Wednesday, August 28, 2013

Suriye'de dehşet dengesi


Bir iç savaş dengesi stratejisi: Esad rejimini, Kaddafi veya Saddam gibi devirmemek ama muhalefete karşı kazanmasını da engellemek.
Suriye'de dehşet dengesi

Suriye’de 21 Ağustos sabahı kimyasal silah saldırısı sonucu çoğu çocuk olmak üzere, her yaştan yüzlerce insan öldü. Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü, Şam’da ekiplerinin çalıştığı üç hastanede, sarin gazı türü bir kimyasal maddeye maruz kalarak ölen 355 kişi saydıklarını, 3500 civarında hastaya müdahale edildiğini bildirdi. Bu saldırı karşısında, ABD daha temkinli bir dil kullansa da Batılı müttefikler bir müdahale için düğmeye basıldığını ima ettiler. İşin ciddiye bindiğini gören Esad yönetimi, Rusya’nın da ısrarıyla Birleşmiş Milletler gözlemcilerinin kimyasal silah kullanılan bölgeye gitmesine izin verdi. Şimdi, bu heyetin en erken bir hafta-on gün içinde vereceği ilk değerlendirme sonuçları beklenecek. Her durumda sarin gazı saldırısını kimin yaptığı sorusunun büyük ihtimalle kesin yanıtı alınamayacak. Böyle bir silahı taşıyacak füze, bu füzeleri fırlatacak rampalara muhalefetin sahip olduğuna dair elde kanıt yok. Gözler daha çok Esad’ın 155. Tugayı’na yöneliyor.
Batılı müttefikler arasında müdahale yandaşlarının liderliğini Fransa yapıyor. Güvenlik Konseyi onaylı olması ihtimali son derece düşük olan olası müdahalenin, hangi uluslararası ilkeye dayandırılacağı ise meçhul.

Kim yapmış olursa olsun, 21 Ağustos rasgele bir tarih değildi. Obama’nın Suriye’de kimyasal silah kullanımını ABD’nin askeri müdahalesi için kırmızı çizgi ilan etmesinin birinci yıldönümüydü. Bir yıldan beri ABD’nin kırmızı çizgisi epey kaymıştı. Geçen ilkbaharda Esad güçlerinin ‘en az dört kez’ kimyasal silah kullandıkları ama bunun ‘sınırlı ve münferit vaka’ olarak kaldığı belirtilerek, çizgi bu kez kimyasal silahların ‘sistematik kullanımı’ seviyesine yükseltilmişti. İlk çizginin, bu silahların ‘kullanımı veya taşınması’ olarak tanımlandığını hatırlatalım. Beşşar Esad’ın bu kez de ABD’nin kırmızı çizgisini bir basamak daha yükseltme olasılığını 21 Ağustos’ta denemiş olması mümkün.
Afganistan ve daha önemlisi Irak ve Libya müdahalelerinden sonra ortaya çıkan sonucun eskisini aratır olmasını dikkate alarak, ABD’nin bugün son derece temkinli davranıyor olması anlaşılabilir. Gözlemciler, 1995’te Clinton’ı Bosna’ya müdahaleye ikna etmeyi başaran Fransa ve Birleşik Krallık’ın, bugün olsa başarısız kalacağı konusunda hemfikirler. Bunu Esad rejiminin kurmayları da gayet iyi biliyor. Bingazi’ye havadan yapılan askeri müdahalenin bir benzerinin gündemde olmayacağını bir yıl önce Şam yönetimi kestirmişti. Bugün de Batılı müttefikler en fazla üç müdahaleden söz ediyorlar: Muhalifleri daha fazla silahlandırmak; bazı bölgelere uçuş yasağı koymak; çok sınırlı miktarda bazı askeri hedefleri bombalamak. Bunu Esad rejimini, Kaddafi veya Saddam gibi devirmemek ama muhalefete karşı kazanmasını da engellemeye dayanan bir iç savaş dengesi stratejisi olarak tanımlamak mümkün. Ne zamana kadar? Herhalde Suriye’de kimsenin kimseye üstün olamayacağını herkesin kabul edeceği noktaya kadar. O zamana kadar geriye Suriye ve Suriye toplumu diye bir şey kalırsa... 

Esad’ın pazartesi günü Rusya üzerinden yayımladığı demeç de sanki ABD’yi bu eli titrek müdahale yönünde tahrik etme amacı taşıyordu. Bu ise “Şam yönetimi neden tam şimdi kimyasal silah kullansın ki?” sorusuna farklı bir yanıtı gündeme getiriyor. Esad yönetimi, Halep’i gözden çıkararak, ama bugün oluşturduğu Şam-Lazkiye hattını elinde tutacağı bir bölgenin kalıcılaşmasını sağlayacak bir sınırlı müdahaleyi provoke etmek istemiş olamaz mı? Bunun anlamı, Suriye’nin kâğıt üzerinde bir devlet çatısı altında yer alan mezhep temelli bölgelere ayrılması demek. Muhalefe güçlerine karşı daha fazla kazanmasına izin verilmeyeceğini Esad da bildiğine göre, azami fayda noktasına geldiğine karar vermiş olabilir. Bosna-Hersek ve Kosova’da uygulanan bu yönteme büyük güçlerin razı olması kuvvetle muhtemel. 

Bu çözüm Esad ve yakın çevresini Miloseviç ve şürekâsı gibi Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gitmekten kurtarır mı? Unutmamak gerek ki böyle bir adım ancak Güvenlik Konseyi’nin bu
konuda münhasıran karar almasıyla atılabilir. Bu yok denecek kadar düşük bir ihtimal. Ayrıca Birleşmiş Milletler gözlemcileri ilkbaharda yayımladıkları raporda muhalefetin de ‘insanlığa karşı suç’ teşkil eden eylemlerinin azımsanmayacak boyutta olduğunu belirtmişti. El Nusra ve benzeri oluşumlardan epey kişinin de UCM’de sanık sandalyesine oturması demek olacak böyle bir karar. Burada da karşımıza yakında bir tür suç dengesine dayalı dokunulmazlıklar çıkarılma ihtimali var. 

Bugün İslami örgütler kaynaklı terörü en büyük ve yakın tehlike olarak gören ABD ve müttefikleri ve onların kamuoyu karşısında, Suriye’de yaşanan büyük insanlık dramına, insanlığa karşı işlenen suçlara öfkelenmek, bunu en ağır kelimelerle kınamak gerekli elbette. Ne var ki bunların etkisinin bundan sonra son derece sınırlı olacağını unutmamakta ve Suriye’de artık bütün olası çözümlerin ileride felaket olarak adlandırılacak nitelikte olacaklarını dikkate alarak adım atmakta yarar var. Üstelik söz konusu ülke Türkiye gibi sınır komşusuysa, suçlu taraflardan birinin arkasında yer alıyor veya böyle gözüküyorsa, felaketin asli sorumlularından biri olarak ileride algılanması kuvvetle muhtemel değil midir?

Tuesday, August 20, 2013

Yalınayak yürüyoruz

Devlet, bu topraklarda düşüncesinden korktuğu sayısız insanı, kapattığı hapishanelerde psikolojik ve fiziksel bir çok saldırıya maruz bırakmıştır ve bırakmaktadır. 12 Eylül Darbesi döneminde tutsaklar; devletin kendilerine dayattığı tek tip elbise giyme zorunluluğunu reddettikleri için, mahkemelere çıplak, yalınayak çıkmak durumunda kalmışlardır. Ve yalınayak olmak, işkenceye karşı direnişin göstergesi olmuştur.

İletişim cezaları

Cezaevlerindeki tutsaklar, hapishane yönetiminin keyfi tutumlarıyla disiplin cezalarına çarptırılıyor. Bazen bir türkü söylediklerinde, bazen ezilenlerin birlik ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı kutlamak için slogan attıklarında, yaşanılan bir adaletsizlik karşısında tepkisini sloganlarla dile getirdiklerinde ya da herhangi bir yere götürülürken uzaktan gördükleri diğer tutsaklara selam verdiklerinde disiplin cezalarıyla karşı karşıya kalıyorlar. Disiplin cezaları arasında en çok uygulanan ceza ise iletişimden men cezasıdır. Tutsakların çoğu, üç kişilik ya da tek kişilik hücrelerde kalıyor.
Çoğu hapishanede, 9 saatlik sohbet hakkı uygulanmıyor. Aynı havalandırmayı kullanamayan onlarca tutsak var. Ve tutsaklar sınırlı sayıda (üç kişi) görüşçüye, haftada bir telefon etme ve haftada bir kapalı görüş ile ayda bir açık görüş hakkına sahip. Kapatılan bu insanlar, verilen iletişim cezaları yüzünden aylarca, bazen yıllarca görüşlere çıkamıyor, telefon edemiyor, mektup yollayamıyor ve mektup alamıyor.
Verilen iletişim cezaları, hapishanelerde farklı şekillerde uygulanabiliyor. Bazı tutsaklar sadece haftada bir kapalı görüşe çıkabiliyor ve sadece ayda bir mektup alıp cevaplayabiliyor. Bazıları açık-kapalı hiç bir görüşe çıkamıyor, sadece mektup yazabiliyor ve telefon edebiliyor. Bazıları ise mektup da yazamıyor, telefon da edemiyor… İnsandan, sohbetten uzaklaştırılarak, zaten zor olan hapishane koşulları, onlar için daha da zorlaştırılıyor. Devletin ve hapishane yönetiminin dayatmalarına karşı olan tutsaklara verilen iletişim ve benzeri cezalar, insani duygulardan ne kadar uzaklaşıldığı gözler önüne sermektedir. Bu cezalar karşısında yıllarca direnmiş ve hala direnmekte olan tutsaklar ise iradelerine, kimliklerine sahip çıkmaktadırlar.
Her şey dilekçe ile

Duvarlar ardına kapatılan insanlar, tutsaklıklarının ilk dakikalarından itibaren hapishanede geçirdikleri süre boyunca, orada yapacakları her şey için bir dilekçe vermek zorundadır. Bu uygulama yüzünden tutsaklar, en temel ihtiyaçlarını bile hapishane yönetimine dilekçe vererek karşılıyorlar. Yatak, su, haftalık kantin alışverişi, berber, kütüphane, gazete, spor faaliyetleri, kaldıkları hücrede ortaya çıkan herhangi bir teknik aksaklık ve daha birçok şey için, tutsakların dilekçe vermesi zorunlu kılınmıştır. Bu uygulama ile, tutsaklara yukarıda saydığımız tüm yaşamsal ihtiyaçlar için dilekçe verdirilerek, adeta hapishane içinde hapishane
yaratılmaktadır. Hapishaneleri, otoritesinin tam anlamıyla hayat bulduğu ve hüküm sürdüğü yerler olarak belirleyen devlet, bu ve benzeri uygulamaları yıllardır tutsaklara dayatmaktadır.

