Saturday, November 28, 2015

Putin’in kırılganlığı – Murat Karadeniz

Tarih: 

Aşağıdaki bağlantıdaki makale emekli bir ABD Ordu İstihbarat Komutanı’na ait.
http://www.paulcraigroberts.org/2015/11/26/guest-column-from-george-abert-formerly-of-air-force-intelligence/
Kendi düşünce sistematiğime destek olacak paragrafları çevirdim.
“Türkiye’nin askeri gücü Rusya söz konusu olduğunda o kadar yetersiz ki, Washington’un desteğini almadan Türkiye’nin Rusya’ya karşı savaş nedeni olan bir eyleme kalkışması mümkün değil. Türkiye’nin kendisini NATO şemsiyesi altında güvende hissettiği söylenebilir, ancak NATO’nun Avrupalı üyelerinin, Rus uçağını düşürmek ve sonra da bu konuda yalan söylemek gibi akıldışı ve son derece sorumsuz bir eylemde bulunan Türkiye’yi bu eylemin sonuçlarından korumak için Rusya’yla sonu nükleer yok oluşa varabilecek bir savaş riskini göze alacaklarını düşünmek aptallık olacaktır. Türkiye düsürdüğü uçak konusunda özür dilemedi ve akla yatkın bir açıklama getirmedi. Eğer Erdoğan aklını kaçırmadıysa bu saldırının gerçek faili Washington’dur ve saldırının nedeni de Washington’un, Rus kuvvetlerine karada, havada ve denizde tartışmasız bir biçimde savaş alanı hakimiyeti veren yeni Rus teknolojisini çözmek istemesidir.”
Yazarın bahsettiği teknoloji -konunun cahiliyim bu nedenle yanlış şeyler söyleyebilirim- bir elektronik savaş teknolojisi. Bu teknoloji Rus uçaklarına sadece bir görünmezlik -stealth- sağlamıyor aynı zamanda düşmanın ‘elektronik görme’ kabiliyetini de yok ediyor. Öyle ki hem düşman uçakların radarları kilitleniyor hem de bu teknoloji uygulandığında düşman uyduları da, eğer tamamen değilse, kısmen körleşiyor. Yazar, Rusya’nın bu teknolojiyi Suriye’de iki defa kullandığını söylüyor; ilki Rus uçaklarının Suriye’de yaptığı ilk sorti sırasında, ikincisi ise yanıltıcı bir manevrayla Akdeniz’den Suriye hava sahasına sızmaya çalışan İsrail jetlerine karşı. İlkinde ABD ve İsrail radarları körleşiyor. İkincisinde ise yerden gelen uyarılara aldırış etmeyen İsrail jetlerinin hem ateş radarları hem de hedef radarları kapanıyor. Öyle ki uçaklar sadece, normalde sivil havacıların kullandığı AM bandı ile iletişim kurabilir hale düşüyorlar. Ruslar bu kanaldan İsrail jetlerine geri dönün çağrısı yaptı ve uçaklar tıpış tıpış geri döndü. Yazar, Pentagon’un bu uçak düşürme tezgahı ile Rusya’yı, bu yeni teknolojisini Suriye’de daha sık kullanmaya, kısaca göstermeye zorladığını söylüyor.
Ruslar benim hatırladığım kadarıyla bu teknolojiyi bir kez de Karadeniz’de ‘Donald Cook’ destroyerine karşı kullandılar. Koskoca destroyer silah taşımayan ama bu elektronik bastırma sistemine sahip olan bir Su-24 uçağı tarafından Karadeniz’in ortasında savunmasız hale getirildi. Haberin linki aşağıda, meraklılar daha fazla araştırma da yapabilirler:
http://tr.sputniknews.com/turkish.ruvr.ru/2014_04_18/Rus-uchagi-Amerikan-fuze-savunma-sistemi/
Uçağın düşürülme nedeni bu olabilir mi? Belki de. Ancak kesin olan şey uçağın bir komplo sonucu düşürüldüğü. Askeri bir uzman değilim, yine de 17 saniyelik ‘ispatlanamayan bir ihlali’ bile affetmeyen bir TSK hayal etmek zor. Ancak Birgün’de yayımlanan haber bu konuya tam bir açıklık getiriyor. Yazının linki aşağıda:
http://www.birgun.net/haber-detay/rus-haber-ajansindan-carpici-iddia-abd-ve-suudi-arabistan-destekledi-turkiye-vurdu-96171.html
Ben de alıntı yaptım.
ABD uçağı Boeing E-3 Sentry AWACS 24 Kasım günü Yunanistan’daki Preveze hava üssünden havalandı. Suudi Arabistan’ın Е-3А uçağı da Riyad hava üssünden havalandı. İki uçağın ortak görevi Rus uçaklarının yerini tam olarak tespit etmekti. Buna göre de ‘kurbanı’ seçtiler. Amerikan uçağının görevi Rus Su-24M2’nin silah kumandasının çalışma rejimini, arama durumunda mı olduğunu veya hedefe kilitlenip kilitlenmediğini saptamaktı. AWACS’ın bu bilgileri alabildiği biliniyor.
Bilindiği gibi Su-24M2 görevden dönüyordu ve uçağın pilotaj-navigasyon kompleksi navigasyon rejiminde çalışıyordu ve aktif eyleme hazır değildi. E3 uçağı Su24M2 hakkındaki bilgileri devriye gezen iki Türk F16CJ uçağına veriyordu. Bu uçaklar Türkiye için özel olarak üretiliyor. Bu uçağın özelliği AN/APG-68 radarıyla yönetilmesi ve ikinci pilot rolü görmesi.
Ancak bu bilgi yeterli değil. F16’ları ABD’nin Türkiye’deki Patriot karadan havaya füze sistemleri de destekliyordu. F16’ların uçuş izi hedefe ulaşmada üçgen (triangulasyon) yönteminin kullanıldığını gösteriyor. E-3A uçak çifti artı Patriot artı MENTOR uyduları. Ayrıca Geosat da kullanılmış olabilir. E3’lere Rus uçağının havada nerede olduğu, eşelon, hız, silah kumandası durumu bilgileri verildi.
Dolayısıyla Türk uçakları Rus uçağını tam olarak nerede beklemeleri gerektiğini biliyordu. F16 çifti 4-6 km mesafeden AIM-9X Sidewinder havadan havaya füzesini fırlattı. Rus pilotların kurtulma şansı yoktu. Su24’te AIM-9X füzesine karşı savunma sistemi yoktur.”
Kısacası, savunmasız durumda olan SU-24’ü pusuda bekleyen Türk F-16’ları ateş ederek düşürüyor. Hava sahası ihlali tam anlamıyla bir yalan. Erdoğan ve Pentagon, bir Rus uçağı düşürmeye karar veriyorlar ve bu kararlarını uyguluyorlar. Neden?
Rusya’nın ‘game changer’[1] olarak kabul edilen yeni elektronik bastırma teknolojisini görünür kılmak mı? Bu nedenlerden sadece biri olabilir.
Ancak bence soru yanlış. Pentagon ve Erdoğan’ın Rus uçağı düşürmek için nedene değil fırsata gereksinimleri var ve Rusya Suriye hamlesi ile zaten en baştan bu fırsatı verdi. Diğer türlü düşünmek kelimenin tam anlamıyla bir safdilliktir.
Bu saflığı aşabilmemiz için ortaokul bilgilerimize dönmekte yarar var; Ruslar ‘sıcak sulara’ inmek isterler, Osmanlı İmparatorluğu ise her zaman yol üstündedir.
Suriye’yi, Libya-Suriye ekseninde anlamlandırmak başka bir şeydir, Güney Çin Denizi, Ukrayna ve Suriye ekseninde anlamlandırmak bambaşka bir şeydir. Ortak bileşenler tabii ki vardır ama farklılıklarını anlamak bizim için şu anda çok daha yaşamsal.
2015 yılında bir Rusya Federasyonu savaş uçağının Türkiye-NATO tarafından düşürülmesi eğer bir kıyaslama yapmak durumundaysak ancak 1962 Küba-Türkiye füze krizi ile karşılaştırılabilir.  Kısaca; ABD gizlice (Dünya ve Türk kamuoyunun haberi olmadan) Türkiye’ye SSCB’yi hedef alan nükleer başlıklı Jüpiter füzeleri yerleştirir. Bunun üzerine SSCB’de ‘Küba’nın talebi üzerine’ Küba’ya ABD’yi vurabilecek orta ve kısa menzilli nükleer füzeler ve savaş başlıkları taşıyan ağır bombardıman uçakları konuşlandırmaya karar verir. ABD füzelerin Küba’ya ulaşmasını önlemek için Küba’yı abluka altına alır. ABD ve SSCB donanması Pasifikte karşı karşıya gelir. Nükleer bir yok oluşa en çok yaklaştığımız bu an, ABD ve SSCB arasında yapılan gizli anlaşmayla aşılır. ABD, Türkiye’ye gizlice yerleştirdiği Jüpiter füzelerini yine gizlice geri çekmeyi kabul eder, karşılığında SSCB de Küba’daki nükleer yapılandırmasını durdurur. SSCB donanması geri çekilir. Türk ve ABD Hükümetlerinin başta Rusya sonra Türkiye ve sonra da bütün dünya halklarına karşı düzenledikleri bu komplo gezegenimizi 1962 yılında bir nükleer yok oluşun eşiğine getirmiştir.
