Julian
Assange ve çalışma arkadaşları hakiki bir siyasal olay
gerçekleştirdiler. Bunu söylerken neyi kastediyoruz, bu eylem hayatımıza
nasıl etki etti?
2013′ün Aralık ayında Julian Assange’ı Londra’da Harrods
AVM’ye bitişik Ekvador Büyükelçilik binasında ziyaret ettim.
Büyükelçilik personelinin sıcak yaklaşımına rağmen oldukça bunaltıcı bir
deneyimdi. Büyükelçilik, Assange’ın temiz havada yürüyüş bile yapmasına
yer olmayan, bahçesi bulunmayan, altı odadan ibaret bir bina. Assange
binanın ana giriş koridoruna adımını bile atamıyor, çünkü polisler onu
hemen orada bekliyorlar. Binanın çevresinde, bitişik binalarda ve arkaya
bakan tuvaletin küçük penceresinden çıkmaya çalışması halinde de
yakalamak üzere bu deliğin açıldığı daracık avluda bir düzine cıvarında
polis devamlı olarak nöbet tutuyor. Bulunduğu kat üstten, alttan devamlı
dinleniyor, internet bağlantısı da kuşku verecek şekilde yavaş…
Britanya Devleti, cinsel yönden basit bir kabahat şikayetiyle hakkında
açılmış soruşturmada (aleyhine dava açılmış bile değilken!) İsveç’e
gidip ifade vermeyi reddediği gerekçesiyle Assange’ı tutmak için nasıl
oluyor da 50 cıvarında memurunu gece gündüz burada görevlendiriyor? Hani
insanın Thatcher’cı olup sorası geliyor: bu mu sizin kamu
harcamalarından tasarruf etme politikanız? Benim gibi sıradan biri İsveç
polisine benzer bir şikayette bulunsaydı Birleşik Krallık benim derdim
için de 50 adam görevlendirir miydi? Soracağımız asıl ciddi soru ise
şudur: komediye dönüşen böylesi aşırı intikam arzusu neden
kaynaklanıyor? Assange ve çalışma arkadaşları bu kadarını haketmek için
ne yaptılar?
Jacques Lacan psikanaliz etiğine şu önkabulle [belit,
axiom] başlamayı önerir: “Arzundan ödün verme !” Bu önkabul, bilgi
sızdırıcıların da eylemlerini tam olarak açıklıyor. Eylemlerinin
taşıdığı riske rağmen ödün vermeyi düşünmediler – nedir asla ödün
vermedikleri bu arzu? Bu soru, “olay” nosyonunu anlamamıza yardım
edecek: Assange ve arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler
– yönetenlerin ölçüsüz tepkisinin de nedeni budur. Hain olmakla
suçlandılar ama onlar yönetenlerin gözünde aslında hain olmaktan daha
vahim ve tehlikeli tipler – Alenka Zupancic’den alıntı yaparsak:
“Snowden elindeki bilgileri eğer gizlice başka bir
ülkenin gizli servisine satsaydı, bu hareket alışılageldik
yurtsever/hain ikilemi içinde anlaşılır, icabında “hain” diye damgalanır
ve yokedilirdi. Oysa Snowden olayında durum tamamen farklı. Snowden,
“Batı” siyasetine (ya da siyaset yoksunluğuna) uzun süredir temel
oluşturan varsayımları, mantığı, geçerli değerleri sorgulatan şekilde
hareket etti. Bir kişinin kendi için hiç bir çıkar gütmeden sahip olduğu
her şeyi riske atması ve bunu sadece bazı şeyleri yanlış bulduğu için
yapması… Snowden farklı bir seçenek önermedi. Snowden’in – ve ondan önce
Bradley Manning’in – yaptığı şey farklı seçeneğin zaten ta kendisiydi.”