Üzerinden yıllar geçtiği halde, bu tür uygulamaların yansımalarını hapishanelerde hala görüyoruz. Tekirdağ F tiği cezaevindeki arkadaşımız Özgür Aydın, yolladığı mektupta, kendilerine dayatılan benzeri uygulamalara dikkat çekiyor:
“Merhaba,
12 Eylül Cuntası ve darbecilerle hesaplaştığını iddia eden AKP döneminde, darbe dönemini aratmayacak uygulamalar hayata geçiriliyor. F tiplerinde kısa süre önce başlatılan “ayakkabını kutuya kendin koy” dayatmasıyla birlikte tutsaklara, gardiyanların görevleri yaptırılmaya çalışılmaktadır. Bu dayatmaya direnen tutsakların ayakkabılarına el konulup depoya kaldırılmaktadır. Bu uygulamanın devam etmesi halinde, yakında hiçbir siyasi tutsağın ayakkabısı kalmayacak. Bu havada hücrede yalınayak gezmek zorunda kalacağız. Açıktır ki, tutsakların sağlıklarının bozulması, kalıcı hastalıklara yakalanmaları demektir. 12 Eylül döneminin “tazyikli su, çırılçıplak soyarak dışarıda bırakma” yöntemleri, günümüzde böyle inceltilerek(!) hayata geçiriliyor.”
Hapishanelerde yedi günde üç ölüm
Bingöl M Tipi Cezaevi’nde 2 yıldır hasta olmasına rağmen tutulan Mahmut Karataş, 3 Nisan günü yaşamını yitirdi. İki gözü de görmeyen, ileri derece şeker hastası olan Karataş’ın cezasının ertelenmesi ve tedavisinin yapılması için yapılan başvurular görmezden gelindi. Hastalığından dolayı şuurunu yitiren ve doktorların “Hasta tedaviyi kabul etmedi.” demelerine rağmen tahliye edilmeyen Mahmut Karataş, 75 yaşında cezaevinde yaşamını yitirdi.
Adıyaman ve Muş cezaevlerinde 16 yıl tutuklu kalan ve lenf kanseri olan Nurettin Soysal, tahliye edildikten 17 ay sonra tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.
90 yıl hüküm verilen Soysal, cezaevinde 13 yıl kaldıktan sonra boynundaki şişkinlik şikayetiyle doktora gitti, bir rahatsızlığı olmadığı söylenerek geri gönderildi. Günden güne boynundaki şişkinliğin artmasıyla durumu ağırlaşan Soysal, tüm başvurulara rağmen uzun süre hastaneye götürülmedi. Ölüm döşeğine gelen Nurettin Soysal için Dicle Üniversitesi’ndeki doktorlar Adli Tıp Kurumu’na başvurdular, “Şimdi git, sonra gel.” denilerek geri çevrildi. 6 aylık ömrünün kaldığını söyleyen doktorları tarafından yeniden başvuruda bulunuldu. 13 Kasım 2010 tarihinde tahliyesine karar verilen Soysal, 17 ay boyunca Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi›nde kaldı. Geç tahliye edildiği için tedavisi zamanında yapılamayan Soysal, tüm müdahalelere rağmen 4 Nisan günü 41 yaşında yaşamını yitirdi.
Doğubeyazıt Kapalı Cezaevi›nde tutuklu bulunan Mahmut Çakan, karaciğer yetmezliği nedeniyle tedavi görüyordu. 2 yıldır farklı hastanelere tedaviye gönderilen Çakan, Cumhurbaşkanlığı›na defalara başvuru yapılmasına rağmen tahliye edilmedi. Mahmut Çakan, Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 12 Nisan günü yaşamını yitirdi.
Şu anda hapishanelerde tedavi edilmeyi bekleyen 263 hasta tutuklu bulunuyor. Hayati tehlikesi üst düzeyde olan 112 tutsak, hastalıkları nedeniyle sürekli tedavi görmesi gereken 67 tutsak ve sağlık kontrolünden düzenli geçmesi gereken onlarca tutsak var. Cumhurbaşkanlığı, Adalet Bakanlığı ve diğer devlet kurumları, tüm başvurulara rağmen, hapishanelerdeki hasta tutsakları görmezden geliyor. Tutsakların tahliyesine, ancak ölümün kıyısına geldiklerinde karar verilmesi, onların ölümüne karar verilmesidir.

Monday, August 19, 2013

Mısır: Sina uğursuz bir işaret mi?


Mısır'ın Sina Yarımadası'nda İslamcı militanlar güçlü
Son 3 yıldır Mısır'ın Sina Yarımadası giderek daha kanunsuz ve şiddetli bir halde; hatta Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin devrilmesini ve geçen hafta Mursi taraftarlarının katledilmesini gölgede bırakacak kadar.
Sinai öteden beri istikrarsızdı; üstelik Mısır'daki 2011 devriminden sonra güvenlik güçleri yarımadadan çekildi ve eski militanlar hapisten bırakıldı.
Sudan ve Libya'dan gelen silahlar, Sina çöllerinden geçip Hamas yönetimindeki Gazze'ye ulaşıyor.
Geneleksel olarak bağımsız Bedevi gruplar hükümetin iradesini hiçe sayarak, genellikle kaçakçılık ağları işletiyorlar. Aralarında artan sayıda yabancılar ve yerel aşiret üyeleri olan militanlar cesaretlenerek; turist kaçırma ve askerlerle polislere saldırı dalgası başlattı.
2011 sonuna doğru bu militanların bazıları, Ensar el Cihad adıyla Sina'da bir El Kaide şubesi kurmaya yöneldi. O sırada Müslüman Kardeşler hükümete çağrıda bulunarak, "Mısır'ın bağımsızlığına karşı bu ciddi tehlikeye karşı harekete geçmeye" ve "Sina'yı tüm silahlı gruplardan korumaya" çağırdı.
Mursi buna bastırma hareketiyle karşılık verdi. İsrail'in onayıyla Sina ve Gazze arasındaki tünellerin yıkılmasını da içeriyordu bu.

Şiddet yoğunlaşıyor

Bu çabalarına karşın, hapisteki İslamcıları serbest bırakan ve Sina'da tıklayın askeri operasyonları veto eden Mursi'yi ordu müsamahalı davranmakla suçladı.
Turizm kenti El Uksur'a daha önceleri turistlere saldırılar düzenleyen Cemaa el İslamiyye'nin bir üyesini vali olarak ataması öfke uyandırdı.
Bunlar daha sonra Mursi'nin indirilmesinin gerekçeleri olarak sunuldu; oysa ki eldeki kanıtlar, Sina ile selefleri kadar ilgilendiğini gösteriyor.
Görünüşe bakılırsa, Pazartesi günü tıklayın 24 Mısırlı polise yönelik baskın, gelişmelerle uyumlu.
Ancak Mursi'nin devrilmesinden bu yana Sina'daki şiddetin yoğunlaşması, Mısır'ın merkezindeki olayların çevresindekilerle yakından ilişkili olduğunu gösteriyor.

Ordunun ve geçici yönetimin hevesleri

Mısır'daki siyasi kriz, ordunun Müslüman Kardeşler ile boy ölçüşmesiyle başladı. Köktenci Selefiler gibi başka bazı İslamcılar bile ilk başta darbeyi destekledi. Müslüman Kardeşler tecrit olmuştu.
Fakat ordunun zorbaca taktikleri ve hükümetin Müslüman Kardeşler'in kökünü kazıma hevesinin belirginliği, militanlara ek bir itici güç sağlayarak, krizin açık ve geniş bir cihatçı şiddeti körüklemesine yol açıyor.
Müslüman Kardeşler'e karşı savaş artan oranda, tek bir siyasi partiye karşı değil, bütün İslami akımlara karşıymış gibi algılanıyor.
Taraftarlarının ülke genelindeki şiddetli tepkilerine rağmen, Müslüman Kardeşler'in kendisi barışçıl direnişi yükseltmekte dikkatli davranıyor.
"Ordunun dışlayıcı söylemi ve gaddarca şiddetiyle, Müslüman Kardeşler taraftarlarının güvenlik güçlerine ve azınlıklara karşı uyguladığı şiddet, radikalleşmenin tekrarlanmasına sebep olabilir."
Fakat "bu gayrimeşru rejimi devirmek için mücadelenin zorunlu olduğu" yönündeki söylemleri, cihatçıların on yıllar boyunca savaştıkları ve yeniden başa geçmesinden çekindikleri orduya karşı duruşlarıyla uyumlu.

Bölgesel etkiler

Sina'daki olaylar ayrıca, Mısır'dakinin bölgesel bir kriz olduğunun altını çiziyor.
Sina'daki militanlar uzun menzilli roketlerle İsrail kentlerini tehdit edebilir. Sadece iki hafta önce Mısır'ın izniyle hareket eden İsrail'e ait bir insansız hava aracı orada 4 kişiyi öldürdü.
Mısır ordusu da, militanlara karşı geniş çaplı askeri operasyonlar yürütmek için fazladan iki müfrezeyi Sina'da konuşlandırmak için, 1979'daki barış anlaşmasının gerektirdiği gibi İsrail'in iznini istedi ve aldı.
İsrailli yetkililerin ABD'nin Mısır ordusuna yönelik önemli miktardaki yardımı kesmesi yönündeki çağrılara karşı lobi yapmasının sebebi bu.
Amerikalı yetkililer de yardımın kesilmesi durumunda generallerin güvenlik işbirliğini askıya almasından, hatta Sina'daki durumun daha kötüleşmesine göz yummasından endişe ediyor. Böyle bir durumda, Gazze alevlenebilir ve Amerikan diplomatik çabasıyla daha yeni başlayan İsrail-Filistin barış görüşmeleri riske girebilir.
Sina'daki istikrarsızlık ayrıca, Ürdün'e giden doğal gaz boru hatlarına yönelik saldırılara yol açıyor; Amerikan müttefiği bir ülkenin kırılgan ekonomisi üzerinde ek bir yük oluşuyor böylece.
Sina, Mısır'da olacaklar için bir uğursuzluk işareti anlamına gelebilir.

