Saturday, March 1, 2014

Hakiki bir siyasal olayı nasıl tanımlarız? – Slavoj Zizek


Julian Assange ve çalışma arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler. Bunu söylerken neyi kastediyoruz, bu eylem hayatımıza nasıl etki etti?
2013′ün Aralık ayında Julian Assange’ı Londra’da Harrods AVM’ye bitişik Ekvador Büyükelçilik binasında ziyaret ettim. Büyükelçilik personelinin sıcak yaklaşımına rağmen oldukça bunaltıcı bir deneyimdi. Büyükelçilik, Assange’ın temiz havada yürüyüş bile yapmasına yer olmayan, bahçesi bulunmayan, altı odadan ibaret bir bina. Assange binanın ana giriş koridoruna adımını bile atamıyor, çünkü polisler onu hemen orada bekliyorlar. Binanın çevresinde, bitişik binalarda ve arkaya bakan tuvaletin küçük penceresinden çıkmaya çalışması halinde de yakalamak üzere bu deliğin açıldığı daracık avluda bir düzine cıvarında polis devamlı olarak nöbet tutuyor. Bulunduğu kat üstten, alttan devamlı dinleniyor, internet bağlantısı da kuşku verecek şekilde yavaş… Britanya Devleti, cinsel yönden basit bir kabahat şikayetiyle hakkında açılmış soruşturmada (aleyhine dava açılmış bile değilken!) İsveç’e gidip ifade vermeyi reddediği gerekçesiyle Assange’ı tutmak için nasıl oluyor da 50 cıvarında memurunu gece gündüz burada görevlendiriyor? Hani insanın Thatcher’cı olup sorası geliyor: bu mu sizin kamu harcamalarından tasarruf etme politikanız? Benim gibi sıradan biri İsveç polisine benzer bir şikayette bulunsaydı Birleşik Krallık benim derdim için de 50 adam görevlendirir miydi? Soracağımız asıl ciddi soru ise şudur: komediye dönüşen böylesi aşırı intikam arzusu neden kaynaklanıyor? Assange ve çalışma arkadaşları bu kadarını haketmek için ne yaptılar?
Jacques Lacan psikanaliz etiğine şu önkabulle [belit, axiom] başlamayı önerir: “Arzundan ödün verme !” Bu önkabul, bilgi sızdırıcıların da eylemlerini tam olarak açıklıyor. Eylemlerinin taşıdığı riske rağmen ödün vermeyi düşünmediler – nedir asla ödün vermedikleri bu arzu? Bu soru, “olay” nosyonunu anlamamıza yardım edecek: Assange ve arkadaşları hakiki bir siyasal olay gerçekleştirdiler – yönetenlerin ölçüsüz tepkisinin de nedeni budur. Hain olmakla suçlandılar ama onlar yönetenlerin gözünde aslında hain olmaktan daha vahim ve tehlikeli tipler – Alenka Zupancic’den alıntı yaparsak:
“Snowden elindeki bilgileri eğer gizlice başka bir ülkenin gizli servisine satsaydı, bu hareket alışılageldik yurtsever/hain ikilemi içinde anlaşılır, icabında “hain” diye damgalanır ve yokedilirdi. Oysa Snowden olayında durum tamamen farklı. Snowden, “Batı” siyasetine (ya da siyaset yoksunluğuna) uzun süredir temel oluşturan varsayımları, mantığı, geçerli değerleri sorgulatan şekilde hareket etti. Bir kişinin kendi için hiç bir çıkar gütmeden sahip olduğu her şeyi riske atması ve bunu sadece bazı şeyleri yanlış bulduğu için yapması… Snowden farklı bir seçenek önermedi. Snowden’in – ve ondan önce Bradley Manning’in – yaptığı şey farklı seçeneğin zaten ta kendisiydi.”
