Sendika Org
Tayyip
Erdoğan, Ortadoğu’nun bugün içinde bulunduğu kan ve vahşet tablosundan
en az bölge diktatörleri ve ABD kadar sorumludur. Sadece yaptıklarıyla
değil yapmadıklarıyla da sorumludur. İktidara geldiği günden itibaren
Ahmet Davutoğlu ile birlikte sürdürdüğü, kah emperyalist taşeronluğuna
kah bölge liderliğine soyunduğu, kah emperyalist pazar ilişkilerine
yeltendiği kah enerji taşeronluğuna giriştiği politikalar, artık Türkiye
halklarının tamamını da içine alacak bir kamplaşma ve savaş düzlemi
yaratmış durumda.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve sonrasında ilerleyişine devam etmesi
sadece Irak’ta değil, tüm bölge ülkelerinde sonuçları olacak bir
sıçrama noktası yarattı. Şimdiye kadar daha çok o topraklara ait olmayan
cihatçılardan oluştuğu kabul edilen ve vahşi infaz yöntemleriyle
marjinal bir görüntü verilen bu örgüt “birdenbire” Ortadoğu’nun en büyük
ve en tehlikeli örgütlerinden biri oluverdi. IŞİD’i bu konuma getiren
süreç nasıl işlemişti?
Zerkavi tarafından kurulan bu örgüt ilk başlarda Irak El Kaidesi
olarak adını duyurdu. Zerkavi’nin ABD tarafından öldürülmesiyle yerine
geçen Ömer el Bağdadi örgütün ismini Irak İslam Devleti olarak
değiştirdi. Bu isim değişikliği bile Bin Ladin’in El Kaide’sinden kısmi
farklılıklar içerdiğine işaret olarak değerlendiriliyor. Daha sonra IİD,
Beşar Esad’ın merkezi denetimini kaybettiği süreçte Suriye’de, kendi
içinden atadığı/ayırdığı isimlerle El Nusra Cephesi’ni kurar. Ancak bir
süre sonra El Nusra ile fikirsel ve örgütsel ayrılık yaşar. El
Nusra’nın, şu an hala El Kaide’ye doğrudan bağlı olduğu bilinmekte.
Bunun üzerine Suriye’deki örgütlenmesini de tek merkezden yapmak üzere
modelini/yapısını da değiştirerek Irak Şam İslam Devleti adını alır. Bu
örgütü, El Kaide ya da buna bağlı örgütlerden ayıran özelliği, adından
da anlaşılacağı üzere, hakimiyet kurduğu alanda kendince bir devlet
modeli oluşturması, yani buraya vali, hakim, vergi memuru, vs ataması.
IŞİD’in kadro sayısının artmasını sağlayan ise savaşma yeteneği
değil, esir aldıklarını vahşi yöntemlerle katletmesi. Bu görüntüleri
kullanarak İslamcı (Sünni) sempatizanlara uluslararası çağrıları önemli
karşılıklar bulmuş. Daha önce Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da
savaşmış ya da buralara öykünmüş yüzlerce cihatçı. Ve onlarla birlikte
gelen bağışlar. Ve elbette AKP Hükümeti’nin Esad’ı devirmeye yardım
edecek Sünni gruplara sağladığı her türlü olanaklar.
IŞİD’i Musul’u ele geçirecek kadar güçlü bir pozisyona getiren ise
son bir yıl içinde gerçekleştirdiği ittifaklar oldu. Özellikle bölgedeki
Sünni aşiretlerle ittifak kurması ve en az bunun kadar önemli olan ise
Saddam döneminden kalma eski Baasçıları kendi bünyesi içine katması, bu
örgütü hızla bir kadro örgütünden yerel halk desteği olan, milis
örgütlenmesi de olan bir büyük örgüte dönüştürdü. Şimdiki/şimdilik
hedefi ise Suriye sınırından, uç noktası Bağdat’a uzanan bölgede (Sünni
Üçgeni) mutlak bir hakimiyet sağlamak. Bunun gerçekleşmesi halinde ise
Irak’ın üçe bölünmesi (Sünniler, Şiiler ve Kürtler) artık kesinleşmiş
olacak.[1]
Artık mezhep savaşı haline dönüştüğü kesinleşen (sadece 2013’te 8000
kişi katledildi) bu sürecin asli sorumlularından ikisi hiç kuşkusuz
Erdoğan-Davutoğlu ikilisidir. Bu fütursuz ikilinin icraatları bugün
binlerce insanın öldürülmesi suçuna ortaklık etmiştir. Üstelik hala “her
şey kontrolümüz altında” kibrinden hiçbir biçimde vazgeçmeden. IŞİD’i
kontrol ettiklerini, kendilerine asla zarar vermeyeceğini düşündükleri
bir süreçte Musul konsolosluğunun basılması ve 49 kişinin esir alınması
göstermiştir ki IŞİD, bunları kontrol altında tutmaktadır. Bu ikili
Ortadoğu’daki her türlü örgütün oyuncağı olmaya adaydır ve hatta
olmuştur da.[2]
Özellikle Sünnilerin ve Şiilerin bu aşamada alan hakimiyetlerini
sağlamaya çalıştıkları bu dönemde kuşkusuz en avantajlı olanlar Kürtler,
daha doğrusu Barzanici Kürtler. Çünkü zaten tanımlanmış bir bölgeleri
ve bu bölge içinde hiyerarşik bir yapıları mevcut. Üstelik şimdi
Kerkük’ü de tamamen denetimlerine almış durumdalar. Ancak mezhepler üstü
bir şemsiye olarak korumaya çalışacakları Kürt kimliğinin daha ne kadar
süre idare edeceği, büyük ölçüde Barzani’nin peşmergelerine dağıttığı
aylığın süresine ve miktarına da doğrudan bağlı. Ayrıca Barzani’nin
üzerinde oturduğu petrole tek başına hakim olma iddiasını sürdürmesi
durumunda hiçbir biçimde rahat bırakılmayacağı da kesin.
