Sunday, April 28, 2013

Suriye devriminin çekirdeği, finale doğru


Alptekin DURSUNOĞLU
Haziran’daki Obama-Putin görüşmesi, Suriye sorununun çözümü kadar Dostların çekirdeğinin kaderini de belirleyecek gibi gözüküyor.
 Irak işgali için BM’den onay alamayan ABD’nin 2003 yılında oluşturduğu “uluslar arası koalisyon” model alınarak kurulan “Suriye Dostları grubu” toplantılarının altıncısı, 20 Nisan’da İstanbul’da yapıldı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile 7 Nisan tarihli Türkiye ziyaretinde kararlaştırdıkları dünkü toplantıyı “çekirdek grup toplantısı”[1] diye tanımladı.
“Çekirdek” tanımlamasından, son iki yıldır Suriye’deki yönetimi devirmek için ekonomik, siyasi, askeri her türlü aracı fiilen kullanan ve diğer ülkeleri de bu “devrim” projesine katmaya çalışan devletlerin kastedildiği anlaşılıyor. Zira dün ABD, Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Ürdün ve Suudi Arabistan’ı[2] İstanbul’da bir araya getiren ortak özellik bu.
İtalya, Almanya, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün’ü, ayrıntıları bağımsız bir yazı konusu olabilecek kendilerine özgü birtakım şartlardan ve çekincelerden dolayı aslında “çekirdek” değil, uluslar arası ittifak ilişkilerinden dolayı “çekirdek grubunun” destek üniteleri olarak nitelemek daha doğru.
Suriye’ye müdahale konusunda Rusya ve Çin’in vetosuyla karşılaştıkları BM Güvenlik Konseyi’ni bypass etmek için oluşturulan “Dostlar grubunun” asıl çekirdeğini oluşturan ülkelerin niteliği bu grubun hedefleri konusunda da “Suriye devriminin” niteliği konusunda da yeterli ölçüde fikir veriyor.

Suriye devriminin çekirdeği

1- İngiltere ve Fransa: Sykes-Picot anlaşmasıyla bölge haritasını kendi nüfuz alanlarına göre belirleyen tarihsel sömürgeciliğin en önemli iki Batılı ülkesi.
2- Amerika: Bölgedeki düzenle dünya liderliği arasında doğrudan ilişki gören çağımızın tek kutuplu dünya heveslisi süper gücü.
3- Katar ve Suudi Arabistan: Hiçbir yönetim kademesi seçimle belirlenmeyen tüm siyasi standartlar açısından dünyanın en gerici feodal rejimleri.
4- Türkiye: Tarihsel Osmanlı sınırları içerisinde kurmayı hedeflediği siyasi ve ekonomik nüfuzu, Batılı müttefikleriyle ilişkilerinde koz olarak kullanmaya çalışan Yeni Osmanlı rejimi.
5- Ulusal Koalisyon: Dostlar grubunun çekirdeğini oluşturan bu altı ülke tarafından kurulan, yönlendirilen ve desteklenen ve iktidara ulaşma konusunda da hiçbir kırmızıçizgisi bulunmayan diasporadaki heterojen muhalifler topluluğu.

Dostlar grubu toplantıları ve hedefleri

Dostlar grubu, Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi kısa sürede kitlesel bir halk devrim yapmayı başaramayan muhalifler için BM Güvenlik Konseyi bypass edilerek Libya tarzı bir devrimin zemininin yaratılması için oluşturuldu.
Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile birlikte bu oluşuma öncülük eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Arap Birliği ile İngiltere ve Fransa tarafından hazırlanan karar taslağının 4 Şubat’ta Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinden hemen sonra Washington’a giderken “İstiyoruz ki, bu konuya Birleşmiş Milletler dışında kapsayıcı bir platform içinde çözüm arayalım”[3] diyerek BM’yi bypass etme hedefini itiraf etmişti.
Uluslar arası yasalar bakımından dış müdahale kararı konusundaki tek meşru merci olan BM Güvenlik Konseyi’ni bypass etmek amacıyla oluşturulan “Dostlar grubu” şu hedefleri gerçekleştirmeye yönelik adımlar attı.
1- Suriye yönetiminin ve müttefiklerinin yalnızlaştırılması,
2- Çekirdek grubu tarafından kurulup desteklenen muhalif örgüte uluslar arası saygınlık kazandırılması.
3- Suriye devrimi projesinin mali kaynaklarının çeşitlendirilmesi, başından beri bu yükü omuzlayan Körfez ülkeleriyle Türkiye’nin yükünün hafifletilmesi.
4- Muhalif örgütün “Dostların” belirlediği ölçülere göre siyasi ve askeri açıdan yapılandırılması ve Libya modeli bir devrim için gerekli olan kurtarılmış bölgenin yaratılabilmesi için muhaliflerin silahlandırılması.
5- Nihai aşamada BM Güvenlik Konseyi aracılığıyla gerçekleştirilemeyen dış müdahalenin Dostlar grubu tarafından desteklenecek NATO müdahalesiyle gerçekleştirilmesi.

Dostlar grubu, bu hedefler doğrultusunda şimdiye kadar 6 toplantı yaptı.
1- Tunus toplantısı:24 Şubat 2012’de yapılan bu toplantıda “Dostlar grubu” hem kendi meşruiyetini hem de örgütlediği muhalif grubun meşruiyetini ispata, Suriye yönetimi ile müttefiklerini ise yalnızlaştırmaya çalıştı.

Toplantının teması grubun oluşumuna öncülük eden Davutoğlu tarafından şu cümlelerle özetlendi: “Bu, yönetime yönelik bir mesajdır: Gittikçe yalnızlaşıyorsunuz, uluslararası toplumdan, insanlığın vicdanından kopuyorsunuz. Onu destekleyen taraflara da bir mesaj var burada: siz de bu rejimle birlikte bu yalnızlaşmayla karşı karşıya kalıyorsunuz, kalmamalısınız.”[4]
Bu toplantı hem grubun kendisi hem de yönlendirdiği muhalif örgüt açısından bir “meşruiyet” ispatı niteliğinde olduğu için katılımın çok olmasına özen gösterilmiş, 68 ülke temsilcisinin toplantıya gelmesi sağlanmıştı.[5] Dolayısıyla da eyleme yönelik bir karar alınmamış, -gerçi Katar ve Türkiye, henüz Arap Birliği çözüm girişiminin sürdüğü 3 Ocak 2012’de Suriye’deki silahlı grupları silahlandırmaya başlamış[6] olsa da- örneğin Suudi Arabistan ve Katar tarafından gündeme getirilen muhaliflerin silahlandırılması önerisi kabul görmemişti.
2- İstanbul toplantısı:Tunus toplantısındaki kadar bir katılımla gerçekleşen1 Nisan (2012) toplantısı, “çekirdek”ler tarafından kurulan Ulusal Konsey adlı muhalif örgütü “Suriye halkının temsilcisi” olarak tanımaya ve ekonomik açıdan güçlendirmeye yönelikti.

Dostların çekirdek grubu içinde yer alan Körfez ülkeleri, başlattıkları Arap Birliği girişimi ile Şam’ı Yemen formülüne uygun “devrim”le teslim alamamıştı.
4 Şubat’taki Rusya ve Çin vetosu da “Dostların çekirdeğine” Suriye’de Libya modeline uygun devrim şartlarını oluşturma imkanı vermemiş; aksine onları BM başkanlık bildirisiyle de desteklenen ve sorunun barışçı yollarla siyasi çözümünü öngören Annan Planı ile karşı karşıya getirmişti.
Dostlar grubu, 1. Nisan’daki İstanbul toplantısında, “Suriye yönetimini vaatleriyle değil, uygulamalarıyla muhakeme edeceğiz. Annan’a verilen taahhütlerin yerine getirilmesi için açılan fırsat penceresinin ucu açık değildir.” “Katliamlar” devam ederse Annan’ı Güvenlik Konseyi’ne dönmek de dahil olmak üzere bundan sonraki adımlar için bir zaman çizelgesi kararlaştırmaya davet ediyoruz.” “Suriye halkının korunması için bazı ek tedbirler üzerinde çalışmaya devam edeceğiz”[7] ifadeleriyle zahiren Annan planına destek vermekte ancak bunu gerekli gördükleri anda “Şam yönetimi siyasi çözümden yana değil, artık uluslar arası müdahale kaçınılmaz” argümanı ile sabote edeceklerini ortaya koymuştu.
3- Paris toplantısı:6 Temmuz’da (2012) yapılan bu toplantı, sabote edilen Annan planı sonrasında 18 Temmuz’da Şam’daki Ulusal Güvenlik binasını hedef alan saldırıyla resmen uygulamaya konacak vekalet savaşının hemen öncesinde yapılması bakımından dikkat çekiciydi. Bu toplantının başlatılacak vekalet savaşını adeta açıkça ilan eden teması da Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın “muhalifler kaderlerini ellerine aldılar. Birçoğu ülkesini terk etti ama yakında dönecek. Bugünkü toplantının tek amacı olmalı. BM Güvenlik Konseyi’nin bu krizde sorumluluk almasını sağlamalıyız”[8] cümlesiyle özetlendi.

Ancak 18 Temmuz sonrası başlatılan vekalet savaşı Hollande’ın öngördüğü gibi Şam yönetiminin yıkılmasıyla ve muhaliflerin Suriye’ye dönmesiyle sonuçlanmadığı gibi 2012 yılının sonlarına doğru bu savaşın radikal silahlı grupların etkisiyle kontrol dışına çıkabileceği görüldü.
4- Marakeş toplantısı:24 Aralık’ta Fas’ın Marakeş kentinde yapılan bu toplantı Amerika’nın 1 Nisan’da “Suriye halkının meşru temsilcisi” olarak kabul ettiği İstanbul merkezli Ulusal Konsey adlı örgütün üstünü çizip Katar’da Ulusal Koalisyon adlı yeni bir örgüt kurdurmasından sonra gerçekleşmesi bakımından önemliydi.

18 Temmuz’da yürürlüğe konan vekalet savaşının kontrolden çıkma endişesi muhalif örgütlerin hem siyasi hem de askeri kanatlarının yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılmıştı ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un 31 Ekim’deki müdahalesinin[9] ardından 11 Kasım’da Katar’da Ulusal Koalisyon, 5-7 Aralık’ta da Antalya’da bu örgütün askeri kanadı kuruldu.[10]
Marakeş toplantısı Amerika’nın Suriyeli muhaliflere verdiği yeni ayara destek toplama niteliğindeydi bu yüzden de önceki toplantıların aksine Marakeş’teki Dostlar toplantısına 105 ülke temsilcisi katılmış ve bir rekor kırılmıştı.
Roma toplantısı:28 Şubat’ta (2013) yapılan bu toplantı, Ulusal Koalisyon adlı örgütün Amerikan müdahalesi sebebiyle şiddetli iç sorunlar yaşadığı bir dönemde yapılması bakımından önemliydi. ABD’nin el-Kaide bağlantılı Nusra Cephesi’ni terör örgütü listesine alıp, Antalya’da kurdurduğu Selim İdris başkanlığındaki askeri örgütten ve Ulusal Koalisyon’dan cihatçılarla arasına mesafe koymasını istemesi cihatçılarla baş etmeyi gözü kesmeyen bu örgütlerde rahatsızlık yaratmıştı.
Öte yandan Marakeş toplantısı öncesinde kendilerine vaat edilen “geçici hükümetin” sürekli ertelenmesi ve vaat edilen ekonomik yardımların yapılmaması da muhalif örgüt içerisinde Roma toplantısını boykot etme tehditleri savuracak kadar ciddi rahatsızlıklar yaratmıştı. Ulusal Koalisyon Başkanı Muaz el-Hatib’in ABD’nin desteği kesme tehdidine boyun eğerek katıldığı[11] ve yeni vaatler dinlediği Roma toplantısı da 20 Nisan’da yapılan Dostlar toplantısı gibi “çekirdek” düzeyinde gerçekleşti.
6- İstanbul toplantısı:20 Nisan’da yapılan bu toplantının Haziran’da yapılması beklenen Putin-Obama görüşmesi öncesi bir genel değerlendirme niteliğinde olduğu söylenebilir.

