Mağduriyet, haksızlığa uğramış olmak anlamında kullanılan
bir ifade. Toplumsal yaşamda özellikle ezilenler cephesinde çokça kullanılan bu
kavram aynı zamanda bir mücadele ve politika yapma yöntemi olarak da karşımızda
çıkıyor. AKP iktidarının var oluşunu neredeyse bu söylem üzerine oturtması
benzer bir yönelimin başarılı olacağı izlenimini de beraberinde getirmiştir.
AKP en haksız ve en suçlu olduğu yerlerde bile kendisini mağdur göstermeyi
başarmış yaratılan mağduriyet görüntüsü üzerinden kendi tabanıyla duygusal bir
bağ yakalamış ve hegemonik ilişkilerini oturtmuştur. Mağduriyet söylemi
mağdurluk durumunu değiştirme pozisyonunda olanlar için her zaman bir avantaj
sağlamış aynı zamanda kibri gizleyen mütevazi duruş olarak da algılanmıştır.
Ezilenler cephesinde mağdurluk bir çeşit çaresizliğin kabulü
olarak algılanır. Mağduriyete sığınmak olanı kabul etmek ve değiştirme
çabasından vazgeçmek demektir. Aynı zamanda bir egemenlik politikası olarak da
işleyebilen bu politika mağduru kendi durumunu kabule zorlayan bir özelliğe
sahiptir. Bu yönüyle egemenlik ilişkisinin yeniden üretimine yol açmaktadır.
Mağduriyet politikasında, en göze çarpan özelliklerden
birisi, özgürleştirici değil, bağımlılaştırıcı bir ilişkinin kurulmasıdır.
Burada mağdur olanın, hep aynı konumda kalmasını isteme çok belirgindir. Çünkü
kişiyle değil, onun konumuyla ilişki kurulur ve mağdurun kişiliği ile konumu
özdeşleşir.
Mağdur kimliğine doğrudan bağlı olan ve onun üzerinden
kurulan “dayanışma” kimliği, iktidarla mücadele etmeden, kendisini sorgulamadan
bir konum verdiği için oldukça rahatlatıcıdır. Şiddetle yaratılan durum, bir
kimliğe dönüştürülür ve “kurban” olan için, bu kimlikle yaşama koşulları
yaratılır. Mağdura var olabileceği bir alan tanınır ve bu alanın dışına çıkması
yadırganır. Mağduriyet konumunu vurgulayarak yapılan her şey
kabullenilir. Ama bu konumu alaşağı eden bir iddia ortaya koyulunca, huzur
bozulur. Rahat kaçar. Bu ilişkinin en yıkıcı sonucu mağduriyetin, öncelikle
bunu yaşayan tarafından, bir kimlik olarak benimsenmesidir. Acı, bal eylenir.
Katliamın gösterdiği
TC tarihinin en büyük ve en ağır katliamlarından birinden
sonra sol ve muhalefet adına ortaya konan eylemlilikler dizini yukarıda
anlatılan izahla büyük ölçüde örtüşmektedir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara
katliamlarında ortaya koyulan tepkiler Gezi Ayaklanması’ndan bu yana devam eden
politik yönelimlerin iz düşümleri olarak ele alınmalıdır. Sol, tüm bu süreçte
kendisini mağdur olarak ortaya koymakta, haksızlığa uğradığı için haklı olduğu
tezinden hareketle kendi dışında kalanlara haksızlığa uğradığı gerçekliğini
gösterebilirse onları yanına alabileceği kör inancıyla hareket etmektedir.
Bu hareket tarzı esas olarak acı ve haksızlığı temel aldığı
için dönüştürme perspektifinden de uzaktır. Sol, toplumsal iktidar ilişkilerine
karşı çok yönlü bir mücadele yürütme kapasitesini zorlamak yerine, daha çok
kendisine yönelik baskılarla gündeme gelmektedir. Sistem karşıtı yönünü,
söylediği ya da geliştirdiği alternatifleri, açtığı farklı patikaları kendi
gündeminden de çıkararak, sadece sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini
gündeme getirmekle yetinmekte ve politikasını bu mağdur kimliği içinden
yapmaktadır. Oysa muhalif olma iddiası, mağduriyeti ve sistemin yarattığı
konumları aşma iddiası ve etkinliğidir.