PKK’nin Kuzey Irak’taki siyasi varlığının çok sınırlı olduğu, bunu
bir yandan Barzani ile karşı karşıya gelmemek için tercih ederken diğer
yandan Barzani’nin doğrudan maaşla kendisine bağladığı on binlerce
peşmerge içinde siyasi çalışma yapmanın zorluğundan kaynaklandığı
biliniyor. Ancak her şeye rağmen, bütün taşların yerinden oynamaya
başladığı bu coğrafyada sadece TC ile askeri savaş düzleminde kalarak
başat bir siyasi aktör olunamayacağı da aşikar. Her ne kadar kendine
Rojava’da çok önemli bir siyasi başarı alanı açmış olsa da Türkiye
sınırları içindeki siyasal ilerleyişi iniş çıkışlı bir seyir izlemekte.
Tayyip Erdoğan’ın sürüncemede bıraktığı müzakere sürecine karşı
geliştirdikleri taktik adımlar kısır kalmakta. Ancak yine de belirtmek
gerekir ki son dönemde, kalekol yapımına karşı geliştirdikleri kitlesel
eylem biçimleri (ki bir yönüyle Gezi’nin o bölgeye etkisini de eklemek
gerekir), son dönemlerde kaybettikleri kitle seferberliğini yeniden
sağlamaya dönük önemli bir etki yarattı. Ancak bu etki de Abdullah
Öcalan’ın “AKP’ye şans tanımak lazım” ve ardından KCK’nin yaptığı “yol
kesme ve asayiş eylemleri sona ermelidir” açıklamalarıyla tekrar
gerilemekle karşı karşıya.
Anlaşıldığı kadarıyla Ortadoğu’daki, özellikle Irak’taki gelişmeler
Kürt siyasi hareketine, AKP’nin kendileri karşısında mutlaka geri adım
atmak zorunda kalacağını “düşündürtüyor”. Bu durumu “zorunlu” hale
getiren bir başka unsur da Tayyip Erdoğan’dan başka bir muhatabın yakın
zamanda oluşamayacağına ilişkin kesin kanaat. Kürt siyasi hareketi bu
öncüllerden/eksenden hareket ettiği sürece de Batı’da ve Batı’ya
geliştirdiği politikalarda inandırıcılıktan tamamen uzaklaşıyor.
Bu durumun son örneği büyük bir ihtimalle cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde yaşanacak. Kürt hareketi ilk turda kendinden doğru bir aday
çıkartacak olmasına rağmen ikinci turda Kürt seçmenlerin Tayyip
Erdoğan’a oy vermemesini geliştirecek bir taktik
sergileyemeyecek/sergilemeyecek. Bu durum da referandumda olduğu gibi
(hatırlanacağı gibi “Hayır “tavrı örgütlemek yerine boykot tavrı
açıklamışlardı) AKP’ye bir şekilde destek haline gelecek. Bu durumu
seçeneksizlik, seçim sistemi ya da zorunluluk olarak açıklamak ikna
edici olmayacaktır. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın saflaştırma siyasetine
aynen cevap oluşturabilecek argümanları Kürt hareketinin elinde mevcut.
Örneğin, “Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı biz de kendi
cumhurbaşkanımızı seçiyoruz” tavrı geliştirerek Abdullah Öcalan ismini
ya da başka bir ismi, Mazlum Doğan veya Medeni Yıldırım ismini oy
pusulası haline getirebilir, böylece Kürtler içindeki İslamcı eğilimleri
tercihe zorlamaya ve dolayısıyla da Tayyip Erdoğan’ı sıkıştırmaya
çalışabilirler.
Aynı seçenek kuşkusuz CHP için de mevcut (idi). Yani Tayyip
Erdoğan’ın saflaştırma siyasetine rest çekip, aynı yöntemi karşıt
siyaset olarak kullanabilirlerdi. Herkesin farklı bir cumhurbaşkanının
(fiili) olacağı bir siyaset krizini bırakın (bakalım) AKP çözebilir mi?
