MİKHAİL
BAKUNİN
(1871)
Otorite nedir? Fiziki
ve toplumsal
dünyadaki fenomenin gerekli
bağlantı ve silsilesinde kendilerini ifade eden doğal yasaların
kaçınılmaz gücü müdür? Aslında, bu yasalara
karşı ayaklanmak yalnızca yasak değildir --hatta imkansızdır. Onları
yanlış anlayabiliriz veya hiç bilmeyebiliriz, ancak onlara
uymamazlık edemeyiz; çünkü onlar bizim varoluşumuzun
temelini ve asli koşullarını meydana getirirler; bizleri
çepeçevre kuşatırlar, içimize işlerler, tüm
hareketlerimizi, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi
düzenlerler; onlara itaat etmediğimizi
düşündüğümüzde bile, ancak onların
sınırsız güçlerini göstermiş oluruz.
Evet, bizler kesinlikle bu yasaların köleleriyiz. Ancak bu
kölelikte küçük düşürülmek yoktur,
daha doğrusu bu kölelik değildir.
Çünkü kölelik dışsal bir efendi, komuta
ettiğinin dışında olan bir yasa koyucuyu gerektirirken, bu yasalar
bizim dışımızda değildirler; bunlar bizim
doğamızda bulunurlar; bizim varlığımızı, fiziksel, entelektüel, ve
ahlaki açılardan tüm varlığımızı meydana getirirler; bizler
yalnızca bu yasalar sayesinde yaşar, nefes alır,
düşünür, arzularız. Bunlar olmadan biz bir
hiçiz, yokuzdur. Öyleyse onlara isyan etme
gücünü ve arzusunu nereden alıyoruz?
İnsanın doğal yasalarla olan ilişkisinde tek bir hürriyet
insan için olasıdır --insanlığın kolektif ve bireysel kurtuluşu
amacına uygun bir
şekilde bunların farkına varılması ve giderek genişleyen bir
ölçekte uygulanması. Bu yasalar bir kere
kabullenildiklerinde, insan kitlesi tarafından asla tartışma konusu
edilemeyecek bir otorite icra ederler. Örneğin, bir kimsenin iki
kere iki dört eder yasasına isyan etmesi için ya tamamen
bir aptal veya bir teolog veya en azından metafizikçi,
hukukçu veya burjuva iktisatçısı olması gerekir. Bir
kimsenin ateşin yakmayacağını veya suyun boğmayacağını tasavvur etmesi
için itikata sahip olması gerekir --aslında başka bir doğal
yasaya bağlanmakla elde edilen bir takım hilelere yönelmesi
haricinde. Ancak bu isyanlar, veya imkansız bir isyana yönelik bu
aptalca girişimler veya hayaller kesinlikle birer istisnadırlar:
çünkü, genelde insan kitlesinin günlük
yaşantısında sağduyunun yönetimini --yani, genel
olarak kabul edilen genel yasaların toplamını-- neredeyse tamamen
kayıtsız şartsız kabul ettiği söylenebilir.
Buradaki büyük talihsizlik bilim tarafından zaten
oluşturulmuş çok sayıdaki doğal yasanın kitleler tarafından
bilinmemesidir --bildiğimiz gibi sadece ve sadece insanların iyiliği
için
varolan himayeci hükümetlerin uyanıklığı sayesinde. Burada
bir başka güçlük daha bulunmaktadır --yani, insan
toplumunun gelişiminin bağlantılı olduğu doğal
yasaların büyük bir kısmının, fiziki dünyayı
yöneten yasalar kadar gerekli, değişmez, hayati olduğunun bilimin
kendisi tarafından tam
hakkıyla oluşturulmamış ve fark edilmemiş olması.
