Sunday, May 26, 2013

Hizbullah, Suriye oyununa niçin girdi?

Alptekin DURSUNOĞLU
Hizbullah, Suriye oyununa niçin girdi?
Hizbullah, Suriye oyununa ikinci bir joker olarak girerek oyuna İsrail’i sokan ABD ve müttefiklerinin bölgesel savaş restini gördüğünü ortaya koymuş oldu.
 
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah’ın 25 Mayıs konuşması, Suriye’ye yönelik uluslar arası savaşta yeni bir aşamaya girildiğine işaret ediyor.
Suriye’de yaşananları bir “uluslar arası savaş” ve savaşın taraflarını da “ABD ekseni ile Direniş ekseni” olarak ortaya koyan Nasrullah, Direniş’in “Suriye’yi yalnız bırakmayacağını” belirterek hem açık bir konum belirlemiş hem de bu uluslar arası savaşın girdiği yeni aşamayı ortaya koymuş oldu.  
Hizbullah, girdiği her oyunu o oyunun kurallarına göre ve açık oynayan bir aktör olarak tanınıyor. Kararlarını misyonuyla belirlediği ilkeler çerçevesinde alıyor; sonuçlarından emin olmadığı adımlar atmıyor; ama bir adım attığı zaman da hem politik hem de pratik düzeyde bunu öngördüğü sonuca ulaşıncaya kadar açıkça ve kararlılıkla sürdürüyor.
2006 Temmuz Savaşı Hizbullah’ın büyük sınavı
Örneğin 2006 yılındaki Temmuz Savaşını hatırlayalım. Bu savaşı hazırlayan şartlar da savaşın şekli de İsrail tarafından belirlenmişti.
Temmuz Savaşı’nın şartları İsrail tarafından oluşturuldu çünkü İsrail, 2004 yılında Almanya’nın arabuluculuğuyla gerçekleşen esir takası anlaşması sırasında İsrail, 1989’da kaçırdığı Hizbullah liderlerinden Abdulkerim Ubeyd ile 1994’te kaçırdığı Mustafa Dirani’yi, Hizbullah tarafından 15 Ekim 2000’de esir alınan Albay Elhanan Tennenbaum karşılığında serbest bırakmış; ancak FHKC üyesi Semir Kuntar’ı serbest bırakmaya yanaşmamıştı.
Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, esir takası sonrasında düzenlenen törende yaptığı konuşmada İsrail’in Semir Kuntar’ı serbest bırakmamakla hata yaptığını belirtmiş ve direniş olgusunun sembol ismi olan Semir Kuntar’ı kurtarma vaadinde bulunmuştu.
Hizbullah, 12 Temmuz 2006’da “Vaadun Sadık/Doğru Vaat” adlı operasyonla iki İsrail askerini esir alarak Nasrullah’ın Semir Kuntar’ı özgürlüğüne kavuşturma vaadine ilişkin ilk adımı attı.[1]
Ancak bu olaydan yaklaşık bir hafta önce Gilad Şalit adlı bir askerini Filistin direnişine kaptıran İsrail, Hizbullah’la esir takası süreci başlatarak sorunu çözmek yerine, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ifadesiyle “Yeni Ortadoğu’yu kurmak” üzere Lübnan’a “açık savaş” ilan etti.
Nasrullah, “Harbun meftuh” diye nitelediği İsrail’in bu “açık savaş” ilanını “aptallık” olarak niteledi; ancak restini de gördü.
1967’deki Haziran Savaşına doğrudan veya dolaylı katılan 9 Arap ülkesini 6 günde hezimete uğratan İsrail, 33 gün süren bu savaştan, Winograd Komisyonunun da itirafıyla yenik çıktı.[2]
Kuzey Birlikleri Komutanı Udi Adam ve Genelkurmay Başkanı Dan Halutz görevden alındı. Dönemin Savunma Bakanı Amir Peretz’in siyasi geleceği sona erdi, nihayet 2006’da esir takasına yanaşmayan İsrail, Temmuz Savaşı hezimeti sonrasında 16 Temmuz 2008’de iki askerinin cesedine karşılık Semir Kuntar’ı serbest bırakmak zorunda kaldı.
2008 Hizbullah’ın iç cephe ile sınavı
2006’da şartlarını ve kurallarını İsrail’in belirlediği oyundan zaferle çıkan Hizbullah, 2008’de yeni bir sınavla karşılaştı.
2008’deki kriz, 2006’da dış cephede geniş bir kamuoyu desteği toplamayı ve Lübnan kabinesinde belirleyici olmayı başaran Hizbullah[3] açısından çok daha karmaşık ve yönetilmesi zor bir sınavdı.
Çünkü 2006’da İsrail’in Hizbullah’ı ortadan kaldırmasına umut bağlayan iktidardaki 14 Mart İttifakı, 2008’de Hizbullah’ın silahını tartışmaya açmış ve Hizbullah’ın savaş kapasitesinin en önemli unsurlarından biri olan iletişim şebekelerini yasadışı ilan ederek yok edileceğini açıklamıştı.[4]
 Bu durum, silahının meşruiyetini ülke savunmasından alan ve namlusunu hiçbir zaman içeriye doğrultmamış olan Hizbullah açısından çok ciddi bir sınavdı.
Çünkü bir tarafta istihbarat alanında teknik ve insani düzeyde son derece üstün olan İsrail’e karşı kendisine iletişim güvenliği sağlayan özel telefon şebekesinin geleceği, diğer tarafta ise Lübnan iç barışı söz konusuydu.
Batı ve Arap rejimleri tarafından desteklenen iktidardaki 14 Mart İttifakı, Hizbullah’ı İsrail’e karşı olan silahının geleceği ile Lübnan iç barışı arasında tercihe zorluyordu.
Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, 8 Mayıs’ta Lübnan iç barışını ısrarla vurgulayarak ve Hizbullah’ın Şii, Sünni ve Hıristiyan müttefikleriyle iç barışın garantisi olduğunu belirterek “Hizbullah’ın silahına uzanan eli keseriz”[5] dedi. Nitekim bir gün sonra ülkeyi kaosa sürükleyen 14 Martçı silahlı milisler, Hizbullah ve müttefikleri tarafından tutuklanarak Lübnan ordusuna teslim edildi[6] ve sorun daha fazla büyümeden çözümlenmiş oldu.[7]
Suriye sınavı
Suriye’deki olayların “demokrasi ve değişim” talepleriyle sınırlı olduğu dönemde Hizbullah, şu noktaları vurgulamış ve arabuluculuk girişimlerinde de bulunmuştu.
1- Muhaliflerin haklı ve meşru talepleri vardır ve Suriye yönetimi bunları karşılamalıdır.
2- Suriye’deki sorun siyasidir, mezhepçilik söylemleri ile şiddetin bir araç olarak kullanılması kabul edilemez.  
3- ABD ve müttefiklerinin Suriye’nin direnişten yana olan tarihsel konumunu ve rolünü hedef alan komploları göz ardı edilemez. 
4- Sorunun uluslar arası tarafların müdahaleleriyle karmaşıklaştırılmaması ve sorunun barışçı çözümü için Suriye yönetimi ile muhalifler diyalog kurmalıdır.
Ulusal Koalisyon adlı muhalif örgütün önde gelen isimlerinden Heysem Malih’in 7 Mart 2011’de cezaevinden serbest bırakılmasını sağlayan[8] Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, Şam yönetimi ile muhalif liderler arasında çok sayıda arabuluculuk girişiminde de bulundu.
Şam yönetiminin kabul ettiği, muhalif liderlerin çoğunun ise reddettiği tüm bu girişimlere rağmen Hizbullah, olayların başından beri Suriye yönetimi adına “halkı öldürmekle” suçlandı, Hizbullah’la Şam yönetimi arasındaki İsrail karşıtı siyasi ittifak, mezhebi sebeplerle açıklandı.
Hizbullah Genel Sekreteri Nasrullah, 2006 ve 2008’deki gelişmelerde olduğu gibi Suriye konusunda da açık oldu ve oyunun kurallarına bağlı kaldı.
Nitekim Suriye’ye verdiği güçlü politik desteği gizlemedi. Kusayr’da silahlı grupların saldırılarına ve göçe zorlama tehditlerine uğrayan Lübnanlılara askeri destek verdiğini inkar etmedi. Ancak düne kadar da Suriye’deki oyuna açıkça dahil olmadı.
Hizbullah oyuna neden girdi?   
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, dün yaptığı konuşmada “Suriye, Direniş’in sırtıdır, destekçisidir; Direniş de sırtına darbe vurulması karşısında hiçbir şey yapmadan beklemeyecektir. Biz üzerimize gelen bir komplo karşısında sadece izlemekle yetinecek ve hareketsiz bir şekilde bekleyecek kadar cahil ve aptal değiliz” diyerek Suriye’deki oyuna girdiğini açıkça ilan etti.
Suriye’de yaşanan olayın özellikle 18 Temmuz 2012’den itibaren artık “bir reform ve değişim talebi” değil, ABD ve müttefiklerinin açık bir vekalet savaşı olduğunun ortaya çıkmasına rağmen Hizbullah, düne kadar oyuna girmemiş, zahiri “kurallara” uymayı sürdürmüştü.
Çünkü her ne kadar Suriye’ye yönelik savaşın asılları ABD ve müttefikleri olsa da sahada sadece onların vekilleri bulunuyordu; dolayısıyla da Hizbullah bu zahiri “kurala” uyarak sahaya doğrudan girmemeyi tercih etmişti.
İsrail’in joker olarak oyuna girmesi tüm dengeyi değiştirdi
Aralık ayında Suriye’deki kimyasal silah meselesi üzerinden oluşan Türkiye, Amerika, İsrail ve Ürdün kombinasyonu,[9] İsrail’i joker oyuncu olarak devreye soktu.
Ocak sonunda ve mayıs başında “Hizbullah’a giden silahlar” bahanesiyle Suriye’yi vuran İsrail, sahadaki silahlı gruplara hava desteği oluşturma misyonuyla oyuna girdi.
Suriye ordusunun Kusayr’ın silahlı gruplardan temizlediği bir bölgesinde gelişmiş iletişim teçhizatları içeren bir İsrail askeri aracı ele geçirmesi[10], İsrail’in muhaliflere verdiği desteğin sadece hava şemsiyesi oluşturmakla sınırlı olmadığını ortaya koydu.   
Libya’da NATO’nun oynadığı rolün Suriye’de İsrail’e verilmesi, Şam’ın müttefiklerini de joker kullanmaya mecbur etti.
Şam’ın müttefiklerinin sahaya sürdüğü ilk joker Rusya’nın S-300 füzeleri oldu. S-300 faktörünün ABD’nin Cenevre’ye dümen kırmasında etkili olduğu görülüyor. Ancak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ABD ile birlikte Cenevre sonrası için bir “B” planı hazırladıklarına dair açıklaması[11] Cenevre sürecine de Annan planının akıbetinin hazırlandığını düşündürüyor.
Hizbullah, Suriye oyununa ikinci bir joker olarak girerek oyuna İsrail’i sokan ABD ve müttefiklerinin bölgesel savaş restini gördüğünü ortaya koymuş oldu.
Nasrullah, dünkü konuşmasında ABD ve müttefiklerine bölgesel savaş tehdidiyle Şam’ın müttefiklerini korkutamayacaklarının mesajını “Sabır ve fedakarlıkla bu süreci aşacağız, tıpkı Temmuz Savaşı başlarında size zafer vaat ettiğim gibi bugün de yine size zafer vaat ediyorum”[12] diyerek verdi.