Şimdi yıl 2015 ve Türk-NATO-ABD -artık ne derseniz deyin, uçakları Suriye’de, Türkiye-Suriye sınırının 4 km içinde, ‘Suriye’nin talebi üzerine’, Rusya Federasyonu için yaşamsal bir görevi yerine getiren Rus savaş uçağını bir Pentagon-Erdoğan komplosuyla düşürür.
Değişmeyen şey ’emperyalizmin dünya hakimiyeti’ hedefidir. Ukrayna, Suriye bahanedir, asıl hedef Rusya’dır. Ukrayna, Rusya’nın Karadenizi ve Batı sınırı, Suriye ise Rusya’nın Akdenizidir. Putin, bir türlü kabul edemediği bu gerçeği anlamak-içselleştirmek zorundadır. Bu cümleye bir çok itiraz geleceğini biliyorum, benim gördüğüm bu basit gerçekliği Rus stratejistleri göremiyor mu diyeceksiniz. Eğer görüyorlarsa Putin neden ‘arkadan bıçaklandım’ diye sızlanıyor, tıpkı bizim ‘kullanışlı aptallar’ gibi Erdoğan’a arkasını mı dönmüştür? Bırakın Rusya Federasyonu Devlet Başkanını, aklı başında olan tek bir insan Erdoğan’a arkasını dönmez.
Türk ‘ilerici’ kamuoyunun bir kısmının Putin’in açıkladığı belgelerle Lahey’de yargılanabileceğine dair umudu, bir ‘ex machina’nın dışardan olaylara müdahele edeceği ve hayatlarımızı kurtaracağı inancı, sorunun çözümünü sorunun yaratıcısından beklemekten farksızdır. Erdoğan’ın emperyalizmin en kirli yanıyla kurduğu savaş ittifakı onu en azından ‘Lahey’, ‘evrensel hukuk’ gibi fantezilerden bağımsız kılmıştır. Bu ittifakın olmadığını, Erdoğan’ın bağımsız ve fevri hareket ettiğini düşünenler, IŞİD’le olan işbirliğinin bu ittifakın dışına taştığını iddia edenler ‘tarihsel bir yanılgı’ ve boş hayaller içindedirler. Bir Türk F-16’sını bir Rus savaş uçağına saldırtabilecek tek güç Pentagon’dur. Erdoğan ve Pentagon bu güç Erdoğan’daymış gibi yapmaktadırlar ve sırf bu nedenle Erdoğan artık Türk milliyetçiliğinin bayrağıdır; ‘Moskof’ uçağı düşürmüştür. Şiddetle doldurulmuş Türk halkına bu şiddetin en mükemmel hedefini göstermiş, yetmemiş tarihsel düşmana önemli bir ‘yara vermiştir’. Erdoğan Türk milletinin ‘BAŞKAN’ıdır artık. Bu konuyu da ‘bizimle’ (Türkiyeli sosyalistlerle) konuşmayıp muhtarlarla konuşması son derece normal ve akıllıcadır.
Okyanusun öbür yanındaki karanlık hayaletlere gelince; ABD dediğimiz monoblok bir gövde olmadığını biliyoruz. ABD çatısı altında, bazen birbiriyle çatışan amaç ve araçlarla, bağımsız hareket eden birçok grup olduğunu biliyoruz. Obama’yla Pentagon’u, aynı çizgide hizalanmış olarak görebilirsiniz ama bu yanıltıcıdır. Erdoğan ABD politik yelpazesinin en güçlü ve en tehlikeli olanıyla işbirliği yapmaktadır; Her iki Cumhuriyetçi aday da, -Trump’ı saymazsak- Suriye’deki Rus uçaklarının düşürülmesini ve Erdoğan’ın Suriye için önerdiği ‘uçuşa yasak bölge’nin zor kullanılarak hayata geçirilmesini desteklemektedir. En güçlü Demokrat aday Hillary Clinton da uçuşa yasak bölge projesinin destekçisidir. 2016 ABD seçimlerinde Donald Trump ve Bernie Sanders dışındaki bütün adaylar işte Erdoğan’ın çok yakın teşviki mesai yaptığı, her istediklerini eksiksiz hatta fazlasıyla yerine getirdiği ABD savaş sanayinin adaylarıdır. Onlar Türkiye için Erdoğan’dan daha kullanışlı bir lider, Erdoğan da onlardan daha karanlık ve daha güçlü ortaklar bulamazdı kendisine.
Emperyalizmin Suriye’de, İslamcı faşistler-Vahabi paralı askerler eliyle yürüttüğü savaş onun en son icadıdır. Emperyalizmin oku haline gelmiş ‘Cihad’, ‘orman halklarının’ arasına, sapı kendilerinden bir balta gibi dalmıştır. Karşımızda duran şey yeni Dünya Savaşı’dır. ‘Cihad’cıların değişen demografik yapısı, ‘Cihad’ın Ukraynalı neonazilerle işbirliği yaparak bu bölgeye sıçraması ve Ukraynalı neonazi birliğine ABD Özel Kuvvetleri tarafından eğitim verilmesi bu savaşın nihai hedefinin Rusya Federasyonu olduğunun bariz kanıtlarıdır. Bu savaşın hibrid bir savaş olması, düşük yoğunluklu olması şimdilik ‘vekalet savaşları’yla yürütülmesi bizi yanıltmasın. Her şeyin birdenbire değişebileceğine henüz tanık olduk.
Rusya Federasyonun Suriye batağından çıkması hiç kolay olmayacaktır. Putin’in Batılı liderlerle hızla devam eden görüşme trafiği içine düştüğü yanılgının devam ettiğinin göstergesidir. Rusya savaşın en kısa zamanda sona ermesini Pentagon ise sonsuza kadar sürmesini istemektedir. Pentagon, başta Erdoğan olmak üzere, bu politikasını bölgeye dayatacak araçlara da sahiptir. Emperyalizm şimdiye kadar icad ettiği en ‘ucuz savaşı’ yine bölge insanlarının kanıyla devam ettirmektedir. Pentagon savaşın her aşamasına eşit bir karşılık vermektedir. İlk Rus sortilerinden sonra başlayan Suriye Ordusunun saldırılarına İslamcı faşist çetelere tanksavar füzesi (Tow ve milan) göndererek karşılık vermiş, Suriye ordusu bir günde 20 tank kaybetmiştir. Rusya bu füzelerle başedebilmek için şimdi T-90 tanklarını sahaya sürmüştür, sonuçlarını göreceğiz. Uçağın düşürülmesi hamlesine ise S-400’ler ve Moskova Savaş Gemisiyle karşılık vermiştir. Rusya ucundan yakaladığı Suriye Savaşında önemli stratejik hatalar yapmaktadır. İlk hatası geç kalmaktı. İkinci hatası ise Erdoğan’a sırtını dönmek oldu. Putin sağda solda Erdoğan’ın ‘dedikodusunu’ yaparak, sağır sultanın bile duyduğu ve bildiği gerçekleri tekrarlayarak bu süreci leyhine çevirebileceğini düşünüyorsa tıpkı bizim ‘Liberal’ler gibi büyük bir yanılgı içinde demektir.
Rus uçağının düşürülmesinden sonra, Bahçeli’nin Erdoğan’a biat etmesi, Can Dündar’ın tutuklanması bizi bekleyen çok daha zor günlerin habercisi. Faşizmin, cihatçı kıyafetiyle, iç politikada ve günlük hayatımızda bir savaş dalgasıyla birlikte topyekün üstümüze geleceğini tahmin etmek zor değil. Erdoğan Rus uçağını düşürerek, Suriye’deki Rus kuvvetlerini Brezinski’nin dediği gibi ‘kırılgan’ hale getirmiş ve Pentagon’daki karanlık ortaklarıyla beraber yine 1962’deki gibi Türkiye’yi Dünya Savaşının öncüsü haline getirmiştir. Anlamamız gereken şey bizi bu devasa sorundan bizden başka kimsenin kurtaramayacağıdır; ne Putin ne Obama ne de Lahey bizim çözümümüz olabilir sadece yanılgımız olabilir.
[1] Oyunun kurallarını değiştiren olarak çevrilebilir.