Wikileaks’in yerleşik yargıları alt üst eden bu çıkışı Assange’ın şu alaylı ifadesinde anlam buluyor: “biz casusluğu halk için yapıyoruz”. Assange “Halk için casusluk” yaptığını söyleyerek kendi casusluğunu (düşmana sır satan çift taraflı casus olduğunu) doğrudan inkar etmiş olmuyor, ayrıca casusluk kavramını, casusluğun temel evrensel ilkesi olan gizliliği de yadsımış oluyor. Çünkü amacı zaten gizli olan ne varsa halka ifşa etmek. Marx’ın “proleterya diktatörlüğü” dediği şeyin nasıl ki kendi diktatörük ilkesini yine kendisinin yadsıması şeklinde işleyeceği öngörüldüyse (öngörüldüğü gibi işlediği anlar çok enderdi),Wikileaks de aynı o şeklinde işlemiştir. Komünizmi hala bostan korkuluğu gibi gösterenlere karşı komünizmin asıl pratiği olarak Wikileaks’i göstermeliyiz. Wikileaks’in yaptığı, en yalın anlatımla bilgi komününü hayata geçirmektir.
Düşünce tarihinde modern burjuva uygarlığının Fransız Ansiklopedisi ile başladığı kabul edilir. Ansiklopedi, insanlığın bütün bilgi birikimini ilk kez düzenli bir şekilde –devletin değil– kamunun hizmetine sunmayı amaçlamış olan dev bir projedir. Her ne kadar çağımızda ansiklopedinin Wikipedia olduğunu düşünsek de, kamunun görmek istemediği ve kamudan gizlenen bilgiye yer vermemesi Wikipedia’nın eksiğidir. Çünkü düzen mekanizmaları ve temsilcilerinin kamuyu denetleme ve yönlendirmelerine ilişkin belli bir bilgi türünü kamudan gizler. Wikileaks’in amacı, bu gizlenen bilgi türünü herkes için tek tıkla ulaşılır yapmaktır. Assange, çağımızın d’Alembert’idir. 21.yy halkları için geçerli ansiklopedi tipini oluşturmuştur. Bu yeni ansiklopedinin bağımsız ve uluslararası tabanlı olması da şarttır, çünkü uluslararası ve bağımsız kalabildiği ölçüde büyük devletlerin birbirlerini yıpratma manevralarına da (Snowden’ın Rusya’dan sığınma istemek zorunda kalması ve Rusya’nın bunu kabul etmesi gibi) sınır çekebilecektir. Edward Snowden ve Pussy Riot’u ele alalım: öncelikle her ikisinin de bu mücadelede aynı safın yoldaşları olduklarını görmeliyiz – peki bu mücadele ne içindir?
Sınıf çatışmasının yeni biçimi olarak bilgi komünleri yakın zamanda iki yanıyla kritik önem kazanmıştır: dar anlamda ekonomik ve geniş anlamda toplumsal ve siyasal. Medyanın dijitalleşmesinin getirdiği yeni özgürlükler öncelikle “fikri mülkiyet hakları” çıkmazıyla karşı karşıyadır. World Wide Web veriyi serbestçe akıtan bir altyapı olduğu için görünüşte Komünisttir – CD ve DVD’ler ortadan kalkmış, milyonlarca insan müzik ve videoları internetten bedava indirmektedir. Buna karşılık iş dünyası özel mülkiyeti bu kez “fikri mülkiyet hakları” adıyla bu serbest veri akışına uygulama çabasındadır. Dijital medya (web’e her yerden erişmeye olanak veren teknolojiler ve telefonlar) milyonlarca sıradan insana ortaklaşa etkinlikler yürütebilecekleri ağlar kurma olanağını sağlarken, devlet kurumları ve özel şirketler de özel yaşamı ve kamusal alanı akla hayale gelmeyen yöntemlerle izlemektedir. Wikileaks işte bu mücadelenin ortasına bomba gibi düşmüştür.