Monday, May 20, 2013

Sosyal medya asosyal yapıyor

Gençlerin beşte biri internette mobbinge uğruyor
T24 Sanal mobbingin yüzde 84’ü sosyal paylaşım sitelerinde meydana geliyor. Uzmanlar, bu tarz sitelerin aslında asosyal yaptığı konusunda uyarıyor.
Genç kızların yüzde 63'ü, erkeklerin de yüzde 51'i sosyal paylaşım sitelerinde hakarete uğradıklarını kaydediyor.
Alman televizyonlarında da ele alınan konu, son zamanlarda sık sık tartışılır oldu. Alman televizyonlarındaki bir yarışmanın katılımcısı olan Georgina Fleur internette pek çok hakerete ve küfre maruz kaldığını bu yüzden bir psikoterapistten destek aldığını belirtti.
İnternetin insanları asosyal yaptığını ifade eden Fleur, sokakta yürürken kimsenin bu tarz sataşmalarda bulunmaya cüret edemediğini" ancak internet ortamında durumun farklı olduğunu söyledi.
Ünlü isme danışmanlık yapan psikoterapist Franziska Kühne de 'İnsanlar yalnızlaşıyor. Sürekli internetteler. Kişisel olarak buluşmaktansa elektronik posta yazmayı tercih ediyorlar' diye konuştu. Komedyen ve sunucu Niels Ruf ise bu görüşe katılmadığını belirtti. Ruf, sıkı bir internet kullanıcısı olduğu halde sık sık görüştüğü çok sayıda arkadaşı olduğunu ifade etti.
DW TÜRKÇE

Saturday, May 18, 2013

İsrail: 'Zayıf düşmüş Suriye işimize gelir'


The Times of London gazetesine konuşan İsrailli bir yetkili İsrail'in tercihinin Esad'ın gitmesinden ziyade zayıf düşürülmüş bir Suriye olduğunu söyledi. Beşar Esad'ın hala iktidarda olduğunu hatırlatan İsrailli yetkililer, İsrail'in Esad'ın gücünü bu zamana kadar fazla küçümsediği dile getirdi.
The Times of London gazetesine konuşan İsrailli bir yetkili, "İsrail için Beşar Esad'ın Suriye'de yönetimde kalması ama daha küçük bir role razı olması, aşırı İslamcıların iktidara gelmesinden daha tercih edilebilir" dedi.
"Bildiğimiz şeytanlar bilmediğimiz iblislerden iyidir. Arap dünyasından aşırı gruplar Suriye'de bir dayanak kazanırsa neler olacağını hayal bile edemeyiz" diyen İsrailli yetkili, "zayıf düşmüş" ama iktidarda olan bir Esad rejiminin Ortadoğu ve Suriye planları için daha tercih edilir olduğunu söyledi.
Times Gazetesine konuşan bir başka İsrailli yetkili ise Esad'ı fazla küçümsediklerini söyleyerek, "Aslında Esad'ın dayanma gücünü hafife aldık, isyancıların savaş gücünü ise fazla abarttık" diye konuştu.
Başka bir İsrail savunma yetkilisi ise İsrail'in kapalı kapılar ardında Esad'ın hızlı bir şekilde yönetimi kaybedeceği şeklindeki tahminlerinde yanıldığını belirterek, İsrail'in Beşar Esad'ın gücünü küçümsediği tespitini yineledi. Ancak İsrail'in Suriye'deki olası her duruma hazırlıklı olduğunu kaydetti.
İsrail'in Jerusalem Post gazetesi ise isyancıların iktidarı ele geçirmesinin İsrail’in lehine olacağı fikrinin son zamanlarda popülaritesini yitirdiğini kaydederek, çok az kişinin Esad’ın düşmesinin İsrail’in lehine olacağını düşündüğünü yazdı. Gazete bunun nedeni olarak ise radikal cihatçı ve El Kaideli unsurların isyancıların arasına sızmasının tahmin edilenden daha fazla olduğunun ortaya çıkmasını gösterdi.
İsrail geçtiğimiz iki ay içinde Suriye'nin Lübnan Hizbullahı'na silah verdiği iddiasıyla ülkeye üç kez hava saldırısı düzenlemişti.
(sol-Dış Haberler)