1950'ler örneği

Eğer hükümet Müslüman Kardeşler'i yasaklama tehdidinde ısrar ederse, Sina'dakiler dahil olmak üzere, bu hareketin daha radikal ve şiddetli İslamcı akranları bolca savaşçı toplayabilir.
1950'li ve 1960'lı yıllardaki devlet baskısı, hareketin yeraltına inmesine sebep olurken, modern ve uluslararası cihad ideolojisini şekillendirmesine etkide bulundu. El Kaide'nin şimdiki lideri Eyman el Zevahiri, o dönemde İslamcılıktan cihatçılığa geçen genç bir Müslüman Kardeşler üyesiydi.
Bugün benzer bir sürece, sosyal medyanın avantajlarının yanı sıra, Mısır'ın sınırındaki Libya gibi zayıf ülkeler ve Yemen ile Suriye gibi yerlerde beliren El Kaide şubeleri dahil olacaktır.
Ordunun dışlayıcı söylemi ve gaddarca şiddetiyle, Müslüman Kardeşler taraftarlarının güvenlik güçlerine ve azınlıklara karşı uyguladığı şiddet, radikalleşmenin tekrarlanmasına sebep olabilir.
Eğer iki taraf bir uzlaşma sağlayamazsa, Mısır'ın daha büyük bölümü Sina'ya benzeyecek ve oluşacak dalgalar Mısır'ın sınırlarının çok uzağında da hissedilecek.

Tuesday, August 13, 2013

Bahar rüyasından hazan gerçeğine

Alptekin DURSUNOĞLU
Bahar rüyasından hazan gerçeğine
Bender bin Sultan’ın oyuna girmesi, Katar’ın yedek kulübesine alınması ile Türkiye, bundan sonra sadece Suudi Arabistan’dan atılan pasa göre oynayabilecek.

30 Haziran, sadece Mısır’da değil “Arap Baharı” diye adlandırılan sürecin tamamında yaşanması beklenen yön değişikliğinin miladı olarak görülüyor.
“Arap Baharı” tüm bölgede büyük bir heyecan yaratmış olsa da sadece başladığı ülke olan Tunus ile ilk etkilediği ülke olan Mısır’da öngörülebilir bir değişim yaratabildi.
Çünkü Arap Baharı’nın etkilediği Yemen’de, değişim sistemin eski rejimin aktörleri aracılığıyla yeniden güncellenmesiyle sınırlı kaldı.
Libya’ya toplumsal ve siyasi kaos, Suriye’ye vekalet savaşı armağan eden Arap Baharı’nın Bahreyn’e de en azından öngörülebilir bir vadede herhangi bir değişim sunması beklenmiyor.
“100 yıllık bir gecikme” sonrasında kendi düzenini kuracağı varsayımıyla bölgede büyük heyecan yaratan Arap Baharı’nın iki buçuk yıllık tarihi, tek ortak noktası istikrarsızlık olan dört kategori ortaya koydu:
1- Belirsizlik düzeni: 2011 yılındaki şartların sürdüğü ve mevcut yönetimlerin devrilebileceğine ilişkin dahi herhangi bir öngörü imkanı sunmayan bu düzen, Suudi askeri müdahalesi sayesinde ABD 5. Filosuna ev sahipliği yapan Bahreyn’de ve uluslar arası güçlerin muhalifler aracılığıyla vekalet savaşı sürdürdüğü Suriye’de kuruldu.
2- Eskinin yeniden güncellemesine dayalı düzen: Eski rejimin, eski aktörlerle güncellenmesine dayalı bu düzen, Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Örgütü’nün müdahalesiyle Ali Abdullah Salih’in çekilmesi ve yetkilerini yardımcısı Abdurrabbih Mansur Hadi’ye bırakması sayesinde Yemen’de kuruldu.
3- Çoklu feodal düzen: Dış müdahaleyle tasfiye edilen tek adam feodalitesi yerine kurulan çoklu feodal düzen de Libya’da kuruldu.
4- Eski rejimin kurduğu “yeni” düzen: Devrimcilerin de dahil olduğu siyasi süreçler sonunda eski rejimlerin bürokratları tarafından kurulan “yeni” düzen de Tunus ve Mısır’da kuruldu. Zeynelabidin bin Ali’nin devrilmesinden sonra Tunus’taki yeni siyasi süreçler yargı bürokrasisi tarafından, Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Mısır’daki siyasi süreçler ise askeri bürokrasi tarafından belirlendi, devrime katılan gruplar da bu süreçlere dahil edildi.
Bu kategoriler, son derece ironik bir şekilde istikrar vaat edebilecek siyasi düzenlerin doğrudan dış müdahaleye muhatap olmayan ve yeni siyasi süreçleri eski rejimin bürokratları tarafından belirlenen ülkelerde kurulabildiğini gösterdi.
Örneğin, bu şartları taşıyan Tunus ve Mısır’da göreceli de olsa istikrarlı düzenler kurulabilirken, dış müdahaleye en yoğun ve doğrudan muhatap olan Suriye de eski rejimi dış müdahale ile devirebilenlerin kurucu aktör olduğu Libya da istikrarlı bir düzenden oldukça uzak görünüyor.
Bununla birlikte Mısır’daki 30 Haziran müdahalesi ve Tunus’u doğrudan etkileyen sonuçları, devrim sonrasında istikrarlı düzenler kurmayı başaran bu iki ülkeyi bunu başaramayan “Bahar ülkelerinin” durumuna düşürecek riskler taşıyor.
Hatta, 30 Haziran sonrasında Arap Baharı ile sarsılan bölge dengelerinin eski modele göre yeniden kurulabileceği ihtimalinden söz ediliyor ve bunun şu gerekçelerle bir zorunluluk haline geldiği belirtiliyor.
1- Arap Baharı sonrasında kurulabilen yeni siyasi düzenlerin yerelde Müslüman Kardeşler’i bölgede de onu destekleyen Türkiye ve Katar’ı belirleyici aktör haline getirmesi.
2- Katar’ın Libya’da, Türkiye’nin de Katar’la birlikte Suriye’de desteklediği aşırılık yanlısı grupların bölgesel istikrar açısından ciddi bir tehlike oluşturmaya başlaması.
3- Katar dışındaki Körfez ülkelerinin Arap dünyasında Müslüman Kardeşler’in bölgede de Türkiye ve Katar’ın Amerika ile uyumlu bir şekilde belirleyici olmaya başlamasını kendi varlık sebeplerini ortadan kaldıracak bir tehlike olarak görmesi.
4- Amerika ve Avrupa’nın, uyumsuz olmamalarına rağmen zorunlu olmadıkça bölge yönetiminde yeni ortaklar kabul etmek istememesi.
Hazan’ın miladı
Mısır’daki 30 Haziran müdahalesinin Arap Baharı adlı değişim sürecinin yönünü tersine çevirmeye yönelik olduğu yargısı, sadece siyasi analiz düzeyinde değil resmi tutumlar düzeyinde de kendini gösteriyor.
Körfez ülkelerinin Mısır’daki 30 Haziran sonrası süreci hararetle desteklemesi de Türkiye’nin buna şiddetle karşı çıkması da aslında bu ortak yargının bir sonucu olarak kendini gösteriyor.
Körfez ülkelerinin yeni Mısır yönetimine verdiği çok boyutlu destek, Bahar’ın kavurucu yaza dönüşmeden gidişinden duyulan sevinci yansıtırken, Türkiye’nin buna tepkisi meyvesini yiyemediği baharın hazana dönmesinden duyduğu öfkeyi gösteriyor.
Ancak birincisinde bir planlama ve “akılcılık”, ikincisinde ise bir acemilik ve hayalperestlik görülüyor.
Çünkü görünenin aksine Ankara için Arap Baharını hazana dönüştüren süreç aslında 30 Haziran’dan çok önce başlamıştı ve bunu başlatanlar da Ankara’nın Suriye ve Irak konusundaki ortaklarından başkası değildi.
“100 yıl önce Sykes-Picot’la açılan parantezi kapatacağız”[1] diyerek Arap Baharı sürecini kendisinin yönettiğini vurgulayan Ankara’nın Mısır’la ilgili 30 Haziran tepkisi, hazanın bir gecede gelebileceği kabulüne dayanıyor.
Halbuki mevsimler gibi, siyasi gelişmeler de aylara yayılan süreçler içerisinde cereyan ediyor ve tedbirli olmak isteyene iklim şartlarına uygun planlama yapma imkanı sunuyor.
Arap Baharı’nı Ankara ve Katar açısından hazana dönüştürmeye aday süreç, aslında 19 Haziran 2012’de Bender bin Sultan’ın Suudi Arabistan istihbarat servisi başkanlığına atanmasıyla başlamıştı.
Yaklaşık 30 yıllık ABD büyükelçiliğinden ve ulusal güvenlik danışmanlığından sonra bir ara gözlerden kaybolan Bender’in, Arap Baharı sonrası siyasi süreçlerin şekillenmeye başlamasıyla istihbarat servisi başkanı olarak yeniden sahneye çıkması da Amerikalı dostlarını Katar ve Türkiye’nin aşırı grupları güçlendirdiği konusunda uyarması da son derece dikkate değerdi.
Elbette Katar ve Türkiye de birer ABD müttefikiydi ve Ankara ve Doha’nın Arap Baharı sonrasında iktidar olan İhvancıların Batı çıkarlarını tehdit etmeyeceğine dair güvencelerinde de ciddi bir gerçeklik payı bulunuyordu.
Kuşkusuz Katar ve Türkiye’nin niteliğini dikkate almaksızın her türlü silahlı grubu desteklemesi Suriye söz konusu olduğunda hoşgörülebilirdi; ancak, Katar’ın Libya’daki devrimcileri Sina üzerinden silahlandırdığına, Mali’deki el-Kaide bağlantılı grupların kullandığı çelik yeleklerin Türkiye ve bazı Avrupa ülkelerinde üretildiğine dair istihbarat raporları kaygı uyandırmaya yeterliydi.
Nitekim ABD’nin Bingazi konsolosunun öldürülmesi, aşırı grupların güçlenmesini bir kaygı olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştürmüştü.
Bölge basınında yer alan haberlere göre Amerika, Bingazi olayından sonra Katar’a Suriye de dahil olmak üzere her türlü aracı kullanarak darmadağın ettiği sahayı toparlaması için adı konulmamış bir süre verdi.
Bu geçiş sürecinde de Doha’da Ulusal Koalisyon’u kurarak Türkiye ve Katar güdümündeki Suriye Ulusal Konseyi’nin rolünü sınırladı, Suriye dosyasındaki liderliği doğrudan kendisi üstlendi ve yeni rol dağılımında Suudi Arabistan’ın inisiyatifini arttırdı.
Nihayet Katar ve Türkiye’nin Suriye yönetiminin birkaç ay içinde düşeceği vaadinden başka somut bir ilerleme görememesi üzerine de Katar’ı oyundan almaya karar verdi.
Bölge basınında yer alan bu haberlerden anlaşıldığı kadarıyla Katar’ın oyundan alındığının ilk somut tezahürü, babasını darbeyle deviren Emir Hamad bin Halife’nin, tahtını oğlu Temim’e bırakması ve Ankara’nın Arap Baharı’ndaki en yakın ortağı Başbakan Hamad bin Casim’in de görevden alınması oldu.
Suriye Ulusal Koalisyonu’nun başkanlığına Suudilerin adamı olarak bilinen Ahmed Cerba getirildi; dolayısıyla hem Suriye hem de Mısır dosyasındaki pivot oyuncu rolü Katar ve Türkiye’den alınarak Suudi Arabistan’a verildi.
Yaşanan somut gelişmelerle de örtüşen bu senaryo doğru ise, Bender bin Sultan’ın oyuna girmesi, Katar’ın yedek kulübesine alınması ile Türkiye, bundan sonra sadece Suudi Arabistan’dan atılan pasa göre oynayabilecek.

