Can Başkent
(10.02.2014)
(10.02.2014)
0.
Stalin’in 1923’te sarf ettiği o ünlü lafı hatırlamanın vakti
geliyor: seçimlerde kimin, nasıl oy kullandığı değil, kimin nasıl
saydığı önemlidir.
Seçimler yaklaşırken, oyların sayımının ne demek olduğunu biraz
yakından incelemek gerekmekte. Zira, baraj sistemine dair tartışmaların
sürekli gündemde olduğu politik iklimimizde, şaşırtıcı bir şekilde
seçimlerin matematiği hala tartışılmamakta, neredeyse bile bile göz ardı
edilmektedir. Öyle ya da böyle seçim matematiksel bir işlemdir,
dolayısıyla ardındaki matematiği bilmek önemlidir.
1.
Öncelikle, seçim teorilerinin en önemli sonuçlarından birine
değineyim. Ünlü iktisatçı Kenneth Arrow’un 1950’lerde ortaya attığı
teorem, oldukça doğal varsayımlardan şaşırtıcı sonuçlar çıkarmaktadır.
Bir oylama sisteminden, şu üç koşulu sağlamasını beklemek hakkımızdır:
1. Diktatöre izin vermemeliyiz. Diğer bir deyişle, tek bir kişinin oyu, bütün grubun oyunu ezmemelidir.
2. Eğer tüm seçmenler bireysel olarak A adayını, B’ adayına tercih
ederse, grup da A’yı B’ye tercih etmelidir. Kısaca, bireylerin tekil
seçimi gruba yansımalıdır.
3. Eğer tüm seçmenlerin tercihi A ile B arasında değişmeden,
örneğin diğer adaylar C ile D arasında değişirse, bütün grubun tercihi
de A ile B arasında değişmemelidir. Yani, oylama esnasında, grup olarak
umurumuzda olmayan adaylar arasındaki tercih değişikliği, grubun oylama
sonuçlarını değiştirmemelidir.
Bu koşulların doğallığını savunmak kolay. Zira, bunlar bir çok
temsili demokrasiden beklenen, toplumunda alışageldiği özelliklerdir.
Diktatörlüğe karşı çıkmak, bireysel tercihlerin topluma yansıtılabilmesi
ve ikincil, üçüncül tercihlerimiz arasındaki sıralamanın seçimi
kazananı etkilememesini beklemek doğal haklarımızdır bir oylama
sisteminde. Arrow’un İmkansızlık Teoremi, öte yandan, böyle bir oylama
sisteminin “imkansız” olduğunu matematiksel olarak kanıtlar. Bu
şaşırtıcı sonucu tersten okumak da mümkün, bütün oylama sistemleri bu üç
ilkeden en az birini ihlal eder.
2.
Türkiye dahil birçok ülkede yürütülen seçim sisteminin her şeyden
önce ihmal ettiği, seçmenlerin birincil tercihleri ötesindeki ikincil ve
üçüncül tercihleridir. Birincil tercihle kastımız, seçmenin oy verdiği
favori adayıyken, ikincil ve üçüncül tercihle kastımız da seçmenin
favori adayından sonraki ikincil ya da üçüncül tercihleridir. Her
seçmenin kuşkusuz belli oranlarda ikincil ve üçüncül tercihleri de
bulunmaktadır. A partisini destekleyen bir seçmenin ikincil tercihi B,
üçüncü tercihi de C partisi olabilir. Keza, A partisini destekleyen
başka bir seçmenin ikincil tercihi C, üçüncüsü de B olabilir. Oylama
sistemimiz bu farkı ayırt etmemektedir. Arrow’un sistemi de, üçüncü
koşuluyla bu farkı ayıramaz.
Peki A-B-C sırasında tercihi olan seçmenle A-C-B sırasında tercihi olan seçmeni ayırt etmenin amacı nedir?