Tuesday, May 14, 2013

Sesini Kaybeden Şehir: Böyle Bir Kars


 Bırakıp ardımda yuvamı
Nehir kıyısındaki harap evimi
Bırakıp Kars kentini
Bahçelerini ve derin mavi göklerini,
 …
Gezinip dururum şimdi hep başka şehirlerde
anayurdum gözlerimin önünde
Yeghishe Charents

Böyle Bir Kars[1]
adıyla yayımladığı incelemesinde Ludmila Denisenko, her ayrıntısının ve her nesnesinin dikkatle ve önemle çizildiği naif bir Kars tablosu çizer. Kars’ın hiçbir köşesini  ve hiçbir nesnesini  unutmadan nerdeyse her santimetrekaresini özenle  çizip okuyucusuyla paylaştığı eseri bir entografik inceleme olduğu kadar Kars’ın, bir şehrin sesini kaybetmesinin de tarihidir aynı zamanda.
Denisenko, eserinin yazılış öyküsünü şu cümle ile özetler: Ölüm karanlıklara gömülme, yok olma olmamalı. Dilerim Kars benden çok yaşasın. Ancak en azından bizim oradaki varlığımızın öyküsünün yaşayacağını garantiye almak için bu kitabı yazmaya ka­rar verdim. Denisenko’nun bizim oradaki varlığımız dediği Kars’taki Rus kökenli “TC” vatandaşlarıdır. Denisenko, çiçeği, böceği, dağı, nehri, dillere destan mimarisi, sokakları, bakkalı, kasabı, sinemaları, tiyatroları, operaları, değirmenleri, hamamları, bayramları, kazları, faytonları, kızakları, peyniri ve balı ile birlikte bize bir zamanlar Kars’ta yaşayan ve cumhuriyetle solan bu rengi hatırlatır… Estonlar, Duhaborlar, Malakanlar, Almanlar, Polonyalılar, Litvanyalılar, Ruslar…

Ne yazık ki bu renkler artık Kars’ın bu günkü puslu tablosunda yer almaz.Tek millet- tek dil politikası Kars’ın bu olağan üstü renklerini ortadan kaldırmış bir anlamda soldurarak bugünkü puslu tablosunu yaratmış, bir kentin nefesini keserek sesini kaybetmesine neden olmuştur : Kendimi bildim bileli bizim evde Kars konuşulur: Kars'ta şöy­leydi, böyleydi. Ben de evlenip çoluk çocuğa karıştığımdan beri hep Kars anlattım sevdiklerime. Gün geldi; anlattıracak, soracak insan­larımız da tek tek bizi terk etti: Merak ettiklerimizin cevabı olmadığı­nın ayırdına vardık acıyla. Bizler de Kars'ta yaşadık, bizler de Kars'ı sevdik. Hem de ne sevdik; genlerimize işledi adeta; sevinçlerimizin, üzüntülerimizin, düşlerimizin odağı oldu Kars.

Biz bu yazıda Kars’ın kültürel ve etnografik zenginliğinin incelenmesini bir sosyal antropolaga ya da halk bilimciye  bırakarak, Kars’ta uygulamaya konulan etnik temizliğe odaklanırken, Denisenko’nun özlü Karslı tanımına yer vermeden de geçemiyoruz: Tarih boyunca sürekli olarak el değiştirmiş olan serhat şehri Kars'ın tarihi hep yeni hükümranların politikalarına ayak uydurma ya da reddetme tarihidir aynı zamanda. Bu ne­denle Kars her daim kişilikli olmuş, Kars'tan çıkan insanlar hep farklı olmuş, başkalarının arasından sıyrılmışlardır hep.