Monday, August 12, 2013

OTORİTE NEDİR?



MİKHAİL BAKUNİN
(1871)


Otorite nedir? Fiziki ve toplumsal dünyadaki fenomenin gerekli bağlantı ve silsilesinde kendilerini ifade eden doğal yasaların kaçınılmaz gücü müdür? Aslında, bu yasalara karşı ayaklanmak yalnızca yasak değildir --hatta imkansızdır. Onları yanlış anlayabiliriz veya hiç bilmeyebiliriz, ancak onlara uymamazlık edemeyiz; çünkü onlar bizim varoluşumuzun temelini ve asli koşullarını meydana getirirler; bizleri çepeçevre kuşatırlar, içimize işlerler, tüm hareketlerimizi, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi düzenlerler; onlara itaat etmediğimizi düşündüğümüzde bile, ancak onların sınırsız güçlerini göstermiş oluruz.

Evet, bizler kesinlikle bu yasaların köleleriyiz. Ancak bu kölelikte küçük düşürülmek yoktur, daha doğrusu bu kölelik değildir. Çünkü kölelik dışsal bir efendi, komuta ettiğinin dışında olan bir yasa koyucuyu gerektirirken, bu yasalar bizim dışımızda değildirler; bunlar bizim doğamızda bulunurlar; bizim varlığımızı, fiziksel, entelektüel, ve ahlaki açılardan tüm varlığımızı meydana getirirler; bizler yalnızca bu yasalar sayesinde yaşar, nefes alır, düşünür, arzularız. Bunlar olmadan biz bir hiçiz, yokuzdur. Öyleyse onlara isyan etme gücünü ve arzusunu nereden alıyoruz?

İnsanın doğal yasalarla olan ilişkisinde tek bir hürriyet insan için olasıdır --insanlığın kolektif ve bireysel kurtuluşu amacına uygun bir şekilde bunların farkına varılması ve giderek genişleyen bir ölçekte uygulanması. Bu yasalar bir kere kabullenildiklerinde, insan kitlesi tarafından asla tartışma konusu edilemeyecek bir otorite icra ederler. Örneğin, bir kimsenin iki kere iki dört eder yasasına isyan etmesi için ya tamamen bir aptal veya bir teolog veya en azından metafizikçi, hukukçu veya burjuva iktisatçısı olması gerekir. Bir kimsenin ateşin yakmayacağını veya suyun boğmayacağını tasavvur etmesi için itikata sahip olması gerekir --aslında başka bir doğal yasaya bağlanmakla elde edilen bir takım hilelere yönelmesi haricinde. Ancak bu isyanlar, veya imkansız bir isyana yönelik bu aptalca girişimler veya hayaller kesinlikle birer istisnadırlar: çünkü, genelde insan kitlesinin günlük yaşantısında sağduyunun yönetimini --yani, genel olarak kabul edilen genel yasaların toplamını-- neredeyse tamamen kayıtsız şartsız kabul ettiği söylenebilir.

Buradaki büyük talihsizlik bilim tarafından zaten oluşturulmuş çok sayıdaki doğal yasanın kitleler tarafından bilinmemesidir --bildiğimiz gibi sadece ve sadece insanların iyiliği için varolan himayeci hükümetlerin uyanıklığı sayesinde. Burada bir başka güçlük daha bulunmaktadır --yani, insan toplumunun gelişiminin bağlantılı olduğu doğal yasaların büyük bir kısmının, fiziki dünyayı yöneten yasalar kadar gerekli, değişmez, hayati olduğunun bilimin kendisi tarafından tam hakkıyla oluşturulmamış ve fark edilmemiş olması.

Bunlar bir kere bilim tarafından fark edildiği, ve ardından da yaygın halk eğitim ve öğretim sistemi kullanılarak bilimden herkesin bilincine geçirildiği zaman, hürriyet sorunu tamamiyle çözülecektir. O zaman en inatçı otoriteler bile, kitlelere dışsal ve dolayısıyla da despotik bir yasalar sistemi dayatmaları gerçeğinden hareketle, daima kitlelerinin hürriyetine karşı eş derecede tahripkar ve düşman olan üç şeye, yani siyasi örgüte, yönelime [yönetime] ve yasamaya (ister hükümdarın iradesinden isterse genel oy kullanımıyla seçilmiş parlamentodaki oylamadan çıkmış olsun, ve hatta doğal yasalar sistemine uymak zorunda olsalar bile --ki bu asla olmamıştır ve asla da olmayacaktır) ihtiyaç olmadığını kabul etmek zorunda kalacaklar.

İnsanın hürriyeti yalnızca şundan meydana gelir: o doğal yasalara uyar, çünkü o bunların onların böyle olduklarını fark etmişti; çünkü bunlar kendisine dışsal (ilahi veya insani, kolektif veya bireysel, her ne olursa olsun) bir irade tarafından dışardan dayatılmamışlardır.

Bilimin en şöhretli temsilcilerinden oluşan bilgili bir akademiyi düşünün; bu akademinin toplumun yasamasından ve örgütlenmesinden sorumlu kılındığını, yalnızca gerçeğe yönelik saf bir aşkla esinlendiğini, sadece ve sadece bilimin en son keşifleriyle tamamen uyum içinde olan yasalar hazırladığını düşünün. Ben böyle bir yasamanın ve örgütlenmenin bir canavarlık olacağını düşünüyorum, ve bunun da iki sebebi vardır: birincisi, sosyal bilim her zaman ve zorunlu olarak eksiktir, ve keşfedilmeyi bekleyenlerle keşfedilenler karşılaştırılırsa hala beşiğinde sallandığını söyleyebiliriz. Yani eğer insanların pratik --kolektif olduğu kadar bireysel-- yaşamlarını, bilimin en son verileriyle sıkı sıkıya ve tamamen uyumlu olmaya zorlarsak, bireyleri olduğu gibi toplumu da Procrustes'in [yatağa uyması için misafirlerinin boylarını çekip uzatan veya kesip kısaltan mitolojik tanrı] yatağında şehit olmaya mahkum ederiz; ki bu da çok geçmeden onları yerlerinden etmekle ve nefessiz bırakmakla sonuçlanacak, yaşam bilimden sonsuz büyük bir şey olarak kalacaktır.

İkinci sebep de şudur: --akademiden çıkan-- bu yasamanın rasyonel karakterini anladığı için değil de (bu durumda akademinin varlığı faydasız olacaktır), kavramaksızın saygı beslediği bilim adına dayatıldığı için bilim akademisinden çıkan bu yasamaya itaat etmek zorunda olan toplum; böyle bir toplum insanlardan değil vahşilerden oluşan bir toplum olacaktır. Bu, Cizvit hükümetine çok uzun bir süre boyun eğen Paraguay'daki misyonların ikinci bir baskısı olacaktır. Kesinlikle ve kısa sürede ahmaklığın en aşağı seviyesine gerileyecektir.

Ancak böyle bir hükümeti imkansız kılan bir üçüncü sebep daha vardır --yani, bağımsızlıkla, söz gelimi mutlak bir bağımsızlıkla donatılmış bu bilim akademisi, en şerefli insanlardan oluşsa bile, hiç sektirmeksizin ve kısa zaman içerisinde kendi ahlaki ve entelektüel yozlaşmasına yol açacaktır. Bugün bile, kendilerine oldukça az ayrıcalıklar tanınmasına rağmen, tüm akademilerin tarihi aynen böyledir. En büyük bilimsel deha bile, resmi olarak lisans verilmiş bir alim, bir akademisyen olduğu andan itibaren kaçınılmaz bir şekilde tembelliğin kucağına düşer. Kendiliğindenliğini, devrimci cüretini; ve hiç durmaksızın eski yalpalayan dünyaların tahrip edilmesi ve yenisinin temellerinin atılması çağrısında bulunan en büyük dehaların [sahip olduğu] zahmetli ve acımasız enerji niteliğini kaybeder. Hiç şüphesiz ki nezaket, faydacı ve pratiksel bilgelik kazanır, kaybettiği şey ise düşünme gücüdür. Sözün özü, yozlaşır.

İnsan aklını ve kalbini öldürmek, her türden ayrıcalığa ve ayrıcalıklı konuma has bir özelliktir. İster pratik açıdan isterse ekonomik açıdan olsun, ayrıcalıklı bir insan akıldan ve kalpten yoksun bir insandır. Bu, hiçbir istisnası olmayan toplumsal bir yasadır, ve bütün uluslar, sınıflar, birlikler ve bireyler için geçerlidir. Hürriyetin ve insanlığın en birincil koşulu eşitlik yasasıdır. Bu bilimsel incelemenin ana amacı, bu gerçeği toplumsal yaşamın tüm gerçekleşimlerinde göstermektir.

Toplumun yönetilmesi için bugüne kadar güvenilen bilimsel organ nihayetinde kendisini bilime değil, oldukça farklı başka bir uğraşa adar; ve bu uğraş --aynen kurulu tüm güçler için olduğu gibi, toplumu giderek daha aptalca bir şekilde kendi korumasına bağlı kılarak, sonucunda da kendi yönetim ve yönelendirmesine daha da gereksinim duyar hale getirerek, kendini sonsuz ebedileştirmek olacaktır.

Ancak bilim akademileri için doğru olan şey tüm seçilmiş meclisler ve yasama meclisleri için de doğrudur --hatta genel oy kullanımı ile seçilenler bile. Bu son durumda, [meclislerdeki] kompozisyon yenilenebilir, bu doğrudur; ancak, bu, birkaç yıl içerisinde, kendisini tamamen ülkenin kamusal işlerinin yönlendirilmesine adayan, yasal olarak olmasa da fiilen ayrıcalık sahibi olan bir siyasetçiler kitlesinin, en sonunda da bir tür siyasi aristokrasinin veya oligarşinin ortaya çıkmasını engellemez. Amerika Birleşik Devletleri'ne ve İsviçre'ye bakınız.