Marakeş toplantısının aksine “Dostların” “çekirdek” düzeyinde katıldığı bu toplantıda muhalif örgütü, istifası Amerika tarafından kabul edilmeyen[12] Muaz el-Hatib ile Koalisyon’un henüz kuramadığı geçici hükümetinin başbakanlığına seçilen Teksaslı İşadamı Gassan Hito temsil etti.[13]
Muhalif örgütün silah ve ekonomik destek talebinin, “Dostların çekirdeğinin” ise her zamanki gibi “insan hakları hassasiyeti”nin öne çıktığı bu toplantının sahadaki durum, muhalif grupların iç bütünlüğü ve uluslar arası konjonktür parametrelerine bağlı olarak hazirandaki finale yönelik istişare amaçlı bir toplantı olduğu görülüyor.
a) Sahadaki durum:2012 yılının ortalarına kadar en azından politik söylem düzeyinde muhaliflerin silahlandırılmasına çok sıcak bakmayan ABD, İngiltere ve Fransa’nın silahlandırma ve muhaliflerin eğitilmesi konularında somut adımlar attıkları görülüyor. İngiltere ve Fransa AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu kaldırması için ciddi çaba gösterirken[14]  ABD’nin de Batılı müttefikleriyle birlikte Ürdün’de muhaliflere askeri eğitim verdiği bildiriliyor.[15]

Batılıların sahadaki cihatçı ağırlığını dengelemek için attığı bu adımlar, “Dostlar” tarafından kurulup yönlendirilen muhaliflerin güçlendirilmesi gibi gözükse de bu durum, şimdiye kadar ortak düşmana karşı birbirini idare etmeye çalışan cihatçılarla Özgür Suriye Ordusu arasındaki çelişkilerin derinleşmesine neden oluyor.
Öte yandan marttan itibaren hazirana kadar “Dostlar” tarafından silahlandırılan grupların başta Şam olmak üzere büyük kentlere yoğun bir saldırı başlatacağının farkında olan Suriye yönetiminin mart ortalarından itibaren savunmada beklemeyip son derece nitelikli operasyonlarla ciddi kazanımlar elde ettiği haberleri geliyor.
Suriye ordusunun operasyonlarının Dera, Şam, Halep, İdlib ve Humus kırsallarında silahlı grupların lojistik ikmal hatlarını kesmeyi ve bu grupları çembere almayı hedeflediği bildiriliyor. Şam, Dere ve Humus kırsallarında silahlı grupların lojistik ikmal hatlarının oluşturulan çemberle kesildiği ve nihai temizlik için çemberin aşamalı olarak daraltılacağı öne sürülüyor.
Batılıların silahlı grupları karşı karşıya getiren müdahaleleri ve Suriye ordusunun operasyonları ile ilgili haberlerin doğru olduğu var sayılacak olursa hazirana kadar olan sürecin muhalifler ve dostlarının lehine gelişmeyeceği söylenebilir.
b) Muhaliflerin iç bütünlüğü:Zaten son derece heterojen olan muhalif gruplar arasındaki ihtilaflı durumun Batılıların müdahaleleriyle sadece silahlı gruplar boyutuyla değil, siyasi gruplar boyutuyla da derinleştiği görülüyor. Geçici hükümet kurma çalışmaları sırasında bariz bir şekilde gözüken bu durum Muaz el-Hatib’in istifasının bile Amerika’ya bağlı olduğu gerçeğinden kaynaklanan yeni çelişkilerle derinleşeceği hissediliyor.

Uluslar arası desteğin ve iktidar vaadinin bir arada tuttuğu bu grupların sahadaki başarısızlık ve iç çatışmalar sebebiyle başta ABD olmak üzere Dostların çekirdeğine daha bağımlı hale gelmeleri, sahadaki aktörlerle daha fazla yabancılaşmalarına ve cihatçıların güçlenmesine neden oluyor.           
c) Uluslar arası konjonktür:Uluslar arası alanda Suriye sorununun çözümüyle ilgili iki tezin bulunduğu biliniyor. ABD liderliğindeki “Dostlar”a göre Suriye sorununun çözüm yolu Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in devrilmesinden geçiyor. Dolayısıyla da bu “çözüme” ulaşmak için savaş da dahil olmak üzere her türlü araç kullanılabilir.

Rusya, Çin ve İran’dan oluşan Şam’ın müttefiklerine göre ise Suriye sorunu bu ülkenin iç sorunudur dolayısıyla da soruna çözüm bulması gerekenler de muhalifler ile yönetimdir. Diasporadaki muhalif grupları kullanarak Suriye’ye rejim tayin etmek sorunu daha karmaşıklaştırmaktadır, bundan dolayı “Dostlar”ın da imza koyduğu Cenevre bildirisinin hiçbir ön şart öne sürülmeden uygulanması gerekmektedir.

Sonuç

Suriye sorununun barışçı ve sürdürülebilir çözümü için iki taraf arasındaki tek ortak referans belgesi olan Cenevre bildirisi Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in çekilmesini değil muhaliflerle Şam’ın kuracağı bir geçiş hükümetiyle ülkenin siyasi sürece taşınmasını öngörmektedir.
Bakanlığı öncesinde ve bakan olduktan sonraki ilk açıklamalarında sürekli siyasi çözümü vurgulayan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin İngiltere ile başlayıp Katar’la son bulan 9 ülkelik turu sonunda yeninden savaş seçeneğine ikna edildiği görüldü.
Muhalifleri eğittiklerini ve “dostların” bu grupları silahlandırmasını koordine ettiğini belirtmekle birlikte hala Suriyeli muhaliflere verdiği desteğin “ölümcül olmayan” yardımlarla sınırlı olduğunu vurgulayan Amerika’yı cihatçıların artan ağırlığı sebebiyle Suriye’nin ikinci bir Afganistan veya Somali haline gelmesi endişelendiriyor.
Kontrol altında tutulabilmesi durumunda, Suriye’yi ağır ve sancılı bir ölüme götürdüğü ve İsrail karşısında bir bariyer olmaktan çıkardığı için Amerika açısından tercih edilebilir bir seçenek olan bu vekalet savaşı, İslam dünyasındaki mezhebi çelişkileri çatışmalara dönüştürmesi bakımından da son derece yararlı gözüküyor.
Suriye’de sürdürülen vekalet savaşının kontrol altında tutulmasının hiçbir nesnel garantisinin bulunmaması ve sahadaki gerçekler, Amerika’yı “siyasi çözümü” yedeğinde tutmaya zorluyor.
Özetle yukarıda sayılan üç parametreye bağlı olarak haziranda yapılması beklenen Putin-Obama zirvesi öncesinde Washington’un vekalet savaşını sürdürmek veya siyasi çözüme evet demek yönünde vereceği kararı etkileyecek toplantılardan biri 20 Nisan’daki İstanbul toplantısıydı.
Amerika’nın kararında etkili olması beklenen ikinci diplomatik gelişme ise Mayıs ayında Obama’nın, Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil Arabi, BM Suriye Özel Temsilcisi Ahdar İbrahimi ve Körfez ülkelerinin liderleriyle yapacağı görüşmeler olacak.
Haziran’daki Obama-Putin görüşmesi, Suriye sorununun çözümü kadar Dostların çekirdeğinin kaderini de belirleyecek gibi gözüküyor.
    

[1]http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22991795.asp
[2]http://www.hurriyet.com.tr/planet/23090738.asp
[3]http://www.mfa.gov.tr/sayin-bakanimizin-esenboga-havalimaninda-duzenledigi-basin-toplantisi_-8-subat-2012_-ankara.tr.mfa
[4]http://www.hurriyet.com.tr/planet/19996322.asp
[5]http://www.cnnturk.com/2012/dunya/02/24/suriyenin.dostlari.tunusta.toplandi/650540.0/
[6]http://www.nytimes.com/2013/03/25/world/middleeast/arms-airlift-to-syrian-rebels-expands-with-cia-aid.html?smid=tw-share&_r=3& , Türkçesi için bkz. http://www.ydh.com.tr/haber.php?HID=11647
[7]http://www.ydh.com.tr/YD328_suriyenin-dostlari—yenildik-ama.html
[8]http://www.haberturk.com/dunya/haber/756842-dostlar-pariste-toplandi
[9]http://www.amerikaninsesi.com/content/washington-suriye-ulusal-konseyi-gozden-cikardi/1537498.html
[10]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22107261.asp
[11]http://www.ydh.com.tr/HD11534_abd-nin-mali-destegi-kesme-tehdidi-koalisyon-a-geri-adim-attirdi.html
[12]http://www.ydh.com.tr/HD11657_nuland—el-hatib-koalisyonun-basinda-kalacak.html
[13]http://siyaset.milliyet.com.tr/insani-yardim-yetmez-askeri-destek-gerek/siyaset/siyasetdetay/21.04.2013/1696382/default.htm
[14]http://www.hurriyet.com.tr/planet/23093090.asp
[15]http://www.ydh.com.tr/HD11558_abd-suriyedeki-militanlari-urdunde-egitiyor-.html

Sunday, April 21, 2013

Şam savaşları rehberi 2


Mehmet Serim
YDH- Gazeteci Mehmet Serim, Şam’da yaşanan çatışmalara ilişkin yazısının bu bölümünde de savaşın ayrıntılarına ilişkin bilgiler veriyor.
Muhalifler:
Bu gruplar kendi telsiz ağlarına da sahip. Diğer yandan imkanlarına göre 4X4 pikaplar üzerine yerleştirdikleri Duşka tipi ağır makineli tüfekler, havan topları, roketatar gibi silahlara da sahipler. Birkaç kez Suriye ordusuna ait helikopter düşürmeyi başardılar.
Duşka makineli tüfeklerin yerleştirildiği pikapların bir kısmı bu bölgelerin hemen yanı başında yer alan dünyanın bütün otomobil markalarının yan yana dizildiği showroomlardan “elde edildi.”
Bu grupların en büyük gücü keskin nişancılar. Orduyu da en çok zorlayan şey keskin nişancılar oldu. Suriye manzaralarında sıkça gördüğümüz evlerdeki küçük ya da sadece bir insanın girebileceği büyüklükteki delikler bu keskin nişancıların açtığı delikler (ordu bombardımanı zaten delik açmıyor, duvarı yıkıyor)
Bu keskin nişancıların ellerinde gece görüş dürbünü, harekete duyarlı sensor gibi özelliklere sahip son derece gelişmiş Kanas silahları bulunuyor. 5-6 km uzaklıktaki hedefi vurabilen bu silahlar sayesinde ordu birliklerinin hızlı ilerlemesi, meydana çıkabilmesi, rahat hareket edebilmesi önlenmişti.
Bu grupların kullandığı ikinci en önemli silah tüneller oldu. Bu tüneller iki şekilde oluşturuldu: Antik donemden kalan tünellerin genişletilmesi / ıslah edilmesi ya da yeni tünellerin kazılması. Bazılarının yerin 30 metre altında olduğu belirtilen bu tünellerin kazılmasında Alman malı kazıcılar da kullanıldı ve bunların bir kısmı operasyonlarda ele geçirildi.
Silahlı grupların diğer etkili silahı siviller oldu. Girdikleri bölgelerde zaman zaman kaçmak isteyen sivilleri kalkan yapmak için zorla içeride tuttular. Bazı siviller ise gönüllü olarak kaldı. Bu sivillerin olması da orduyu çok zor durumlara soktu. Ordu her merkezde operasyon öncesi ya bu silahlı gruplarla sivillerin dışarı çıkarılması için pazarlık yaptı, ya da megafonlarla duyuru yaparak halkın çıkmasını istedi. Her seferinde 3-5 gün ya da bir hafta süre veriliyordu.
Militanların bir kısmı silahlarını bırakıp bu sivillerin arasına karışarak kaçmayı başardı. Bir kısmı ise gündüzleri işinde gücündeydi geceleri ise savaşıyordu.
Silahlı gruplar bir yere girdikleri zaman ilk hedefler istihbarat binaları, (varsa) belediye binası, mahkemeler, okullar, hastaneler, Baas parti şubeleri, karakollar gibi yerler oldu. Bu binaların çoğu yakıldı, yıkıldı, işe yarayacak tüm malzemeler talan edildi. Camiler ise bir yandan silah deposu ve karargah olarak kullanıldı diğer yandan ordunun buralara saldırarak “kafir rejim kutsal mekanlara saldırıyor” imajı verilmek istendi.
Sonraki iş halka “biz hakimiz, ihtiyaçlarınızı biz karşılayacağız” mesajı vermek için tüp gaz, ekmek gibi temel ihtiyaç maddelerinin kendi kontrollerinde halka temini ve dağıtımı oluyordu. Kitlik yaşayan halk ise karaborsa fiyatına da olsa bu hizmetlerin kendisine ulaşmasından memnun oluyordu.
Ancak bir süre sonra durum değişmeye başlıyordu. Günler geçtikçe önce yiyecek ile başlayan istekler evlerin boşaltılmasına ya da kadın istemeye (hatta zorla almaya) kadar varıyordu.
Konuyu dağıtmamak için bu konuda birinci ağızlardan duyduğumuz korkunç hikayelere girmeyeceğiz.
Köşe kapmaca yaşandığını belirttik. Bu gruplar bir yere girdikleri zaman o yeri ele geçirdiklerini ilan ediyorlar ve konu ile ilgili “haber” el-Cezire gibi kanallarda hemen yayımlanıyordu. Aynı gruplar ordu girdiği zaman ise başka bölgelere kaçıyorlar ve bu kez de gittikleri yeri “özgürleştiriyorlardı.” Bu arada boşalttıkları yerlere mayın döşüyor, bazen binaları havaya uçuruyorlardı. Bu kovalamaca aylarca surdu.
Muhalifler son birkaç aydır taktik değiştirip şehir merkezine havanlı saldırılar gerçekleştirdi. Bunun dışında elektrik dağıtım santrallerinin vurulması, şehrin elektriksiz bırakılması, fırınlardan toplu ekmek alımları yapılarak ekmek krizi yaratılmaya çalışılması, internet – telefon hatlarının vurulması, şehre benzin, mazot, tüp gaz girişinin önlenmesi gibi “halkı yönetimden soğutmayı amaçlayan” taktikler de kullanıldı. Kırsalda sıkıştıkça şehir merkezinde bombalama eylemleri ise devam ediyor.