Malakanlar

“TC” nin kurucu ideolojisi düşman paranoyası ile maluldür. Bu bakımdan kurucu kadro kendinden başkasını düşman olarak algılar.Karsı oluşturan renkleri ve etnik çeşitliliğine tahammülsüzlüğü de buradan kaynaklanır. Bu unsurlar hakkında raporlar tutulur ve bunların tüketilmesine karşı her tür çabaya başvurulur. Bölgeyi iyi bilen kurucu kadrodan Karabekir bu politikaların hayata geçirilmesinde en önemli figürlerinden biridir. Kâzım Karabekir, övgüyle söz etse de onların Malakanlardan tehlikeli ve şüpheli unsur olarak görülmelerine yol açan raporları da yine kendi tutmuştu. Bu barışçıl  Malakan halkı  kimseye yaranamamıştır.  Rus Çarlığı Malakanların halkı hakim kilise yolundan çıkaracaklarından Türkiye Cumhuriyeti  ise bölge halkını Bolşevikleştirebileceğinden korkmuştu.

Malakanların cemaat ya
şamı, paylaşmacı yaşam görüşleri o dönemde tüm dünyada yoksul halklar arasında ilgiyle karşılanan "komünizm'le suçlanmalarına neden olmuştu. Onların bu doğal yatkınlığı, Rus elçisi Medivani, daha sonra da Mustafa Suphi'nin köylerini ziyaret etmesi Kâzım Karabekir'in sözleriyle "kendi halinde çalışkan bir kavim olan Malakanlann ifsad edilmesine ve felaketlerine sebep olmuştu"

Kurucu kadro etnik temizliğin en önemli aparatlarından biri olarak zorunlu askerliği görmüştür. Malakanları askerlikle tehdit ederek coğrafyalarından ayrılmaları zorlanacaktır. Bunun için yönetimin görünür bir zor kullanımı da yoktur!  Bu unsurlar kendiliklerinden yerini yurdunu  terk etmektedir.

Oysa 13 Ekim Kars Anlaşması’nda kararlaştırılan durum tam  tersidir. Kars’taki azınlık unsurların askerlik yükümlülüğü yoktur. 13 Ekim 1921'de Kars'ta Türkiye, Ermenistan, Azerbay­can ve Gürcistan arasında imzalanan dostluk anlaşmasının 11 numaralı maddesi şöyleydi:

"Ba
ğıtlı taraflardan birinin öteki tarafın topraklarında otu­ran uyrukları, yerleşmiş oldukları ülke yasalarından doğan hak ve görevlere uygun biçimde işlem görmekle birlikte, ulu­sal savunmaya ilişkin yasalardan bağışık tutulup onlara uy­maları istenilmeyecektir. Aile veraset hakları ile ehliyete iliş­kin işlerde de tarafların uyrukları işbu madde hükümlerinin dışında kalacaklardır. Bu konular bir özel anlaşma yapılarak çözümlenecektir."

Malakanların ulusal savunmaya ili
şkin yasalardan bağı­şık tutulacağı kararlaştırılmış olduğu halde Türkiye antlaşma sonrasında bu madde ile vermiş olduğu taahhüte uymamış, Malakanları askere almaya kalkışmış, onları Türkiye'den git­meye zorlayacak bir politika benimsenmişti.

“TC” imzaladığı anlaşmayıdaha mürekkebi kurumadan ihlal etmekten çekinmez: Çiçerin’in Büyükelçi Ali Fuat Cebesoy’a verdiği notalarda  “Kars bölgesinde yaşayan Rus halkının zorla askere alınması da XII. maddeyi ihlal edici keyfi bir ha­rekettir ve bunu da şiddetle protesto ederiz..." denmesine kar­şın, bir şey değişmez. Bunu R.S.F.S.C. Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin 13 Kasım 1921 tarihli son notasında:
"Rus hükümeti üzüntü duyarak defalarca yaptığı uyarı, protesto ve istemlerine rağmen, Kars bölgesinde yaşayan Rus halkının her türlü yasa dışı kovuşturmaya ve baskıya hedef olduğunu belirtmek zorundadır. Daha önceleri de belirtmiş olduğum gibi Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerde özellik­le bu soruna büyük önem vermekteyiz. Ancak bu günlerde Kars bölgesinden almış olduğumuz haberler; Türk makam­larınca Rus halkına karşı baskı hareketlerine son verilmediği gibi tersine, daha da arttırdığını göstermektedir. Bütün haklar ve Moskova anlaşması hükümleri çiğnenerek, Sovyet topraklarına geçmek isteyen Malakanlar Türk uyruklu kimseler gibi kabul ediliyor, üstelik silah altına alınıyor. Bu ise eşine zor rastlanır bir keyfi davranıştan başka bir şey değildir (...) Bu dayanılmaz eylemleri şiddetle protesto edip isyan duyguları­mı açıklarken özellikle Türk temsilcisi Kâzım Karabekir'in Rus temsilcisi Yoldaş Ganetski ile yaptığı görüşmelerde, Kars ilini terk etmek arzusunu bildirmiş olan Malakanların Türk uyruk­luğunda kalmasını ve silah altına çağrılmasını kabul ettiğimi iddia etmesi karşısında duyduğum şaşkınlığı ifade etmek iste­rim. Hiçbir aslı ve dayanağı olmayan bu iddia beni son derece hayrete düşürüyor ve resmen şunlara bildirmeme zorluyor: bu asılsız iddialardan çıkacak bütün sonuçlar ve bu sonuçla­ra kanan ve şaşıran Rus temsilcilerinin yapacakları herhangi bir açıklamanın hiçbir hükmü yoktur. Rusya hükümeti Kars bölgesinden çıkmak isteyen ve bu isteklerini resmen bildiren bütün Malakanların Rus vatandaşı olarak sayılmasını, Mala­kanların Türkiye'de askeri göreve alınma girişiminin yasa dışı kabul edileceğini ve şimdiye kadar bu üzücü olaylara meydan veren Türk sorumlularının cezalandırılmasını resmen ve ke­sinlikle talep eder. Şunu da ekleyeyim ki vaktiyle Rusya'ya göç etmek olanağına sahip olmayan Malakanların bugün bu­lundukları yerde bir yıl daha kalma hakları bulunduğuna ilişkin resmi bir mutabakat bulunmaktadır[2] (...)Türkiye'de kal­ma kararını alan Malakanlara gelince, bizce bu Malakanlara, milli azınlıkların haklarına karşı saygı gösterileceğini belirten Misak-ı Milli'nin Moskova antlaşması ile kabul etiğimiz ilke­lerin uygulanması doğru olacaktır.”
2 Aralık 1921 tarihli notada ise, Hıristiyanların muaf tu­tulduğu askerliğe tabi tutma uygulamasına değinilerek,