Bunlar bir kere bilim tarafından fark edildiği, ve ardından da yaygın
halk eğitim ve öğretim sistemi kullanılarak bilimden herkesin
bilincine
geçirildiği zaman, hürriyet sorunu tamamiyle
çözülecektir. O zaman en inatçı otoriteler
bile, kitlelere dışsal
ve dolayısıyla da despotik bir yasalar sistemi dayatmaları
gerçeğinden hareketle, daima kitlelerinin hürriyetine karşı
eş
derecede tahripkar ve düşman olan üç şeye, yani siyasi
örgüte, yönelime [yönetime] ve yasamaya (ister
hükümdarın iradesinden isterse genel oy kullanımıyla
seçilmiş parlamentodaki oylamadan çıkmış olsun, ve hatta
doğal yasalar sistemine uymak zorunda olsalar bile --ki bu asla
olmamıştır ve asla da olmayacaktır) ihtiyaç olmadığını kabul
etmek zorunda
kalacaklar.
İnsanın hürriyeti yalnızca şundan meydana gelir: o doğal yasalara
uyar, çünkü o bunların onların böyle olduklarını
fark etmişti; çünkü bunlar kendisine
dışsal (ilahi veya insani, kolektif veya bireysel, her ne olursa olsun)
bir
irade tarafından dışardan dayatılmamışlardır.
Bilimin en şöhretli temsilcilerinden oluşan bilgili bir akademiyi
düşünün; bu akademinin toplumun yasamasından ve
örgütlenmesinden sorumlu kılındığını, yalnızca gerçeğe
yönelik saf bir aşkla esinlendiğini, sadece ve sadece bilimin en
son
keşifleriyle tamamen uyum içinde olan yasalar hazırladığını
düşünün. Ben böyle bir yasamanın ve
örgütlenmenin bir canavarlık olacağını
düşünüyorum, ve bunun da iki sebebi vardır: birincisi,
sosyal
bilim her zaman ve zorunlu olarak eksiktir, ve keşfedilmeyi
bekleyenlerle keşfedilenler karşılaştırılırsa hala beşiğinde
sallandığını
söyleyebiliriz. Yani eğer insanların pratik --kolektif olduğu
kadar bireysel-- yaşamlarını, bilimin en son
verileriyle sıkı sıkıya ve tamamen uyumlu olmaya zorlarsak, bireyleri
olduğu gibi toplumu da Procrustes'in [yatağa uyması için
misafirlerinin boylarını çekip uzatan veya kesip kısaltan
mitolojik tanrı] yatağında şehit olmaya mahkum ederiz; ki bu da
çok geçmeden onları yerlerinden etmekle ve nefessiz
bırakmakla sonuçlanacak, yaşam bilimden sonsuz büyük
bir şey olarak kalacaktır.
İkinci sebep de şudur: --akademiden çıkan-- bu yasamanın
rasyonel karakterini anladığı
için değil de (bu durumda akademinin varlığı faydasız
olacaktır), kavramaksızın saygı
beslediği bilim adına dayatıldığı için bilim akademisinden
çıkan bu yasamaya itaat etmek zorunda olan toplum; böyle
bir toplum insanlardan değil vahşilerden oluşan bir
toplum olacaktır. Bu, Cizvit hükümetine çok uzun
bir süre boyun eğen Paraguay'daki misyonların ikinci bir baskısı
olacaktır. Kesinlikle ve kısa sürede ahmaklığın en aşağı
seviyesine
gerileyecektir.
Ancak böyle bir hükümeti imkansız kılan bir
üçüncü sebep daha vardır --yani, bağımsızlıkla,
söz gelimi mutlak bir bağımsızlıkla donatılmış bu bilim akademisi,
en şerefli insanlardan oluşsa bile, hiç sektirmeksizin ve
kısa zaman içerisinde kendi ahlaki ve entelektüel
yozlaşmasına yol açacaktır. Bugün bile, kendilerine
oldukça az ayrıcalıklar tanınmasına rağmen, tüm
akademilerin tarihi aynen
böyledir. En büyük bilimsel deha bile, resmi
olarak lisans verilmiş bir alim, bir akademisyen olduğu andan itibaren
kaçınılmaz bir
şekilde tembelliğin kucağına düşer. Kendiliğindenliğini, devrimci
cüretini; ve hiç durmaksızın eski yalpalayan
dünyaların tahrip edilmesi ve yenisinin temellerinin atılması
çağrısında bulunan en büyük dehaların [sahip olduğu]
zahmetli ve acımasız enerji niteliğini kaybeder.