Seçimlerden beklenen, “milli iradenin” mümkün mertebe parlamentoya
yansımasıdır. Ancak, milli irade hemen hiçbir seçmende yekpare değildir.
Dolayısıyla, örneğin, seçmenlerin %60’ının gönlünde yarım yamalak yer
eden bir partinin (diyelim ki yarım gönüllü bir şekilde yer etsin),
elimizdeki sistemde seçimi kazanması doğaldır. Ancak, seçimi kazansa da,
milli iradenin aslında sadece %30’u parlamentoya yansımıştır; zira, bu
basit örneğimize göre, bu %60 çoğunluğun iradesinin sadece yarısı bu
partide vücut bulmuştur. Bu örneği birkaç adım ileri götürebilir ve
şöyle bir tablo oluşturabiliriz.
A Partisi: %50 seçmen %70 gönül, %50 seçmen %30 gönül
B Partisi: %30 seçmen %90 gönül, %70 seçmen %50 gönül
C Partisi: %20 seçmen %70 gönül, %80 seçmen %10 gönül
Bu tabloya göre seçmenlerin yarısının birincil tercihi A
partisidir. Dolayısıyla, çoğulcu seçim sisteminde seçimi kazanan A
partisi olacaktır (kazanılan oylara göre meclisteki sandalye dağılımı bu
yazının dışında kalan basit bir detaydır).
A partisi nüfusun yarısının gönlündeyken, diğer yarısının neredeyse
hiç gönlünde değildir. B partisini, düşük oranda (%30) seçmen tamamıyla
yürekten desteklerken, kendi seçmeni olmayan kitlede de B partisinin
hatırı sayılır bir desteği vardır. C partisiniyse %20 seçmeni hatırı
sayılır bir oranda desteklerken, bu parti seçmeni olmayan nüfusta çok az
destek bulabilmektedir.
Ancak, elbette, her seçmenin sadece bir oy hakkı olduğu bir
toplumda, bu diğer tercihler sandığa yansımayacaktır. Ayrıca, kimi
seçmenlerin gönlü sadece bir partide, kimilerinin iki-üç partidedir. Bu
aslında, tamamen anlaşılabilir, hatta belki de ideal bir durumdur.
Böylece partiler, “takım tutar gibi” dogmatik bir şekilde, “yenilse de
yense de” desteklenmez. Hatta, bu nedenle, partilerin destekçilerinin
oranını hesaplamak için yukarıdaki rakamları topladığımızda %100’ü aşan
oranlar buluruz.
“Seçmenlerin gönlü” olarak ifade ettiğimiz, milli iradeyi yansıtma
oranı olarak düşünebileceğimiz, toplumsal tercihlerin ne kadar
yansıdığına diar bir parametreyi (oy oranı ile partiyi olumlama
yüzdesini çarparak) ele aldığımızda şu rakamları elde ederiz.
A: %35 + %15 = %50
B: %27 + %35 = %62
A: %14 + %8 = %22
Dolayısıyla, A partisi şimdiki sistemde seçimi kazanacak, ancak
insanların gönlünün, milli iradenin, kümülatif onayın yarısı
parlamentoya yansımayacaktır. B partisi “seçilseydi” insanların
%62’sinin gönlü olacaktı halbuki.
3.
Bu kısmi destek fikrini temel alan seçim sistemleri de mevcuttur.
Siyaset bilimci Brams ve matematikçi Taylor’un sıklıkla savunusunu
yaptığı seçim sistemi, basitleştirerek anlatmak gerekirse, her seçmene
belirli sayıda oy hakkı verir ve seçmenlerden bu oyları adaylar arasında
istedikleri gibi dağıtmalarını ister. Diğer bir deyişle, her seçmene,
örneğin, 10 oy hakkı verilir ve seçmenler bu 10 oyu adaylar arasında
istedikleri gibi dağıtır. İsteyen bir adaya 10 oyunu birden verir. Kimi
sadece bu 10 oyun 4’ünü kullanır, 6’sını yakar, kimisi de oylarını
tercihlerine göre adaylar arasında bölüştürür. Bu sistemin en temel
özelliği, seçmenlerin tercihlerini sayısal olarak, oransal olarak
paylaştırmalarıdır: A partisine %20 destek, B partisine %70 destek, C
partisine %10 destek gibi.