Sonuç olarak, dışsal yasamaya hayır, otoriteye hayır --bunlar birbirlerinden ayırt edilemezler; her ikisi de toplumu hizmetkarlığa ve yasa yapıcılarını itibarsızlığa yönlendirirler.

Buradan benim otoriteyi reddettiğim mi çıkmaktadır? Böyle bir düşünce benden çok uzaktır. Çizmeler konusunda, çizmecinin otoritesine başvururum; evler, kanallar, veya demiryolları söz konusu olduğunda, mimara veya mühendise danışırım. Bunun gibi özel bir bilgi için, benzer bilgili kişilere giderim. Ancak ne çizmecinin ne mimarın ne de bilgili kişinin otoritesini bana dayatmasına izin vermem. Tartışılmaz eleştiri ve kınama hakkımı daima elimde tutarak, onları özgürce, ve zekaları, nitelikleri, bilgileri sayesinde hak ettikleri tüm saygımla dinlerim. Herhangi özel bir alandaki tek bir otoriteye danışmakla kendimi kısıtlamam; birçoğuna danışırım; onların görüşlerini karşılaştırırım, ve bana en doğru gözükeni seçerim. Ancak, özel sorunlar söz konusu olduğunda bile, yanılmaz bir otoritenin varlığını kabul etmem; sonuçta, bu veya şu bireyin dürüstlüğü ve samimiyetine ne kadar saygı duyarsam duyayım, hiçbir kimseye karşı mutlak bir itimata sahip değilimdir. Böylesi bir itimat benim aklım, benim hürriyetim, ve hatta benim üstlendiğim görevlerin başarısı açısından ölümcül olur; beni derhal aptal bir köleye, başkalarının arzu ve çıkarlarının bir aracına dönüştürür.

Uzmanların otoritesi önünde eğiliyorsam, --belli bir ölçüde ve bence gerekli gözüktüğü müddetçe-- onların söylediklerini ve hatta talimatlarını takip etmeye hazır olduğumu açıkça söylüyorsam, bunun sebebi onların otoritesinin bana hiç kimse tarafından, ne bir insan ne de Tanrı tarafından dayatılmamış olmasıdır. Aksi takdirde, onları dehşetle reddeder; onların danışmanlığını, talimatlarını, ve hizmetlerini şeytana havale eder; bana sundukları yalanlar yığını içine sarmalanmış gerçek kalıntıları için, özgürlüğümden ve kendime olan saygımdan kaybettiklerim için onlardan hesap sorardım.

Bir uzmanın önünde eğilirim, çünkü bunu bana kendi aklım dayatmaktadır. İnsan bilgisinin herhangi büyük bir kısmını, herhangi pozitif bir gelişmeyi tüm ayrıntılarıyla kavramadaki kifayetsizliğimin farkındayım. En büyük zeka, bütünün kavranması demek  değildir. Bundan, sanayide olduğu kadar bilimde de emeğin işbölümünün ve birliğinin gerekli olduğu ortaya çıkar. Alırım ve veririm --insan yaşamı böyledir. Sırasıyla her birimiz yönlendirir ve yönlendirilir. Bu nedenle ortada sabit ve kalıcı bir otorite yoktur; karşılıklı, geçici, ve her şeyden önce de gönüllü olan bir otorite ve boyun eğmenin [subordination, alta sıralanma] sürekli karşılıklı değiştirilmesi söz konusudur.

Bu aynı sebep, benim sabit, kalıcı ve evrensel bir otoriteyi kabul etmemi yasaklar, çünkü ayrıntıların zenginliğini --ki bu olmaksızın bilimin yaşama uygulanması imkansız olurdu, bütün bilimleri, toplumsal yaşamın bütün yönlerini kavramaya hiçbir evrensel insan, hiçbir insan kifayetli değildir. Ve eğer böylesi bir evrensellik tek bir insanda gerçekleşmiş olsaydı, ve o da bunu kendi otoritesini diğerlerine dayatmak için kullanmış olsaydı, bu insanı toplumun dışına atmak gerekecekti, çünkü onun otoritesi kaçınılmaz bir şekilde tüm diğerlerini köleliğe ve embesilliğe indirgeyecekti. Toplumun, bugüne kadar yaptığı gibi dahi insanlara kötü davranması gerekeceğini düşünmüyorum: ancak onları çok fazla teslimiyet göstermesi gerektiğini de, onlara herhangi bir şekilde bir ayrıcalık veya münhasır [özel] haklar tahsis etmesi gerektiğini de düşünmüyorum; bunun üç sebebi vardır: birincisi, bu sıklıkla bir şarlatanı dahi bir kimseyle karıştıracaktır; ikincisi, bu, böyle bir ayrıcalıklar sisteminde, gerçek bir dahiyi bile bir şarlatana dönüştürebilir, onu ahlaksızlaştırabilir, ve hatta onu alçaltabilir; ve son olarak, bu, kendisi üstünde bir efendi meydana getirecektir.

Çeviri : Anarşist Bakış

Thursday, August 8, 2013

Egyptians will Deal with the Crisis Sans ‘CIA Puppets’

Egyptians will Deal with the Crisis Sans ‘CIA Puppets’

” … Egyptians … look at the Muslim Brotherhood as a puppet of the CIA [and] British intelligence. … “

The family of ousted Egyptian President Mohammed Morsi is planning to address the international community on Wednesday asking for help. They said they would not pursue legal action in Egypt, since they – quote – ‘don’t recognize the coup and the institutions affiliated with it’. Earlier, Morsi’s son, Osama, who spoke at a news conference in Cairo, described his father’s detention by the army as ‘kidnapping’ and a ‘crime’. The family said it had launched legal action against the chief of Egypt’s Armed Forces, General Abdel Fattah al-Sissi, and his collaborators. Dr. Said Sadek, political sociologist at American University in Cairo, shared his opinion on Egyptian crisis with the Voice of Russia Ekaterina Gracheva.
Relatives of Mohammed Morsi are currently contacting international law firms with the aim of ‘internationalizing’ his case, Morsi’s son Osama told reporters at Cairo’s Rabaa al Adawiya Square. The area has been the site of a month-long pro-Morsi sit-in. The family plans to file a complaint with the International Criminal Court in the Hague. They consider the army’s charges against Morsi, the country’s first freely elected head of state, to be trumped-up. Osama Morsi also alleged that the recent crackdown on high-ranking Muslim Brotherhood members was politicized. He added that the family had failed to make any contact with ex-President since his overthrow by the military on July 3.
Mr. Morsi who is being detained at an undisclosed location, is facing multiple charges. Prosecutors accuse him of espionage, murder and conspiring with the Palestinian militant group Hamas.
Meanwhile, international mediators have expressed apprehension that the attempts to solve Egypt’s crisis may fail. The government-backed interim government is expected to make an official statement on that.
The government is also to declare that Muslim Brotherhood protests demanding the reinstatement of deposed President Mohammed Morsi are not peaceful. That’s according to state-run Al-Ahram newspaper. That means that the government is determined to disperse the protesters. The report appeared hours after two senior US Senators – John McCain and Lindsey Graham – who arrived in Cairo on Monday for two days of negotiations said they considered Morsi’s removal a military coup, causing an uproar in the Egyptian media. The Senators also urged Egypt’s interim government to free political prisoners and called for talks with the Muslim Brotherhood. But acting President Adly Mansour warned against what he called ‘unacceptable interference in the country’s internal affairs’. The Brotherhood has also criticized the US Senators.
Mr.Morsi’s family is contacting international law firms to ‘internationalize’ his case. Do you think this step will prove to be effective?
Not at all. I think this is a media project by the Muslim Brotherhood to internationalize the issue. I don’t think it can be addressed in any Egyptian court. President Morsi has been accused of several charges including intelligence with Hamas, attempting to destroy the Egyptian army in the street. There are a lot of serious charges that are facing Morsi.
So, any attempt by the family to internationalize the issue will not lead to any legal change in the Egyptian court system or the charges, it is just an attempt to attract media attention to the issue and also to the importance of the Muslim Brotherhood.
We have to remember that the Muslim Brotherhood is a unique organization in the world. It is not like any political party organization in any country. It has branches in over 60 countries. It has international leadership. It has many headquarters in several countries like in Germany, like in the States. It had always been helped by foreign intelligence, foreign governments and that is why you see an international interest and mediation in Egyptian affairs on this case.
But international mediators seem to have failed to achieve their objectives, and they are criticized both by the interim administration and the Muslim Brotherhood, who find interference in the country’s internal affairs unacceptable. Does that mean that Egyptians want to deal with their crisis without foreign mediators?
Definitely, because they feel that the foreign mediators are also serving their own interests. They look at the Muslim Brotherhood as a puppet of the CIA, the puppet of British intelligence, and that is why foreign intervention wants to protect the institution and be involved in Egyptian politics. They will not allow Egypt for example to ask Germany to allow Hitler and the Nazi party to participate in German democracy. They will not allow Egyptians to follow the Americans, to allow the KKK to participate in American democracy. But Egyptians allow the organization that wants to dismantle the political system, the state structure that is totalitarian ideology, totalitarian organization that has links with international organizations and it is unlike any political party that exists in Egypt — no political party has such international links.
Imagine if Morsi was working for a secular political party or was a woman, would you have the same international interest in Egyptian internal affairs like today? No. They are only interested in saving this organization because they don’t want to give a message to the international community that America abandoned its allies and agents. They have enlisted a lot of money and strategic operations with the Muslim Brotherhood in the Middle East and internationally.
http://voiceofrussia.com/2013_08_07/Egyptians-want-to-deal-with-the-crisis-without-CIA-puppets-expert-8127/

Monday, August 5, 2013

ABD’nin bölgeye “muhteşem dönüşü”

Alptekin DURSUNOĞLU
ABD’nin bölgeye “muhteşem dönüşü”
Mısır sorununun Burns’un öncülük ettiği girişim çerçevesinde “Mursi’ye karşı Sisi’nin devre dışı bırakılması” şeklinde çözülmesi durumunda ABD’nin bölgedeki “kurtarıcılık” rolü de pekişmiş olacak.

