır tanımayan bir zekâ
- ortaya çıkmasıyla bu kehânet kısa bir sürede gerçekleşti.
Cinsellikten
yoksun, bitişiklik ve zihinsel aşılama yöntemiyle dur durak tanımadan gelişen
bir zekâ. Bu fraktal, sınırsız bir bölünme kapasitesine sahip bir zekâ olmakla
birlikte kendi kendine karşı direnemediği için bölünemeyen bir zekâdır.
Öyleyse bu tek
hücreli varlıkların çoğalması yönünde kesin bir gelişmedir. Bu her türlü
karmaşık ve analitik düşünce aşaması öncesine denk düşen, sayısal bir zincir
ve otomatik hesaplama biçimidir. Bu biyolojik anlamda cinselliğe sahip olma
aşaması öncesine gerilemenin eşdeğerlisi olarak kabul edilebilecek zihinsel bir gerilemedir.
Türümüz klonlama sayesinde benzer bir genetik kendi-içine-çekilme surecine
girerek, üremenin sıfır noktasına doğru gerilemiştir. Ait olduğumuz tür,
zihinsel düzeyde, düşüncenin sıfır noktası denilebilecek Yapay Zekâya doğru
gerilemiştir.
Görünüşe göre
hiçbir şey düşüncenin sıfır noktası olarak nitelendirilebilecek bu yapay Zeka
sürecinin yaygınlaşmasını engelleyememektedir.
Aptallık ve
zekânın yer değiştirme olasılığı dışında hiçbir şey bu sürece karşı
koyamamaktadır. Aptallık muzaffer zekâya karşı yeniden bir meydan okuma
biçimine dönüşmekledir.
Burada da sanki
kötülüğün intikamına benzer bir şeyler vardır.
Gerçekliğin
inanılmaz baskısıyla oluşan bir şey. Akla gelebilecek her türlü çılgınlık ve
illüzyondan hoşlanma türünden bir şey.
Yapay Zekânın bu
baskısı kaçınılmaz bir şekilde bugüne kadar hiç bilinmeyen bir aptallık
biçiminin: (ekranlar ve enformatik bilgi ağlarını sarmış olan bir şey) yapay
aptallığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durumda doğal aptallık, deliliğin
Bütünsel Gerçeklik karşısındaki duygusal boşalmasına (abreaksiyon) benzer bir
şekilde, eski asaletine kavuşabilir.
Zekâ, teknik, kolektif
ve otomatik bir uyumlanma biçimine dönüşebilmek amacıyla her şeyi egemenliği
altına almaya kalkıştığı zaman zekâ dışında kalan her türlü varsayım çekici
hâle gelmektedir. İnsanın aptallığı yeğleyesi gelmektedir.
Zekâ
varsayımının üstünlüğü sona erip, hâkimiyeti ilân edildiğinde, bu durumda,
aptallık varsayımı üstün bir konuma geçmektedir. Aptallık neredeyse radikal
düşüncenin sınırlarında dolanan, bir başka deyişle hakikatin ötesine geçmiş
olan bir tür üstün zekâya dönüşmektedir.
Yapay Zekâ, bütün
aptallık türlerinden kurtulmak isterken aslında zekâ ve aptallık arasında
bitmek bilmeyen mücadeleyi bir tıkanma noktasına getirmekten başka bir şey
yapmamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Yapay Zekânın aptalca bir şey olduğu
söylenebilir. Bedenini yitirmiş bir düşüncenin gölgesini kaybetmesine benzer
bir şey. Oysa gölgesini yitirmiş bir varlık kendi kendinin gölgesine dönüşmüş
demektir.
Hiç kimse bu
zekâ işinin sonunun nereye varacağını bilemez.
Belki de doğal
ayıklama süreci yapay canlıları da egemenliği altına alabilir.