Seçmen tercihlerinin sandığa adil bir şekilde yansıyamaması
sorununa dikkat çeken belki en eski seçim sistemi Fransız siyaset
bilimci Condercet tarafından 18. yüzyılda geliştirmiştir. Condercet
sisteminde seçmenler, tek bir partiye oy vermektense, adaylar üzerindeki
tercihlerini belirtirler oy pusulalarında. Bu tercihler, bizim yukarıda
örneklediğimiz gibi rakamsal değerler ya da yüzdeler vermekten ziyade,
tercihleri sıralamak olarak ifşa edilir. Dolayısıyla, Concercet
sistemini, Brams-Taylor sisteminin sayısallıktan arınmış hali olarak
görmek mümkündür. Örneğin, A-B-C-D olarak verilen bir oy, seçmenin A’yı
B’ye, B’yi C’ye ve de C’yi D’ye tercih ettiğini söyler. Fakat,
Brams-Taylor sisteminin aksine A-B-C-D olarak oy veren iki seçmenin
tercihleri arasındaki matematiksel farkı Condercet sistemi göremez.
Zira, A-B-C-D olarak oy veren iki seçmenin tercihleri, A için%40, B için
%30, C için %20, D için %10 veya A için %60, B için %30, C için % 9, D
için %1 olabilir. Condercet sistemi bu iki seçmenin tercihleri
arasındaki nüans farkını ayırdedemez.
Condercet sisteminin nasıl işlediğini basit bir örnekle
açıklayalım. Örneğin, 10 seçmenin tercihinin A-C-D-B, 20 seçmeninkinin
B-A-C-D, 30 seçmeninkinin C-B-D-A ve de 35 seçmenin tercihinin D-A-B-C
olduğunu varsayalım. Bu koşullar altında, şimdiki sistemimizde 10 kişi
A’ya, 20 kişi B’ye, 30 kişi C’ye ve 35 kişi de D’ye oy vereceği için,
seçimin galibi D olacaktır. Ancak, Condercet sisteminde, galip B
olacaktır, zira daha fazla kişi B’yi diğer adaylara tercih etmiştir.
Dolayısıyla, yine, “milli irade” daha adil bir şekilde parlamentoya
yansımıştır. Hemen not edelim, Condercet sistemi, Arrow’un teoremindeki
ilkelerden birini ihlal etmektedir.
Bu adalet ve kıskaçlığa yer vermeyen oylama ya da üleştirme
algoritmaları, matematik ve bilgisayar bilimi çevrelerinde oldukça
popüler ve heyecan verici bir araştırma sahasıdır. Dahası, bu
yöntemlerin bazıları, Amerikan Matematikçiler Birliği (MAA), Elektrik ve
Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) gibi kimi saygın örgütlerde
seçim sistemi olarak kullanılmaktadır.
4.
Tüm bu matematiksel yorumlar çok önemli bir meseleye işaret
etmekte: seçimlerin manipüle edilme ihtimali. Hemen izah edelim,
seçimlerin manipüle edilmesi derken kastımız kimi seçmenlerin farklı
adaylara oy vererek seçimin gidişatını değiştirerek kendilerine menfaat
elde etmeleridir. 2004 ABD Başkanlık Seçimleri bunun başat örneği olarak
anılagelir. Eğer Yeşiller kendilerine oy verseydi, Demokratlar Florida
eyaletini kazanacak, bu da fedaral düzlemde, electoral college’da,
seçimlerin galibini değiştirecekti. Eğer, Yeşiller stratejik oy
kullansaydı, seçimin sonucu hem onlar için hem de kendilerine nisbeten
yakın hissettikleri Demoktratlar için kuşkusuz daha hayırlı olacaktı.