Bombalı eylemler

Şam merkez bugüne kadar onlarca bombalı saldırıya maruz kaldı. Önceleri askeri, istihbari binalar hedef alınıyordu. Ancak daha sonra bombalar meydanlarda, caddelerde, camilerde patlamaya başladı. Havan topları ise muhaliflerin son dönemde kullandığı en önemli silahlarından birisi.

Ordu

Buna karşılık ordunun elinde herhangi bir ordunun elinde olan tüm silahlar mevcut. Tank, top, duşka, helikopter, uçak, havan, roketatar, çoklu roket atma sistemi vs..
Ordu bugüne kadar Suriye’nin diğer illerinde olduğu gibi istisnalar haricinde sadece “hurdaya çıkarmış olduğu” silahları kullandı. T-80 tankları istisnadır. Berze’ye yönelik füze saldırısında kullanılan “Toşka” füzeler ilk olarak 1976’da üretildi. Suriye’ye ilk geliş tarihi ise bilinmiyor.
Çok geniş bir alan olan Şam kırsalında belirli bölgelerin dışında kara savaşına girmedi. Silahlı grupların bazı merkezleri “kurtardıkları” ilanları daha çok buralarda oluyordu.
Duma ve Harasta’da ise merkezde ordu birlikleri vardı. Ancak bu bölgelerde asil savaş kırsalda oldu. Duma ve Harasta’nın merkezleri  Şam – Humus karayoluna birkaç kilometre uzakta yer alıyor.
Son Berze saldırısı hariç ordu sadece birkaç kez füze kullandı. Bu füzelerin niteliği bilinmiyor.
Diğer yandan Kasyun dağı ve Dahiyetu’l Esed taraflarından yapılan top atışlarının sesi nerdeyse 8 aydır bir gün bile durmadı. Kırsaldaki uzak bölgelere hemen her gün onlarca kez bombardıman yapıldı. Bu bombardımanlarda daha çok 23 mm’lik toplar kullanıldı.
Kırsalda çatışmanın olduğu ya da silahlı grupların tespit edildiği yerler uçak ve helikopterle de bombalandı / vuruldu.
Bombardımanın bunca aydır devam ettiği tüm bu merkezlerin yerle bir olması gerekir değil mi? Ancak öyle değil. Tüm bu bombardıman “nokta atışı” olarak yapıldı. Yani silahlı grupların bulunduğu yerler tespit edildiğinde içinde bulundukları mekan bombalanıyordu.
Dikkat çekilmesi gereken bir nokta şudur: Şimdiye kadar hiçbir zaman aynı anda iki uçağın kalktığı ya da bombardıman yaptığı görülmedi. Bu durum toplar için de geçerli. En fazla ikili sesler duyduk. Çoklu roket atma sistemi de sanırım 5-6 kez kullanıldı.
Ordu her zaman sabırla bekleyip önce silahlı grupların lojistiklerini kesti daha sonra özel operasyonlar ya da nokta atışları ile savaştı.
Ordu bombardımanında zaman zaman siviller de hayatini kaybetti. Bunun yanında girilen bazı evlerden çalınan eşyalar oldu. Bu şekilde davranan askerlerin bir kısmı ceza aldı. Ancak birçok olay soruşturulamadı bile.
Ordu bir yere girdiği zaman daha önce silahlı gruplara (çoğu zaman zorunlu oldukları için) iyi davranan halk bu kez de orduyu sevgi gösterileri ile karşılıyordu. Daha sonra tablo tersine dönüyor ordu terk ettikten sonra tekrar giren silahlı gruplar ile halk aynı tabloyu sergiliyordu.

Çatışmalarda yaşanan dönüm noktaları

Şam’da ilk gösteri ve çatışmalar Duma’da başladı. Dera olayları devam ederken Duma’da gösteri yapan halkın istekleri arasında bir yandan özgürlük bir yandan peçe yasağının kaldırılması vardı! Duma’da ilk günlerdeki gösterilerde 8 kişi hayatini kaybetti. Bu gösterilerin yapıldığı günlerde toplanan binlerce kişi otoyolu kullanarak şehre (Abbasi meydanına) yürümek istedi. Ancak emniyet güçleri buna izin vermediler. Daha sonra ise böyle bir girişim olmadı.
Duma en başta Şam için hareket ve komuta merkezi olarak seçilmişti. Bu özelliğini halen sürdürüyor. Son büyük kuşatmanın Duma’da son bulacağını dillendirenler de var.
Aylar geçtikten sonra muhaliflerin daha çok küçük gösterilerin yapıldığı İrbin, Zamelka, Jobar, Berze, Kabun, Harasta, Dareyya, Haceru’l Esved gibi yerlere dağılmaya başladığı görüldü.
Militan sayısı Humus, Dera gibi yerlerdeki duruma göre değişiyordu.
Muhalifler gruplar halinde hareket ediyordu; ama çağrı yapıldığında belli bir bölgede toplanabiliyordu. Bu toplanmalar birkaç kez oldu ve ardından Şam’a giriş denemeleri yapıldı. Ancak ordu bu denemelerin hepsini püskürttü.

1.    Deneme generallere suikast sonrası kaos denemesi


İlk ciddi deneme Temmuz 2012’de 4 generalin öldürüldüğü saldırı sonrası oldu. Plana göre saldırı sonrası şehir içine yüzlerce militan silahsız olarak girecek ve şehir içinde tutulan silahlar ile saldırı başlatacaklardı. Bu saldırı sonrası Humus taraflarından gelen birkaç otobüs Şam’a yaklaşık 100 km uzaklıkta uçaklarla taranarak içindekilerin hepsi öldürüldü. Bir görgü tanığı manzarayı “Kandahar gibi” diyerek özetliyordu. Otobüslerle birlikte onlarca araç daha aynı karayolunda imha edildi.
Şehre girişlerde ise bir anda motosikletliler ve otomobilliler belirdi ve çatışmalar yaşandı. Amaç haberin duyulması ile başlayan sersemlemeyi “yönetim düştü” havasına çevirmekti. Bu şekilde merkeze girmeye çalışanların bir kısmı olay yerlerinde olduruldu. Duma – Şam merkez arası o gün onlarca ceset ve delik deşik olmuş araç ile doluydu.

2.    Deneme: Genelkurmaya saldırı sonrası darbe denemesi


Bir başka deneme Emevi meydanında bulunan genelkurmay başkanlığı binasına yönelik saldırı ile birlikte oldu. Bu saldırıda kullanılan bombalardan ilki ses bombasıydı. Çıkardığı toz – duman arasında bahçe içindeki ikinci bomba da patlatıldı. Amaç genelkurmay binasında kaos yaratmak, genelkurmay başkanı ve generalleri öldürmek ve binanın karşısında yer alan televizyon binasından hem orduya silah bırakma çağrısı yapmak hem de halka genelkurmay binasının düştüğü anonsunu yapmaktı.
Bombaların patlatılmasının hemen ardından binaya önce bir roket fırlatıldı sonra yaklaşık 80 militanın bir kısmı önce genelkurmay binasına, bir kısmı ise televizyon binasına yöneldi.
Genelkurmay başkanı binada değildi, generaller ise binanın altındaki tünelden diğer binaya kaçtılar. Ana binada ise çatışmalar sürdü ve bütün militanlar öldürüldü. Bu arada içeriden birkaç asker de militanlara yardımcı oldu.
Bu saldırı ile birlikte Şam’a açılan tüm yollar kesildi. Şehre giriş çıkışlar durduruldu. Çünkü silahlı grupların şehre akacağı istihbaratı alınmıştı ve ordu kendisini bu senaryoya hazırlamıştı. Sawra köprüsü altında ise çatışma yaşandı. Buraya kadar sızabilenler ölmüştü.

3.    Deneme: Güney ekseni- Midan denemesi


Eylül 2012 başlarında güney eksen denilen bölgeden oldu. Yapılan çağrı sonucu toplanan binlerce militan Nehr Ayşe, Dehadil, Sbeni, Kadem, Asaleh, Zeyyide Zeynem, Huseyniye, Ziyabiye, el-Bahdeli, Akraba, Beyt Sahm, Tadamun, Yelda, Nbabila ve Haceru’l Esved’de toplanan binlerce kişi şehre girmek için bu merkezlerde son hazırlıkları yaptı. Midan semti ise tüm bu bölgelerden şehre giriş merkezi olarak belirlendi. Ancak ordu Midan semtine çok sert bir operasyon duzenledi ve bu girişim de başarısızlıkla sonuçlandı. Bu operasyon sırasında en az 2000 kişinin öldürüldüğü belirtiliyor.

4.    Deneme: Dareyya denemesi


Diğer bir deneme (ki bu bizce en büyüğüydü) Kasım 2012’de Dareyya’da oldu. Dareyya şehrin güney batısında Mezze askeri havaalanının hemen güneyinde yer alıyor. Çok geniş bir alana sahip merkezde aylar süren çatışmalar yaşandı. Bunların en büyüğü militanların Mezze askeri havaalanını ele geçirmek üzere toplandığı zamanda oldu. Amaç havaalanındaki uçaklar ile sarayı, merkez bankasını vurmaktı. Dareyya’da operasyonlar sirasinda kilometrelerce giden onlarca tünel bulundu. Militanların bir kısmı bu tünellerde öldürüldü ve dışarı çıkartılmadı. Dareyya’da yapılan operasyonlarda en az 15 bin militan öldürüldü.
Bunların yaklaşık iki bini havaalanı çevresinde öldürüldü. Bu arada yakalanan kişilerin arasında yabancı pilotlar da vardı. Dareyya muhaliflerin en çok umut bağladığı girişimdi ve uluslararası bir plan çerçevesinde yürütülüyordu ancak Suriye ordusu buradaki “tehlikenin” oranına paralel olarak binlerce asker ile büyük bir operasyon yaptı. T-80 tankları da dahil en ağır silahlarını kullandı.