Wikileaks’in yerleşik yargıları alt üst eden bu çıkışı
Assange’ın şu alaylı ifadesinde anlam buluyor: “biz casusluğu halk için
yapıyoruz”. Assange “Halk için casusluk” yaptığını söyleyerek kendi
casusluğunu (düşmana sır satan çift taraflı casus olduğunu) doğrudan
inkar etmiş olmuyor, ayrıca casusluk kavramını, casusluğun temel
evrensel ilkesi olan gizliliği de yadsımış oluyor. Çünkü amacı zaten
gizli olan ne varsa halka ifşa etmek. Marx’ın “proleterya diktatörlüğü”
dediği şeyin nasıl ki kendi diktatörük ilkesini yine kendisinin
yadsıması şeklinde işleyeceği öngörüldüyse (öngörüldüğü gibi işlediği
anlar çok enderdi),Wikileaks de aynı o şeklinde işlemiştir. Komünizmi
hala bostan korkuluğu gibi gösterenlere karşı komünizmin asıl pratiği
olarak Wikileaks’i göstermeliyiz. Wikileaks’in yaptığı, en yalın
anlatımla bilgi komününü hayata geçirmektir.
Düşünce tarihinde modern burjuva uygarlığının Fransız
Ansiklopedisi ile başladığı kabul edilir. Ansiklopedi, insanlığın bütün
bilgi birikimini ilk kez düzenli bir şekilde –devletin değil– kamunun
hizmetine sunmayı amaçlamış olan dev bir projedir. Her ne kadar
çağımızda ansiklopedinin Wikipedia olduğunu düşünsek de, kamunun görmek
istemediği ve kamudan gizlenen bilgiye yer vermemesi Wikipedia’nın
eksiğidir. Çünkü düzen mekanizmaları ve temsilcilerinin kamuyu denetleme
ve yönlendirmelerine ilişkin belli bir bilgi türünü kamudan gizler.
Wikileaks’in amacı, bu gizlenen bilgi türünü herkes için tek tıkla
ulaşılır yapmaktır. Assange, çağımızın d’Alembert’idir. 21.yy halkları
için geçerli ansiklopedi tipini oluşturmuştur. Bu yeni ansiklopedinin
bağımsız ve uluslararası tabanlı olması da şarttır, çünkü uluslararası
ve bağımsız kalabildiği ölçüde büyük devletlerin birbirlerini yıpratma
manevralarına da (Snowden’ın Rusya’dan sığınma istemek zorunda kalması
ve Rusya’nın bunu kabul etmesi gibi) sınır çekebilecektir. Edward
Snowden ve Pussy Riot’u ele alalım: öncelikle her ikisinin de bu
mücadelede aynı safın yoldaşları olduklarını görmeliyiz – peki bu
mücadele ne içindir?
Sınıf çatışmasının yeni biçimi olarak bilgi komünleri
yakın zamanda iki yanıyla kritik önem kazanmıştır: dar anlamda ekonomik
ve geniş anlamda toplumsal ve siyasal. Medyanın dijitalleşmesinin
getirdiği yeni özgürlükler öncelikle “fikri mülkiyet hakları”
çıkmazıyla karşı karşıyadır. World Wide Web veriyi serbestçe akıtan bir
altyapı olduğu için görünüşte Komünisttir – CD ve DVD’ler ortadan
kalkmış, milyonlarca insan müzik ve videoları internetten bedava
indirmektedir. Buna karşılık iş dünyası özel mülkiyeti bu kez “fikri mülkiyet hakları”
adıyla bu serbest veri akışına uygulama çabasındadır. Dijital medya
(web’e her yerden erişmeye olanak veren teknolojiler ve telefonlar)
milyonlarca sıradan insana ortaklaşa etkinlikler yürütebilecekleri ağlar
kurma olanağını sağlarken, devlet kurumları ve özel şirketler de özel
yaşamı ve kamusal alanı akla hayale gelmeyen yöntemlerle izlemektedir.
Wikileaks işte bu mücadelenin ortasına bomba gibi düşmüştür.