Zira, Yeşillerin birincil tercihi ne kadar Yeşil aday Nader’se de,
ikincil tercihleri Demoktratlardır, Cumhuriyetçiler değil. Ancak,
sonuçta halkın çoğu birincil ya da ikincil tercihini elde edememiş,
bunun yerine halkın çoğunun yine birincil ve ikincil tercihlerini ihlal
eden aday (oğul Bush) seçilmiştir (kuşkusuz, ABD seçmenlerinin ikincil
tercihlerini tam olarak bilme şansımız yok, ancak bu yine de örneğimizin
geçerliliğini değiştirmiyor). Dolayısıyla, seçim sisteminin verileri ve
girdileri dahilinde, memleketimizde gani gani aşina olduğumuz, oy
çalma, oy pusulası kaybetme gibi yasadışı ve ahlaksız yöntemlere
başvurmadan, seçimleri manipüle etmek, stratejik oy kullanmak doğru
mudur?
Kuşkusuz, sözü nereye getireceğim açık. 2013’ün ikinci yarısında
yaşanan Taksim halk ayaklanmasının ortaya çıkardığı ilk pragmatist
sonuç, stratejik oy vermenin zaruriyetiydi kimilerine göre. Zira, ABD
Seçimlerinde yaşandığı gibi, halkın çoğunun kimi istemediğinde hem fikir
olduğu, ancak kimi istediğinde hem fikir olamadığı durumlar, özellikle
stratejik oylamanın tartışılması için önem arzeden bir zemindir. Eğer
AKP’yi istemediğimizde hemfikirsek, ancak AKP yerine hangi partiyi
istediğimizde toplum olarak hem fikir olamıyorsak, bu AKP-karşıtı
koalisyon, bir adayda buluşarak, yani birincil ve ikincil tercihlerini
bütünleştirerek seçimi kazanabilir mi? Diğer bir deyişle, sırf AKP
kazanmasın diye Sarıgül’e oy vermek mübah mıdır?
Kuşkusuz, meselenin köktenci çözümü bu yazıda değindiğimiz farklı
seçim sistemlerini ve matematiklerini tartışmaktır. Ancak, kısa vadede
bunun gerçekleşmeyeceği açık. Dolayısıyla, bu yazıyı, stratejik oy
vermenin ahlakına dair bir iki notla bağlayalım.
5.
Habermas, stratejik oy vermenin diğer seçmenlere bir saygısızlık ve
haksızlık olduğunu iddia eder. Birçok açıdan, stratejik oy verme
sistemin matematiğini kullanarak hak etmeyen bir adayın gereğinden fazla
oy alması olarak görünür. Stratejik oy, bu teze göre, siyasi değil
aritmetik bir stratejidir ve dışlanmalıdır. Kuşkusuz bu argümanın
doğruluk payı yüksek. Seçmenlerin ezici çoğunluğu birincil terchilerine
oy verirken, kimi seçmenin ikincil tercihlerine oy vermesi, bunu
birincil tercihleri olarak gösterir olmaları hakkaniyetçi gözükmez ilk
bakışta.
Öte yandan, madem seçimler öyle ya da böyle matematiksel
denklemlerdir, bu denklemleri daha iyi çözen bir grubun stratejik olarak
oy vermesinde bir hata yoktur. En nihayetinde stratejik seçmenler,
tamamen karşıt oldukları adaya değil, yine de kazanmasını istediklere
adaya oy vermekteler. Stratejik oy verme, o halde, seçim boykotu ya da
boş oy verme kadar bile vahim değildir ahlaki olarak.