5.    Deneme: Jobar denemesi


Dareyya yenilgisi sonrası silahlı gruplar Mart 2013 başlarında Jobar’da toplanmaya başladı. Jobar şehir merkezine en yakın semtlerden birisi. Abbasi meydanı ile doğrudan bağlı olan Jobar’da toplanan binlerce kişi “devrimin başlangıcının” yıldönümünde (Dera’da olayların patladığı gün) Abbasi meydanına girip zafer ilanından sonra kutlama yapmayı düşünmüştü. Dera’da olaylar 18 Mart’ta patlamıştı. Ancak 15 Mart cuma gününe denk geldiği için “girişi” 15 Mart’ta yapmayı düşündüler.

6.    Deneme: Berze Hayy Teşrin denemesi


Son birkaç haftadır muhalifler Berze ve Hay Teşrin semtlerinde toplanıyordu. Berze’yi şehrin doğusundaki banliyölere bağlayan yol keskin nişancılar ve silahlı gruplar tarafından uzun bir süredir kapalı tutuluyordu.
Berze’ye toplanma tamamlandı ve muhaliflere yakın basında “Şam’a girilmesine az sayıda gün kaldığı” haberleri çıkmaya başladı. Diğer yandan Dera’da silahlı grupların Şam – Dera karayolunu kesmesi, Rakka’da süren yoğun çatışmalar, Halep ve İdlib’de devam eden operasyon ve çarpışmalar “ordunun bir an önce toparlanması gerektiği” sonucunu doğurdu. Yönetim bu gelişmelerin üzerine Şam kırsaldan bir kez daha saldırı denemesi olacak istihbaratı üzerine erken davranmaya karar verdi.
Bundan önce sadece silahlı gruplar hareketlenirse yalızca o gruba yönelik operasyon yapılıyordu.
Ancak bu kez öyle olmadı ve Berze hareketlenmeden 11 Nisan perşembe akşamı (ve gece boyunca) füzelerle hedef alındı. Operasyonda Rus yapımı Toşka füzeleri kullanıldı. Bu füzeler yaklaşık 500 kiloluk başlıklar taşıyabiliyor. 12 füzeden hesaplanırsa yaklaşık 6 bin kiloluk bomba kullanıldı bu operasyonda.. Biz operasyon sırasında Berze’ye yaklaşık 10 km uzaklıkta bulunuyorduk. Füzeler indiğinde ev sarsılıyordu. Birkaç gün sonra merkezden Duma taraflarına giderken kullandığımız, Berze’ye birkaç km uzaklıktaki otoyola ceset kokuları geliyordu. Bu da operasyonun ağırlığını gösteriyor.
Berze özelinde ordu şimdilik rahatlamış görünüyor. Berze semti uzun zamandır “yönetimi uğraştıran” ancak kapsamlı bir müdahalenin yapılmadığı yerdi.
Bu sürpriz saldırı silahlı gruplara çok büyük bir şok yaşattı. Hemen ardından şehrin yaklaşık 20 km güneyinde yer alan havaalanından itibaren ordu doğuya ilerlemeye başladı. İlk olarak Harran el-Avamid ele geçirildi. Asıl hedef ise Uetybe idi. Uteybe silahlı grupların lojistik merkeziydi. Diğer birlikler ise şehrin yaklaşık 50 km uzağında yer alan Dmeyr’e doğru ilerledi.
Böylece doğu ve batı Guta’yı kapsayan güney ekseni tamamen kuşatılmış oldu. Ordu bu kuşağı oluşturarak muhaliflerin bütün lojistiğini kesmiş oldu.
Bu geniş çemberin yavaş yavaş daraltılacağı ve nihai operasyonun Duma taraflarında olacağı senaryoları konuşuluyor.
Ordu eğer bu operasyonda başarılı olursa diğer illere daha net bicimde konsantre olabilecek.

Friday, April 19, 2013

Şeytana Satılan Ruh Ya Da Kötülüğün Egemenliği | Altın Mabet’in Yakılmasi


 