T S Eliot “Kültür Tanımı Üstüne Notlar” adlı
çalışmasında, her dinin bir aşamada kaçınılmaz olarak sapkınlık (dinden
sapma) ya da zındıklık (tam inançsızlık) arasında bir seçim açmazına
girdiğine dikkat çeker. Bu açmaza girildiğinde ana akımdan koparak
mezhepsel bir kırılmayı gerçekleştirmek, o dini yaşatabilmek için tek
çıkar yol olur. Wikileaks’in yaptığı da böyle bir şeydir: demokrasimizi
yaşatmanın tek yolu demokrasiyi kendi kurumsal gövdesinden, devlet aygıt
ve mekanizmalarından kopartarak ayırmaktır. Wikileaks bunu umulmadık
bir şekilde, kamusal alanda neyin yapılabilir, neyin kabul edilebilir
olduğuna dair yeni ölçütleri kendisi belirleyerek yapmıştır. Hakiki bir
siyasal olay, yalnızca halihazırdaki geçerli kuralları darmadağın
etmekle kalmayan, ayrıca kendisine ait yeni kuralları ve ahlaki
değerleri de kabul ettirmeyi başaran bir olaydır. Wikileaks gibi
fenomenleri doğru anlamdırmak için “olay” nosyonu üzerine bir kitap
yazdım. Devletin yurttaşları gözetlemesi, denetlemesi yakın zamana kadar
olağan kabul edilirken şimdi ciddi bir sorun olarak görülmekte; devlet
sırlarını ifşa etmek yakın zamana kadar ihanet ve suç olarak görülürken
şimdi ahlaki ve kahramanca bir hareket olarak algılanabilmektedir.
Bu kısa açıklamadan, siyasal bir eylemin algılanma
biçiminin onun nasıl bir anlatı içinde konumlandığına göre
belirlendiğini görebiliriz. Tarihsel deneyimler birer anlatı içinde
biçimlenir. Her gerçek olay, anlamlı bir öyküyü kurmaya ya da
tamamlamaya yarayacak şekle sokularak açıklanır. Beklenmedik, sarsıcı –
bir anda savaş çıkması, derin bir ekonomik kriz gibi – tutarlı anlatı
içine yerleştirilemeyen bir olayla karşı karşıya kalındığında ise sorun
çıkar. Hayatın olağan akışını bozan bir olay patlak verdiğinde, bu
travmatik felaketin nasıl simgeleştirileceği, hangi ideolojik yorum ve
öykünün baskın çıkarak olayı kitlelere açıklayacağı üzerine ideolojik
alanda bir rekabet başlar. 1920′lerde Weimar Cumhuriyeti’nin içinde
bulunduğu krizi, nedenleri ve çıkış yoluyla birlikte Almanlara açıklama
rekabetini Hitler kazanmıştı (senaryo Yahudiler üzerine yazılmıştı);
Fransa’nın yenilgisini 1940′da Fransızlara Mareşal Petain açıklamayı
başarmıştı. Şimdi de halen devam eden mali – ekonomik krizi açıklamak
üzerine benzer bir rekabet sürüyor: hangi anlatı bunu açıklamayı
başaracak? Suçu güçlü devlet yapısında arayan ve geleneksel yaşam
biçimlerinin değişmesinden yakınan gerici neoliberal açıklama mı
kazanacak, yoksa en temelden toplumsal kurtuluşu hedefleyen kökten Solcu
bir açıklama mı kazanacak? İşte, hakiki toplumsal olay, belli bir
tarihsel durumun anlamdırılmasını sağlayacak anlatının kitlelerin kabul
edeceği şekilde kurulmasıdır.