Ancak, bu iki yaklaşımın da detaylıca tartışmadığı nokta seçimlerin
matematiğinin ontolojisidir. Bu ontoloji değiştirilebilir mi? Acaba, bu
tartışmalar, sadece işin uzmanlarının kavrayabileceği bir
karmaşıklıkla, basit bir şey olması gereken seçimleri gereğinden fazla
mı karmaşıklaştırıyor?
Ünlü felsefeci Chisholm’un ahlak felsefesine kattığı önemli
yaklaşımlardan biri, “ihlal edilen görevler sonrası beliren
zorunluluklarıdır” (contrary-to-duty-imperative). Bu tür zorunluluklar,
yükümlü olduğumuz ahlaki zorunlulukları “yerine getirmediğimiz zaman”
yapmamız gerekenlerdir. Örneğin, eğer bize adres sorana cevap vermek
istemiyorsak, en azından onu yanlış bir adrese yollamamalıyız. Yalan
söylememe yükümlülüğümüz varsa ama yine de yalan söyleyeceksek, en
azından beyaz yalanlar seçmeliyiz. Hayvan yememe yükümlülüğümüz varsa ve
eğer illa ki hayvan yiyeceksek, Chisholm’un bu kavramına göre, en
azından en az acı yaratarak bunu yapmalıyız.
Bu yazının konusu bağlamında, stratejik oy verme, asli
görevlerimizi ihlal etttikten (yani stratejik manada birincil tercihimiz
olan partiye oy vermekten vaz geçtikten) sonra beliren bir zorunluluk
olarak kodlanabilir. Yani, gönlümüzdeki partiye oy vermektense, çeşitli
nedenlerle (ki burada, matematiksel nedenlerle) bu ahlaki zorunluluğu
yerine getirmekten imtina ettiğimiz hallerde, kime oy vermeliyiz?
Birincil tercihimiz olan partinin AKP’ye karşı kazanma ihtimali
olmadığını ön gördüğümüz hallerde ve birincil tercihimize oy vermekten
vaz geçtiğimiz zaman, yeni yükümlülüğümüz nedir? Stratejik olarak oy
verme mi, yoksa siyasi ödevlerimizi başka şekilde ifa etmek mi?
Aslında, bu Gün Zileli dahil kimi anarşistlerin dahi aşina olduğu
bir yaklaşım. Argüman şöyle işlemektedir: “Temsili demokrasiye
karşıyız. Ancak, madem temsili demokrasi var, o halde var olan sistem
içerisinde bir çıkış aramak makuldür.” Kuşkusuz buradaki ahlaki ve
siyasi çelişki aşikardır. Bu mantıkla yaklaşıldığında kapitalizmin
ihtirasını dahi gerekçelendirebilirsiniz: “Madem kapitalizm bugün var, o
halde kapitalizmin kurallarıyla oynayarak, şirketleşmeliyiz”.
Diğer bir deyişle, madem birincil ödevimimizi yerine getirmenin
sonuçlarınin makul olmayacağını düşünüyoruz (ziyan olan oylar), bundan
çıkardığımız sonuç neden stratejik oy vermek zorunluluğudur? Neden bu
zorunluluğu, birincil tercihimize oy vermememiz gereken durumlarda
oluşan zorunluluğu, toplumsal örgütlenmenin ve değişimin daha da
kuvvetli bir çağrısı olarak görmüyoruz? Kısacası, AKP’ye oy vermemek
uğruna, birincil tercihimizi terkedip CHP’ye sığınmaktansa, neden bu
enerjiyi toplumsal örgütlenmeye, daha iyi bir siyasete ya da daha iyi
bir seçim sistemi inşasına ve doğrudan demokrasiye vakfedemiyoruz?
Seçimlerin matematiği, kuşkusuz bu sorulara yanıt veremeyecektir.
Ancak, vurgulanması gereken, stratejik oy vermenin zaruri bir tercih
olmanın ötesinde, çaresizliğe teslim olan bir çözüm arayışı olduğudur.
|