Jean Baudrillard

Günümüzde artık başımızın üstünde tepişip ruhumuza sahip olmaya çalışan Tanrı ya da Şeytana atfedilebilecek türden me­tafizik bir kötülük anlayışı yok.
Mefisto ya da Frankenstein tarafından temsil edilen kötü­lük ilkesine benzeyen mitolojik bir kötülük anlayışı da yok.
Düş gücü ve bir çehreden yoksun bir kötülük anlayışına sahibiz. Başımızı ne yana çevirsek karşımıza tekniğe özgü so­yut biçimler arasından kendini homeopatik dozlarda gösteren bir Kötülük çıkıyor ancak bunun mitolojik bir ağırlığı yok.
Bununla birlikle modern sanayi adlı talihsizliğin merkezin­de yer alan birkaç Kötülük kırıntısından söz edilebilir. Bunun saf kötülüğün kendisi olduğu söylenemez ancak yine de kı­rıntı kırıntıdır. Örneğin şu Palermo banliyösünün tam merke­zindeki Palagonya villası gibi, bu villada mutluluk ve mutsuz­luk birlikle çekilen bir fiil gibidir. Âşık koca, sevdiği eşini tu­zağa düşürebilmek amacıyla bütün evi görüntüyü deforme eden aynalarla donatma gibi uğursuz bir girişimde bulunur.
Örneğin Yuki Mishima’nın şu ünlü Altın Mabet adlı müt­hiş öyküsünde anlattığı kötülük gibi:
Öyleyse bu güzel şey kısa bir süre sonra kül hâline gele­cek...
Bir yandan bu şekilde düşünerek, öte yandan kopyanın gerçeginin birebir aynısı olması dolayısıyla düşümdeki Altın Mabet’in en küçük ayrıntısına kadar gerçekteki mabedin tıpatıp aynısı olduğu sonucuna vardım.
Benim çatım gerçek çatıyla birebir örtüşüyordu örneğin. Altın Mabet sanki fenomenal dünyanın ortadan kayboluşunun simgesi olarak biçimsel bir dönüşüme uğruyordu. Bu şekilde Altın Mabet benim düşlerimdeki kadar güzel bir nesneye dö­nüşmüş oldu...Yarın belki de gökten tepesine alevler yağacak ancak şu an için o zarif silueti yaz sıcağının ortasında oldukça sakin bir şekilde önümüzde duruyordu.
İtirafta bulunmak bir cesaret işi midir? İtiraf etmeyi reddet­mek kötülük diye bir şey var mıdır sorusunun yanıtını ara­maktan başka bir şey olabilir mi? İtiraf etmeyi reddettiğim, bu konuda direndiğim sürece atom boyutunda bile olsa bir kötü­lükten söz edebilmek mümkündü... İtiraf ettiğim takdirde yaşa­mımdaki kötülüğün o ilk ve zerrecik boyutundaki görünümünü engelleyebileceğim düşüncesi kendimi tutmama yol açtı...
İyiliğin doğasında kendini dışa vurmak, kötülüğün doğasındaysa gizlenmek vardır.
Cinsel ilişki bu yüzden itiraf edilir, yakın bir gelecekte ken­dimizden geçmiş bir şekilde yalnızca ondan söz edebilmek amacıyla yapacağımız bir şeye benzeyecektir. Cinsel ilişkideki gösteriş, kendisinden pek hoşlanılmayan bir şey olma aşama­sından zararsız bir şey olduğuna düşünme aşamasına geçiş, konuşarak/sözünü ederek aklama ve aşağılama. Cehenneme özgü bir özellik varsa o da her şeyin en ince ayrıntısına kadar birbirinden ayrılabildiği bir yer olmasıdır.
Bir yandan insana özgü kolayca yok edilebilecek bir sonsuzluk  simülakn -buna karşın Altın Mabet ‘in o yok edilmesi olanaksız güzelliği bir yok etme olanağı sunuyordu
İnsan da dahil olmak üzere ölümlü hiçbir nesnenin kökünü kurutamazsınız -buna karşın Altın Mabet gibi yok edilmesi olanaksız bir şeyin ancak canını alabilirsiniz.
Alıuı Mabeti yakarak katıksız bir can alma. yok etme suçu işleyeceğim ve insan elinden çıkma bir güzelliği normal bo­yutuna indirgeyeceğim.
Dünyayı başka bir şekilde değiştirme olanağı yoktur. Dün­yayı yalnızca bilgi değiştirebilir ancak bu işi dünyayı olduğu gibi bırakarak, değiştirmeyerek yapar. Bu pencereden bakıldığın­da dünya sonsuza dek hem değişmeyecek hem de sürekli deği­şecek bir yere benzer.
Bunun bir önemi olmadığını söyleyebilirsin. Oysa hayatta kalabilmek için insanların sahip olduğu bir silah varsa o da bilgidir. Hayvanların bu silaha ihtiyaçları yoktur, çünkü onla­rın yaşama katlanmak gibi bir sorunları yoktur. Oysa insan yaşayabilmek için bu güçlüğün ne olduğunu bilmek ve onu bir araca dönüştürmek zorundadır.
Hoşlandığın bu güzellik, her şeyi yutup yok eden bilgi bir kenara konulacak olursa, insan ruhunda hâlâ yaşayan bu işe yaramaz şeyin hayaleti gibidir...Bu, yaşamı başka bir şekilde çekilir kılmanın karşılığıdır.
Altın Mabet i yaktığım takdirde, insanlar dünyada yok edi­lemeyecek bir şeyler olduğu gibi bir düşüncenin saçmalığının bilincine varacaklardır. Beş yüzyıl boyunca kıyıda suyun yüze­yinde bir yansıma olarak ayakla kalmış olmanın, varlığını sür­dürmenin bir önemi olmadığını anlayacaklardır...
Hayatla kalmamızı sağlayan, yaşama şansımızı arttıran şey şu katılaşmış zaman adlı ambalajdır...Örneğin evlerde kulla­nılan şu çekmecelere bir bakın.
Uzun bir zaman dilimi sonunda, zaman bir nesneye dö­nüşmektedir. Kırk, elli ya da birkaç yüzyıl sonunda zaman ka­tılaşarak. bir nesne görünümüne bürünmektedir. Başlangıçta küçük bir mekâna sahip olan nesne şimdi, bir anlamda, katı­laşmış bir zaman dilimini işgal etmektedir. Katılaşmış zamansa bir tür tinsel töz hâlini almış gibidir.
Söz gelişi yüzyıllık zaman dilimi sonunda bir eve ait nesne­ler biçimsel dönüşüme uğrayarak ruhları temsil etmeye başla­makta ve insanların yüreklerine uğursuzluk düşüncesini sok­maktadırlar -bu olaya Tsukumogami ya da mutsuzluğun ruhu denilmektedir. Her yıl ilkbahar öncesinde ev eşyalarını so­kağa atma âdeti vardır. Buna evi temizlemek deniliyor. nedeniyse şeylerin başına bir felâket gelmesini engellemek.
Görüleceği gibi gerçekleştirmek istediğim eylem insanların Tsukumogaminin yol açacağı felâketleri görmelerini sağlayacaktır. Bu eylemim Altın Mabet ‘in ait olduğu dünyayı alt üst edecek ve Altın Mabet’in varolmadığı bir dünyaya geçilmesini sağlayacaktır...Hiç kuşkusuz bu olaydan sonra bir başka dün­yada yaşanmaya başlanacaktır.
Altın Mabet öyküsü müthiş bir alegoridir. Bu İntikam alan kötülük alegorisi olarak adlandırılabilir. Güzellik hattâ abartılı bir güzellikten kurtulmanın tek yolunun onu yok etmek olduğunu göstermektedir.
Yalnızca güzellik değil, zekâ da böyle kötü bir duruma dü­şürülebilir.
Zekâ insanı hiçbir şeyden korumaz, hattâ aptallık yapması­nı bile engelleyemez.
Zeki olmak insanın aptalca davranmasını engellemediği gibi kimi zaman zekâ aptallığı besler -tersi de geçerlidir.
Zekâ, aptallığa bir son veremeyeceği gibi çok zeki olmak kaçınılmaz bir şekilde aptallıkla noktalanmaktadır. Zekânın peşini bırakmayan aptallık karşı konulması olanaksız karşılık verme kuralı gereğince onu bir ikiz, bir gölge gibi izlemektedir.
Bu cehennem azabından yalnızca, zekâya aptallık düzeyin­de karşı koyabilen düşünce ve zihin açıklığı kaçabilir.
Aslında iyilik ya da kötülüğe özgü bir oyun kuralı yoktur. Bunların, Möbiyüs şeridine benzer bir şekilde iç içe geçmiş oldukları söylenebilir.
Tahammül edilmesi olanaksız şu kolektif zekâ üretimine bakılarak, gelecekte yapay aptallık oranının giderek artacağı söylenebilir.
Geçen yüzyılı andıran birkaç bin yılın ardından insanın gerçekleştirdiği şeylere bakıldığında en üst zekâ düzeyine varıl­dığı görülecek ve bu yüzden zekâ bütün saygınlığını yitirecektir. Hiç kuşkusuz zeki olmanın yararları olacak ancak zeki olmak o kadar sıradan bir şey hâline gelecektir ki, daha üst düzey bir zevk anlayışı bu zorunluluğu ayağa düşmüş bir şey gibi yorum­lanacaktır. Bilim ve hakikat despotluğu nasıl yalana kucak açabilecekse, zekâ despotluğu da yeni bir tür soyluluk duygusu üretebilecektir. İşte o zaman belki soylu olarak çılgınca düşün­celere sahip olmak anlamına gelecektir. (Gaya Scknza)
Nietzsche’nin kehânetinin gerçekleşmesi için yüzlerce yılın geçmesine gerek kalmadı. Yapay Zekânın “zekânın en üst aşaması”, bütünsel/integral ve sınır tanımayan bir zekâ - orta­ya çıkmasıyla bu kehânet kısa bir sürede gerçekleşti.
Cinsellikten yoksun, bitişiklik ve zihinsel aşılama yönte­miyle dur durak tanımadan gelişen bir zekâ. Bu fraktal, sınır­sız bir bölünme kapasitesine sahip bir zekâ olmakla birlikte kendi kendine karşı direnemediği için bölünemeyen bir zekâ­dır.
Öyleyse bu tek hücreli varlıkların çoğalması yönünde kesin bir gelişmedir. Bu her türlü karmaşık ve analitik düşünce aşa­ması öncesine denk düşen, sayısal bir zincir ve otomatik he­saplama biçimidir. Bu biyolojik anlamda cinselliğe sahip olma aşaması öncesine gerilemenin eşdeğerlisi olarak kabul edilebi­lecek zihinsel bir gerilemedir. Türümüz klonlama sayesinde benzer bir genetik kendi-içine-çekilme surecine girerek, üre­menin sıfır noktasına doğru gerilemiştir. Ait olduğumuz tür, zihinsel düzeyde, düşüncenin sıfır noktası denilebilecek Yapay Zekâya doğru gerilemiştir.
Görünüşe göre hiçbir şey düşüncenin sıfır noktası olarak nitelendirilebilecek bu yapay Zeka sürecinin yaygınlaşmasını engelleyememektedir.
Aptallık ve zekânın yer değiştirme olasılığı dışında hiçbir şey bu sürece karşı koyamamaktadır. Aptallık muzaffer zekâ­ya karşı yeniden bir meydan okuma biçimine dönüşmekledir.
Burada da sanki kötülüğün intikamına benzer bir şeyler vardır.
Gerçekliğin inanılmaz baskısıyla oluşan bir şey. Akla gele­bilecek her türlü çılgınlık ve illüzyondan hoşlanma türünden bir şey.
Yapay Zekânın bu baskısı kaçınılmaz bir şekilde bugüne kadar hiç bilinmeyen bir aptallık biçiminin: (ekranlar ve enformatik bilgi ağlarını sarmış olan bir şey) yapay aptallığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durumda doğal aptallık, de­liliğin Bütünsel Gerçeklik karşısındaki duygusal boşalmasına (abreaksiyon) benzer bir şekilde, eski asaletine kavuşabilir.
Zekâ, teknik, kolektif ve otomatik bir uyumlanma biçimine dönüşebilmek amacıyla her şeyi egemenliği altına almaya kalkıştığı zaman zekâ dışında kalan her türlü varsayım çekici hâ­le gelmektedir. İnsanın aptallığı yeğleyesi gelmektedir.
Zekâ varsayımının üstünlüğü sona erip, hâkimiyeti ilân edildiğinde, bu durumda, aptallık varsayımı üstün bir konuma geçmektedir. Aptallık neredeyse radikal düşüncenin sınırların­da dolanan, bir başka deyişle hakikatin ötesine geçmiş olan bir tür üstün zekâya dönüşmektedir.
Yapay Zekâ, bütün aptallık türlerinden kurtulmak isterken aslında zekâ ve aptallık arasında bitmek bilmeyen mücadeleyi bir tıkanma noktasına getirmekten başka bir şey yapmamak­tadır. Bu açıdan bakıldığında Yapay Zekânın aptalca bir şey olduğu söylenebilir. Bedenini yitirmiş bir düşüncenin gölgesi­ni kaybetmesine benzer bir şey. Oysa gölgesini yitirmiş bir varlık kendi kendinin gölgesine dönüşmüş demektir.
Hiç kimse bu zekâ işinin sonunun nereye varacağını bile­mez.
Belki de doğal ayıklama süreci yapay canlıları da egemenli­ği altına alabilir.
Her gün internet üzerinde binlerce web sitesi ölüp gitmek­tedir. Canlı varlıklar için geçerli olan bu süreç zamanla yapay sayısal, genetik, sibernetik varlıklar için de geçerli hâle gel­miştir. Kitleler hâlinde yok olup gitmeye mahkûm olan bu varlıklardan geriye yalnızca birkaç tanesi ya da dijital zincir üzerinde yer alabilen uzak akrabalar kalacaktır. Biz bu acıma­sız doğal ayıklama sürecinin henüz başlangıç noktasındayız. Doğal canlılar düzeninde bakteri hangi aşamaya denk geliyor­sa. yapay varlıklar düzeninde o aşamada olduğumuz söyle­nebilir.
Stephcn J. Gould: Zekâyı ölçmek bir zekâdan yoksunluk göstergesidir demektedir.
Simgesel zincirde bu türden bir şeyle kesinlikle karşılaşıl­mamaktadır. Bu konuda bir ölçüm cetveli yoktur. İnsan ve hayvanın yanı sıra tüm diğer biçimler birbirine karışmadan birbirleriyle ilişki içindedirler.
Bütün bu biçimler bir kez “özgürlüklerine” kavuşup, bir­birlerinden koptuklarında birbirleriyle karşılaştırılabilcek, öl­çülebilecek ve neredeyse otomatik bir biçimde birbirlerinden üstün ya da aşağı denilebilecek bir konuma gelmektedirler. Bütün hiyerarşiler, ayrımcılıklar,, üstünlük ölçekleri şu karşılaştırabilme, ölçme ve ideolojik ölçüm araçlarına geçişle bir­likle başlamıştır. IQ yöntemi bu işin komik bir örneğidir.
Neden böyle bir zekâ ölçme saplantısı var? Eğer zekâ diye bir şey varsa, bu, suç ortaklığının en üst aşamasına gönderme yapmaktadır (düşmanla işbirliği yapmak, bilgi sızdırmak, sal­mak. yani casusluk, vs) Bu anlamda ölçüm cetvelinin en alt sırasında yer alan bir zekâ en üst basamakta yer alandan daha zeki olabilir.
Teknik ve sayısal zekânın katlanarak artma özelliğiyle sa­nal düzeyde sınırsız bir şekilde katlanarak çoğalma özelliğine sahip iletim/ bilgi ağlarının tersine, düşünce sınırlı bir şeydir.
Özgünlüğü nedeniyle düşünce sınırlı ve öğreti özellikleri taşıyan bir biçimdir.
Günümüzde bilim, enformasyon ve bilgi alanını doldurup, taşıran cinsten sınırsız bir düşünce üretiminden asla söz edi­lemez.
Turing’in modern analiz yöntemine göre ampirik ve meka­nik bir işlev açısından ele alındığında makine, matematik he­saplama ve genel anlamda tekniğin ulaşabileceği bir en üst düzey -bir sınır- olmalıdır.
Bu analitik işlev bir geçmişe sahipken, düşüncenin bit tari­hi yoktur( Adorno: “Bizi bir kültürden diğerine sürükleyen evrensel bir tarih yoktur. Oysa sapandan atom bombasına gi­den bir tarihî açıklama bulabilirsiniz”) demektedir.
Düşüncenin sınırlı olmasına karşın teknik zekâ sınırsız olup, tersine çevrilmesi olanaksız bir gelişme. Turing’in kalıcı bir ideal olarak öngördüğü nihai bir aşama anlayışı üzerine oturmaktadır.
Düşünce bir başka ölçüm kuralına sahip olup, daha çok şu eski efsanelerde karşımıza çıkan sınırlı sayıdaki ruha benze­mektedir.
O zamanlar, sınırlı sayıda ruh ya da ruhsal töz olduğuna ve bunların ölümler aracılığıyla bir canlıdan diğerine aktarıldı­ğına inanılırdı. Bu yüzden kimi bedenler bazen bir ruha sahip olabilmek için beklemek zorunda kalırlardı. Bugün kendi­lerine uygun bir kalp bulunmasını bekleyen hastalar gibi.
Bu varsayıma göre nüfus arttıkça ruh sahibi beden sayısın­da giderek bir düşüş olacaktır. Bu pek demokratik sayılama­yacak durumu bugün zeki insan sayısı arttıkça (ki onformatik inayet sayesinde sanal düzeyde herkes zeki görünmekledir) düşünce üretiminde bir düşüş olacaktır şeklinde yorumlaya­biliriz.
Dünyada ilk kez Hıristiyanlık bir tür demokrasi düşüncesi oluşturmuş ve (her ne kadar kadınlar konusunda uzun süre mütereddit kalınmışsa da ) her insanın bir ruha sahip olma hakkı olduğunu söylemiştir. Bu yüzden ruh üretiminde, tıpkı enflasyon dönemlerindeki karşılıksız para basımı gibi müthiş bir hızlanma görülmüş ve bu kavram değerini büyük ölçüde yitirmiştir. Günümüzde geçerli bir kavram olma özelliğini de yitirdiğinden, artık değer borsasında mübadele edilmemekte­dir.
Günümüzde pazara aşırı miktarda ruh sürülmektedir. Bu noktada eski metaforu gözden geçirip ona yeni bir açıklama getirecek olursak: Bedenlerden geriye aşırı miktarda bilgi, an­lam ve tinsel veri kaldığı söylenebilir. Buna karşın canlı töz­den geriye çok fazla sinir hücresi kalmaktadır. Buna göre gü­nümüzdeki durumu şöyle toparlayabiliriz: Bu durumda, arka­ik âyinlerdeki gibi, ruh peşinde koşan bedenler yerine, beden peşinde koşan ruhlardan ya da bir özne peşinde koşan çok çeşitli bilgi biçimlerinden söz etmek daha doğru olacaktır.
Bizimki işte böyle bir zekâdır. Kat sayısal bir artış göster­mesi gereken stok düşüncesiyle, illüzyonuyla kendini kandıran bir zekâ.
Oysa en akla yakın varsayım, insanlığın, dün olduğu gibi bugün de az çok güvenilir sınırlı bilgi stokunu kuşaklar bo­yunca çalışarak elde etmiş olduğunu ve çağlar boyunca üretil­miş bilgi miktarının her dönemde birbirlerine eşit olduğunu söyleyendir.
Zekâ açısından çok üst düzeylere gelmiş olabiliriz, ancak düşünce üretimi açısından geçmiş ve gelecek kuşaklarla nere­deyse aynı düzeydeyiz.
Hiçbir dönem diğerinden daha ayrıcalıklı olmadığı gibi, bi­rilerinin diğerlerinden kesinlikle daha fazla gelişmiş oldukları gibi bir şey de söylenemez, en azından bu konuda bir eşitsizlikten söz edilemez. İnsanlık varlığını her zaman demokratik bir şekilde sürdürmüştür.
Bu varsayım her türlü muzaffer evrimcilik anlayışından sa­kınılması gerektiğini göstermenin yanı sıra insanlığa özgü “simgesel sermayenin’ yitirilmesi konusundaki Kıyamet benzetmeleriyle zaman yitirilmesini de engellemektedir. Bunları hümanizma anlayışına uygun bir şekilde: muzaffer ya da depresif bakış açıları olarak adlandırabiliriz. Zira o ilk başlangıç­taki doğal ruh, zekâ ya da düşünce sayısı sınırlı olmakla bir­likte ortadan kaldırılması olanaksız şeylerdir. Geleceğin dün­yasında da en az bizimki kadar çok zeki insan, özgünlük ve buluş olacaktır, daha fazla değil. Daha önceki dönemlerden de ne daha fazla ne de daha az sayıda olacaktır.
Bu varsayımlar: olumlu aydınlanmacılık -Yapay Zekâ çıl­gınlığı- ve- regresif nihilizm- -ahlâkî ve kültürel depresyon- olarak adlandırılabilecek, birbirlerini karşılıklı olarak doğuran iki bakış açısına karşı ileri sürülmektedir
Bütün bunların nedeni bizim zekâ ve dünyaya müdahale etmeye kalkışmamızdır. Oysa düşünceye müdahale edemiyo­ruz. Düşünmemizi sağlayan şey bizi biçimlendiren dünyadır.
Dünyaya özgü bir zekâ yoktur ve düşüncenin zekâyla bir ilişkisi yoktur. Dünya  bizim olduğunu sandığımız yer değildir, tam tersine bizim düşünce biçimimizi oluşturan yerdir.