"Kilikya'da bütün Hıristiyanlar, Kars'ta ise diğer Hıristi­yanlar askerlik görevinden muaf tutulurken, Çarlık zamanın­da bile askere alınmayan Malakanlar bugünlerde silah altına alınıyorsa bunun ne anlama geldiğini çok iyi anlamaktayız" denilmektedir.

1922'de savaş sonrasındaki anti-Bolşevizm saplantısının kurbanı olan yirmi binden fazla Malakan, Türklerle evli kız­larını, ölülerini, hemen hemen tüm mal varlıklarını bırakarak kırk yıl önce geldikleri
Kars'tan istemeye istemeye aynlmışlardı. Dayatılan tüm koşullara boyun eğen küçük bir Malakan azınlık Türkiye'de kalmışsa da gözlerin sürekli üzerlerinde olması, anlamsız baskılar ve "at nalı tabyası" denilen ve tabya­dan askeri hapishaneye çevrilen yerde sudan bahanelerle ha­pis tutulmaları ve dövülmeleri gibi kasıtlı uygulamalar sonucu
1962 sonrasında da Sovyetler Birliği'ne ya da Amerika'ya göç etmeyi seçeceklerdi. Hayatta kalanların anlattıklarına bakılırsa Malakanlar Türkiye'yi terk etme kararı aldıklarında lider sayı­lan köyün yaşlıları günlerce nezarette tutulup sorguya çekil­miş hatta falakaya yatırılıp bazı soruları yanıtlamaları isten­mişti. Yaşlı başlı adamlar şişmiş ayaklarıyla yürümekte güçlük çekiyorlarmış çıktıklarında. Malakanlara uygulanan baskı ve şiddet diğer unsurlar içinde geçerlidir.

Askerlik ayrımcılığın ve baskının en rafine yaşandığı bir kurumdur. “Azınlıkların” zorunlu  askerliği yaşamlarının bu kesitinde ayrımcılığı  ve baskıyı  iliklerine kadar hissettikleri bir zaman dilimidir. Askerlik yapmış olan bir Karslı kuzen şöyle yazmış: Asker­de boyuna zincirle takılan ufak plakalara künye denir. Adın, soyadın, şuben, tertibin, kan grubun bu künye üzerindedir. Sağ alt köşede ise Müslümansan M, değilsen GM harfleri yazı­lıdır. Biz gayrimüslim askerler de birbirimize General Motors diyerek şakalaşırdık." Her azınlık unsurda olduğu gibi Kars azınlıklarının zorunlu askerlikle ilgili olumlu bir yaşantıları yoktur.  Askerlik hem kendileri hem de aileleri için katlanılmazdır. Denisenko iki trajik örnek verir:  1960'larda kendinden küçük kar­deşi askere gitmişti. İlk çocuğu kuzinim Sonya'yı doğurduğu yıldı. Anya teyzenin kardeşi askerde nasılsa vurulmuş ölmüş, cenazesini getirip bizim eve teslim etmişlerdi. Kocaman uzun sandık evin önündeki camekânlı balkonda köye nakledilmeyi bekliyordu. Kimse lohusa Anya teyzeye bu acı haberi verme­ye cesaret edememişti. Derken sandık gözünden kaçmamış, içinde ne olduğunu sormuştu. "Yağ, köye gidecek!" diyerek geçiştirseler de harika yemekler yapan Anya teyze taze yağ­dan biraz almak istemiş, kendi kendine kapağı kaldırdığın­da ölmüş kardeşiyle karşılaşınca dünya başına yıkılmıştı. O günden sonra o munis kadın bir daha kendine gelemedi. Kolya – Nikolay  amcanın  askerliği sırasında ne yaşamışsa aynı insan olarak askerlikten dönemeyecektir.Askerden döndüğünde aynı insan değildi. Bütünüyle huyu suyu değişen Koka önce alkol, sonra da uyuştuurcu haplar kullanmaya başlamış ışıklı halini yitirmişti. Askerlik Kolya’yı yıkıma uğratmıştır.