Her gün internet
üzerinde binlerce web sitesi ölüp gitmektedir. Canlı varlıklar için geçerli
olan bu süreç zamanla yapay sayısal, genetik, sibernetik varlıklar için de
geçerli hâle gelmiştir. Kitleler hâlinde yok olup gitmeye mahkûm olan bu
varlıklardan geriye yalnızca birkaç tanesi ya da dijital zincir üzerinde yer
alabilen uzak akrabalar kalacaktır. Biz bu acımasız doğal ayıklama sürecinin
henüz başlangıç noktasındayız. Doğal canlılar düzeninde bakteri hangi aşamaya
denk geliyorsa. yapay varlıklar düzeninde o aşamada olduğumuz söylenebilir.
Stephcn J.
Gould: Zekâyı ölçmek bir zekâdan yoksunluk göstergesidir demektedir.
Simgesel
zincirde bu türden bir şeyle kesinlikle karşılaşılmamaktadır. Bu konuda bir
ölçüm cetveli yoktur. İnsan ve hayvanın yanı sıra tüm diğer biçimler birbirine
karışmadan birbirleriyle ilişki içindedirler.
Bütün bu
biçimler bir kez “özgürlüklerine” kavuşup, birbirlerinden koptuklarında
birbirleriyle karşılaştırılabilcek, ölçülebilecek ve neredeyse otomatik bir
biçimde birbirlerinden üstün ya da aşağı denilebilecek bir konuma
gelmektedirler. Bütün hiyerarşiler, ayrımcılıklar,, üstünlük ölçekleri şu karşılaştırabilme,
ölçme ve ideolojik ölçüm araçlarına geçişle birlikle başlamıştır. IQ yöntemi
bu işin komik bir örneğidir.
Neden böyle bir
zekâ ölçme saplantısı var? Eğer
zekâ diye bir şey varsa, bu, suç ortaklığının en üst aşamasına gönderme
yapmaktadır (düşmanla işbirliği yapmak, bilgi sızdırmak, salmak. yani
casusluk, vs) Bu anlamda ölçüm cetvelinin en alt sırasında yer alan bir zekâ en
üst basamakta yer alandan daha zeki olabilir.
Teknik ve
sayısal zekânın katlanarak artma özelliğiyle sanal düzeyde sınırsız bir
şekilde katlanarak çoğalma özelliğine sahip iletim/ bilgi ağlarının tersine,
düşünce sınırlı bir şeydir.
Özgünlüğü
nedeniyle düşünce sınırlı ve öğreti özellikleri taşıyan bir biçimdir.
Günümüzde bilim,
enformasyon ve bilgi alanını doldurup, taşıran cinsten sınırsız bir düşünce
üretiminden asla söz edilemez.
Turing’in modern
analiz yöntemine göre ampirik ve mekanik bir işlev açısından ele alındığında
makine, matematik hesaplama ve genel anlamda tekniğin ulaşabileceği bir en üst
düzey -bir sınır- olmalıdır.
Bu analitik
işlev bir geçmişe sahipken, düşüncenin bit tarihi yoktur( Adorno: “Bizi bir
kültürden diğerine sürükleyen evrensel bir tarih yoktur. Oysa sapandan atom
bombasına giden bir tarihî açıklama bulabilirsiniz”) demektedir.
Düşüncenin
sınırlı olmasına karşın teknik zekâ sınırsız olup, tersine çevrilmesi olanaksız
bir gelişme. Turing’in kalıcı bir ideal olarak öngördüğü nihai bir aşama
anlayışı üzerine oturmaktadır.
Düşünce bir
başka ölçüm kuralına sahip olup, daha çok şu eski efsanelerde karşımıza çıkan
sınırlı sayıdaki ruha benzemektedir.
O zamanlar,
sınırlı sayıda ruh ya da ruhsal töz olduğuna ve bunların ölümler aracılığıyla
bir canlıdan diğerine aktarıldığına inanılırdı. Bu yüzden kimi bedenler bazen
bir ruha sahip olabilmek için beklemek zorunda kalırlardı. Bugün kendilerine
uygun bir kalp bulunmasını bekleyen hastalar gibi.
Bu varsayıma
göre nüfus arttıkça ruh sahibi beden sayısında giderek bir düşüş olacaktır. Bu
pek demokratik sayılamayacak durumu bugün zeki insan sayısı arttıkça (ki
onformatik inayet sayesinde sanal düzeyde herkes zeki görünmekledir) düşünce
üretiminde bir düşüş olacaktır şeklinde yorumlayabiliriz.