Saturday, April 13, 2013

Sessiz ve derinden gelen Suudi çalımı!


FEHİM TAŞTEKİN
Suudiler, Katar ve Türkiye destekli Müslüman Kardeşler'in (İhvan) Mısır'daki gibi Suriye'de de iktidarı ele geçirmesinden korkuyor

Suudi diplomasisi, sezilmesi en zor diplomasi türü. Sanki çölün kumlarında süzülen yılan sessizliği. Sadece oynayan taşların yönüne bakarak bir Suudi müdahalesi sezmek mümkün. Türk dış politikası aktifleştiğinden beri de Suudilerle yollarımız sıklıkla kesilir oldu. Mısır’dan Yemen’e, Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Bahreyn’e uzanan hatlarda Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ortak kabın bileşenleri gibi hareket ediyor gözükse de ciddi rekabet söz konusu.

Suudi Arabistan’ın Arap isyanlarına verdiği tepkiler ve bölge politikalarının rengini belirleyen 2 unsur var: Birincisi, Şii nüfuzuna karşı Sünni kalkanı oluşturma adına İran’la savaş. İkincisi, Suriye-İran eksenine karşı birlikte hareket ettiği Katar ve Türkiye ile rekabet. Riyad’ın bölge siyasetini anlamak için en yeni gelişme olarak Lübnan’daki başbakan operasyonundan başlayalım. Lübnan yıllardır Suudilerin Suriye ve İran’la ‘vekâlet savaşı’ yürüttüğü bir sahne. Şam-Tahran hattı Şii Hizbullah ve Hıristiyan müttefikleri, Riyad da Hariri ailesi ve Sünni gruplar üzerinden Lübnan siyasetini yoğuruyor. Zikzaklarıyla ünlü joker oyuncu Dürzi lider Velid Cambolat’ı yanına alan da hükümeti kuruyor.

Lübnan’da ince operasyon

Eski Başbakan Refik Hariri’nin 2005’te öldürülmesi üzerine Suriye, Lübnan’daki askerlerini çekince Suudilerin eli güçlenmişti. Ancak Hizbullah’ın 2006’da İsrail’in bileğini büküp siyasette ağırlığını koymasıyla yeni bir denge oluştu. Kavgalar bitmedi ve Hizbullah, 2011’de Saad Hariri hükümetini devirip Hıristiyan müttefiki Mişel Avn ve Cambolat’ın desteğiyle Necip Mikati’ye hükümet kurdurttu. Yurtdışına çıkan Hariri de ülkesine dönemez hale geldi. Bu süreçte Suudi Arabistan oyun dışı kaldı. Suriye krizi Lübnan siyasetini esir alınca Riyad’a müdahale fırsatı doğdu. Hariri liderliğindeki Müstakbel’in başını çektiği 14 Mart Grubu, ‘Suudilerin adamı’ İç İstihbarat Şefi Eşref Rifi’nin görev süresinin uzatılması için diretti. Hizbullah’ın başını çektiği 8 Mart Grubu ise haziran seçimlerinden önce mevcut haliyle Müstakbel’e ‘haksız’ üstünlük sağlayan seçim yasasının değiştirilmesini istedi. Bu cendereyle baş edemeyen Mikati havlu attı. Suudiler ustalıkla Temmam Selam’ı başbakanlığa getirdi. Taif Anlaşması’na göre başbakanın Sünni olması şartı Suudilere hep müdahale imkânı verdi. İç savaşla boğuşan Suriye’nin ‘Beyrut kumandası’ kısa devre yaptığından rahatça hareket eden Suudiler son operasyonla ‘kördüğümü çözen ağabey’ payesini kaptı. Lübnanlı yorumcular Selam’ı ‘Suudçu’ olmasa da Suudiler için Lübnan’a dönüş bileti olarak görüyor. Bu süreçte Suudiler ve ABD’lilerle gizli müzakereler yürütse de Selam’ın Hizbullah’ı göz ardı ederek yol alması imkânsız. Hizbullah ile Hariri grubu arasındaki 2008’de yaşanan krizin çözümünde arabuluculuk yaparak Lübnan’a ayak basan Katar da Suudi öfkesini çekmeden Sünnilerin hamiliğine oynuyor.

İhvan’a karşı Selefisever

Suudiler Lübnan’da ayağını sağlama alınca Suriye’deki süreçleri de yönetme şansı yakalıyor. Buradaki rekabet daha keskin. Suudi Arabistan ile Katar ortak düşmana farklı aktörlerle vuruyor. Ortak kanaat şu: Suudiler, Katar ve Türkiye destekli Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Mısır’daki gibi Suriye’de de iktidarı ele geçirmesinden korkuyor. Ortadoğu’nun iki kilit ülkesindeki İhvan iktidarı, kısa sürede Ürdün’de statükoyu değiştirip İhvan’ın Ürdün kolu ‘İslami Eylem Cephesi’ni muktedir yapabilir. Sonra sıranın kime geleceği belli. Domino etkisinin Körfez’e uzanması Suudiler için kâbus senaryosu.

Bir tarafta Şii dalga, diğer tarafta Sünni ‘siyasal İslam’ dalgası… Suudiler Yemen’de ‘güdümlü iktidar devri’ ve Bahreyn’de askeri müdahaleyle arka bahçeyi ‘Şii tufanı’ndan korudu. Çok aktörlü Sünni cephe ise ince hesap gerektiriyor. Malum Suudiler yıllarca Mısır’da İhvan’ın şahsında ‘siyasal İslam’a karşı antidot kabilinden selefileri arkaladı. “Şer’i devlet yoksa siyaset haram” diyen Selefilerin iktidar talebinin olmaması Suud’un işine geliyordu. Suudilerin İhvan alerjisini görmek için El Arabiye’nin yayınlarına bakmak kâfi. Mesela Muhammed Mursi’nin tüm falsoları Arabiye’nin dilinde. El Ezher’i ele geçirmede de Katar-Suudi kapışması yaşanıyor. Katar’ın himayesindeki Yusuf el Karadavi’nin El Ezher’in başına getirilmesi girişimine karşı El Arabiye, Selefilere mikrofon tutuyor. Suudiler yeni süreçte Filistin’de de kaybeden taraf oldu. Halid Meşal’i Şam’dan koparıp Hamas’ın yeni patronu olan Katar bu hamleyle kuşkusuz en fazla Suudilerin sinirini zıplattı. İhvan’ın Filistin kolu Hamas’a karşı Riyad’ın tercihi ‘laik’ El Fetih. Karmakarışık Suriye cephesinde kimin kimi desteklediği ise ayrı bir yazı konusu.

Tuesday, April 9, 2013

IRA sorununu çözen beyin Jonathan Powell’dan 10 MADDEDE KALICI BARIŞ


EZGİ BAŞARAN
Jonathan Powell, dün Ankara’da Hakan Fidan ve Yalçın Akdoğan’la buluştu. İşte onun gözünden barış dersleri.
Çatışma çözümü (conflict resolution) söz konusu olduğunda ister arabulucu ister uzman ister büyük tecrübe sahibi kişi deyin, İngiliz Jonathan Powell dünyada akla gelen ilk birkaç isimden biridir. Yardımcısı olduğu İngiliz Başbakan Tony Blair ile yüzlerce yıllık Kuzey İrlanda sorununu çözdü. Ardından İspanya-ETA sorununda arabuluculuk yaptı. Şimdi ise Kolombiya-FARC çatışmasına çözüm arıyor. Ve tahmin edeceğiniz gibi Kürt sorunuyla da yakından ilgileniyor.
Onunla 2.5 yıl önce Radikal’de yaptığım söyleşiyle de bu ilgisine vâkıf olmuştuk. Ardından (2011’de) Ankara’dan davet almış, tecrübelerini hükümet yetkilileriyle paylaşmıştı. İki gün önce, pazartesi sabahı, Diyarbakır’da bir kahvaltı sofrasında buluştuk Powell’la. Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Derneği’nin (DİSA) davetlisi olarak gelmişti, akşama Cengiz Çandar’la birlikte ‘Silahsızlanma’ başlıklı panelde konuşacaktı. Ama önce bazı şeyleri anlamak istiyordu.