Oysa AKP’den daha çok sistemi/düzeni korumaya kodlanmış bir CeHaPe
kafası, düzeni korumak adına toplumu daha da dincileştirecek adımlar
atmaya devam edebiliyor. Kılıçdaroğlu’nun (ya da başka bir ifade ile ona
dikte ettirenlerin) bulduğu zihni sinir bir proje daha; AKP’linin
alternatifi bir başka AKP’lidir. O zaman CHP’ye ne gerek var, git AKP’ye
üye ol, ana muhalefeti AKP’nin içinde yap. CHP liderinin ya da bu
projede imzası olan ne kadar CHP’li varsa hepsinin ne kadar dar ufuklu
ve sığ bir siyaset kafasına sahip olduklarının kanıtıdır Ekmeleddin
tercihi. Açtıkları yol, artık bu ülkede cumhurbaşkanlarını İslamcıların
arasından seçme/belirleme yoludur. Kılıçdaroğlu kendi eliyle Tayyip’i
cumhurbaşkanı yapmakla kalmayacak, dinciliğin ve hatta Sünni dinciliğin
bu ülkede bir ileri meşruluk aşamasına geçmesine çok büyük bir katkı
sunacaktır. Artık bu sürecin siyasi hedefi sadece Tayyip Erdoğan
değildir, aynı zamanda CHP’nin bu aymaz siyasi tercihleridir de.
Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta CHP’ye saldırması fesatlığından değil,
işine geldiğinden. Çünkü her kriz ortamında CHP, onun elini
rahatlatacak bir fırsat. Görünürde CHP üzerinden yarattığı oysa arka
planında demokrasi ve sol düşmanlığı olan saflaştırma siyaseti toplumsal
düzlemde başarılı oldu. Oysa AKP’nin kurduğu düzen her yerinden
çatırdıyor. Soma kölelik düzeninin nasıl işlediğinin en açık kanıtı;
taşeron sisteminin çöküşünü engellemek için kendileri bile acil önlem
almak zorunda kalıyor; devletin zor aygıtlarının artık 14-15 yaşındaki
çocukları katletmesiyle iktidarlarını ancak ayakta tutabilir haldeler;
bölgesel bir güç olma hayali her türlü tezgahın basit oyuncağına
dönüşmeyle sonuçlandı, dünya liderlerinden biri olma hedefi eli kanlı
diktatörler kategorisinde önemli bir derece elde etme aşamasında vs.
Ve tüm bunlara rağmen Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olma hedefini
gerçekleştirmek için planlarını adım adım ilerletiyor. Şimdilik ilk
aşama yurt dışındaki seçmenleri çantaya doldurmak, Almanya’ya yaptığı
seçim gezisinden sonra şimdi sırada Fransa seçim gezisi var.[3]
Adaylığını ay sonunda açıkladıktan sonra da yurtiçi turlarına
başlayacak, ramazan ayının her türlü bereketini kullanarak elbette.
T.C. Anayasası’nda cumhurbaşkanı (adayı bile) olamayacakların
özellikleri yazılmış: Nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, yüz kızartıcı
suçlar, kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alın satımlara fesat
karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçları. Resmi olarak bu
suçlarda hüküm giymemiş olması çok önemli.[4] Peki Halkın Anayasası’nda
resmi mahkemelerin verdiği ya da vermediği bir hükmün geçerliliği var
mıdır?
[1]Böyle bir durum Türkiye’nin siyasi yönetim yapısını da doğrudan
etkileyecektir. Gerek ABD’nin gerekse de Ortadoğu ile arasında tampon
olduğunu varsaydığı Avrupa’nın nasıl bir Türkiye yönetimi isteği daha
doğrudan bir operasyonel konu haline gelecektir. Kuşkusuz bu girişim
sadece emperyalist merkezlerden doğru değil, aynı zamanda Irak’ta işini
bitirip gelen Sünni Türk militanlar tarafından da yapılacak, ülke
toprakları mezhep savaşından, provokasyonlarla ülkeyi idare etme
biçimlerine kadar geniş bir aralıktaki icraatlara açık hale gelecektir.
[2]En son icraatları, kısa bir süre önce terör örgütü ilan ettikleri
El Nusra’yı şimdi bu listeden çıkardılar. Neden acaba? El Nusra’nın
hangi şantajına boyun eğdiler? Dışişleri Resmi Gazete’de kararın
yayımlanmasının hemen arından, Nusra’yı terör listesinden değil El Kaide
ile bağlı gruplar listesinden çıkardığını açıkladı. Ancak El Kaide’ye
biat ettiğini açıklayan bir örgüt için neden böylesi bir ayrıcalık
tanındığına ilişkin sorular yine yanıt bekliyor.
[3]Bu noktada ufak bir ayrıntı; yurtdışında yaşayanların
kullanacakları oylar uçakla getirilip yurtiçinde sayılacakmış! Toplam
3,5 milyon oy.
[4]Bu arada bir şart da bir yıldan fazla bir hapis cezası almamak var. Tayyip Erdoğan’ın daha önce aldığı hapis cezası 10 ay.