Wednesday, November 25, 2015

Fehim Taştekin yazdı: Rusya’ya verilen kritik koz

2015-11-25 01:47:39

Fehim Taştekin yazdı: Rusya’ya verilen kritik koz
Ankara, Suriye’de 2011’den beri itelediği ‘devrim’ treninin Ruslara toslamasının ardından bu kez Türkmen hassasiyetine yaslanarak ‘kurtarılmış bölgeleri’ tutma çabasına girişti. Ne var ki bu oyun dün TSK tarafından Rus uçağının düşürülmesiyle iki ülkeyi fena halde karşı karşıya getirdi. 
‘Nevzuhur İttihatçılar’ bunu Suud-Katar-Türk üçlüsünün beslediği ‘silahlı gruplar’ namına bir savunma hattı oluşturmaya yönelik bir ilk atış olarak alkışlayabilir. 
Bunu “Gücümüzü kimse sınamaya kalkışmasın” naralarına rağmen kırmızı çizgileri defalarca çiğnenmiş bir iktidarın itibarını kurtarma çabası olarak algılayanlar çıkabilir. Veyahut birileri bunu Putin’in diliyle konuşmak ya da Türk’ün gücünü göstermek olarak yorumlayabilir. Tabii Ankara’nın NATO’yu işin içine sokmak için derhal acil toplantı çağrısı yapması bu kibirli yorumun fiyakasını bozmuyor değil! 
"Rusya misilleme yapar mı", "Rusya askeri yanıt verirse NATO ne yapar", "Savaş çıkar mı" diye herkes nefesini tuttu. Şu aşamada NATO hemen üzerine alınmayabilir, “Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için” parolasını unutmuş gibi yapabilir. Daha önce Suriye, hava sahasına giren Türk uçağını vurduğunda Türkiye’nin NATO’yu işin içine çekme çabaları karşılık bulmamıştı. Patriotlar da gönülsüz olarak gönderilmişti. Elbette Rusya yanıt verirse durum değişir ama mevcut koşullarda ittifakın Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesini çalıştırmanın zemini yok. Çünkü Türkiye mağdur değil. Uçağı düşürülmedi, uçak düşürdü. 
NATO kuşkusuz müttefikin yanında durduğu görüntüsünü vermek zorunda ama ilk tepki Türkiye ile Rusya arasında ivedilikle gerilimi düşürecek diyalogun kurulması yönünde. Stratejik ortak ABD de bu meseleye bulaşmak istemiyor. Nitekim Pentagon Sözcüsü Albay Steve Warren, “Bu Rus ve Türk hükümetleri arasındaki bir olay. ABD’nin dahil olduğu bir mesele değil” dedi. Başkan Barack Obama da "Türkiye'nin hava sahasını koruma hakkı var" diyerek Ankara'ya arka çıksa da Rusya ile kriz istemediğini gösterdi: "Türkiye ve Rusya birbirleriyle konuşmalı ve bunun tekrarlanmaması için doğrudan iletişimde olmalı. Bu sorun, Rusya’nın operasyonlarıyla ilgili. Sadece Türkiye değil bir dizi ülkenin desteklediği muhalifleri hedef alıyor. Rusya bizim geniş koalisyonumuzun bir parçası, 'Rusya’yı istemiyoruz' deme hakkımız yok. Türkiye ve Rusya tansiyonu düşürmeli. Rusya Esad’ı desteklemekten çok IŞİD’le mücadeleye odaklanmalı." Obama, 'Rusya mesajı alsın, bu iş kapansın' demeye getiriyor. Tabii bu nokta da "ABD perde arkasında Ankara’ya cesaret verdi mi" sorusu devreye giriyor. Birileri "Nasıl olsa Rusya Suriye'deki oyun planının rayından çıkmasını istemez ve NATO'yla savaşa göze alamaz" diye akıl yürütmüş olmalı. Ama iş ciddiye bindiğinde genelde perde arkasındaki suflörler çoktan sıvışmış oluyor. 
Peki, Rusya verilmek istenen mesajı alır mı? Tam tersi. Uçağın vurulması Rusya’yı durdurmak bir yana Putin’in daha sert oynamasına yol açabilir. Bu açıdan aslında Türkiye, ciddi bir hata yaparak Rusya’nın eline büyük bir koz vermiş oldu. Bu tür bir kozun sahaya nasıl yansıyabileceğine dair son iki-üç haftaya dair küçük bir gözlem yapalım: Bir Rus yolcu uçağının Mısır’ın Şarm el Şeyh bölgesinde düşürülmesinin ardından Rusya, Suriye’de savaşın şiddetini arttırdı. Kremlin’in sesi Pravda gazetesi düşürülen uçakla ilgili olarak muhalifleri destekleyen ülkeleri parmakla gösterip şu uyarıyı yaptı: “Katar ve Suudi Arabistan teröristlerin finansörü ve organizatörü ülkeler. Bu ülkeler artık Rusya’dan çok korkmalı.” Rusya’nın Hazar’daki savaş gemilerinden ikinci kez IŞİD’in mevzilerine balistik füze atması da silahlı grupları besleyen ülkelere bir mesajdı. 
Şimdi Mısır'dakinden farklı olarak ‘faili belli’ bir olay ve açıkça restleşme var. Bu mesele Türk-Rus ilişkilerini nasıl bir yola sokar bilinmez ama bölgeyi çok boyutlu bir sertleşme bekliyor. Rusya'nın yanıtı doğrudan Türkiye'ye değil ama Türkiye'nin Suriye planlarını yönelik olabilir. Bu bağlamda Türkiye’nin çok titizlendiği Bayır-Bucak bölgesi dahil silahlı grupların tutunduğu bölgelere kendini tutmadan yüklenebilir. Rusya operasyonu Türkiye sınırlarına kaydırma konusunda biraz temkinliydi. Bunda hem Türkiye ile ticari ortaklığın hatırı vardı hem de Viyana’da başlatılan siyasi çözüm çabalarının torpillenmesini istemiyordu. 
Rusya bir başka konuda da kendini tutuyordu: Türkiye’nin Suriye’de silahlı gruplarla iştigaline ilişkin elinde ziyadesiyle belge olduğu halde bunları açık karta dönüştürmüyordu. Devlet medyası da Türkiye sözkonusu olunca daha titiz davranıyordu. Mısır'da sivil uçağın düşürülmesinin ardından Rusya hem Viyana’daki Suriye toplantısında hem de Antalya’da G-20 zirvesinde isim vermeden petrol alış-verişiyle IŞİD’i besleyen ülkelerle ilgili uyarılarda bulundu. Artık zemberek hepten boşalıyor. Bundan sonra Ruslar ellerindeki bilgileri silaha dönüştürmekten kaçınmayacaktır. Nitekim Putin dün “Teröristlerin elindeki bölgelerden büyük miktarda petrolün Türkiye'ye gittiğini uzun zamandır biliyoruz” diyerek dosya savaşını başlattı.
Bu olayın etkileyebileceği üçüncü alan siyasi çözüm müzakereleri: Rusya askeri operasyonlar ile siyasi süreci paralel götürmekten yanaydı. Hatta müzakere masasını toplayabilmek için ‘geçiş süreci Esad’ın sonunu getirmeli’ argümanına karşı en azından görüntüde daha esnek bir tutum sergiledi. Bundan böyle siyasi çözüm çabası ile askeri operasyonlar arasındaki denge bozulabilir. Süreci ilerleten diyalogdaki mizaç da eskisi gibi olmayabilir.
Bu meselenin uluslararası platformlarda bir argüman savaşını tetiklemesi de kaçınılmaz. 
Uçağın vurulması “Türkmenler bombalanıyor” diye hamaset dozu yüksek bir propagandayla kamuoyunun olası gerilimlere hazır tutulduğu sırada geldi. Ankara, Rusya’nın Türkmen bölgelerini bombaladığını belirterek eylemini mazur göstermeye çalışıyor. Ama “Türkmen köyleri bombalanıyor, siviller katlediliyor” tarzındaki repliğin uluslararası toplumda yankı bulması o kadar kolay değil. Dünya gelişmeleri Anadolu Ajansı ya da MİT’e angaje Türkmen temsilcilerin demeçleriyle izlemiyor. Bu olay uluslararası toplumun nezdinde sanıldığı gibi Türkiye’yi ‘Türkmenlerin hamisi’ pozisyonuna değil ‘terör örgütlerinin koruyucusu’ durumuna sokabilir. 
Çünkü Rus uçağının operasyon düzenlediği bölgede yaşananlar Türkiye’nin hikâyesini o kadar da haklı çıkartmıyor. Şöyle ki, Lazkiye’nin doğusunda Bayır-Bucak bölgesinde kendi köylerini korumak için silahlanmış insanlar var, bu doğru. Ama çatışmalar daha çok erişimi zor dağlık kesimlerde yaşanıyor. Ve operasyonların hedefinde Fetih Ordusu çatısı altında buluşan örgütler var. Bir kere bölgede öne çıkan örgütler Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi ve Ahrar el Şam. Nusra, Bayır-Bucak’ta çektiği görüntüleri yayarak sürekli şov yapıyor. Bu bölgenin bir diğer özelliği IŞİD'e katılmayan yabancı cihatçıların da üstlendiği yer olması. Çeçenler olmak üzere Kafkasyalı cihatçılar bölgede çok aktif. Faslı cihatçıların oluşturduğu Hareket Şam el İslam da bu bölgede. Yine son aylarda sahaya sürülen Uygurlar da yeni cihatçı güç olarak orada. Bu gruplar ideolojik olarak Kaide çizgisindeler. Yani IŞİD'den bir ton açıklar, o kadar. Çok dillendirilen Türkmen birliklere gelince: Bir kere bunların gücü çok abartılıyor. İkincisi Türkmenler de Nusra ile birlikte hareket ediyor. Mesela en çok öne çıkan Sultan Abdulhamid Han Tugayı, Nusra'nın müttefiki. Bu örgüt Osmanlı topraklarını savunduklarını ve gayri Müslimlerle savaştıklarını deklare etmişti. Düşman listeleri de Türkiye'nin resmi söylemiyle özdeş: Esad ve Rojavalı Kürtler.
Adı en çok duyulanlardan Sultan Selim Tugayı da 2012’de bir Alevi köyünü basarak adını duyurmuştu. Batı-Körfez ittifakının titrediği bu örgütlerin sicili temiz değil. 2013’te Lazkiye’deki Alevi köylerini basıp 200 sivili öldüren bu örgütlerdi. Operasyona ‘Ümmetin Annesi Ayşe’ adını vermişlerdi. 2014’te Keseb’i ele geçirip Ermenileri sürenler de bunlardı. 
Hal bu iken Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’ne mektup gönderip şu iddiada bulundu: “Sivillere yönelik bu elim saldırılar ‘terörizmle savaşıyoruz’ bahanesiyle meşru gösterilemez çünkü bölgedeDAEŞ (yani IŞİD), El Nusra ve El Kaide bağlantılı gruplar bulunmuyor.” 
Türkiye “Sivillere yönelik elim saldırılar” diyor ama Sultan Abdulhamid Han Tugayı sözcüsü Mustafa Abdullah, AA'ya demecinde çetin bir çatışmadan bahsediyor. “Rejim askerleri, Şii milisler ve Mihraç Ural teröristlerinden yüzlerce ölü Kızıldağ'da kaldı” diyor. Muhalif kaynaklar Nusra’nın diğer bölgelerden 500 kişilik takviye güç gönderdiğini belirtiyor. Benim konuştuğum kaynaklar da rejim güçlerinin bölgede bazı yerleri ele geçirmiş olmalarına rağmen hayli zorlandıklarını söylüyor. Yani ortada şiddetli bir savaş var. 
Bölgenin bu durumunu da uluslararası aktörler bilmiyor mu sanıyorsunuz? Mesele sunulduğu gibi basitçe Türkmenlerle ilgili bir hassasiyet değil. Türkmen hassasiyetinde samimi olunsaydı IŞİD Haziran 2014'te Musul ve Tel Afer'deki Türkmenleri katlettiğinde ya da katliamdan kaçan Türkmenler Musul-Erbil arasında sıkışıp kaldığında sessiz kalınmazdı. Beşir kasabası aylarca IŞİD'in kuşatması altında kaldı, kimse ses vermedi. Taze Hurmatu ve Tuz Hurmatu'da Türkmenler direnirken Türkiye yanlarında olmadı. (Geçen hafta Irak'ta Türkmenlere kulak verdim, neler yaşadıklarını ve neler yaptıklarını ayrıntılı bir şekilde yazacağım.)
Mesele Türkmenler değil IŞİD’in elindeki Azez-Cerablus hattı boşalırsa burayı kimin kontrol edeceğine dair hesaplarla ilgili. Mesele Halep'in kuzeyinde ve İdlip kırsalında Türkiye destekli grupların elindeki bölgelerin tutulmasıyla ilgili. Maalesef bazı Türkmenler de bu oyunda kullanıldı. 
Ve sonuçta herkesin korktuğu oldu: Türkiye Soğuk Savaş Dönemi’nde bile herkesin sakındığı bir şeyi yaptı, Rus uçağını düşüren ilk NATO üyesi oldu. NATO açısından da 'öngörülebilir' ülke olmaktan çıktı. En önemli komşusu ve ticari ortağı Rusya ile düşman haline geldi. Bizse stratejik derinliğin dip noktasını göremez hale geldik!

Saturday, November 21, 2015

Atlantik'in öte yanında 'göçmenler', 'IŞİD'le mücadele', vs...