Irak işgali yıllarında bölgedeki tüm kesimlerin öfkesine ve nefretine muhatap olan Amerika, “Arap Baharı” ile birlikte iktidara oynayan tüm kesimlerin dostluğunu ve güvenini kazanmak için yarıştığı bir kurtarıcıya dönüştü.
Artık başta İslamcılar olmak üzere bölgede iktidarda olan veya iktidara oynayan tüm kesimler, Amerika’yı bölgenin iç işlerine karıştığı için değil, doğrudan karışmamaya özen gösterdiği için; bölgede askeri operasyonlar yaptığı ve Müslüman kanı döktüğü için değil, BM’yi ve uluslar arası konjonktürü dikkate alarak tek taraflı askeri müdahalelerden uzak durduğu için eleştiriyor.
Örneğin ideolojik paralelliklere ve ortak siyasi modellere sahip olan Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi, Mısır’daki Müslüman Kardeşler, Tunus’taki Nahda hükümetleri ile bunları destekleyen İslamcı gruplar, Yemen’de Afganistan’da veya Pakistan’da insansız uçak saldırılarıyla operasyonlar yapan ABD’ye değil, Libya’ya müdahale ettiği halde Suriye’ye müdahale etmeyen[1] ABD’ye öfke ve tepki gösteriyorlar.
Washington’un Filistin sorununa İsrail’den yana durarak müdahil oluşuna değil, Mısır’da İhvan iktidarını geri getirmek için müdahil olmayışına kızıyorlar.[2]
Elbette bölgedeki iktidar İslamcılarının Washington’a tepki duymalarının son derece anlaşılabilir sebepleri var. Çünkü sahip oldukları toplumsal destek sayesinde örneğin ABD’nin bölge politikalarında kolaylaştırıcı rol oynayan bu iktidarlar, ABD’den bekledikleri vefayı görememekten yakınıyorlar.
Örneğin Mursi’nin verdiği ilk taahhüt, Camp David’e bağlı kalmak olmuş, İhvan hükümeti Rafah sınır kapısını en azından iki dost ülke sınır kapısı düzeyinde dahi açmadığı gibi Gazze’nin hayat damarları olan tünellere karşı Mübarek’ten çok daha etkili bir mücadele yürütmüştü. Üstelik bunlar Mübarek dönemindekinin aksine hem içerideki İslamcılar tarafından hem de Hamas tarafından anlayışla karşılanmıştı.
Ancak Amerika, İhvan karşıtı gruplarla Mısır askeri ve yargı bürokrasisinin koordinasyonu ve Körfez’in desteğiyle gerçekleştirilen darbeyi “demokratik ilkeler” adına engellememiş, kendisiyle bir yıl boyunca sorunsuz işbirliği sergileyen Mursi yönetiminin devrilmesine seyirci kalmıştı.
Amerika’nın Arap dünyasındaki en yakın müttefiklerinin birer krallık, emirlik ya da adı cumhuriyet olan diktatörlükler olduğu bilinen bir şeydi; ancak ABD’nin Arap Baharı adı verilen süreçte yükselen büyük toplumsal dalgaya direnmek yerine bu dalgaya “demokratik ilkeler adına” binerek süreci yönlendirmeyi tercih etmesi “Bahar Devrimcilerinin” Washington’a güven duymasına yetmişti.
 Dolayısıyla Amerika’nın “demokratik ilkeler” ve “vefa”dan çok daha önemli önceliklerinin bulunduğunu en iyi bilebilecek durumda olanlar aslında “Bahar Devrimcileri”ydi. Çünkü Amerika sadece birkaç yıl önce onlarca yıl boyunca kendisiyle sorunsuz işbirliği sergileyen Mübarek, Bin Ali ve Ali Abdullah Salih’e de vefa göstermemişti.
Sorunun parçasıyken bile çözüm üretebilmek
ABD Başkanı Barack Obama’nın Mısır ordusunun muhtırası ile eş zamanlı olarak “demokrasi seçimden ibaret değildir”[3] şeklindeki açıklaması, Mısır’daki darbenin ABD’nin talimatıyla yapıldığını ispat etmeye yetmese de izniyle gerçekleştirildiğini göstermeye yeterli gözüküyor.
30 Haziran müdahalesini darbe değil 25 Ocak devriminin tamamlayıcısı olarak görenler, müdahalenin arkasında ABD’nin bulunduğu tezini müdahaleye verilen toplumsal desteğe işaret ederek çürütüyorlar ve ne 25 Ocak’ta ne de 30 Haziran’da kitleleri meydanlara ABD’nin doldurmadığını savunuyorlar.
Ancak bu durum, ABD’nin hem 25 Ocak’ta hem de 30 Haziran’da onaylayıcı bir rol oynadığı, 25 Ocak sonrasında Hüsnü Mübarek’in, 30 Haziran sonrasında da Muhammed Mursi’nin devrilmesine engel olmak için hiçbir şey yapmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Bununla birlikte 25 Ocak’la 30 Haziran konusunda aynı tutumu sergileyen Washington’un değil, bölge dışı bir aktör olarak ABD’nin müdahil rolünü kabullenerek 25 Ocak’taki tutumunu alkışlayıp, 30 Haziran’daki tutumunu kınayan İhvan ve Mısırlı müttefikleri ile bölge aktörlerinin tutumu şu açılardan çelişkili ve tutarsız gözüküyor.
1- Bir dış aktör olarak ABD’nin müdahil rolünün kabul edilmesi,
2- 25 Ocak’ta halkın bir bölümünün talebine direnmeyerek “devrime” onay veren ABD’den yine halkın bir bölümünün talebine direnerek 30 Haziran’daki “darbeye” karşı çıkmasının beklenmesi,
3- Mısır halkının bir bölümünün, Mısır ordusunun ve sivil bürokrasinin koordinasyonu ve ABD’nin Körfez’deki müttefiklerinin desteğiyle gerçekleştirilen bir darbenin yarattığı krizin çözümünün ABD’den talep edilmesi.
Devrimden ve halk iradesinden söz edenlerin bu talep ve beklentileri çelişkili ve tutarsız olsa da Mısır’daki yeni yönetimin iç savaş riskleri doğuran toplumsal bunalımı çözmekte yetersiz kalması Washington’u Mısır’daki tüm tarafların çağrısına uymaya ve sorunun çözümü için kurtarıcı rolüyle sahneye çıkmaya mecbur etmiş gözüküyor.
ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns, AB Dış Politika Sorumlusu Catherine Ashton’un arabuluculuk girişimiyle eş zamanlı olarak Kahire’ye gitti.
Burns ve Ashton’un Mısır yönetimi ve Mursi yanlıları ile temasları sürerken, Birleşik Arap Emirliklerinin dışişleri bakanı Mısır yönetimini, Katar’ın dışişleri bakanı da Mursi yanlılarını ortak bir noktada buluşturmak için devreye girdi.
Daha önce Mursi’nin geri dönüşünden başka hiçbir çözümü kabul etmeyeceklerini belirten Mursi yanlılarının “şartlı çözümü” kabul edeceklerini açıklaması, Batılıların girişiminin başarılı olduğuna dair işaretler taşıyor.
Mursi Yanlısı Heyetin Sözcüsü ve Vasat Partisi Üyesi Tarık Malt, Reuters haber ajansına verdiği demecinde[4] sorunun çözümü için arabuluculuk yapan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı William Burns, ABD Kahire Büyükelçisi Anne Patterson ve AB Özel Temsilcisi Bernardino Leon ile görüştüğünü belirterek çözüm konusunda oldukça “yapıcı” mesajlar verdi.
Tarık Malt, Mursi’nin istifasını isteyen kitlelere saygılı olduklarını vurgulayarak çözüm konusundaki şartını “Mursi’nin devre dışı bırakıldığı yeni siyasi süreçte Sisi’nin de yer almaması” olarak ortaya koydu.
Mursi yanlıları, darbeyle ilga edilen anayasanın uygulanması ve şartların buna göre oluşturulması halinde ülkenin krizden çıkması için yeni siyasi sürece girebileceklerini belirterek çözüm yönünde önemli bir adım atmış oldu.
Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri dışişleri bakanlarının Kahire ziyaretlerini uzattıkları dikkate alındığında sorunun Burns ve Ashton’un girişimi, İhvan’ın “yapıcı tutumu” Katar ve Birleşik Arap Emirliklerinin de etkili oldukları tarafları tavize ikna kapasitesi çerçevesinde çözülmesi beklenebilir.
AFP’nin Mısır Savunma Bakanı Abdulfettah Sisi’nin aralarında “tekfirci hatiplerin” da bulunduğu altı din adamıyla görüşerek barışçı gösterilere karşı güç kullanmayacakları sözünü verdiğine dair haberi, ordunun da en az İhvan kadar “yapıcı” davranmaya ikna olduğunu gösteriyor.
Mısır sorununun Burns’un öncülük ettiği girişim çerçevesinde “Mursi’ye karşı Sisi’nin devre dışı bırakılması” şeklinde çözülmesi durumunda ABD’nin bölgedeki “kurtarıcılık” rolü de pekişmiş olacak.
Peki ABD hem de talep üzerine bölgeye “kurtarıcı” rolüyle yeniden dönerken, bölgesel liderlik rolünü her yangına “itfaiyeci diplomasiyle”[5] müdahale misyonuyla açıklayan Ankara ne mi yapıyor?
 Yalnızlığıyla gurur duyuyor.[6]

Friday, August 2, 2013

ABD’nin küresel casusluk programı milyarlarca görüşmeyi kaydetmiş: Casusluk skandalı sanıldığından da derin

Eski CIA çalışanı Snowden, şimdi de ABD’nin nasıl dünya çapında kişilerin internet üzerindeki yazışmalarını takip edebildiğini basına sızdırdı. Buna göre ABD, 180 noktada yerleştirdiği 700 servis sağlayıcıyla bir günde milyarlarca veri toplayabiliyor.
(soL - Dış Haberler) ABD Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın (NSA) dünya çapındaki casusluk skandalını ortaya çıkaran eski CIA çalışanı Edward Snowden, İngiliz the Guardian gazetesine yeni bilgiler sızdırdı. Daha önce küresel izleme ve dinleme programı “Prism”i basına sızdıran Snowden, gazeteci Gleen Greenwald’a verdiği yeni belgelerde, NSA’nın internetten bilgi toplama ağı “XKeyscore”u ifşa etti.
Güvenliği gerekçesiyle Brezilya’da yaşayan Greenwald, önceki gün XKeyscore programının detaylarını yayımlayarak, ABD’nin bu program sayesinde nasıl dünya genelinde elektronik posta, sosyal medya ve çevrimiçi sohbet trafiğini izlediğini anlattı. Gazete, programın ulaşım ağının tipik bir internet kullanıcısının internet üzerinden yaptığı, neredeyse her şeyi kapsadığını belirtti. Buna göre NSA’nın hedeflenen kişinin yalnızca e-posta adresini bilmesi bile yeterli. Analistler ayrıca isim, telefon numarası, IP adresi, anahtar kelimeler, internet faaliyetinin yürütüldüğü dil ya da hangi tip tarayıcının kullanıldığı üzerinden arama
yapabiliyor.
Yargı denetimi yok
XKeyscore’un en önemli özelliklerinden birisi de toplanan milyonlarca verinin hiçbir yargı denetimine tabi olmadan doğrudan istihbarat teşkilatının elinde olması. 
Bu da bir NSA çalışanının herhangi bir arama-izleme emri almadan, istediği herhangi bir kişiye ait kişisel bilgilere erişebilmesi anlamına geliyor.