Hiç şüphesiz ki nezaket, faydacı ve pratiksel bilgelik
kazanır, kaybettiği şey ise düşünme gücüdür.
Sözün özü, yozlaşır.
İnsan aklını ve kalbini öldürmek, her türden ayrıcalığa
ve ayrıcalıklı konuma has bir özelliktir. İster pratik
açıdan
isterse ekonomik açıdan olsun, ayrıcalıklı bir insan akıldan ve
kalpten yoksun bir insandır. Bu, hiçbir istisnası olmayan
toplumsal bir yasadır, ve bütün uluslar, sınıflar, birlikler
ve bireyler için geçerlidir. Hürriyetin ve
insanlığın en birincil koşulu eşitlik yasasıdır. Bu bilimsel
incelemenin ana amacı, bu gerçeği toplumsal yaşamın tüm
gerçekleşimlerinde göstermektir.
Toplumun yönetilmesi için bugüne kadar güvenilen
bilimsel organ nihayetinde kendisini bilime değil, oldukça
farklı başka bir uğraşa adar; ve bu uğraş --aynen
kurulu tüm güçler için olduğu gibi, toplumu
giderek
daha aptalca bir şekilde kendi korumasına bağlı kılarak, sonucunda da
kendi yönetim
ve yönelendirmesine daha da gereksinim duyar hale getirerek,
kendini sonsuz
ebedileştirmek olacaktır.
Ancak bilim akademileri için doğru olan şey tüm
seçilmiş meclisler ve
yasama meclisleri için de doğrudur --hatta genel oy kullanımı
ile seçilenler bile. Bu son durumda, [meclislerdeki] kompozisyon
yenilenebilir, bu doğrudur; ancak, bu, birkaç yıl
içerisinde, kendisini tamamen ülkenin kamusal işlerinin
yönlendirilmesine adayan, yasal olarak olmasa da fiilen ayrıcalık
sahibi olan bir siyasetçiler kitlesinin, en
sonunda da bir tür siyasi aristokrasinin veya oligarşinin ortaya
çıkmasını engellemez. Amerika Birleşik Devletleri'ne ve
İsviçre'ye bakınız.
Sonuç olarak, dışsal yasamaya hayır, otoriteye hayır --bunlar
birbirlerinden ayırt edilemezler; her ikisi de toplumu hizmetkarlığa ve
yasa
yapıcılarını itibarsızlığa yönlendirirler.
Buradan benim otoriteyi reddettiğim mi çıkmaktadır?
Böyle bir düşünce benden çok uzaktır.
Çizmeler konusunda, çizmecinin otoritesine başvururum;
evler, kanallar, veya demiryolları söz konusu olduğunda, mimara
veya mühendise danışırım. Bunun gibi özel bir bilgi
için,
benzer bilgili kişilere giderim. Ancak ne çizmecinin ne mimarın
ne de bilgili kişinin otoritesini bana dayatmasına izin vermem.
Tartışılmaz eleştiri ve kınama hakkımı daima elimde tutarak,
onları özgürce, ve zekaları, nitelikleri, bilgileri sayesinde
hak ettikleri tüm saygımla dinlerim. Herhangi özel bir
alandaki tek bir otoriteye danışmakla kendimi kısıtlamam;
birçoğuna danışırım; onların görüşlerini
karşılaştırırım, ve bana en doğru gözükeni seçerim.