T S Eliot “Kültür Tanımı Üstüne Notlar” adlı çalışmasında, her dinin bir aşamada kaçınılmaz olarak sapkınlık (dinden sapma) ya da zındıklık (tam inançsızlık) arasında bir seçim açmazına girdiğine dikkat çeker. Bu açmaza girildiğinde ana akımdan koparak mezhepsel bir kırılmayı gerçekleştirmek, o dini yaşatabilmek için tek çıkar yol olur. Wikileaks’in yaptığı da böyle bir şeydir: demokrasimizi yaşatmanın tek yolu demokrasiyi kendi kurumsal gövdesinden, devlet aygıt ve mekanizmalarından kopartarak ayırmaktır. Wikileaks bunu umulmadık bir şekilde, kamusal alanda neyin yapılabilir, neyin kabul edilebilir olduğuna dair yeni ölçütleri kendisi belirleyerek yapmıştır. Hakiki bir siyasal olay, yalnızca halihazırdaki geçerli kuralları darmadağın etmekle kalmayan, ayrıca kendisine ait yeni kuralları ve ahlaki değerleri de kabul ettirmeyi başaran bir olaydır. Wikileaks gibi fenomenleri doğru anlamdırmak için “olay” nosyonu üzerine bir kitap yazdım. Devletin yurttaşları gözetlemesi, denetlemesi yakın zamana kadar olağan kabul edilirken şimdi ciddi bir sorun olarak görülmekte; devlet sırlarını ifşa etmek yakın zamana kadar ihanet ve suç olarak görülürken şimdi ahlaki ve kahramanca bir hareket olarak algılanabilmektedir.
Bu kısa açıklamadan, siyasal bir eylemin algılanma biçiminin onun nasıl bir anlatı içinde konumlandığına göre belirlendiğini görebiliriz. Tarihsel deneyimler birer anlatı içinde biçimlenir. Her gerçek olay, anlamlı bir öyküyü kurmaya ya da tamamlamaya yarayacak şekle sokularak açıklanır. Beklenmedik, sarsıcı – bir anda savaş çıkması, derin bir ekonomik kriz gibi – tutarlı anlatı içine yerleştirilemeyen bir olayla karşı karşıya kalındığında ise sorun çıkar. Hayatın olağan akışını bozan bir olay patlak verdiğinde, bu travmatik felaketin nasıl simgeleştirileceği, hangi ideolojik yorum ve öykünün baskın çıkarak olayı kitlelere açıklayacağı üzerine ideolojik alanda bir rekabet başlar. 1920′lerde Weimar Cumhuriyeti’nin içinde bulunduğu krizi, nedenleri ve çıkış yoluyla birlikte Almanlara açıklama rekabetini Hitler kazanmıştı (senaryo Yahudiler üzerine yazılmıştı); Fransa’nın yenilgisini 1940′da Fransızlara Mareşal Petain açıklamayı başarmıştı. Şimdi de halen devam eden mali – ekonomik krizi açıklamak üzerine benzer bir rekabet sürüyor: hangi anlatı bunu açıklamayı başaracak? Suçu güçlü devlet yapısında arayan ve geleneksel yaşam biçimlerinin değişmesinden yakınan gerici neoliberal açıklama mı kazanacak, yoksa en temelden toplumsal kurtuluşu hedefleyen kökten Solcu bir açıklama mı kazanacak? İşte, hakiki toplumsal olay, belli bir tarihsel durumun anlamdırılmasını sağlayacak anlatının kitlelerin kabul edeceği şekilde kurulmasıdır.