22/11/2015
Cengiz Candar
Şu dönemde, Paris saldırısının Batı dünyasında harekete geçen tahammülsüzlükleri, "göçmen karşıtlığı", İslamofobi semptomlarını, önyargıları görürken, Sajjan'ı koyu esmer teni, sakallı ve sarıklı haliyle, Halifax'da "Kanada Savunma Bakanı" olarak görebilmek, IŞİD konusunda ne diyeceğini duymaktan daha önemli sayılmalı
 
Halifax- Kanada’nın Atlantik kıyısındaki Halifax’ın Amerika’nın New York’una benzer tek bir yana varsa –ki, var- o da okyanusu aşan mültecilerin Kanada’ya ayak bastığı, bir anlamda “özgürlüğe giriş kapısı” olması.
New York’ta Ellis Adası’nın üzerindeki Hürriyet Heykeli neyi temsil ediyorsa, Halifax limanındaki “Pier 21” yani 21 numaralı rıhtımdaki hangar da Kanada için, daha doğrusu, okyanusun öte yanından buraya binbir tehlikeyi aşıp gelebilen “mülteciler” için onu temsil ediyor.
Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu, her yıl, yılın bu günlerinde toplanır ve dünyanın her yanından gelen, devlet adamlarından düşünürlere, askerlerden dış politika uzmanlarına çok çeşitli köken ve sıfatlara sahip yüzlerce insan “Forum”un ilk akşam yemeğinde “Pier 21”de buluşurlar.
Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu 7 yaşına girdi. Söz konusu “Forum”un son dört yılında katılanlardan biriyim. Bu yıl her yıldan farklı. İki nedenden ötürü:
1. Kanada’da üç hafta önce iktidara, Kuzey Amerika’nın konvansiyonel “güvenlik doktrinleri”ne taban tabana zıt bir anlayışı temsil eden Liberal Parti, bir kıta büyüklüğündeki ülkenin her yerinde ezici bir seçim zaferiyle iktidarı kazandı. Muhafazakarları ezici bir yenilgiye uğrattı.
2. Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu, bu yıl Paris’teki –ve Ankara ile, Beyrut’taki- kanlı IŞİD saldırılarının arkasından, Mali’de el-Kaide olduğu anlaşılan saldırı devam ederken biraraya geldi.
IŞİD saldırılarıyla Suriye’den batı dünyasına akın akın akmakta olan “göçmenler” arasında yakın ilişki kurulurken ve“muhafazakar” Batılılar, “İslamofobi semptomları” ortaya koyarak, “göçmenler”in ülkelerini gelişini engellemeye çalışırlarken, Kanada’da ülkenin bir “göçmenler ülkesi” olduğu gerçeğine dayalı “özgürlükçü-eşitlikçi” bir siyasi platformla iktidara gelen Justin Trudeau’nun Liberal Partisi, hükümette kadınlara yarı yarıya yer verirken, Savunma Bakanlığı görevine de Sikh dini inancına mensup, Hindistan kökenli Harjit Singh Sajjan’ı getirdi.
Cumhuriyetçi çoğunluktaki ABD Temsilciler Meclisi’nden, Suriye’den ve genel olarak Ortadoğu’dan gelecek olanların korkusuyla, Amerika’yı Amerika yapan ilkeleri bir yana iterek “mülteci kotalarını kısıtlamak” doğrultusunda kanun çıkarttıkları, Cumhuriyetçi başkan aday adayları, “Müslümanlara karşı cadı avı” niteliğinde önlem önerilerini seçim kampanyasına gündeme getirdikleri ve AB ülkelerinde milliyetçi-sağcı yükselişin “göçmen konusu” üzerinden yükselişe geçmesinden korkulduğu bir sırada; Kanada’da 4 Kasım’da göreve gelen “göçmen” bir Savunma Bakanı ile karşılaşmak hoş bir duygu doğrusu.
Sajjan, Pencap’ta 1970 yılında doğmuş, 5 yaşında ailesi Kanada’ya göç etmiş, Vancouver’da büyümüş. Yarbay rütbesiyle ayrıldığı Kanada ordusundaki görevlerinden gayrı, Vancouver polisinde “organize suçlar” bölümünde çalışmış.
Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nda onu dinlerken, “IŞİD’le savaş”a dair ağzından iddialı laflar çıkmadığını farkettim.
Hem Hintli, Sikh inancından bir göçmen ve hem de şu dönemde, Kuzey Amerikalı bir NATO ülkesinin “liberal”kimlikli savunma bakanı olarak IŞİD konusunda büyük laflar etmesini ondan beklemenin gerekmediğini düşündüm. Şunun şurasında Kanada Savunma Bakanı olalı, ancak üç hafta oldu.
Şu dönemde, Paris saldırısının Batı dünyasında harekete geçen tahammülsüzlükleri, “göçmen karşıtlığı”, İslamofobi semptomlarını, önyargıları görürken, Sajjan’ı koyu esmer teni, sakallı ve sarıklı haliyle,  Halifax’da “Kanada Savunma Bakanı” olarak görebilmek, IŞİD konusunda ne diyeceğini duymaktan daha önemli sayılmalıydı.
Onunla aynı panelde konuşan Amerikalı iki Amerikalı üst rütbeli komutan, John Allen’ı ve Bill Gortney’i dinlemek,“IŞİD’le mücadele”nin “askeri yönü” bakımından ilginç ipuçları sunuyordu.
En solda General John Allen oturuyor.  Onun yanında Amiral Bill Gortney. En ortada oturan ve büyük ekrana yansıtılan ise sarığıyla Kahada Savunma Bakanı Sajjan. 

Amiral Bill Courtney, Kuzey Amerika Uzay ve Savunma (NORAD) Komutanı ve ABD Kuzey (NORTHCOM) Komutanı olarak iki şapka birden taşıyor. “IŞİD’in saldırılarını  havaya (sivil havacılık) taşımasını bekliyoruz” dedi.
Önemli. IŞİD’in Paris saldırısı bir “game changer” (oyun kurallarını değiştiren yeni oyun) gibi görüldüğü için, IŞİD konusu sadece Irak ve Suriye zemininde bir askeri hesaplaşma olarak görülmüyor. IŞİD’in küresel ölçekte bir“güvenlik tehdidi” olarak algılanması, ağırlık taşımaya başladı.
General (Em.) John Allen, bir-iki hafta öncesine dek, Obama’nın “IŞİD’e karşı Koalisyon”daki “Özel Temsilcisi” sıfatını taşıyordu. Yani, bir anlamda, IŞİD’e karşı yürütülen “savaş”ın “askeri sorumlusu” idi.
Konuşmasında benim dikkatimi iki nokta, daha doğrusu iki vurgu çekti:
1. “Müttefiklerimiz” diye söz ettiği Kürtleri, överek “fedakarlıkları” ve “kahramanlıkları”nın altını çizmeye özen göstermesi,
Buradan, Washington’un Suriye ve Irak sahasında, IŞİD’le mücadelede, bir başka “müttefik ülke”nin ısrarı sonucu, onu memnun etmek için  Kürtlerden uzaklaşmasını beklemek pek gerçekçi gözükmüyor.
Buna bir de, General Allen’ın yerini alan, diplomat Brett McGurk’ün “Kürtlerin birlik olması halinde” IŞİD’e karşı mücadelenin çok etkili olacağından söz ettiğini ekleyelim.
Washington’un Barzani yönetimindeki Kürtler ile Suriye –dolaylı olarak Türkiye- Kürtlerinin IŞİD’e karşı savaşan güçleri arasında bir tür “arabulucuk” işine girişmesi işitilirse, bundan kimse şaşırmasın.
2. General John Allen’ın, son söz olarak IŞİD’e karşı mücadelede “kaygı” olarak “müttefikler arasında bir bütünlük ve tutarlılık bulunmaması”nı ifade etmiş olması.
Burada, Türkiye’yi –ve “Selefi-Cihadi gruplar” ile yoğun mali ilişkileri bilinen Katar ve Suudi Arabistan’ı- ima etmiş olduğu akla gelebilir.
Görünürde, özellikle Paris saldırıları sonrası Türkiye’nin IŞİD’e karşı daha “enerjik” davrandığı da söylenebilir. Halifax’taki “Uluslararası Güvenlik Forumu”nun ilk oturumundan çıktıktan sonra, koridordaki televizyon ekranına gözüm takıldı. “Türkiye’de, Paris saldırısıyla ilişkili oldukları iddiasıyla üç IŞİD’li göz altına alındı” yazıyordu.
Ne var ki, ekrandaki bu yazı gözüme ilişmeden az önce, Michael Weiss’ın “Confessions of an ISIS Spy” (Bir IŞİD Casusunun İtirafları) başlığı altında Daily Beast adlı dijital gazetede çıkan dört günlük yazı dizisini okumuştum. Weiss, Suriyeli Hassan Hassan ile birlikte “ISIS: Inside the Army of Terror” (IŞİD: Terör Ordusu’nun İçinden) isimli, IŞİD’le ilgili olarak bugüne dek yazılmış olanlar arasında en fazla bilgi içerenlerden biri olan kitabın ortak yazarı.
IŞİD “istihbaratı”nda önemli görevler üstlenmiş, kısa süre önce ayrılarak kaçmış ve Halep’e yerleşmiş olan ve “Abu Halid” takma adını kullanan muhatabıyla Ekim ayı sonunda İstanbul’da buluşmuş, üç gün boyunca onu konuşturmuş. Ondan aktardığı bilgiler içinde, Türkiye ile IŞİD arasında, yakın geçmişe dek, bir hayli yakın ilişkiler kurulmuş olduğu anlaşılabiliyor.
Artık Paris’ten sonra, IŞİD’le böyle “ikili” türden ilişkinin, herkesi idare ederek,  devamı pek kolay olmayacak. 
Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’na dair benim “son sözüm” bu olacak…


Thursday, November 19, 2015

13 Kasım 2015 Paris saldırıları üzerine

19.11.2015 rusencakir.com 


Paris’teki saldırılardan bir gün sonra periscope’ta yaptığım değerlendirmeyi Sedat Ateş yayına hazırladı.
 