“Provokasyona gelmeyelim arkadaşlar”
Sol katliamlar karşısında kendisini şiddete uğrayan olarak
göstermeye çalıştığı için devletin protestolar karşısındaki şiddetine de sessiz
kalarak tepki göstermekte ve devlete karşı her çeşit öfkeyi bastırıp, her çeşit
direnişi provokasyon ilan etme eğilmene girmektedir. Bu noktada eylem
meydanlarında en fazla duyduğumuz ses “provaksyona gelmeyelim arkadaşlar”
haykırışıdır. Ne zaman devlet güçleriyle ya da faşistlerle karşı karşıya
gelinse benzer çağrıyı yapan birileri ortaya çıkar. Ne zaman kitleye yönelik
taciz, hakaret ya da şiddet eylemi gündeme gelse ve kitle içinden birileri buna
cevap vermek istese, benzer çağrı yükselir. Gezi’de onlarca insanın yaralandığı
ve hayatını kaybettiği, atılan gazdan gözün gözü görmediği polis şiddetinin azgın
dizginsiz bir şekilde kitlelere yöneldiği durumda bile, kitleler sessiz kalmaya
çağrılmış ve şiddet sineye çekilmiştir. Mağduriyet meselesinin en önemli
özelliği tam da burada yatar. Mağdurluk durumu değiştirilmez, kabul edilir,
sineye çekilir, bu yüzden mağduriyete yaslanan politik eylem devrimci değildir.
Sol, devletin saldırıları karşısında haklılığının farkına varmalı ve
“provokasyona gelmeye” başlamalıdır.
Devletin koyduğu sınırlara boyun eğmek
Her ne kadar “boyun eğmeyeceğiz” sloganı atılsa da sloganın
arkasındaki esas duruş devletin çizdiği sınırları sessizce kabul ediş olmuştur.
Geçmişte devletin gösterdiği eylem yerlerini temel kabul eden, devletin
reddettiği sloganları engelleyen ve devlet şiddetine direnişi acizliğe varan
bir pasifimizle kabul eden bir çizgi güncel eylemden, acıyı sessiz ve derin bir
kabulle benimsemeyi temel alan ve giderek kendine acıyan bir noktaya gelmiştir.
“Katil Erdoğan” sloganının polis saldırısını peşinen davet ettiğinin farkına
varanlar giderek bu sloganın atılmasını engellemek amacıyla eylemlerin içini
boşaltmaya, politik konuşmaları engellemeye yönelmişler, sessiz oturma
eylemlerini genel eylem tarzı haline getirmişlerdir.
Öfke törpülenip bastırılırken öfkeli kitlenin polis
barikatıyla yan yana gelmesinin önüne geçebilmek için ses cihazları ya da
konuşma platformları, polisin çizdiği sınırın hemen önüne konumlandırılmaya
başlanılmış. Kitlelerin en meşru talepleri polisle yapılan ucuz pazarlıkların
sonrasında söndürülmeye ve ertelenmeye başlanmıştır. Mağduriyet solculuğunun
sadece yeni mağduriyetleri yarattığı, haksızlığı ortaya çıkaran temel sebeplere
yönelmediği, dönüştürme kabiliyetinin olmadığı görülmelidir. Mağduriyeti,
arkasındaki politik mesele ele alınmadan, salt vicdanlara dayanarak yürütülen
siyaset, sadece marjinalliği büyütmeye hizmet etmiştir. Sol sürekli haksızlığa
uğrayan ve hakkını savunamayan acizlik görüntüsünden çıkmalıdır.
Mağduriyete değil haklılığa yaslanmak gerekir
Sol duvarının önünde yüzünü sürterek ağlayan görüntüden
çıkmalıdır. Kitleleri kazanmanın yolu mağduriyete ağlamak değil mağduriyeti
ortaya çıkaran sebepleri kaldırmak için kavgaya girmektir. İnsanlar kendileri
gibi mağdur olanla değil kendilerinin de yaşadığı mağduriyeti ortadan kaldırmak
için dövüşenle yan yana gelir. Bunca ölümün ve katliamın sonrasında yapılması
gereken herhalde sessiz yürüyüşler ve siyah balonlar uçurmak değildir. İşçi
cinayetlerinden kadın cinayetlerine ve devletin katliamlarına, ezilenleri hedef
alan egemen şiddete karşı imkanlar olanaklar ve meşruiyet temelinde cepheden
dövüşmeye göze alamayanlar onu dönüştürme şansına sahip olamayacaktır.