Bu formüle uyan örneklerin faşizm versiyonuna bakarak,
hakiki toplumsal olayların bir de olumsuz versiyonu bulunduğunu
söyleyebiliriz. Her türlü ırkçı, cinsiyetçi söylem ve eylemin hiçbir
şekilde kabul edilmez ve gülünç bulunduğu, ayrım gözetmeksizin bütün
halkına temel sağlık hizmeti, eğitim sunmanın toplumsallığın gereği
olarak benimsendiği, özgürlük, eşitlik, demokratik haklar gibi çağdaş
ilkelere tam bağlı ahlaki değerlerin geçerli olduğu bir toplum düşünün –
ırkçılığa karşı konuşmaya gerek bile yok, çünkü ırkçılığını açıkça dışa
vuran biri olursa tereddütsüzce herkes tarafından yoldan çıkmış tuhaf
biri olarak görülüyor… Sonra bir zaman geliyor, bu kazanımlardan adım
adım bir geri gidiş başlıyor. Birileri açık açık ırkçı propaganda
yapmaya, işkenceyi savunmaya başlıyor… Hitler’in de yaptığı buna
benzemiyor muydu? Almanlar’a – sonradan, Yahudileri öldürün, demokrasiyi
boşverin, ırkçı olun, diğer uluslara saldırın anlamına gelecek şekilde –
“Evet, yapabiliriz!” demiyor muydu? Bugün de buna benzer bir sürece
girdiğimizin işaretlerine tanık olmuyor muyuz? 2013 ortalarında derin
bir ekonomik krizle birlikte işsizlik ve umutsuzluk içindeki
Hırvatistan’da halkı sokağa çağıran iki hareket düzenlenmişti: önce
sendikalar, işçilerin desteğini almayı amaçlayan bir hareket
başlattılar. Hemen ardından sağcı milliyetçiler Sırp azınlığın yaşadığı
kentlerdeki hükümet binalarında kiril harflerinin kaldırılması için bir
gösteri düzenledi. Sendikaların başlattığı hareket Zagreb’deki bir
meydanda birkaç yüz kişinin katılımıyla sınırlı kaldı; ama diğeri –
eşcinsel evliliğin yasallaşmasına karşı düzenlenen gerici gösteriler
gibi – yine yüzbinleri ayağa kaldırdı. Hırvatistan bu konuda kesinlikle
bir istisna değil: Balkanlar’dan İskandinavya’ya, ABD’den İsrail’e, Orta
Afrika’dan Hindistan’a, aydınlanma değerlerinin gerilediği, etnik,
dinsel ihtirasların yükseldiği yeni bir karanlık çağ üzerimize çöküyor.
Bu ihtiraslar arka planda her zaman vardı ama yeni olan şey, bunların
günümüzde düpedüz ve utanmaksızın dışavurulabilir hale gelmesidir.
Uygarlığımızın en temel kazanımlarının erozyonu farklı
seviyelerde sürmektedir. Basınçlı suyla boğarak sorgulama
(waterboarding) tekniğinin işkence olup olmadığı gibi tartışmalar apaçık
anlamsızdır: suyla boğma, acı ve ölüm korkusu yaratmadan terör
şüphelisini konuşturabilir mi? “İşkence” sözcüğü yerine “ileri sorgulama
yöntemleri” ifadesini kullanmakla, bu sorgulama yöntemini siyasal
olarak kabul edilebilir bir mantığa oturtmaya çalışıyoruz: “özürlü” için
“engelli”, “işkence” için “ileri sorgulama yöntemi” dediğimiz gibi, bir
gün bir bakmışsınız “tecavüz” de “ileri baştan çıkarma yöntemi” olmuş
["Çingene" yerine "roman"; "negro" yerine "black", sonra
"afro-american", sonra "african-american"; "bayan" yerine "kadın"
dayatmaları gibi, kimlik siyasetinin sözde ayrımcı olmamak kaygısıyla
sözcüklerle böylesine tatminsizce didişmesi Profesör'e göre ayrımcılığı -
moda terimiyle "ötekileştirmeyi" - ortadan kadırmak bir yana, gündelik
hayatta yürüyüp giden ayrımcı pratikleri daha bir gönül rahatlığıyla
aynen sürdürmeye yarar. Profesör'ün reçetesi tam tersi, yani Fichte -
Althusser çizgisidir: terimi koruyarak pratiği değiştirelim, o zaman
terimin çağrışımları da değişir (Fichte), aksi halde ne derseniz deyin
ideolojiyi gündelik pratiklerde yeniden üretirsiniz (Althusser) - Engin
Kurtay]… İşkence ve tecavüz arasındaki paralellik üzerinde duralım: ucuz
vicdani tepkileri bir yana atma ve tecavüz olgusunu tüm karmaşık
yönleriyle irdeleme iddiasındaki bir filmde (aynı yukarıda “işkence”
yerine daha tarafsız ifadeler bulmak çabasında olduğu gibi nötr bir
şekilde) vahşi bir tecavüz eyleminin gösterildiğini düşünün. Böyle
görüntülerin midemizi kaldırması ortada feci bir yanlış olduğuna
işarettir: Ben, tecavüze karşı gerekçeler üretilen bir toplumda yaşamak
istemiyorum, tecavüzün zaten bariz olarak kabul edilmez olduğu,
tecavüzde mantık arayanların da aklından zoru olan gerizekalılar olarak
görüldüğü bir toplumda yaşamak istiyorum – aynısı işkence için de
geçerli: işkencenin de hiç bir gerekçeye dayanmadan, “dogmatik” olarak,
sadece iğrenç bulunduğu için kabul edilmez olduğu bir toplum istiyorum.