* * *

Powell’ın masanın etrafında toplanan Kürt hareketinin önemli figürlerine ilk sorusu şuydu: “Devlet, Öcalan’la görüşüyor. Sonra BDP Öcalan’ın sözlerini Kandil ve Avrupa’ya götürüyor. Peki devlet neden PKK ile kendisi görüşmüyor veya işin yasal-siyasi boyutunu BDP ile tartışmıyor?”
Powell’a Öcalan’ın Kürt tabanı için ne ifade ettiği, etkisi anlatıldı. Bir nevi, Öcalan’la görüşmek her şeyden önemli ve yeterli denildi. “İyi ama” dedi Powell, “Müzakere dediğimiz şey üç ayaklıdır. Burada iki ayak görüyorum: Devlet ve Öcalan. Halbuki elinde silahı bulunduranlarla doğrudan görüşme yapılması sürecin üçüncü ve sağlam ayağı olacak, müzakereyi iki liderin varlığına yahut yokluğuna bağlamayarak güçlendirecektir.” Powell, bu fikirlerini dün Ankara’da buluştuğu (sürecin mimarları) Hakan Fidan ve Yalçın Akdoğan’la da paylaşır mı bilmiyorum. Ben size Kuzey İrlanda sürecini temel alarak bizlerle paylaştığı ‘kalıcı barış derslerini’ anlatayım.
1-TÜNEL:
Şimon Peres’in Filistin meselesiyle ilgili esprili bir sözü vardır: “Aslında hepimizin İsrail-Filistin sorununun çözümüne dair makul önerileri mevcut. Dolayısıyla iyi haber, tünelin ucunda bir ışık var. Kötü haber ise ortada bir tünel yok.” Peres’in de ifade ettiği gibi önemli olan tüneli inşa etmek yani sürece başlamak ve onu canlı tutmaktır. Bisiklet sürmek gibi düşünün. Bazen nereye gittiğini tam kestiremeseniz de pedalları çevirmeye devam etmelisiniz. Yoksa bisiklet yere savrulur ve yeniden ayağa kalkması çok daha zordur. Yani birinci kural, ne olursa olsun müzakereleri devam ettirmek.
2-BAŞLANGIÇ:
Kuzey İrlanda çözümünde tarihi bir an yaşamış, ‘Hayırlı Cuma Antlaşması’nı imzalamıştık. Hepimiz heyecandan ve sevinçten uçuyorduk. O zaman bilemezdik tabii, işimizin yeni başladığını. Tony (Blair) ve ben ondan sonraki 9 yıl bu anlaşmanın layıkıyla uygulanması için canımızı dişimize taktık. Diyeceğim, bir anlaşma imzalanması yahut Newroz Meydanı’nda Öcalan’ın mektubunun okunması mükemmel başlangıçlar. Ama sadece başlangıç. Şunu unutmayın: Ortada bir anlaşma olmasının temel nedeni tarafların aslında birbirine güvenmemesidir. Dolayısıyla anlaşmanın varlığı barışın garantisi değildir.
3-GURUR:
Sivil toplum örgütleri, ne olursa olsun, tarafların masadan kalkmaması için uğraşmalıdır. Müzakere sürecinde bizim için kriz anlarından biriydi. IRA ve Sinn Fein’in liderleri Martin McGuinness ve Gerry Adams ile buluşmak üzere Belfast’a yola çıkmıştım. Yalnızdım. Oraya vardığımda dünya tarihinin en büyük banka soygunlarından birinin gerçekleştiğini öğrendim. Fail, IRA’ydı. O anda uçağa binip Londra’ya dönmeyi düşündüm. İçimi feci bir öfke kaplamıştı. Utanç verici bir durumdu çünkü. Fakat dilimi ısırdım ve ne olursa olsun o görüşmeyi yaptım. Bazen gururunuz incinse de devam etmelisiniz.
4-GÜVEN:
IRA bize güvenmiyordu, biz de IRA’ya. İki taraftan biri adım atmalıydı, ki bu adım bazen son derece insani bir jest de olabilir. Bir gün Martin McGuinness’ten (IRA lideri) bir telefon aldım. Benimle buluşmak istiyordu: “Ama tek başına, gizlice geleceksin. Polis, asker kimse olmamalı. Sadece sen…” Peki dedim ve Kuzey İrlanda’nın Derry şehrinde bana söylenen yere gittim. Bir anda önümde bir otomobil durdu. Kargatulumba içine tıkıldım. “Bizi Martin gönderdi” diyordu otomobildekiler. Tamamen aklım karışana kadar, yaklaşık yarım saat dolaştırdılar ve en sonunda bir evin önünde durduk. Martin kapıyı açtı ve hoş geldin diyerek elindeki kol değneklerini uzattı. IRA, hain gördüklerini dizinden vurmasıyla ünlüydü. Koltuk değnekleri ise Martin’in espriyle karışık bana gözdağıydı. O gün 3 saat konuştuk. Bir anlaşmaya varamadık ama aramızda bir tür güven oluştu. Ve müzakerenin geri kalanı için hayatiydi.
5-SİLAH:
Biz süreci IRA’yı dahil etmeden sürdürmeyi çok denedik fakat her seferinde çöktü. Ne zaman ki, elinde silah tutan adamları bir çadırın içinde toplayıp derdimizi anlattık, o gün sürdürülebilir bir müzakere süreci yakaladık.
6-BÖLÜNME:
Asıl endişe edilmesi gereken bölünme başkadır, biliyor musunuz. Bu tür süreçlerde karşı tarafın yekpare bir grup olup olmadığı çok önemlidir. Bölünmüş bir grup, birbirine girmiş bir liderlik yapısı barış sürecine büyük zarar verir. Bölünmemeleri için uğraşmalısınız. ‘Hayırlı Cuma Anlaşması’ imzalanmadan önce, 1997’de, Gerry Adams (Sinn Fein lideri) ile başbakanlık ofisinde buluşmuştuk. Görüşmenin bir yerinde Gerry, Tony ve beni kenara çekti ve kısık sesle şöyle dedi: “Bakın ben size barışı hızlıca getirebilir, anlaşmayı imzalayabilirim ama böyle yaparsam örgüt bölünür. Eğer tüm örgütü barışa ikna etmemi istiyorsanız bana daha çok zaman vereceksiniz. Tercih sizin.” Biz istediği zamanı verdik ve süreç daha sağlıklı oldu. Buna rağmen Real IRA adlı radikal bir örgüt doğdu, hâlâ aktifler ama halk tabanında karşılıkları yok.
7-TORPİLCİLER:
Süreci torpillemek isteyenler çıkacaktır. İçeride ve dışarıda. Hazırlıklı olun. ‘Hayırlı Cuma Anlaşması’nı imzaladıktan 4 ay sonra Omagh’da çok büyük bir patlama oldu. 29 kişi ölmüş, 220 kişi yaralanmıştı. Fail Real IRA’idi. Bu patlama her şeyi askıya almak, barışı silip süpürmek için yeterliydi. Ama biz Gerry ve Martin’in bu saldırıyı sert biçimde kınamasını, karşı tarafın da (Unionist cephe) “İşte bu yüzden barışa ihtiyacımız var” demesini sağladık. Böylelikle süreç sarsıldı ama çökmedi.
8-MUHALEFET:
Biz İşçi Partisi olarak muhalefetteyken, barış müzakerelerini Başbakan John Major yönetiyordu. Blair 1994’te başkan olduğunda partinin Kuzey İrlanda politikasını tamamen değiştirmişti. Bu nedenle Major’ın nasıl bir müzakere sürdürdüğünü bilmeden onu destekledik. İnanın Major bizimle hiçbir detayı paylaşmıyordu. 1996’da meşum Canary Wharf bombası patladığında bizim partinin içinde itirazlar yükselmeye başladı. Hükümeti desteklemeyelim denildi. Tony sağlam bir tavır takındı ve şöyle dedi: “Evet çok zor, çok acı. Ve belki başbakanın yürüttüğü sürecin detaylarını bilmiyoruz. Ama biz siyasetçiyiz. Barış süreci yürüten bir hükümeti desteklemek sorumluluğumuzun gereğidir.” Sonra biz iktidara geldiğimizde muhalefet belki bize bu kadar cömert davranmadı ama barış sürecinin temel adımlarında desteğini hissettirdi. Zaten aksi olsaydı, hayatımız çok zor olurdu.
9-HIRS:
‘Hayırlı Cuma Anlaşması’nın imzalanmasından 5 yıl sonra bir kriz noktasına doğru yaklaşıyorduk. Kamuoyu yoklamaları Cumhuriyetçilerin (IRA ve Sinn Fein’in tabanı) barış sürecine desteğinin azaldığını gösteriyordu. Yüzde 50’den yüzde 30’lara düşmüştü. Tony, Belfast’a gidip bir konuşma yaptı. Bir elinde silah diğerinde sandık tutuyordu. Birini seçeceksiniz dedi. Riskli bir konuşmaydı ve biz yaratacağı etki konusunda tedirgindik. Üç gün sonra beni Gerry aradı ve şöyle dedi: “Tony’nin konuşmasını beğendim. Şimdi ben de bir konuşma yapacağım, metin konusunda bana yardımcı olur musun?” Şaşırmıştım ama elbette kabul ettim. Ve “IRA’sız bir gelecek düşünebilir miyim? Evet düşünebilirim” diye başlayan bir konuşma yazdım. Ertesi gün Gerry’nin televizyonda bu metni okuduğunu işittiğimde fark ettim: Barış ancak barışı tüm hırsların ve hesapların üstünde tutan liderlerle gelir.
10-ZAFER:
Her şey yolunda gitse bile şiddetle büyümüş gençlere hâkim olmak kolay olmayacaktır. Biz Kuzey İrlanda’da hâlâ bu sosyal problemle uğraşıyoruz, IRA şiddeti bitti ama gençlerin düşmanlığı bitmedi. Kalıcı barışın püf noktası müzakere masasından kimsenin yenilmiş ya da yenmiş hissederek kalkmamasıdır. Biri kazandığını, diğeri kaybettiğini hissederse, sağlanan çok kısa süreli bir çatışmasızlık olur, barış değil. Hiçbiriniz kazanmayacak ve kaybetmeyeceksiniz. Bu hisse alışmanızı tavsiye ederim çünkü barışın anahtarıdır.