Dünyada ilk kez
Hıristiyanlık bir tür demokrasi düşüncesi oluşturmuş ve (her ne kadar kadınlar
konusunda uzun süre mütereddit kalınmışsa da ) her insanın bir ruha sahip olma
hakkı olduğunu söylemiştir. Bu yüzden ruh üretiminde, tıpkı enflasyon
dönemlerindeki karşılıksız para basımı gibi müthiş bir hızlanma görülmüş ve bu
kavram değerini büyük ölçüde yitirmiştir. Günümüzde geçerli bir kavram olma
özelliğini de yitirdiğinden, artık değer borsasında mübadele edilmemektedir.
Günümüzde pazara
aşırı miktarda ruh sürülmektedir. Bu noktada eski metaforu gözden geçirip ona
yeni bir açıklama getirecek olursak: Bedenlerden geriye aşırı miktarda bilgi,
anlam ve tinsel veri kaldığı söylenebilir. Buna karşın canlı tözden geriye
çok fazla sinir hücresi kalmaktadır. Buna göre günümüzdeki durumu şöyle
toparlayabiliriz: Bu durumda, arkaik âyinlerdeki gibi, ruh peşinde koşan
bedenler yerine, beden peşinde koşan ruhlardan ya da bir özne peşinde koşan çok
çeşitli bilgi biçimlerinden söz etmek daha doğru olacaktır.
Bizimki işte
böyle bir zekâdır. Kat sayısal bir artış göstermesi gereken stok düşüncesiyle,
illüzyonuyla kendini kandıran bir zekâ.
Oysa en akla
yakın varsayım, insanlığın, dün olduğu gibi bugün de az çok güvenilir sınırlı
bilgi stokunu kuşaklar boyunca çalışarak elde etmiş olduğunu ve çağlar boyunca
üretilmiş bilgi miktarının her dönemde birbirlerine eşit olduğunu söyleyendir.
Zekâ açısından
çok üst düzeylere gelmiş olabiliriz, ancak düşünce üretimi açısından geçmiş ve
gelecek kuşaklarla neredeyse aynı düzeydeyiz.
Hiçbir dönem
diğerinden daha ayrıcalıklı olmadığı gibi, birilerinin diğerlerinden
kesinlikle daha fazla gelişmiş oldukları gibi bir şey de söylenemez, en azından
bu konuda bir eşitsizlikten söz edilemez. İnsanlık varlığını her zaman
demokratik bir şekilde sürdürmüştür.
Bu varsayım her
türlü muzaffer evrimcilik anlayışından sakınılması gerektiğini göstermenin
yanı sıra insanlığa özgü “simgesel sermayenin’ yitirilmesi konusundaki Kıyamet
benzetmeleriyle zaman yitirilmesini de engellemektedir. Bunları hümanizma
anlayışına uygun bir şekilde: muzaffer ya da depresif bakış açıları olarak
adlandırabiliriz. Zira o ilk başlangıçtaki doğal ruh, zekâ ya da düşünce
sayısı sınırlı olmakla birlikte ortadan kaldırılması olanaksız şeylerdir.
Geleceğin dünyasında da en az bizimki kadar çok zeki insan, özgünlük ve buluş
olacaktır, daha fazla değil. Daha önceki dönemlerden de ne daha fazla ne de
daha az sayıda olacaktır.
Bu varsayımlar:
olumlu aydınlanmacılık -Yapay Zekâ çılgınlığı- ve- regresif nihilizm- -ahlâkî
ve kültürel depresyon- olarak adlandırılabilecek, birbirlerini karşılıklı
olarak doğuran iki bakış açısına karşı ileri sürülmektedir
Bütün bunların
nedeni bizim zekâ ve dünyaya müdahale etmeye kalkışmamızdır. Oysa düşünceye
müdahale edemiyoruz. Düşünmemizi sağlayan şey bizi biçimlendiren dünyadır.
Dünyaya özgü bir
zekâ yoktur ve düşüncenin zekâyla bir ilişkisi yoktur. Dünya bizim olduğunu sandığımız yer değildir, tam
tersine bizim düşünce biçimimizi oluşturan yerdir.