XKeyscore yazılımı ile girilebilir iletişim miktarı şaşırtıcı derecede geniş. 2007 tarihli bir NSA raporuna göre, toplanmış ve veritabanlarına depolanmış 850 milyar telefon görüşmesi ve yaklaşık 150 milyar internet kayıdı bulunuyor. Belge, veritabanına günde 1 ile 2 milyar arasında kaydın eklendiğini belirtiyor. Guardian, NSA’nın bu program aracılığıyla 2012’de bir ay içerisinde 41 milyar veriyi topladığını 
açıkladı.
Gazetenin haberine göre, NSA dünya genelinde 180 noktaya XKeyscore programını destekleyen yaklaşık 700 servis sağlayıcı yerleştirdi. Bu servis sağlayıcıların büyük bir kısımı Avrupa ve Ortadoğu’da yer alıyor. Servis sağlayıcıların en yoğun olduğu ülkelerden birisi ise Türkiye.
ABD istihbarat teşkilatı NSA’ın bu programdan elde edilen verileri, Alman istihbaratı BND’yle de paylaştığı ileri sürüldü. Alman Der Spiegel dergisinin internet sayfasında yer alan haberde, “XKeyscore” programıyla toplanan bazı verilerin Alman istihbaratıyla paylaşıldığı belirtildi. Ancak Almanların hangi oranda bu verilere ulaşabildiği 
belirtilmedi. NSA ise dünya çapındaki bu casusluk programını savunmaya devam ediyor. NSA, XKeyscore programı sayesinde 2008 yılında 300 “terörist” yakadıklarını iddia etti. NSA Başkanı Keith Alexander de önceki gün katıldığı “internet korsanı” konferansında, hükümetin tavrının doğru olduğunu savundu. Hükümetin bilgisayar sistem analistlerine ve şirketlere hitap eden Alexander, bu programın “terörizmle mücade” için gerekli olduğunu söyledi.
Snowden Rusya’ya giriş yaptı
Eski CIA çalışanı Edward Snowden’ın avukatı, müvekkilinin 23 Haziran’dan bu yana kaldığı Moskova Havaalanı’ndan ayrıldığını açıkladı. Avukat Anatoli Kuçerena, BBC’ye yaptığı açıklamada, Şeremetyevo Havaalanı’ndaki transit alanında kalan Snowden’ın Rusya topraklarına giriş için gereken belgeleri aldığını bildirdi. Rus hükümeti Snowden’ın yaptığı iltica başvurusunu değerlendiriyor. ABD yönetimi, Snowden’ı elektronik izleme programının detaylarını sızdırmakla 
suçluyor.

Thursday, August 1, 2013

Rojava sınavı

Fehim Taştekin
'Had bildiren' çıkış, 'kırmızı çizgileri' hatırlatan toplantı, 'bir yanlışı düzelten' ihtar; bunlar Türkiye'nin Kürtlerle iştigalinin ana parametreleri.
Zikzakların sonunda Kuzey Irak’ta Kürtlerle mesai tehditten ortaklığa yol aldı. Keşke Ankara’yı buna mecbur eden Bağdat’la düşmanlığı ve diğer bölgesel sıkışmışlıklar olmasaydı. Şimdi ‘devlet-i aliyye’ mecburiyetten Kürtlerle el sıkışırken bile kırmızı çizgilerin dilinden konuşuyor. Bu bir hazım sorunu. Eski hinterlandı teba gören takıntılı siyasetin yan etkisi. Her şeye rağmen Güney Kürdistan’la ilişkilerde rotayı doğrultmuş Ankara’nın Suriye’nin kuzeyindeki Batı Kürdistan’a (Rojava) yaklaşımında da nihayet yanlıştan dönüşe işaret eden bir adım geldi. Rojava’da 19 Temmuz 2012’den itibaren kontrolü ele alan Kürt Yüksek Konseyi’nin (KYK) ana omurgası Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) Eşbaşkanı Salih Muslim Türkiye ile diyalog muradına erdi. Ne var ki Ankara bir yanlıştan dönerken bunu kanırtmadan yapamıyor. Salih Müslim’in Dışişleri ve MİT’le görüşmesi sırasında suflör medyaya fısıldıyor, ‘Kardak zaferi’havasında manşetler atılıyor: “O bayrak indi”. İnen bayrak YPG’nin, yerine asılan KYK’nnn. YPG de, KYK’nın milis gücü. Kürtlerde de artık siyasetin alası var; Türkiye’ye zaferi nasıl tattıracaklarını biliyorlar! Kardak havası Başbakan Erdoğan’ın mesajında da var: “Attıkları bu adımların yanlış ve tehlikeli olduğu noktasında kendilerine gerekli uyarılar yapıldı.” 
Mecburiyetten... 
Maalesef bir doğrunun düzgün bir şekilde yapılabildiği günlerde değiliz. Güney Kürdistan’ta olduğu gibi PYD ile diyalogda da mücbir sebepler var:
Araplar, Türkmenler, Türkiye’ye yakın Kürtler, olmadı Kaidevari grupları kullanarak Rojava’yı Kürtlere yar etmeme siyaseti Serekaniye’de patladı.“Türkiye Kaide’yi destekliyor” diye feci bir görüntü oluştu ve şimdi Ankara bundan kurtulmaya çalışıyor.
PYD, Türkiye’ye yönelik güvenlik tehdidi olmayacağı garantisi verirken asıl tehdit Kaide ve ÖSO bağlantılı gruplardan gelmeye başladı.
Kürtlersiz Esad’ı devirmenin imkânsız olduğu görüldü. PYD’yi muhalefete entegre etmek elzem hale geldi.
PYD’ye düşman olanlar dahil tüm Kürtlerin Türkiye’den Rojava’ya olası bir müdahale karşısında tek cephe olacağı anlaşıldı.
Serekaniye ve Tel Ebyad’daki çatışmalarda da Kaide’ye karşı bir birlik havası oluştu. Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) bağlı Kürt birliği Akrad Cephesi de YPG’nin safında yer aldı.
Rojava’yı tehdit siyasetinin PKK ile barış sürecini tehlikeye sokacağı görüldü.
Erdoğan’ın had bildirme söylemini ‘siyasetin halka dönük yüzü’ diye geçiştirip öteki yüzde neler konuşulduğuna bakalım. Mutlu Çiviroğlu’nun Radikal’e yaptığı röportajda Salih Müslim görüşmeye ilişkin diyor ki;“Geçici yönetimin kurulması konusunu konuştuk ve anlaştık. Bu oluşumun Kürtlerden, Araplardan, Süryanilerden, Türkmenlerden, her kesimin katılımı ile olmasını istediğimizi bildirdik. Kendileri de olumlu yaklaştı, kabul ettiler… Bize ‘Nusra sadece sizin düşmanınız değil bizim de düşmanımız’ dediler. Biz de ‘Nusra sizin topraklarınızdan bizim tarafa geçiyor’ dedik. Onlar da önlem almak için söz verdiler… Suriye Ulusal Koalisyonu’na (SUK) katılma konusunda da bir yakınlaşma olursa bize yardımcı olacaklar. Ahmed Cabra’nın başkan seçilmesi ile birlikte Kürtleri KYK adı altında kabul edebilirler.” 
Teste tabi iyimserlik 
Salih Müslim’e bakılırsa Ankara’nın kırmızı çizgi saydığı konularda en azından bir anlayış hasıl olmuş. Ancak bu test edilmeye mahkûm bir iyimserlik. Bu ilişkilerin geleceği bir yanda Kürtlere savaş açan gruplara desteğin kesilmesi, diğer yandan Kürtlerin SUK’la ortak hareket etmesine bağlı. Salih Muslim T24’e demecinde iki kritik şartı dillendiriyor: “Türk yetkililer Suriye’de kalıcı bir çözüm bulununcaya kadar, bütün Kürt partilerinin, Türkmenlerin, Asurilerin, Arapların birlikte oluşturacağı geçici bir yönetime sıcak bakacaklarını söyledi. Yetkililer, ayrıca, KYK, SUK ile anlaşarak demokratik özerklik ilan ederse, Türkiye’nin bu özerkliği kabul edeceğini belirtiler.” Türkiye’nin özerkliğe destek vereceği beklentisi çok iyimserce. Hem SUK hem ÖSO, Kürtler konusunda bölünmüş durumda. Milliyetçi arap damarı Kürtlerle ortaklığı engelliyor. Ayrıca ÖSO’ya bağlı bazı gruplar Kürtlere karşı Kaide ile ortak hareket ediyor. Bir başka örtülü şart PYD’nin rejimle net hesaplaşma içerisine girmesi yani ÖSO’yla aynı çizgiye gelmesi. Halbuki Kürtler rejimin yıkılmayabileceğini hesaba katarak 3. yolu tutturdu. Kürtlerin kaderini SUK ile senkronizasyona bağlamak Türkiye’nin Rojava açılımını çıkmaza götürebilir. Pekii Kürtler SUK’a entegre olamazsa uzatılan havuç sopaya dönüşür mü? İkircikli ve mütereddit Kürt politikası bize umut ile korku arasında kalmaya öğretti. Görmek için beklemek en iyisi…