Tuesday, April 2, 2013

Türkiye ve İsrail: Ebedi ortaklar ve Filistin sorunu


Dr. Muhammed Nureddin

YDH- Arap dünyasının önde gelen Türkiye Uzmanı Dr. Muhammed Nureddin, es-Sefir gazetesinde yazdığı yazıda Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi sürecini analiz etti.
YDH-Arap dünyasının önde gelen Türkiye Uzmanı Dr. Muhammed Nureddin, es-Sefir gazetesinde yazdığı yazıda Türk-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi sürecini analiz etti.
Bu hafta “ebedi ortaklar” haftası idi. Amerikan Başkan Obama, İsrail ile ebedi ortaklıklarını açıkladı. Obama’nın daha önce de belirttiği gibi, Türkiye ve Amerika arasında “model ortaklık” vardı. Bugünlerde ise, Türkiye ve İsrail arasındaki ortaklık yeniden konuşulmaya başlandı. Ankara’daki rejimin kimliği, “askeri-laik” kimlikten “İslamcı” kimliğe dönüştüğü görülüyor; ama bu kimlik değişiminin, İsrail kurulur kurulmaz başlayan “ebedi ve stratejik” ortaklığı etkilemediği de görülüyor.
İsrail, 31 Mayıs 2010’da 9 Türk’ü katlettiği Mavi Marmara saldırısından dolayı Türkiye’den özür diledi. İsrail ayrıca, kurbanların ailelerine tazminat ödeyecek. Türkiye’nin 3. şartı olan Gazze ablukasının kaldırılması konusunda ise, İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu, Recep Tayyip Erdoğan’a, Gazze’ye uygulanan blokajın hafifletilmeye başlandığını ve bu hafifletmenin gelecekte de devam edeceğini belirtti.
Ankara’ya göre, İsrail Türkiye’nin şartlarını kabul etti. Adalet ve Kalkınma Partisi yanlısı Yeni Şafak gazetesine göre AKP İsrail’e diz çöktürdü. Peki görünen resmin arkasındaki gerçek nedir? Bölgesel düzeyde nasıl ilişkilendirilebilir? Filistin halkının elde edeceği kazanımlar nelerdir?
1-Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin “Özgürlük Filosu” olayından sonra etkilenmediğini söyleyebiliriz.. Diplomatik ilişkiler devam etti ve sadece büyükelçi çekildi. Bazı anlaşmalar donduruldu; ancak askeri ve güvenlik konularındaki işbirliği durdurulmadı. Saldırı olayından sonra iktisadi ilişkilerde bir patlama yaşandı. 2009 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2 milyar 500 milyon dolar iken, 2011 yılında 4 milyar 500 milyar dolara yükseldi ve 2012 yılında 4 milyar dolar seviyesini korudu.
2-Ankara’daki yönetime İslamcı bir partinin gelmesi, İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkileri hiç bir şekilde etkilemedi. Türkiye, Filistin ve İsrail arasında bir uzlaşma için çalışmalar yürüttü ve 2007 yılında İlk defa bir İsrail cumhurbaşkanı Türk parlamentosunda konuşma yaptı. Burada bir hatırlatma yapacak olursak, Türkiye’de İslami karakteri olan yönetimlerin -50’li yıllarda Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti, 80’li yıllarda Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi gibi- dış politikası, Batı ve İsrail’e hep daha yakın bir çizgideydi. Adalet ve Kalkınma Partisi de bu çizgiden uzak değil.
3-Erdoğan kendi vekillerinin Özgürlük Filosuna katılmalarını engelledi. İsrail 9 Türk aktivisti katledince, kızgın olan kamuoyunun tepkisi karşısında can sıkıcı bir duruma düştü; ama İsrail’den özür dilemesini istemekten başka bir seçeneği yoktu. Erdoğan’ın bundan başka alacağı her pozisyon onu hem içte hem de dışta zayıflatacaktı. Ama aynı zamanda, dış işleri bakanı Ahmet Davutoğlu liderliğindeki diplomatlar, öyle ya da böyle, İsrail ile ilişkileri restore etmek istiyordu.
Bu çıkmazdan kurtulmak için ise İsrail’i özür dilemeye ikna etmek gerekiyordu. Aksi takdirde, 2010 yılı sonlarında işgal altındaki topraklarda çıkan yangını söndürmeye yardımcı ve bir jest olarak Türkiye’nin itfaiye uçakları göndermesini nasıl yorumlayabiliriz? Davutoğlu ayrıca, İsrailli yetkililerle açık ve gizli birden fazla toplantı yaptı; ama bu toplantılardan bir sonuç çıkmıyordu ve sürekli İsrail’in özür dilemeyi reddedişi ile karşı karşıya geliniyordu. Düğüm, Ankara ile ilişkilere geri dönme konusunda değildi, İsrail’in Türkiye’nin talebini reddedişi ile ilgiliydi. Ankara en sonunda İsrail’in NATO ile işbirliğine karşı olan vetosunu kaldırdı ve  aynı zamanda İsrail de Türk askeri uçaklarının elektronik sistemlerini sağlamaya devam etti. Ancak daha büyük girişim, Türkiye’nin kendi topraklarında füze kalkanı yerleştirmesi oldu. Bu kalkan, İsrail’i İran’dan gelebilecek füzelere karşı koruyacak en önemli adım oldu.
4-Türkiye, Mavi Marmara olayından sonra İsrail ile ilişkilerini ve siyasi bağlantılarını kesmesi ile, Filistin davasındaki rolünün etkilendiğini idrak etti. İsrail’in geçen kasım ayında Gazze’ye saldırısının ardından milletvekili Bülent Arınç’ın ağlaması, İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkileri normalleştirme ihtiyacına işaret ediyordu.
5-İsrail’in özrü ve ilişkileri normalleştirme sürpriz değildi. İlişkilerin normalleşmesi önündeki tek engel -Netenyahu’nun, hükümetin hayatta kalabilmesi için ona ihtiyaç duyduğundan boyun eğdiği- özür dilemeyi reddeden İsrail Dış İşleri Bakanı Lieberman idi. Dolayısı ile herkes seçimi ve yeni bir hükümet kurulmasını bekliyordu. Lieberman’ın görevinden uzaklaştırılması da bir tesadüf değildi. Yeni hükümet -Amerika’nın baskısı ve Netenyahu’nun arzusu ile- Türkiye ile ilişkileri normalleştirme adımı olarak, Lieberman isminden kurtuldu. Pratikte, yeni hükümetin ilk işi, Obama’nın sponsorluğunda, Türkiye’den özür dilemek oldu.
6-Türkiye ilişkilerin normalleşmesi için özür şartını öne sürmüştü. Bu da, bölgede İsrail ile ilişkileri normalleştirmek ve ortaklaşmak için, bir özrün, Türkiye için yeterli olduğu anlamına gelmektedir. Bir özür tek başına, İsrail’in bölgedeki varlığını ve nüfuzunu arttırmak için yeterliydi. Türkiye’nin Amerikan büyükelçisi Namık Tan, Ankara ve Tel Aviv arasındaki ilişkilerin normalleşmesi konusunu en açık bir şekilde dillendirerek “Sadece gerçek dostlar birbirlerinden özür diler” dedi. Ardından “Türkiye ve İsrail halkları arasında, güçlü tarihsel ilişkiler var” dedi!
7- Türkiye gibi NATO’ya üye bir ülkenin, İsrail’e düşman olabilmesi mümkün değildir. Aynı zamanda Türkiye’nin İsrail’in çıkarlarına -ki NATO’nun çıkarları ile örtüşen çıkarlara- aykırı bir yol izlemesi mümkün değildir. Türk yetkililer “Türkiye’nin sınırları NATO’nun da sınırlarıdır” dediklerinde, İslami ve Doğulu kimliğinin yanında NATO kimliğini de öne çıkarmış oldu. Sınırları NATO’nun sınırlarıdır diye ilan etmek, bütün kamuflajlara ve saklanmaya çalışılan gerçeklere rağmen, otomatik olarak İsrail ile dostluğu ve müttefikliği de ilan etmektir.
8-Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, zamanlama açısından bir çelişki yaratıyor. Türkiye; Suriye, Irak, İran, Rusya, Çin ve bölgeden bazı ülkelerle ilişkilerini “sıfırlarken” aynı zamanda bölge için en büyük tehdidi oluşturan İsrail ile sorunlarını da “sıfırlıyor”. Bu durum, yenilenen İsrail-Türkiye kıskacının, düşmanları için yeni ve ciddi riskler oluşturduğu bir resim sunuyor. Türkiye ve İsrail arasında tam normalleşmenin; Amerika’nın çıkarları doğrultusunda, Amerika’nın liderliğinde, bölgenin haritasını yeniden çizmek  -İran-Rusya eksenini zayıflatmak- için ürettiği yeni senaryolardan doğan gelişmelerden çok farklı bir yere koyamayız. Bu gelişmeler:
A-Ankara üzerindeki yükü hafifletmek için, Kürt sorununu çözüme kavuşturma girişimleri,
B-Suriye’deki Kürtleri, Türkiye için bir tehlike arz etmemesi için devre dışı bırakmaya çalışmak,
C-Irak’taki Nuri El-Maliki hükümetini zayıflatmak ve devirmek adına, Türkiye’nin, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile, Bağdat’taki merkezi hükümeti yok sayarak ilişkiler geliştirmesi,
Bütün bunlar, Suriye, Irak ve Lübnan’daki Hizbullah’ın etrafındaki çemberi daraltarak nihai hedefe ulaşmak içindir: İran’ı vurmak ve boğmak.
İsrail’in, Suriye kuşatmasını tamamlama ve Kürt yerleşimcilerin blokajını engelleme görevi düşüyor. Dolayısı ile Amerika’nın,stratejik ortakları olan İsrail ve Türkiye’ye, geçmişin üzerine yeni bir sayfa açmak ve ile yanıt bulan baskılarının amacı; bölgenin yeni haritasını Amerikan-NATO ortaklığının uyumuna ve çıkarlarına göre resmetmektir.
Dolayısı ile, Lübnan Başbakanı Necip Mikati’yi bölgesel ve uluslararası bu bağlamdan ayrı tutmamak gerek. Özellikle, Erdoğan’ın -Ahmet Davutoğlu’nun da dediği gibi- Türkiye ve İsrail arasındaki uzlaşmaya mutabık kalmayı kabul etmeleri için aradığı bölgesel liderlerden biriydi.
Erdoğan’ın Lübnan başbakanı Mikati’yi arayıp Ürdün Kralı 2. Abdullah’ı aramaması, bölgedeki güçlerin rolleri konusunda -özellikle Kral Abdullah’ın Mustafa Kemal Atatürk anıtına çelenk bırakırken ağlamasından sonra- bazı soruları akıllara getirmektedir.
Bu güçlerden biri Türkiye’nin faaliyet gösterdiği eksende yer alan Lübnan. Bazıları, Ürdün Kralı Abdullah’ın ağlamasını, İslamcıların düşmanı olan Atatürk’e bir saygı gösterisi olarak değerlendirdi. Bir noktayı not etmek gerekir ki Türkiye’nin müttefiki olan Müslüman Kardeşler örgütü Ürdün’de rejimi değiştirmek istiyor.
Ürdün kralı da bu konuda, Amerikan dergisi Atlantik’e verdiği demeçte, Mısır ve Türkiye’yi, bölgeyi kontrolü altına almak isteyen “İhvan Hilaline” taraf olmakla itham etmişti. Aynı zamanda Ürdün kralı Abdullah, Erdoğan’ın demokrasi anlayışını da eleştirerek Erdoğan’ın, demokrasiyi, amacına ulaşmak için bir araç olarak gördüğünü söyledi. Bu sözler Erdoğan ve hükümetini öfkelendirdi ve Kral Abdullah, Erdoğan’ın bölge liderleri ile yaptığı son telefon görüşmelerinin dışında tutuldu. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’ın bu konudaki yorumu da anlamlı idi. Bülent Arınç Ürdün kralını eleştirirken “Atatürk’ün mezarı başında ağlamasının ardından ne diyebileceğini tahmin ediyorduk” dedi.
9-Türkiye-İsrail normalleşme sürecinin hedefleri sadece, İran’ın liderliğini yaptığı eksene karşı değildir. Bu hedefler arasında  Rusya ve Çin’in nüfuzlarına etki edip onları zayıflatmaya çalışmak da var. Rusya ve Çin’i sadece Suriye ve Orta Doğu’da değil, genel olarak zayıflatmak istiyorlar; ama özellikle de Doğu Akdeniz’de: Rus donanmasının güçlü bir şekilde var olduğu sıcak sularda, doğal gaz ve petrol araştırmaları için rekabetin olduğu sularda, İsrail-Türkiye-Kıbrıs arasında beklenen işbirliği anlaşması ile Rusya’nın çıkarlarını etkilemek. Bu bağlamda, Avrupa’nın Kıbrıs’ı kalkındırma planı, Rusya’nın yatırımlarını hedef alan bir yol ile geldi.
10-İsrail ve Türkiye arasındaki normalleşme sürecinin, Suriye ile de alakası var. Şam’a baskıların artacağını gösteren işaretler var. Bünyamin Netenyahu da sosyal iletişim ağı twitter hesabından, Suriye ile -özellikle kimyasal silah tehditleri varlığında- sınırı olan Türkiye gibi bir ülke ile ilişkilerin olması önemlidir diye itirafta bulundu. Suriye’deki kriz -Davutoğlu’nun, normalleşme sürecinin Suriye ile alakası yoktur yorumunu yalanlayan- iki ortak ülkenin anlaşmasının ve normalleşmesinin nedenlerinden biridir.
11- Normalleşme süreci Filistin davasına etkide bulunacak mı? Türkiye başbakanının, Gazze ablukasını kaldırma şartını dayattığını iddia etmesi mümkün değildir. Bu sadece, normalleşme sürecini haklı çıkarmak için hiç bir esasa dayanmayan bir propagandadan ibarettir.
Gazze ablukasının kaldırılması başka bir şey, bazı gıda maddelerinin girişi için sınırlamaların kaldırılması başka bir şeydir. Türkiye’nin Filistin davası ile pratik olarak esas sınavı şimdi başlamıştır.  İsrail ile ilişkiler normalleşti, Türkiye ile Hamas arasındaki ilişkiler biliniyor ve Türkiye’nin Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütüne desteği de biliniyor. Görülmesi gerek nokta budur. Filistin halkı tarafından baktığımız zaman, onlar “Türkiye, İsrail ile ilişkilerini normalleştirerek; yerleşim projelerini ve Kudüs’ün Yahudileştirilmesini nasıl durduracak, İsrail güçlerinin Batı Şeria’dan çekilmesi için nasıl baskı kuracak, Gazze ablukasının kaldırılmasını ve Filistinli esirlerin özgürleşmesini nasıl sağlayacak -Golan sorunu ve uzayan bir soru listesi- sorularını soruyorlar
Türkiye’yi bütün bu sorunlardan sorumlu tutmak yanlış olur. Ancak, Türkiye -ve takip ettiği İslami eksen- İsrail ile her düzeyde işbirliğine hazırlanırken Filistin halkına nasıl yardım edeceklerini ilginç olacak; ama takip edeceğiz.
Erdoğan; Gazze’deki Hamas hükümeti Lideri İsmail Heniyye, Siyasi Büro Şefi Halid Meşal ve Filistin Lideri Mahmut Abbas ile görüştüğü gibi, Mısır Cumhurbaşkanı Mursi ile görüşerek, özür ilanından önce onları bu atmosfere sokup normalleşme adımıyla ilgili kabullerini aldı. Görünüşe göre de Filistinli liderler, normalleşme sürecini ve Türkiye-İsrail arasındaki koordinasyona dönüşü destekliyorlar.
Erdoğan, gelecek nisan ayında Gazze’ye ziyaret şemsiyesi altında, İsrail ve Türkiye arasındaki ortaklığa geçiş ve kamuflajı tamamlayacak. Hamas önceki gün yayımladığı demecinde, İsrail’in Türkiye’den özür dileyişini şöyle yorumladı: “Büyük bir başarı ve büyük bir zaferdir. Bu zafer, düşman İsrail’in;  hukuk kurallarına bağlı kalmaktan, kararlılıktan ve gücün dilinden anladığını görüyoruz.”
Hamas hareketine soruyoruz: İsrail’in Türkiye’den özür dilemesinin bedelinin, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve işbirliğine dönüş yapmaları, gerçekten büyük bir zafer midir? Aklı başında bir insan; İsrail’in saldırısından sonra füzelerle cevap veren direniş hareketlerinin, askeri seçeneğini eleştiren Türkiye’nin “İsrail’in anladığı dili, gücün dilini”  desteklediğine inanır mı?
Çeviren: Hasan Sivri