Dün gece Paris’te çok büyük bir saldırılar dizisi oldu. Hayatını kaybedenlerin sayısının 100'ü aştığı söyleniyor. Gerçekten 11 Eylül düzeyinde bir saldırı bu. Daha önce Londra’da ve Madrid’de tren istasyonuna konulan bombalar vardı, Paris’te Charlie-Hebdo dergisine yönelik saldırı vardı. Bu saldırıların hepsi önemli saldırılardı, ama dünkü saldırı bambaşka bir şey. Daha önce Avrupa’daki diğer saldırılar için de Avrupa’nın ya da İspanya’nın veya İngiltere’nin 11 Eylülü denmişti, ama bu saldırı 11 Eylül tanımını fazlasıyla hak ediyor. 
Birtakım farklılıklar da içeriyor. 11 Eylül’e en fazla benzeyen yanı aynı anda birçok yerde saldırının olması; bir iddiaya göre 7 ayrı noktada birden saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırıların restoranlarda, barlarda oturan, yemek yiyen, içki içen insanlara yönelik silahlı saldırılar; Bataclan konser salonunda olduğu gibi gençlerin ağırlıklı olduğu bir yerde insanların rasgele öldürülmesi şeklinde ve bazı yerlerde de intihar saldırıları, bombalı saldırılar şeklinde olduğu söyleniyor. Burada olayın merkezinde Stade de France’da yapılan Fransa-Almanya dostluk maçının olduğunu görüyoruz. Çünkü siyasetçiler de, örneğin Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande da maçtaydı. Onun etrafında kotarılmış bir eylem olduğu görülüyor.
Bir kere burada çok net bir şekilde şunu söyleyebiliriz: Çok örgütlü, çok ince çalışılmış, çok organize bir eylemler, saldırılar dizisi. İkincisi, Fransa gibi istihbaratın çok güçlü olduğu, özellikle bu tür saldırılara karşı istihbarat faaliyetlerinin çok yoğun olduğu bir ülkede ve Charlie-Hebdo’dan sonra böyle bir saldırının olabilmesi gerçekten de çok şaşırtıcı. İstihbarat zaafından söz etmek gerekiyor, öte yandan olayı gerçekleştirenlerin profesyonelliğinin de altını çizmek lazım. 
Kimler yaptı sorusu şimdilik yanıtsız ancak ilk akla gelen tabii ki IŞİD. IŞİD karşısında gerileyen El Kaide’nin yapmış olma ihtimalinden de söz ediliyor, ama benim ilk aklıma gelen IŞİD. Üstlendiği yolunda haberler çıktı, ancak bu doğrulanmadı. IŞİD genellikle eylemlerini, saldırılarını üstlenen bir yapı. Eğer bu saldırıyı IŞİD gerçekleştirmişse, özellikle hayatını kaybeden, kendini öldüren ya da polis-güvenlik güçleri tarafından öldürülen militanlarının adlarını da vererek bunu üstlenecektir muhtemelen. Charlie-Hebdo saldırısından çok daha farklı bir süreç işledi Fransa’da. İlk andan itibaren olağanüstü hal ilan edildi, insanların gerekmedikçe sokağa çıkmamaları istendi, her türlü gösteri vs. iptal edildi. Çok farklı bir savaş algısı olarak görüldü ki zaten Fransız basınının büyük bir kısmı da birinci sayfalarında bunu bir savaş olarak tanımlıyor. Charlie-Hebdo saldırısında bir peygambere, Hz. Muhammed’e hakaret eden karikatürler nedeniyle olayın özel nedeni olabileceği olgusu üzerinde duruluyordu. Dolayısıyla o olay belli ölçülerde tüm Fransa’ya yapılmış, tüm Batı'ya yönelik bir saldırı olarak algılanmamıştı. Ama bu sefer tamamen kendi halinde, sokakta yemeğini yiyen, maça giden, müzik konserini dinleyen insanlara yönelik bir saldırı olunca, bu tamamen Fransa’ya yönelik bir saldırı olarak görüldü. Daha gece saldırı haberi geldikten sonra Fransa’nın önde gelen gazetelerinin yaptıkları ilk yorumlarda bunu gördük. Ve burada şu âna kadar Fransa’dan gelen haberlerde hemen hemen herkesin saldırının şokunu yaşadığı, bir arada devletle beraber hareket ettiğini görüyoruz, böyle bir olay yaşanıyor. 
Buradaki mesaj nedir? Mesaj çok net bir şekilde tüm Batı'ya yönelik, özellikle Suriye merkezinde gelişen, Irak’ı da kapsayan son dönemlerdeki çatışmalarla ilgili, Batı'yı, özellikle de Fransa’yı buralara müdahil olmaktan uzak tutma arayışı olduğunu düşünüyorum. 
Neden Fransa? Çünkü Fransa Avrupa’da en çok Müslüman nüfusa sahip olan ülkelerden biri. Burada IŞİD, El Kaide gibi yapıların belli bir kitle tabanı da var, buralarda örgütlenme, hazırlık yapma imkânları çok daha yüksek. Öte yandan Fransa yakın zamanda Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede doğrudan rol oynadı. Hatta Fransız basınında, Fransız uçaklarının doğrudan, Fransa’dan IŞİD’e katılmış gönüllülerin, savaşçıların olduğu yerleri bombaladığı yolunda haberler çıktı. Yani Fransa doğrudan IŞİD ile savaş içerisinde, en azından Suriye’de. 
Olayın böyle bir yönü var. İkinci bir yönü tabii ki çatışma ortamını, savaşı Batı'ya taşımak ve Batı'ya taşınmış savaşla birlikte kendi topraklarında, kendi esas savaş yürüttüğü alanlar olan Suriye, Irak’ta daha rahat etmek. Yani kendisine Suriye ve Irak’ta, İslam coğrafyasının diğer yerlerine müdahale eden Batı'yı evinde vurarak onu meşgul etmek, bu topraklarla fazla uğraşmasına izin vermeme meselesi. 
Ama bir diğeri de Huntington’ın kavramıyla, bir tür "medeniyetler savaşı" haline gelmeye başladı. Tabii ki IŞİD'in, El Kaide gibi yapıların temsil ettiği şeyi medeniyet olarak adlandıramayız, ama bu yapıların gözünde Batılılar Batılı oldukları için, sırf Müslüman olmadıkları için bir hedefler. 
Bundan sonra ne olabileceği konusunda benim ilk aklıma gelen, bu saldırıların başka Avrupa ülkeleri ve Batı ülkelerinde sürebileceği. Nitekim Charlie-Hebdo saldırısından sonra da böyle bir değerlendirme yapmıştım, çok fazla bir şey olmamıştı, ama gördük ki yaklaşık on ay sonra çok etkili bir başka saldırıyla tekrar Fransa’yı vurdular. 
Bu tür yapıların aceleleri yok. İlla her şeyi hemen yapmak gibi bir dertleri yok. Zamana yayarak bunu yapabilirler. Ama Paris’teki saldırılar bize çok net gösterdi ki çok ince planlar yapabiliyorlar, imkânlara sahipler, militanları var ve bunlar ölmeye ve öldürmeye hazırlar. Bundan hiç çekinmiyorlar, ürkmüyorlar. Dolayısıyla bütün dünya, özellikle Batı ülkeleri artık bir savaş alanı.
Türkiye bundan nasıl etkilenir? Türkiye bundan birinci derecede etkilenir. Çünkü Türkiye, özellikle Suriye konusunda bu militanların, gönüllülerin IŞİD’e, El Kaide’ye vs. Batı'dan katılanların ya da gidecek olanların geçiş noktalarından biri. En azından bu yönüyle bile öteden beri Batılı ülkelerin sürekli uyardığı, bir şekilde eleştirdiği bir ülke konumundaydı. Son dönemlerde bu uyarı ve eleştiriler azalsa da varlığını sürdürüyor.
Bir diğer husus mülteciler meselesi. Mültecilerin akın akın Avrupa’ya gitmesiyle beraber, bunların Avrupa ülkelerine girmesine karşı çıkanların en önemli iddialarından biri aralarında teröristlerin de olabileceğiydi. Bu saldırı aynı iddiayı çok daha güçlü bir şekilde gündeme getirecek ve mülteci kabulüne zaten niyetli olmayan Avrupa’nın kapılarını iyice kapatması anlamına gelecek ve bu da mültecilik meselesindeki esas yükün Türkiye, Ürdün gibi Suriye’ye komşu ülkelerin sırtında kalacağını düşündürüyor bize. Çok büyük bir şok yaşandı, bu şokun ardından zaten Batı'nın imgeleminde çok da iyi bir imaja sahip olmayan İslam dini ve Müslümanların işlerinin çok daha zorlaşacağı muhakkak. 
Ama bu saldırıların sadece İslamofobiyi artırmak ya da Müslümanlara sorun çıkartmak için yapıldığı şeklinde ucuz değerlendirmeler yapmamak lazım. Saldırının hedefi bu değil kesinlikle. Ama doğuracağı sonuçlardan birisi bu. Bu da bu saldırıyı gerçekleştirdiğini tahmin ettiğimiz El Kaide, IŞİD gibi yapıların, ki IŞİD’in altını özellikle çizmemiz lazım, çok da umurunda değil. Yani onların “biz Fransa’da birilerine saldırırsak Fransa’daki Müslümanlara baskı olur, bu da iyi olmaz, yapmayalım” demeyeceklerdir. Tam tersine bu tür baskıların kendilerine olan ilgiyi, sempatiyi artıracaklarını düşünecekleri için bu tür baskıları da teşvik edeceklerdir, ettiler zaten. 
Çok kritik bir olay yaşanıyor, olay henüz tam olarak aydınlanmış değil. Saldırganların hepsinin yakalanmadığı biliniyor. Charlie Hebdo saldırısının ardından birkaç gün sürmüştü bunlar, bayağı bir sürecek. Devamı konusunda endişeler olacak. İnsanlar korkacaklar ve gözler bir şekilde Suriye’ye, Irak’a ve çevre ülkelere, dolayısıyla Türkiye’ye çevrilecek. Savaşın Fransa’yı gerçekten de ele geçirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, Fransa'nın bir tür ateş altında olduğunu, savaş içerisine girdiğini söyleyebiliriz. Aldıkları tedbirler de bunu gösteriyor. Olağanüstü hal, sınırların kapatılması, insanların sokağa çıkmaması yönünde telkin edilmesi. Ama Fransa gibi ülkeler bunu çok fazla kaldırabilecek ülkeler değil. Çok zorlanacakları muhakkak. Nasıl baş edeceklerini çok kestiremiyorum. Kendileri de kestiremiyorlardır. Bu saldırının Charlie-Hebdo saldırısının ardından yaklaşık on ay sonra böyle büyük, kapsamlı bir saldırının yapılabilmiş olması tedbirlerin, bütün istihbarat faaliyetlerinin bir yerden sonra çok da etkili olamayabileceğini bize gösteriyor.