“Gerçekçi” argüman şöyle söyleyecektir: işkence hep vardı, yakın
zamanda asıl artan şey işkencenin kamuoyunda daha çok tartışılır hale
gelmesidir, bu da iyi bir şey değil midir? İşte asıl sorun tam da bu argümanın kendisidir: madem ki işkence hep vardı, öyleyse yönetenler bunu neden her zaman değil de şimdi açıktan konuşur oldular? Bunun tek yanıtı var: normalleştirmek için, ahlaki standartlarımızı geriletmek için.
Küresel kapitalizmin gelişmesiyle ahlaki gerileme
arasındaki bağıntıyı da aynı madalyonun iki yüzü gibi anlamak gerekir.
Bugün durduğumuz yer nasıl bir yerdir? Belki ayakta bile durmuyoruz,
belli bir şekilde öne eğilmiş duruyoruz. Seoul’da çocuk müzesinin
yakınındaki tuhaf heykeli görenler eğer ne olduğu hakkında önceden bilgi
sahibi değillerse çok müstehcen bir sahneyle karşı karşıya kalırlar.
Bir grup çocuğun birbiri ardına öne eğilerek her birinin başını
önündekinin kıçına dayadığı, en öndekinin de başını, ayakta duvara
dayanan bir çocuğun bacak arasına dayadığını gösteren bir heykel. Bunun
ne olduğunu sorduğunuzda, Koreli çocukların lise çağına kadar
oynadıkları uzuneşek (malttukbakgi) diye eğlenceli bir
oyun olduğunu söylüyorlar. İki gruptan biri heykelin gösterdiği gibi
peşi sıra eğilerek uzun bir eşek pozisyonu alıyor, öbür grubun
oyuncuları da arkadan birer birer koşup bütün güçleriyle sıçrayarak eşek
pozisyonu alanların üzerine oturuyorlar. Yere düşen oyuncu olursa onun
grubu yenilmiş oluyor.
Bu heykel bizim gibi sıradan insanların küresel
kapitalizm karşısındaki pozisyonunu mükemmel betimlemiyor mu? Görüş
alanımız eğilerek başımızı daldırdığımız önümüzdekinin kıçıyla sınırlı,
en önde ayakta, ön takımlarını yalatır gibi duranı da Efendi diye
bellemişiz – oysa asıl Efendi bizim göremediklerimiz, yani arkadan koşup
üzerimize atlayan, kendine özgü kurallarıyla işleyen Kapitalizm.
Bu pislik durumdan çıkmanın yolu nedir? Konuştuğunuz
kişinin bir an adını unuttuğunuzda yaşadığınız sıkıntıyı atlatmak için
kullanılan harika bir İskoç halk deyişi vardır: “Afedersiniz, bir an
aklım gitti” (I tartled). Son bir kaç on yıldır hepimizin aklı bir
yerlere gitmiş, toplumsal kurtuluşun nihai ufkunu tanımlamak için
kullanılan “Komünizm” kavramını unutmuş değil miyiz? Bu sözcüğü anımsama
zamanı artık geri gelmiştir – bu sözcüğü yeniden kamuya hatırlatacak
her hareket hakiki toplumsal olay olarak tanımlanacaktır.
12 Şubat 2014, 15.51′de yayımlanmıştır
[NewStatesman'daki İngilizcesinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]