Ancak, özel sorunlar söz konusu olduğunda bile, yanılmaz bir
otoritenin varlığını kabul etmem; sonuçta, bu veya şu bireyin
dürüstlüğü ve samimiyetine ne kadar saygı duyarsam
duyayım, hiçbir kimseye karşı mutlak bir itimata sahip
değilimdir. Böylesi bir itimat benim aklım, benim
hürriyetim, ve hatta benim üstlendiğim görevlerin
başarısı
açısından ölümcül olur; beni derhal aptal
bir köleye, başkalarının arzu ve çıkarlarının bir aracına
dönüştürür.
Uzmanların otoritesi önünde eğiliyorsam, --belli bir
ölçüde ve bence gerekli gözüktüğü
müddetçe-- onların söylediklerini ve hatta
talimatlarını takip
etmeye hazır olduğumu açıkça söylüyorsam, bunun
sebebi onların otoritesinin bana hiç kimse tarafından, ne bir
insan ne de Tanrı tarafından dayatılmamış olmasıdır. Aksi takdirde,
onları dehşetle reddeder; onların danışmanlığını,
talimatlarını, ve hizmetlerini şeytana havale eder; bana sundukları
yalanlar yığını içine sarmalanmış gerçek kalıntıları
için, özgürlüğümden ve kendime olan
saygımdan
kaybettiklerim için onlardan hesap sorardım.
Bir uzmanın önünde eğilirim, çünkü
bunu bana kendi aklım dayatmaktadır. İnsan bilgisinin herhangi
büyük bir kısmını, herhangi pozitif bir gelişmeyi tüm
ayrıntılarıyla kavramadaki kifayetsizliğimin farkındayım. En
büyük zeka, bütünün kavranması demek
değildir. Bundan, sanayide olduğu kadar bilimde de emeğin
işbölümünün ve birliğinin gerekli olduğu ortaya
çıkar. Alırım ve veririm --insan yaşamı böyledir.
Sırasıyla her birimiz yönlendirir ve yönlendirilir. Bu
nedenle ortada sabit ve kalıcı bir otorite yoktur; karşılıklı,
geçici, ve her şeyden önce de gönüllü olan
bir otorite ve boyun eğmenin [subordination,
alta sıralanma] sürekli karşılıklı değiştirilmesi söz
konusudur.
Bu aynı sebep, benim sabit, kalıcı ve evrensel bir otoriteyi kabul
etmemi yasaklar, çünkü ayrıntıların zenginliğini --ki
bu olmaksızın bilimin yaşama uygulanması imkansız olurdu,
bütün bilimleri, toplumsal yaşamın bütün
yönlerini kavramaya hiçbir evrensel insan, hiçbir
insan kifayetli
değildir. Ve eğer böylesi bir evrensellik tek bir insanda
gerçekleşmiş olsaydı, ve o da bunu kendi otoritesini diğerlerine
dayatmak için kullanmış olsaydı, bu insanı toplumun dışına atmak
gerekecekti, çünkü onun otoritesi kaçınılmaz
bir şekilde tüm diğerlerini köleliğe ve embesilliğe
indirgeyecekti. Toplumun, bugüne kadar yaptığı gibi dahi insanlara
kötü davranması gerekeceğini düşünmüyorum:
ancak onları çok fazla teslimiyet göstermesi gerektiğini
de, onlara herhangi bir şekilde bir ayrıcalık veya münhasır
[özel] haklar tahsis etmesi gerektiğini de
düşünmüyorum;
bunun üç sebebi vardır: birincisi, bu sıklıkla bir
şarlatanı dahi bir kimseyle karıştıracaktır;
ikincisi, bu, böyle bir ayrıcalıklar sisteminde, gerçek
bir dahiyi bile bir şarlatana dönüştürebilir, onu
ahlaksızlaştırabilir, ve hatta onu alçaltabilir; ve son olarak,
bu, kendisi üstünde bir efendi meydana getirecektir.
Çeviri :
Anarşist Bakış