Tuesday, November 17, 2015

Suriye hasılatı: Üçte sıfır!


17/11/2015
"Paris saldırılarıyla IŞİD terörü yeni bir evreye girdi. Bununla savaş için bütün ülkelerin birleşmesi gerekiyor" fikrinde geniş bir mutabakat oluşmuşken Türkiye'nin bütün derdi, "YPG, Fırat'ın batısına yani IŞİD'in elindeki Cerablus'a geçmesin."
Fırsatçılık dış politikanın ‘mazur görülen’ unsurlarından biri olabilir ama iyi bir haslet değildir, fırsatları değerlendirirken asıl olan yerindeliktir. Ankara, Suriye krizi bağlamında ters tepmesi muhtemel iki şeyi fırsata çevirmeye çalışıyor: Avrupa’ya mülteci akını ve IŞİD’in Paris saldırıları.
Erdoğan’ın "Türkiye'deki 2.2 milyon Suriyeli Avrupa'ya yürürse ne olacak" sorusu bir ‘at pazarlığı’ kıvamında Türkiye-AB ilişkilerinde adı konulmamış ‘mülteciler’ adlı bir başlık tesis ediyor. AB kanadının önermesi; ‘Vakti zamanında Kaddafi’nin Libya’sına biçilen rol gibi Türkiye de mültecilere gardiyanlık yapsın, biz de maliyeti üstlenelim. Bu arada derin dondurucuya itilmiş AB ile müzakere başlıklarından bir ikisini açalım.’ Türkiye’nin önermesi: 'Bunlara eyvallah ama gelin Suriye’de mülteciler için korunaklı bölge oluşturalım.' Bu öneri 2012’den beri dillendirilen lakin kimsenin yanaşmadığı ‘tampon bölge’ planından başka bir şey değil.
Şimdi Paris’teki saldırganlardan birinin Türkiye üzerinden gelen bir sığınmacı olduğu bilgisinin ardından Avrupa kapılarındaki kilitlerin sayısı artacak. Pazarlıklar 'tampon bölge' planına destek yönünde mi şekillenecek yoksa aktörler Esadlı-Esadsız tartışmasını kenara itip bir an önce Suriye’de savaşın bitirilmesine mi odaklanacak?
Bunun yanıtına geçmeden meseleye 'fırsat penceresi'nden bakanların aklındaki ikinci şeyi de not edelim: Paris saldırıları IŞİD ile mücadele kararlılığına dair söylevleri arttırırken Ankara da kendi ‘terör gündemi’ni öne çıkartıyor. Erdoğan katliamı kınarken, “Uluslararası toplum olarak terörizme karşı bir mutabakatın olması gerektiğini hep ifade ettik. Artık terörizmle mücadele konusunda sözün bittiği yerde olduğumuzu hatırlatmak istiyorum” dedi. Bu sözlerin Suriye kriziyle ilgili süreçlere yansıması PYD ve YPG’yi de ‘terör örgütleri’ sepetine koyma hamleleri oluyor. PKK zaten AB ve ABD’nin terör örgütleri listesinde ama Ankara’ya bu tür sözleri sarf ettiren şey bir süredir Kürt hareketinin IŞİD ile mücadele sayesinde Batı’da kazandığı zemindir. Hedef hem bu zemini parçalamak hem de PYD-YPG ile kurulan ilişkileri sonlandırmak.
Bu noktada mültecilerle ilgili soruyu bu kez başka bir bağlamda sormamız gerekiyor: Paris katliamının yarattığı şok, Suriye’de PYD ve YPG’ye ilişkin yaklaşımı nasıl etkiler? Türkiye Paris’i gösterip Rojava’nın aktörlerinin üstünü çizdirebilir mi? 
Ankara'nın gerek AB’ye mülteci baskısı gerekse Paris katliamının çözüm sürecine kattığı devinimi kendi yol haritasına desteğe dönüştürme çabasını sergilediği iki önemli toplantı gerçekleşti. Biri Viyana'daki Suriye buluşması, diğeri Antalya'daki G-20 zirvesi. Özellikle G-20 zirvesi altın bir fırsattı.
Lakin krizler atlasında senaryolar podyumda liderlerle gülüşme, aile pozu verme, ufak tefek jestlerden cinlikler çıkarma hünerlerine göre şekillenmiyor.
Bir fotoğraf karesi üzerine inşa edilen analizler değil, krizin iç ve dış dinamiklerle nasıl yol aldığı önemli. Kremlin Sözcüsü Dmitri Peskov, Antalya’da Putin-Obama görüşmesiyle ilgili yerinde bir hatırlatma yaptı: “20 dakikalık bir görüşmenin ilişkilerde dönüm noktası yaratmasını beklemek gerçek dışı.” Bu uyarı mimiklerin gülümsemeye ayarlandığı tüm ikili görüşmeler için geçerli.
Bir kere şunu temelde vurgulayalım: Paris saldırıları Suriye krizine çözümün aciliyetini pekiştirse de Suriye konusunda uluslararası toplumun bakışı Rusya ve ABD arasındaki bilek güreşine göre hizalanıyor. Çark görüntüsü vermemek için sergilenen dirence rağmen silahlı isyanla rejim değiştirme stratejisi çöktüğünden beri uluslararası aktörler Rusya’nın dediği noktaya geliyor. Ağır ağır, nazlana nazlana…
Tam da Paris’teki dehşetin gölgesinde 14 Kasım’da düzenlenen Viyana toplantısından çıkan yol haritası, 30 Eylül’de askeri operasyon başlatarak oyunun kurallarını değiştiren Rusya’nın savunduğu tezlerin etkilerini taşıyor. Viyana'da "Uluslararası Suriye’ye Destek Grubu" adını alan bu inisiyatifin sonuç bildirisinde iki kritik unsur var. Mutabakata göre Suriye’de 6 ay içerisinde bir 'geçiş hükümeti' kurulacak, yeni bir anayasa hazırlanacak ve bu anayasa doğrultusunda 18 ay içerisinde BM’nin gözetimi altında seçimler yapılacak. Bu hedef doğrultusunda Suriye hükümeti ile muhaliflerin BM gözetimi altında müzakerelere başlaması için öngörülen ideal tarih 1 Ocak.
Yani Esadlı bir geçiş olacak. Burada Esad’ın kaderine atıf yok. Ruslar bunu, "Esad’ın gidip gitmeyeceğine sandıkta halk karar verecek" diye lanse ederken Amerikalılar, "Bu konuda uzlaşma yok, müzakereler devam edecek” diyor. ABD’ninki çaresizlikten "gün ola harman ola" yaklaşımı! Türk Dışişleri'nin okuması ise Bakan Feridun Sinirlioğlu'nun ifadesiyle, "Esad, yeni hükümet kurulup tüm yürütme yetkileri devralındıktan sonra üzerinde mutabık kalınan süreçte ayrılacak, seçimlerde aday olmayacak." Sinirlioğlu'na göre Rusya Esad'ın kalması konusunda artık direnç göstermiyor. Tabii Rusya, siyasi çözüm sürecinde yol almak için, "mesele Esad değil" diyerek akıllıca bir taktik izliyor.
Obama da Antalya'da Suriye stratejisini, "Ana gündem IŞİD'e karşı savaş" olarak deklare etti. Yani Türkiye ile ABD arasındaki odaklar hâlâ farklı.
İkinci kritik konu, Suriye'de eksen ‘terörle mücadele’ konseptine kayıyor. Bu da Rusya’nın uluslararası toplumu götürmek istediği bir diğer nokta. Viyana’nın sonuç bildirisine göre Ürdün’e terör örgütleri listesi oluşturma görevi veriliyor. Türkiye’nin de kallavice yer edindiği Batı-Körfez ittfakının düne kadar ‘devrimci’ diye arka çıktığı silahlı örgütler havuzunda bir terör örgütleri listesi oluşturmak sürecin en can alıcı tarafı.
IŞİD ve Nusra zaten BM’nin terör örgütleri listesinde. 'Ötekiler’ diye sözü edilen terör örgütlerini isimlendirmek restleşmelere açık bir süreç.
İşte bu noktada vekalet savaşını veren tarafların kavgası başlıyor. Türkiye-Katar ikilisinin çok tuttuğu Ahrar, Rusya’nın gözünde terör örgütü. Rusya "laik, demokratik, mezhepçi olmayan Suriye" hedefini dillendiriyor. Türkiye, Suud, Katar destekli grupların Suriye tahayyülü bundan farklı.
Türkiye ise PYD ve YPG’yi terör örgütü listesine ekletmenin derdinde. Burada Rus bariyeri beliriyor. ABD de PYD ve YPG konusunda artık Rusya ile aynı dalga boyunda. Zira, "ABD, YPG’ye değil Arap koalisyonuna yardım ediyor" şeklinde Pentagon'dan gelen kafa karıştırıcı açıklamaların ardından Washington yine Ankara’yı kızdıran önceki söylemine geri döndü.
G-20 zirvesi sırasında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Danışman Yardımcısı Ben Rhodes, YPG’ye yardımların süreceğini belirterek "Türk hükümetine şu iki konuda açık olduk: Onların PKK'ya yönelik kaygılarını paylaşıyoruz. İkinci olarak da YPG, diğer Sünni Arap muhaliflerle birlikte çalışıyor. Sadece Kürt güçlerden bahsetmiyoruz Araplara da yardım ediyoruz" dedi. Ayrıca 11 Ekim'de Haseke'ye 50 ton mühimmat bırakan ABD, YPG'nin liderliğini yaptığı Demokratik Suriye Güçleri'ne ikinci sevkiyatı geçen cumartesi gerçekleştirdi. Bu kez yardım karadan ulaştı. Rhodes Ankara'nın çok üzerinde durduğu uçuşa yasak bölge ile ilgili de ABD’nin duruşunu tekrarladı: “Suriye sınırında güvenli bölge fikrinin, kaynakların doğru aktarılacağı bir şey olduğuna inanmıyoruz.”
'Paris katliamı IŞİD ile savaşın karakterini değiştirir mi?' sorusu önem kazanırken bu konuda ilk akla gelen kara operasyonu. Obama dün Antalya’daki basın toplantısında bu konudaki beklentileri de gömdü.
Yani Ankara, mülteciler, siyasi çözüm süreci ve PYD-YPG'yi tecrit etme beklentilerinde aradığını bulamadı. Aksine yeni süreç Türkiye’yi ummadığı başka bir yerden köşeye sıkıştıracak şekilde gelişiyor. IŞİD’e karşı ikircikli politika zaten epeyce afişe oldu. Şimdi gündemde IŞİD'in petrol ticareti var. Der Spiegel dergisi Suriye stratajisi ile ilgili gizli bir Kremlin belgesini deşifre etti. Laik, demokratik, egemen, toprak bütünlüğü korunmuş bir Suriye hedefi belirleyen stratejide IŞİD’in kaynaklarına önemli bir gönderme var: “BM Güvenlik Konseyi’nin 2199 sayılı kararına göre İslam Devleti’nin yasadışı petrol ticaretini durdurmaya yönelik önlemler alınmalı.” Bu belgenin Viyana’daki müzakerelerde Rusya’nın argümanlarına emsal teşkil ettiğini söylemeye gerek yok. Putin de G-20 zirvesi sırasında petrol sevkiyatı ile IŞİD’i destekleyen ülkeleri gündeme getirdi. "IŞİD’in 40 ülke tarafından finanse edildiğini biz biliyoruz. Üstelik finans kaynağı sağlayanlar arasında bugün G-20 Zirvesi’ne katılan ülkeler de var... Meslektaşlarıma, teröristlerin yasadışı petrol ticaretinin boyutlarını ortaya koyan, uzaydan ve uçakla çekilen fotoğrafları gösterdim. (Fotoğraflarda görülen) petrol yüklü konvoyların uzunluğu onlarca kilometreyi buluyor” dedi. IŞİD petrolünün nasıl Türkiye'ye geçirildiğini bizzat ben görüntülemiş ve uzun uzadıya yazmıştım...
Ezcümle, “Paris saldırılarıyla IŞİD terörü yeni bir evreye girdi. Bununla savaş için bütün ülkelerin birleşmesi gerekiyor” fikrinde geniş bir mutabakat oluşmuşken Türkiye'nin bütün derdi, "YPG, Fırat'ın batısına yani IŞİD'in elindeki Cerablus'a geçmesin." Sahi Ankara’nın sonuçta IŞİD'e yönelik temizlik hareketini önleyen bu 'kırmızı çizgi'si artık fena halde sırıtmıyor mu? Suriye konusundaki bütün hedefler ıskalanmışken batak bir siyasette ısrar etmenin bedeli ağır olacak. En azından öteki müttefiklerin günahları da Türkiye'nin sırtına vurulacak. Bu ülkeye ve bu bölgeye yazık değil mi?