Radikal

Wednesday, July 31, 2013

Somali nire, Suriye nire! Yedi İklim Dört Bucak

  • Aydın Çubukçu
    Aydın Çubukçu
    Somali’de Türk Büyükelçiliği’ne düzenlenen bombalı intihar saldırısının sorumluluğunu üstlenen El Şebab, özellikle Afrika Boynuzu denilen ve Ortadoğu ile Afrika arasında tam bir köprü durumunda olan bölgenin en güçlü “İslâmcı” örgütü. Bütün emperyalistlerin ve taşeronlarının cirit attığı bir yere konuşlanan, oradan kaynaklanan ve bütün gücünü bu bölgeden alarak Afrika çapında eylem düzenleme kapasitesine ulaşan bir örgüt. Bazı yorumcuların deyimiyle, bir çok bölgede farklı adlarla faaliyet gösteren El Kaide’nin, El Nusra’nın ve benzerlerinin “süt kardeşi”!
    Hemen hemen tümünün olduğu gibi onun da para kaynağı Suudi Arabistan, Katar, zaman zaman da emirlikler... Diğer ucundan bakılırsa, taşeronluğun “global ölçekli” bir iş olmasından ötürü, Türkiye de bu tür örgütlerin, ihtiyaç duyulan yer ve zamanda silah, mühimmat, para, ilaç vs. bakımından destekçisi...
    Özellikle Afrika gibi müdahale bölge ve gerekçelerinin hayli geniş imkânlar sunduğu bir kıtada, bu tür örgütlerin merkezi bir yapısı, kararlı ve sürekli bir politikası olamıyor. İster istemez, merkezden bağımsız hareket edebilen, yerel ve güncel ihtiyaçlar için kendi konumuna göre eylem düzenleyebilen grupların çıkması da işin tabiatına uygundur. Bu yüzden, hangi örgütün hangi yerel fraksiyonunun, hangi amaçla kime saldıracağını kestirmek güçtür. Sürprizlerle  dolu bir şiddet bataklığında kelebek avlamaya çıkan herkes bundan nasibini alabilir.
    Türkiye bu tür bir kelebek avcısıdır. Somali’deki varlığı kesinlikle NATO’nun ve demek ki dolaysız olarak ABD’nin işverenliğinde gerçekleşmiştir. Büyük “stratejik derinlik” uygulamasından sonra, her yerde olduğu gibi Somali’de de işverenden bağımsız, kendi hesabına küçük işler yapabileceğini düşünmüş, Somali gibi karmakarışık ve herkesin daha da karıştırmak istediği bir ülkede tam denetlemesi imkansız da olsa, kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bir plana sahip olmayı istemiştir. Somali’deki varlığını İslâmi referanslara dayandırarak güçlendirebileceği gibi kof bir umudu da saklı tutmuştur.
    Ne var ki, çok başlı, çok kollu ve denetlenmesi neredeyse imkansız olan Afrika’daki İslamcı örgütlerin, tek bir hedefe kilitlenmiş katı ve dirençli bir yapıları olduğu gözden kaçırılmıştır. Pazarlık kozları güçlüdür, yaptıkları yapacaklarının garantisidir, kolayca burunlarından çekilip istenilen yöne götürülemezler.  Örneğin, Suriye’deki El Nusra eğer Türkiye’den hoşnut olmamaya başlamışsa, bunun cevabını Somali’de El Şebab verebilir!
    El Şebab’ın bombalama saldırısının açıklanan gereçlerine  bakıldığında hiçbirinin güncel, acil, şimdi ve bu sırada böyle bir eyleme sebep olarak gösterilmesinin tutarlı bir açıklamasının olmadığı söylenebilir.
    Örgütün sözcüsü Şeyh Ali Dheere Muhamed Rage, “Türkiye, Somali’deki kukla hükümeti, siyasi ve askeri olarak destekliyor. Son dönemde Türkiye, bu yönetimle mücahitlerle savaşmaları için askeri eğitim anlaşması imzaladı”, “Türk hükümeti ve ordusu, Müslümanlara katliam yapan NATO’nun bir parçasıdır”, “Türkler; Müslüman Afganistan’ın işgalinde de katıldı. Bu, İslam’ı terk etmek demektir” gibi gerekçeler sıralamıştır. Açıklamada ayrıca, “Mogadişu’daki Türk kurumları, Somali’de halkın elindeki canlı hayvanlara karşı bir kampanya başlattı. Somali’deki üretken hayvanlar her gün kesilerek tüketiliyor. Ayrıca Türkler Mogadişu’da ahlaksızlık ve müstehcenliği yaymaya çalışıyor” gibi kışkırtma dozu yüksek ifadeler de kullanılıyor. Belli oluyor ki, saldırının gerekçelendirilmesi için örgüt sözcüsü güncel ve o an için açıklayıcı olmayan, fakat epeydir cepte tutulan bir dizi olay sarılmaktadır. Kısacası, bu saldırıyı açıklayabilecek güncel olarak geçerli hiçbir gerekçe ileri sürülememektedir.
    Şu halde açıklama başka bir yerdedir. Türkiye’nin Suriye’deki terör çetelerine yönelik Batı’dan da kaynaklanan sınırlama, denetimli ilişki, kaygılı izleme, dizginleri sıkı tutma vs. gibi yeni girişimleri bu tür örgütlerin öfkesine yol açmıştır. Türkiye, örneğin Rojeva konusunda, çetelerin umduğundan farklı bir yola girmiştir. Kürt yönetimiyle başlatılan diyalog özellikle El Nusra için hayal kırklığı yaratmış olmalıdır.
    Öyle görünüyor ki, “global taşeronluk hizmetleri” hassas dengelere dayanmaktadır ve dünyanın bir köşesindeki yanlış hesap, öbür köşesinde ödedilmektedir.

Tuesday, July 30, 2013

'Türkiye medyasındaki esef verici durum'


Ekonomist Acemoğlu ile akademisyen Robinson, Türk medyasının Gezi Parkı olaylarında takındığı tavrı eleştiren Türkiye medyasındaki esef verici durum' başlıklı ortak bir makale kaleme aldı
T24 Daron Acemoğlu & James Robinson
İstanbul Taksim Meydanı’nın Gezi Parkı’nda barışçıl gösteriler olarak başlayan ve ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin artan otoriter yönetimine karşı yaygın protestolara dönüşen gelişmelerin Türk demokrasisini güçlendireceğine ilişkin olarak iyimserliğimizi hâlâ koruyoruz.
Ama protesto faslından önce, siyasi hareketin muazzam bir engeli aşması gerekiyor: Türk medyası. Daha temsili ve hesap verebilir bir yönetim tarzının gerçekleşebilmesinin önündeki engel, hükümetin buna karşı direncinden çok, Türk medyasının sessizliği ve hatta çoğu kez iktidarla suç ortaklığı yapması...”
 

'Tuhaf ve iç karartıcı sessizlik'

 
Daron’un New York Times gazetesindeki görüş yazısında belirttiği gibi, protestoların zirve yaptığı günlerde CNN, Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaparken, CNN Türk penguenler ve aşçılık hakkında programlar yayınlıyordu. CNN Türk, tek başına da değildi. Türk medyasının tamamı, tuhaf ve iç karartıcı bir şekilde sessizdi; ya da daha da kötüsü, yanıltıcı yayın yapıyordu. Bunun sebebi, bugüne kadar birçok medya kuruluşunun, özellikle de hükümetin dikkatini çekeceğini düşündükleri konularda otoriteye boyun eğiyor olmasıydı.
 

'İstanbul dışında şiddet arttı'

 
Medyanın sessizliğinin sonuçları oldu. Örneğin, göstericilere yönelik polis şiddetinin seviyesi, Ankara ve birkaç diğer şehirde, İstanbul’dakinden çok daha fazla oldu. (Tabii ki uluslararası medyanın da yer verdiği gibi, orantısız güç kullanımı, gelişigüzel biber gazı kullanımı ve barışçıl göstericilere yönelik tutuklamalar İstanbul’da da sıradanlaştı.) Önce Ankara ve diğer şehirlerdeki daha aktif, daha provoke edici ve daha şiddetli çatışmaların sebebinin, daha önce İstanbul’daki gösterilerde de rol çalmaya çalışan, ancak başarısız olan aşırı sol gruplar olabileceğini düşündük.
Ancak olaylara karışan ya da gösteriler hakkında bilgi sahibi olan birkaç kişiyle konuşunca, sebebin oldukça farklı olduğu ortaya çıktı: Birileri, yabancı basının İstanbul’a odaklandığını, dolayısıyla oradaki polis şiddetinin haber olabileceğini, ancak İstanbul dışındaki şehirleri Türk medyasının izlediğini (aslında izlemediğini) varsaymıştı. Bu yüzden, polis her istediğini ceza almadan yapabilirdi.
 

'Tutuklu gazeteci sayısı Çin'den fazla'

 
Türk medyasının, gerçeğin gücüyle konuşmak yerine, sessizliği ve hatta bazen yalanları tercih etmesinin sebepleri var. Medyanın büyük bölümü, başka iş alanlarındaki kârlı anlaşmaları nedeniyle hükümete borçlu olan şirketlere ait… 
Daha da fazlası, hükümet kendini eleştirenlere karşı yargı sistemini kullanmaya da istekli… Birkaç ay önce yazdığımız gibi, Türkiye şu anda Çin’dekinden bile daha fazla tutuklu gazeteciye sahip. Sadece birkaç gün önce, açık sözlü gazeteci Ahmet Altan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret etmekten mahkûm oldu. Suçu, sert üslupla yazılmış, eleştirel bir makale yazmaktı.
Ancak bu üzüntü verici yapıda, burada daha önce belirttiğimiz gibi bazı çatlaklar da mevcut…
Birincisi, tüm Türk medyası için, gösterilerin insani yanını görmezden gelmek imkânsız hale geldi. Bu yüzden bazı gazeteciler, son zamanlarda gösterileri haber yapmaya, hatta göstericilerin bakış açısıyla yaşananları anlatmaya başladı.
İkincisi, yabancı medyanın ilgisi bazı gazetecilerin görevini bırakması için bir kapı aralığı yarattı; hatta teşvik etti. Örneğin, geçen hafta sonu, hükümete en sadık gazetelerden Sabah’ta yazan Yavuz Baydar, Türkiye’deki baskıcı atmosferle ilgili “Türk medyasının suç ortaklığı ve medya patronlarının buradaki rolüyle” ilgili oldukça isabetli eleştirel bir yazı yazdı. (Bunun dışında neredeyse kusursuz olan makalesiyle ilgili bir fikir ayrılığımız var: Türkiye’de medyanın rolü ile Arjantin gibi ülkelerin karşılaştırılması yanlıştı; örneğin, Arjantin’deki birçok gazeteci ve önde gelen gazeteler, kendi devlet başkanlarına, şimdilik Türkiye’ye kıyasla çok daha cesurca karşı çıktı.)
 

'Ümidimiz cesur ruhlar'

  Üçüncüsü, Ahmet Altan, Yavuz Baydar ya da gözüpek yazıları nedeniyle yakın zamanda gazetesindeki işinden ayrılmaya zorlanan usta gazeteci Hasan Cemal gibi, bildikleri yolda giden ve fikirlerini açıklayan (bazen haksız olsalar da) cesur ruhlar da tabii ki var.
Türk medyasının içinde bulunduğu esef verici durumdan belki bir gün kurtulması için, ümitlerimizi o isimlerin cesareti ve doğruluğuna olduğu kadar, koşulların değişmesine de bağlamalıyız.