Cumhuriyet'in ilk yılla­rı geçip de Türkiye'de komünizme karşı tedbirler alınmaya başlandığında, devletin eski refleksi bir kez daha devreye girmiştir: Güven duyulmayan, devletin zaaf gördüğü bölgelere, başka bölgelerden oranın nüfusu ile uyuşması zor bir kitle getirilip yerleştiriliyordu. Malakanların Türkiye'ye geldikle­ri gibi gitmelerini sağlamak için ilk adımlar böyle atılmıştı… Komşuları Malakanların tarlalarına, kendi ekmedikleri ürünleri toplamaya dadandılar. Malakanlar buna seslerini çıkarmadılar. Ancak bu kez de kendileri açlıkla yüz yüzeydiler. Bir gün bir Malakan köylüsü komşusunu tarlada son patatesleri de çalmaya yeltenirken yakalar. "İsteresen onları alma da ben tekrar ekebileyim, o zaman yeni patatesler­den alabilirsin" der.

Aslında hiçbir zaman Malakanlardan gelen bir tehdit söz konusu değildir. Savaş döneminde Malakan köylerinde askerler beslenir. Bunlardan biri de Çakmak köyüdür. Çakmak köyünde ordugâh kuran Türk ordusuna; günlerce sıcak ekmek, 300 hayvan kesip taze et sağlamış, köylülerin askerlere adeta çocukları gibi baktıkları anlatılır. Çakmaklı Malakanlar zafer zamanında da defalarca Kazım Karabekir'le maiyetindeki kişileri şenlik çadırı kurup günler süren ziyafetlerle ağırlamışlardı.

Devlet nihayet politikalarının sonucunu alarak Malakanları kovmayı başarmıştır. Ancak Malakanlar giderken bunu ifade etmekten çekinmezler:  Çalgavur'un Malakanlarının Türk­lerle evli olmayanlarının tamamı 1962'de Rusya'ya göçmüş. Köyün en soylu ve zengin insanlarından biri olan Simyon Dayı hem çok zengin, hem kültürlü hem de herkesin saygı gösterdiği dürüst bir adammış. Bu nedenle vali, askeri erkân onunla ahpaplık eder birlikte gezer, yer, içerlermiş. Rusya'ya gitmeye karar verdiklerinde Kars'ın ileri gelenleri onu vazge­çirmeye gelmişler; "gitme, etme" demişler ama Simyon bütün dobralığıyla "Vallahi suç sizde" diye cevap vermiş. Ne de olsa Denisenko’nun dediği gibi Karslıdır!

Devlet, Malakanların kişisel mallarını yanlarında götürme izni vermişti ama para götürmeye izinleri yoktur. Bu nedenle çoğu altına çe­virdikleri paralarını köylerine gömerek gitmişlerdir. Bu altınlar onlar gittikten sonra bütün bölge ve evleri deşilerek arandı. Simyon amca gibi bazılarınınki bulunmuş; ama yerli halk bu paraların uğursuz olduğuna inanır ve Çalgavur'un dağında bir Kürdün davarlarını otlatırken Malakanların gömdüğü bir te­neke altın bulduğunu ancak bu paranın ona haram olduğunu, hiç hayrını görmediği gibi tam bir yıl sonra aynı dağda dona­rak öldüğünü anlatırlar.

Kısaca Kars azınlıkları için “Cumhuriyet” Kars’ta ayrımcılık, baskı ve sürgün olarak tecelli eder: Cumhuriyet kurulduktan sonra Kars'ta önceleri bir süre her şey teslim alındığı gibi bırakılmış. Ancak izleyen yıllarda devlette bir güvenlik kaygısı oluşmuş. Buradaki beyaz ordu kalıntısı Rus asker ailelerini Kastamonu, Çankırı, Yozgat gibi iç bölgelere sürmüşler. Sadece asker ailelerinin sürülmüş ol­duğu iddia edilse de, bugün İstanbul Teknik Üniversitesinden emekli olmuş Malakan kökenli bir ünlü hocanın değirmenci olan babası Alexandr Popkov ile kardeşi Yosif'in de Çankırı'ya sürülmüş oldukları biliniyor. Hocanın değirmenci babası Çankırı'da gazinoda çalışarak ailesine bakmış.