Friday, November 13, 2015

Tehlikeli strateji... Silvan’da aslında neler yaşanıyor?

Yazar Ömer Laçiner, tarihçi-yazar Erdoğan Aydın, 78’liler Girişimi Başkanı Celalettin Can, Silvan’daki çatışmayı ve bölgede yaşananları Cumhuriyet’e değerlendirdi.
[Haber görseli]
ÖMER LAÇİNER / YAZAR
‘Gerilim daha da artar’
“Bölgede yaşananlar baştan beri özyönetiminin çok dışındaydı. Özyönetim, insanların belli bir merkezi otoritenin sahası içinde, otoritenin belirli yetkilerini devraldığı bir yönetimdir. Murat Karayılan’ın seçimleri değerlendirdiği yazısında da görüldü ki bu yöntemi diğer illere de yaymayı düşünüyorlar. Silvan’a bakacak olursak, halk evlere çekilmiş, devlet güçleriyle muharebe eden genç insanlar görüyoruz. İç içe geçmiş durumlar var. Önceden, ‘silahlı mücadele şart’ diyen dağa çıkıyordu. Gerilla, ağır silahların giremediği mevzilere çekiliyordu, fazla zaiyat vermiyordu. Sonradan görüldü ki, ordunun elindeki silahlar nedeniyle, gerilla güçlerinin, munzatam ordulara karşı açık alanda başarı eski gibi değil. İnsansız hava araçlarının da katıldığı operasyonlarda ciddi zarar gördüler. Sınırlı bilgilerle söyleyebiliyoruz, dağlarda silahlı mücadelenin sonuna gelindiği düşünülerek, kuvvetler şehre kaydırılıyor. Ses getiren eylemlerle beraber toplumsal desteğin var olduğu düşünülen yerlerde, halkı da işin içine katarak, askeri kuvvetlere, ağır bir imhayı göze almadıkça, hareket edemedikleri durumlar yaratmak hedefleniyor. Silahlı mücadelenin gerektiğini düşünenlerin benzeri eylemlere devam edeceklerini düşünüyorum. Çatışmaların devamı bölgede gerilim daha da artırır. Çatışmaya giren, daha çok gelecek kaygısı oldukça yüksek olan, eğitimi düşük, askeri baskılar altında büyümüş öfkeli bir gençlik var. Öfkelerini dışa vuracak eylemler yapıyorlar. Geleceği hesapladıklarını hiç sanmıyorum.”
CELALETTİN CAN / 78’LİLER GİRİŞİMİ BAŞKANI
‘Karşılıklı silahlar susmalı’
1 Kasım süreci devam ediyor. Gelişmeleri tüm çıplaklığıyla halka anlatmak, bütün demokratların, devrimcilerin, gerçekten yana olan herkesin görevi. Daha da önemlisi halk katliam tehdidi altında. Kuvvetler dengesi orantısız. Engellenmezse, bu toprakların 90’ları değil, 30’ları andıran bir şekilde kana bulanması işten bile değil. Devlet ve hükümet güçleri bir an evvel operasyonları durdurmalı. Karşılıklı veya birbirine paralel bir şekilde operasyona bahane edilen gençler ve silahlı kesimler, operasyonların durdurulmasıyla birlikte geri çekilmeli. Genelde de taraflar karşılıklı silahları susturmalı, diyalog ve müzakere süreci başlatılmalı.”
ERDOĞAN AYDIN / TARİHÇİ-YAZAR
‘Çatışma ısrarı neden?’
“PKK seçim öncesi büyük bir yanlışlık yaparak, hükümetin savaş politikasına savaşla cevap verdi. Bedeli HDP’nin ciddi oy kaybı, AKP’nin orta sınıf muhafazakâr kesimden ciddi bir oy kazancı olarak yansıdı. PKK Ankara katliamı günü, bunun yanlışlığını görererek çatışmasızlık kararı verdi. Bunu sürdürmek istiyordu. Hükümet çatışma ortamından faydalandığını görerek bunu sürdürdü. Seçimden sonra çatışmada neden ısrar ediliyor. Çünkü 1 Kasım’da elde edilen başarının, başkanlık sistemine geçecek bir referandum, manivela olabileceği düşünülüyor. İki kıstas var. Biri HDP’yi başkanlık sistemine razı etmek. Bu olmazsa Kürtlere vurarak MHP’den 13- 15 vekil kopartıp, refaranduma gidecek sayıyı yakalamak. Silvan’da gerilla ölmüş olsaydı, şehri kendine kalkan yapıp askere saldırmış olsaydı, bunu görmemizi sağlarlardı. HDP, CHP, AKP milletvekillerini, gazetecileri oraya götürürlerdi. Tam tersine oraya gidişler engellenmeye çalışılıyor. Orada, Silvan halkı ve onların çocuklarından başka kimse yok.


Wednesday, November 11, 2015

Mağduriyet solculuğu – Musa Piroğlu

Mağduriyet, haksızlığa uğramış olmak anlamında kullanılan bir ifade. Toplumsal yaşamda özellikle ezilenler cephesinde çokça kullanılan bu kavram aynı zamanda bir mücadele ve politika yapma yöntemi olarak da karşımızda çıkıyor. AKP iktidarının var oluşunu neredeyse bu söylem üzerine oturtması benzer bir yönelimin başarılı olacağı izlenimini de beraberinde getirmiştir. AKP en haksız ve en suçlu olduğu yerlerde bile kendisini mağdur göstermeyi başarmış yaratılan mağduriyet görüntüsü üzerinden kendi tabanıyla duygusal bir bağ yakalamış ve hegemonik ilişkilerini oturtmuştur. Mağduriyet söylemi mağdurluk durumunu değiştirme pozisyonunda olanlar için her zaman bir avantaj sağlamış aynı zamanda kibri gizleyen mütevazi duruş olarak da algılanmıştır.
Ezilenler cephesinde mağdurluk bir çeşit çaresizliğin kabulü olarak algılanır. Mağduriyete sığınmak olanı kabul etmek ve değiştirme çabasından vazgeçmek demektir. Aynı zamanda bir egemenlik politikası olarak da işleyebilen bu politika mağduru kendi durumunu kabule zorlayan bir özelliğe sahiptir. Bu yönüyle egemenlik ilişkisinin yeniden üretimine yol açmaktadır.
Mağduriyet politikasında, en göze çarpan özelliklerden birisi, özgürleştirici değil, bağımlılaştırıcı bir ilişkinin kurulmasıdır. Burada mağdur olanın, hep aynı konumda kalmasını isteme çok belirgindir. Çünkü kişiyle değil, onun konumuyla ilişki kurulur ve mağdurun kişiliği ile konumu özdeşleşir.
Mağdur kimliğine doğrudan bağlı olan ve onun üzerinden kurulan “dayanışma” kimliği, iktidarla mücadele etmeden, kendisini sorgulamadan bir konum verdiği için oldukça rahatlatıcıdır. Şiddetle yaratılan durum, bir kimliğe dönüştürülür ve “kurban” olan için, bu kimlikle yaşama koşulları yaratılır. Mağdura var olabileceği bir alan tanınır ve bu alanın dışına çıkması yadırganır.  Mağduriyet konumunu vurgulayarak yapılan her şey kabullenilir. Ama bu konumu alaşağı eden bir iddia ortaya koyulunca, huzur bozulur. Rahat kaçar. Bu ilişkinin en yıkıcı sonucu mağduriyetin, öncelikle bunu yaşayan tarafından, bir kimlik olarak benimsenmesidir. Acı, bal eylenir.
Katliamın gösterdiği
TC tarihinin en büyük ve en ağır katliamlarından birinden sonra sol ve muhalefet adına ortaya konan eylemlilikler dizini yukarıda anlatılan izahla büyük ölçüde örtüşmektedir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarında ortaya koyulan tepkiler Gezi Ayaklanması’ndan bu yana devam eden politik yönelimlerin iz düşümleri olarak ele alınmalıdır. Sol, tüm bu süreçte kendisini mağdur olarak ortaya koymakta, haksızlığa uğradığı için haklı olduğu tezinden hareketle kendi dışında kalanlara haksızlığa uğradığı gerçekliğini gösterebilirse onları yanına alabileceği kör inancıyla hareket etmektedir.
Bu hareket tarzı esas olarak acı ve haksızlığı temel aldığı için dönüştürme perspektifinden de uzaktır. Sol, toplumsal iktidar ilişkilerine karşı çok yönlü bir mücadele yürütme kapasitesini zorlamak yerine, daha çok kendisine yönelik baskılarla gündeme gelmektedir. Sistem karşıtı yönünü, söylediği ya da geliştirdiği alternatifleri, açtığı farklı patikaları kendi gündeminden de çıkararak, sadece sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini gündeme getirmekle yetinmekte ve politikasını bu mağdur kimliği içinden yapmaktadır. Oysa muhalif olma iddiası, mağduriyeti ve sistemin yarattığı konumları aşma iddiası ve etkinliğidir.