Bu formüle uyan örneklerin faşizm versiyonuna bakarak, hakiki toplumsal olayların bir de olumsuz versiyonu bulunduğunu söyleyebiliriz. Her türlü ırkçı, cinsiyetçi söylem ve eylemin hiçbir şekilde kabul edilmez ve gülünç bulunduğu, ayrım gözetmeksizin bütün halkına temel sağlık hizmeti, eğitim sunmanın toplumsallığın gereği olarak benimsendiği, özgürlük, eşitlik, demokratik haklar gibi çağdaş ilkelere tam bağlı ahlaki değerlerin geçerli olduğu bir toplum düşünün – ırkçılığa karşı konuşmaya gerek bile yok, çünkü ırkçılığını açıkça dışa vuran biri olursa tereddütsüzce herkes tarafından yoldan çıkmış tuhaf biri olarak görülüyor… Sonra bir zaman geliyor, bu kazanımlardan adım adım bir geri gidiş başlıyor. Birileri açık açık ırkçı propaganda yapmaya, işkenceyi savunmaya başlıyor… Hitler’in de yaptığı buna benzemiyor muydu? Almanlar’a – sonradan, Yahudileri öldürün, demokrasiyi boşverin, ırkçı olun, diğer uluslara saldırın anlamına gelecek şekilde – “Evet, yapabiliriz!” demiyor muydu? Bugün de buna benzer bir sürece girdiğimizin işaretlerine tanık olmuyor muyuz? 2013 ortalarında derin bir ekonomik krizle birlikte işsizlik ve umutsuzluk içindeki Hırvatistan’da halkı sokağa çağıran iki hareket düzenlenmişti: önce sendikalar, işçilerin desteğini almayı amaçlayan bir hareket başlattılar. Hemen ardından sağcı milliyetçiler Sırp azınlığın yaşadığı kentlerdeki hükümet binalarında kiril harflerinin kaldırılması için bir gösteri düzenledi. Sendikaların başlattığı hareket Zagreb’deki bir meydanda birkaç yüz kişinin katılımıyla sınırlı kaldı; ama diğeri – eşcinsel evliliğin yasallaşmasına karşı düzenlenen gerici gösteriler gibi – yine yüzbinleri ayağa kaldırdı. Hırvatistan bu konuda kesinlikle bir istisna değil: Balkanlar’dan İskandinavya’ya, ABD’den İsrail’e, Orta Afrika’dan Hindistan’a, aydınlanma değerlerinin gerilediği, etnik, dinsel ihtirasların yükseldiği yeni bir karanlık çağ üzerimize çöküyor. Bu ihtiraslar arka planda her zaman vardı ama yeni olan şey, bunların günümüzde düpedüz ve utanmaksızın dışavurulabilir hale gelmesidir.
Uygarlığımızın en temel kazanımlarının erozyonu farklı seviyelerde sürmektedir. Basınçlı suyla boğarak sorgulama (waterboarding) tekniğinin işkence olup olmadığı gibi tartışmalar apaçık anlamsızdır: suyla boğma, acı ve ölüm korkusu yaratmadan terör şüphelisini konuşturabilir mi? “İşkence” sözcüğü yerine “ileri sorgulama yöntemleri” ifadesini kullanmakla, bu sorgulama yöntemini siyasal olarak kabul edilebilir bir mantığa oturtmaya çalışıyoruz: “özürlü” için “engelli”, “işkence” için “ileri sorgulama yöntemi” dediğimiz gibi, bir gün bir bakmışsınız “tecavüz” de “ileri baştan çıkarma yöntemi” olmuş ["Çingene" yerine "roman"; "negro" yerine "black", sonra "afro-american", sonra "african-american"; "bayan" yerine "kadın" dayatmaları gibi, kimlik siyasetinin sözde ayrımcı olmamak kaygısıyla sözcüklerle böylesine tatminsizce didişmesi Profesör'e göre ayrımcılığı - moda terimiyle "ötekileştirmeyi" - ortadan kadırmak bir yana, gündelik hayatta yürüyüp giden ayrımcı pratikleri daha bir gönül rahatlığıyla aynen sürdürmeye yarar. Profesör'ün reçetesi tam tersi, yani Fichte - Althusser çizgisidir: terimi koruyarak pratiği değiştirelim, o zaman terimin çağrışımları da değişir (Fichte), aksi halde ne derseniz deyin ideolojiyi gündelik pratiklerde yeniden üretirsiniz (Althusser) - Engin Kurtay]… İşkence ve tecavüz arasındaki paralellik üzerinde duralım: ucuz vicdani tepkileri bir yana atma ve tecavüz olgusunu tüm karmaşık yönleriyle irdeleme iddiasındaki bir filmde (aynı yukarıda “işkence” yerine daha tarafsız ifadeler bulmak çabasında olduğu gibi nötr bir şekilde) vahşi bir tecavüz eyleminin gösterildiğini düşünün. Böyle görüntülerin midemizi kaldırması ortada feci bir yanlış olduğuna işarettir: Ben, tecavüze karşı gerekçeler üretilen bir toplumda yaşamak istemiyorum, tecavüzün zaten bariz olarak kabul edilmez olduğu, tecavüzde mantık arayanların da aklından zoru olan gerizekalılar olarak görüldüğü bir toplumda yaşamak istiyorum – aynısı işkence için de geçerli: işkencenin de hiç bir gerekçeye dayanmadan, “dogmatik” olarak, sadece iğrenç bulunduğu için kabul edilmez olduğu bir toplum istiyorum. “Gerçekçi” argüman şöyle söyleyecektir: işkence hep vardı, yakın zamanda asıl artan şey işkencenin kamuoyunda daha çok tartışılır hale gelmesidir, bu da iyi bir şey değil midir? İşte asıl sorun tam da bu argümanın kendisidir: madem ki işkence hep vardı, öyleyse yönetenler bunu neden her zaman değil de şimdi açıktan konuşur oldular?  Bunun tek yanıtı var: normalleştirmek için, ahlaki standartlarımızı geriletmek için.
Küresel kapitalizmin gelişmesiyle ahlaki gerileme arasındaki bağıntıyı da aynı madalyonun iki yüzü gibi anlamak gerekir. Bugün durduğumuz yer nasıl bir yerdir? Belki ayakta bile durmuyoruz, belli bir şekilde öne eğilmiş duruyoruz. Seoul’da çocuk müzesinin yakınındaki tuhaf heykeli görenler eğer ne olduğu hakkında önceden bilgi sahibi değillerse çok müstehcen bir sahneyle karşı karşıya kalırlar. Bir grup çocuğun birbiri ardına öne eğilerek her birinin başını önündekinin kıçına dayadığı, en öndekinin de başını, ayakta duvara dayanan bir çocuğun bacak arasına dayadığını gösteren bir heykel. Bunun ne olduğunu sorduğunuzda, Koreli çocukların lise çağına kadar oynadıkları uzuneşek (malttukbakgi) diye eğlenceli bir oyun olduğunu söylüyorlar. İki gruptan biri heykelin gösterdiği gibi peşi sıra eğilerek uzun bir eşek pozisyonu alıyor, öbür grubun oyuncuları da arkadan birer birer koşup bütün güçleriyle sıçrayarak eşek pozisyonu alanların üzerine oturuyorlar. Yere düşen oyuncu olursa onun grubu yenilmiş oluyor.
Bu heykel bizim gibi sıradan insanların küresel kapitalizm karşısındaki pozisyonunu mükemmel betimlemiyor mu? Görüş alanımız eğilerek başımızı daldırdığımız önümüzdekinin kıçıyla sınırlı, en önde ayakta, ön takımlarını yalatır gibi duranı da Efendi diye bellemişiz – oysa asıl Efendi bizim göremediklerimiz, yani arkadan koşup üzerimize atlayan, kendine özgü kurallarıyla işleyen Kapitalizm.
Bu pislik durumdan çıkmanın yolu nedir? Konuştuğunuz kişinin bir an adını unuttuğunuzda yaşadığınız sıkıntıyı atlatmak için kullanılan harika bir İskoç halk deyişi vardır: “Afedersiniz, bir an aklım gitti” (I tartled). Son bir kaç on yıldır hepimizin aklı bir yerlere gitmiş, toplumsal kurtuluşun nihai ufkunu tanımlamak için kullanılan “Komünizm” kavramını unutmuş değil miyiz? Bu sözcüğü anımsama zamanı artık geri gelmiştir – bu sözcüğü yeniden kamuya hatırlatacak her hareket hakiki toplumsal olay olarak tanımlanacaktır.
12 Şubat 2014, 15.51′de yayımlanmıştır
[NewStatesman'daki İngilizcesinden Engin Kurtay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]