“Provokasyona gelmeyelim arkadaşlar”
Sol katliamlar karşısında kendisini şiddete uğrayan olarak göstermeye çalıştığı için devletin protestolar karşısındaki şiddetine de sessiz kalarak tepki göstermekte ve devlete karşı her çeşit öfkeyi bastırıp, her çeşit direnişi provokasyon ilan etme eğilmene girmektedir. Bu noktada eylem meydanlarında en fazla duyduğumuz ses “provaksyona gelmeyelim arkadaşlar” haykırışıdır. Ne zaman devlet güçleriyle ya da faşistlerle karşı karşıya gelinse benzer çağrıyı yapan birileri ortaya çıkar. Ne zaman kitleye yönelik taciz, hakaret ya da şiddet eylemi gündeme gelse ve kitle içinden birileri buna cevap vermek istese, benzer çağrı yükselir. Gezi’de onlarca insanın yaralandığı ve hayatını kaybettiği, atılan gazdan gözün gözü görmediği polis şiddetinin azgın dizginsiz bir şekilde kitlelere yöneldiği durumda bile, kitleler sessiz kalmaya çağrılmış ve şiddet sineye çekilmiştir. Mağduriyet meselesinin en önemli özelliği tam da burada yatar. Mağdurluk durumu değiştirilmez, kabul edilir, sineye çekilir, bu yüzden mağduriyete yaslanan politik eylem devrimci değildir. Sol, devletin saldırıları karşısında haklılığının farkına varmalı ve “provokasyona gelmeye” başlamalıdır.

Devletin koyduğu sınırlara boyun eğmek
Her ne kadar “boyun eğmeyeceğiz” sloganı atılsa da sloganın arkasındaki esas duruş devletin çizdiği sınırları sessizce kabul ediş olmuştur. Geçmişte devletin gösterdiği eylem yerlerini temel kabul eden, devletin reddettiği sloganları engelleyen ve devlet şiddetine direnişi acizliğe varan bir pasifimizle kabul eden bir çizgi güncel eylemden, acıyı sessiz ve derin bir kabulle benimsemeyi temel alan ve giderek kendine acıyan bir noktaya gelmiştir. “Katil Erdoğan” sloganının polis saldırısını peşinen davet ettiğinin farkına varanlar giderek bu sloganın atılmasını engellemek amacıyla eylemlerin içini boşaltmaya, politik konuşmaları engellemeye yönelmişler, sessiz oturma eylemlerini genel eylem tarzı haline getirmişlerdir.
Öfke törpülenip bastırılırken öfkeli kitlenin polis barikatıyla yan yana gelmesinin önüne geçebilmek için ses cihazları ya da konuşma platformları, polisin çizdiği sınırın hemen önüne konumlandırılmaya başlanılmış. Kitlelerin en meşru talepleri polisle yapılan ucuz pazarlıkların sonrasında söndürülmeye ve ertelenmeye başlanmıştır. Mağduriyet solculuğunun sadece yeni mağduriyetleri yarattığı, haksızlığı ortaya çıkaran temel sebeplere yönelmediği, dönüştürme kabiliyetinin olmadığı görülmelidir. Mağduriyeti, arkasındaki politik mesele ele alınmadan, salt vicdanlara dayanarak yürütülen siyaset, sadece marjinalliği büyütmeye hizmet etmiştir. Sol sürekli haksızlığa uğrayan ve hakkını savunamayan acizlik görüntüsünden çıkmalıdır.

Mağduriyete değil haklılığa yaslanmak gerekir
Sol duvarının önünde yüzünü sürterek ağlayan görüntüden çıkmalıdır. Kitleleri kazanmanın yolu mağduriyete ağlamak değil mağduriyeti ortaya çıkaran sebepleri kaldırmak için kavgaya girmektir. İnsanlar kendileri gibi mağdur olanla değil kendilerinin de yaşadığı mağduriyeti ortadan kaldırmak için dövüşenle yan yana gelir. Bunca ölümün ve katliamın sonrasında yapılması gereken herhalde sessiz yürüyüşler ve siyah balonlar uçurmak değildir. İşçi cinayetlerinden kadın cinayetlerine ve devletin katliamlarına, ezilenleri hedef alan egemen şiddete karşı imkanlar olanaklar ve meşruiyet temelinde cepheden dövüşmeye göze alamayanlar onu dönüştürme şansına sahip olamayacaktır.



Monday, November 2, 2015

Yokluk Olarak Varlık

Nesnelerin sadece birbirleriyle bağlantıları bağlamında bir anlam kazanmasının şart olmadığını, bilâkis bunun son derece teasadüfi ve tarihsel süreç tarafından koşullandırılmış felsefi bir varsayım olduğunu anladığımda, kendinde-şey’in, yani varlığı hiçbir şeyle ilişki içerisinde olmasına bağlı olmayan, varlığını çevresinden bağımsız ve çevresine kayıtsız bir biçimde sürdürebilen nesnelerin var olabileceğini de anlamış oldum. Zira herhangi bir nesne insandan bağımsız olarak düşünülebiliyorsa, insan da nesnelerden bağımsız olarak düşünülebilir demekti, demektir. İnsanın ölümlü bir varlık olduğu, söylenmesi bile gerekmeyen bariz bir durumdur. Ölümlü bir varlık olan insan, olmadığı bir şeye, yani bir ölümsüze dönüşmeye heveslidir. Çeşitli devirlerde çeşitli şekiller alan söz konusu ölümsüzlük hevesinin doruğa çıktığı Romantizm dönemi günümüzde kapitalizm tarafından yeniden diriltilmeye çalışılmakta ve bu yolda çeşitli gıda ürünleri ve hap formuna sokulmuş bitkiler piyasaya sürülmektedir. Zararı herkes tarafından bilinen alkollü içeceklerin üzerinde bile “hayat güzeldir,” “hayata içelim,” şeklinde ibareler görmek mümkün hale gelmiştir. Slavoj Zizek’in Nietzsche’nin “insan hiçbir şey istememektense, hiçliğin kendisini ister,” sözünden hareketle verdiği Diet-Cola ve kafeinsiz kahve örnekleri insanın hiçlik istencini, olmayana duyduğu arzuyu gayet net şekilde deşifre eder niteliktedir. İçi boşaltılmış, varlık sebebinden arındırılmış ürünler sağlıklı yaşama giden yolu asfaltlama çalışmalarında kullanılmaktadır. Lâkin akılda tutulmalıdır ki ister şekerli, ister şekersiz olsun, kola son derece zararlı bir üründür ve sadece şekerden ve kafeinden arındırlmış olması onun sağlıklı bir içecek olduğu manasını taşımaz. Tüm bunların ölümsüzlük konusuyla ilgisi ise şudur ey kara bahtlı okur: Ölümsüzlük bir ölümlü için olmayan bir şeydir. Ölümsüzlük ölümden arındırılmış yaşamdır. Gelinen noktada kapitalizm insanlara ölümsüz yaşam vaad etmektedir. Matematiksel adı sonsuzluk olan ölümsüzlük ölümlülüğün bittiği yerde, yani ölünen noktada başlar. Sonsuzluk kavramının başı sonu olmayan bir süreçten ziyade, başı sonu olmayan bir durumu anlattığını akılda tutarsak diyebiliriz ki ölümsüzlük ancak sonsuz boyuttaki bir çelişkinin dünyamıza yansımasıyla zuhur edebilir. Sonsuzluk veya ölümsüzlük birer süreç olmaktan ziyade birer durumdur, çünkü süreçler başı sonu olan sürerdurumlarken, durumlar durağan ve zaman dışı olgulardır. Zamandan ve uzamdan bağımsız bir varoluşsal durum olan ölümsüzlük felsefe tarihi boyunca ölümlü insan bilincinin tamamen dışında konumlanmış bir kendinde-şey olarak düşünülmüştür. Oysa biz biliyoruz ki aslında ölümsüzlük insanı çevreleyen değil, bilakis insanın çevrelediği bir boşluktur. Şu anda ölümsüzlüğü düşünmekte olduğumuza ve/fakat bu söylediklerimizin doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir dayanağımız olmadığına göre demek ki ölümsüzlüğün düşüncemizin kendisini sürdürebilmek için kendi içinde yarattığı bir boşluk olduğunu teslim etmeliyiz. Boşluklar olmayan varlıkların yokluğunu doldurduğuna göre diyebiliriz ki düşünmek ölüme ara vermek, yaşamda boşluklar yaratmaktır. Ölümlü ne demektir? Bir gün ölecek olan, yani ölümden kurtulmuş olmayan. Peki ölümsüz ne demektir? Artık ölmesi mümkün olmayan, zira hâlihazırda ölmüş olan, bu vesileyle de işte ölümden arınmış olan.
Kaynak:https://cengizerdem.wordpress.com/2010/09/26/yokluk-olarak-varlik/