Sınırlı Arşiv belgelerine baktığımızda Kars’tan ilk sürgünlerin 1.6.1924 öncesinden başladığını anlıyoruz. İskan ve Aşair Umum Müdürlüğü’nün Kars'a yazdığı bir yazıda "Kars'tan başka yerlere nakil ve iskan edilen muhacirlerin miktarlarıyla nerelere iskan edildiğinin bildirilmesi"ni istediği bir yazı var, 1926’da bir başka sevkiyatın yapıldığını 20.11 26 tarihinde "Kars’tan sevk edilen mültecilerin yol masrafları için istenen paranın Sivas'a gönderildiği" söylendiği yazıdan anlıyoruz, bunların muhtemelen  Yozgat'a sevkiyatın yapıldığı 20.11 26 tarihli "Kars’tan Yozgat’a sevk olunan mülteciler için iaşe ve yol masraflarının karşılanması için havale gönderildiği" yazısından çıkarmak mümkün,

Bir başka 8.12. 26 tarihli yazıda "Kars’tan nakledilecek muhacir ailelerinin sevklerinin ilk bahara tehiri” söylendiğine göre başka kafileler de var. Bu sevkler için sürgün terimi kullanılmamış, bu sürgünlerin gayrimenkulleriyle ilgilenilmesi de ilk Ermenilerden başlanmış.  30.6.1924 tarihinde "Kars vilayetinde Ermeni emvalinden ne kadar ev bulunduğunun tesbiti" istenmiştir.

9.1.1929 tarihli ve 7547795-29 sayılı kararnamede "Rusya ve Kafkasya’dan gelerek Kars , Ardahan ve Artvin'e yerleşen ve oralarda ikametleri mahzurlu görülerek iç vilayetlere nakledilen şahıslardan hasta ve ihtiyar olanların memleketlerine iadelerine" dair bir kararname var. Buna göre sürgünler 1928’den önce başlamış olmalı. 3.1.27 tarihinde Halk Partisi müfettişi Esat bey (muhtemel Ahmet Esat Uras’tır) bir Kars Raporu [3]hazırlamıştır. Sürgünler  muhtemelen bu rapor sonucu olmalı. 8.3.1939 tarihli maliye ve adliye vekilliklerince "önceleri Rus istilasında bulunan Kars ve diğer yerlerinde ki birtakım mütegallibenin araziye sahiplik iddiaları üzerine bir takibat" yapılarak raporlanmış. Bu rapor, Kürtlerle olan mutabakatın Şeyh Said ve Ağrı direnişi esnasındaki bozulmasından kaynaklıdır.  Daha önce kullanmasına göz yumulmuş Ermeni gayrimenkullerin  Kürtlerin  elinden alınarak sürgüne gönderilmelerine dairdir. Buna benzer sürgünler de devam eder: 20.9.1931 tarihinde Çıldır’dan sürgün edilen 200 aile, Hamişoğullarının sürgünü 5.6.1936’da … gibi.

Rus Azınlıklar

Denisenko, Kars’taki baskı  ve ayrımcılığa verdiği bir çok örnek verir, bunların içinde  bir genç kızın yaşadıkları çarpıcıdır: Karsta teğmenlik yapan ve birkaç sene evvel askeri okuldan mezun olup üstteğmen olmaya hazırlanan Feyyaz adında genç bir adamdı. Askeri okuldayken Rusça öğrendiği için Kars'a gön­derilmişti. Haftada bir evimize gelip ders alır, konuşmasını ilerletmeye uğraşırdı. Kardeşlerim telaffuzunu komik bulup onunla dalga geçerlerdi. Aradan aylar geçti, arada beni sine­maya, orduevindeki yemeklere falan davet etmeye başladı. Tipim olmasa da, genç insanlarız, arkadaş olmanın zararı ol­maz diye onunla ara sıra yürür, sohbet ederdim. Bir gün yine sinemaya gidecektik, baktım gelmedi. Ders günü geldi, geçti gelmedi. Ben ne olduğunu merak ederken arkadaşlarından biri onun Kars civarında bir yerde gözaltında hapis olduğu­nu haber verdi… O gün ağzımla kuş tutsam asla bir yerden öteye geçirilmeyeceğimi, adeta damgalı sınıfa mahkûm oldu­ğumu anladım. Biz gözlerinde hep gavur kalacaktık ve her fırsatta bu yüzümüze vurulacaktı. Bu olay üzerine işimden ay­rılmaya karar verip istifa ettim. Bana nedenini sorup durdular. Cevabım 'Siz benden daha iyi bilirsiniz'di. Kars’ta azınlıklarla arkadaşlık kurmak dahi tehlikelidir!

Kars’ta da başka boyutta bir McCarthy’cilik peydahlanmıştır. Bunda da en büyük zararı Rus azınlıklar görmektedirler: Rus düşmanlığı, komünizm düşmanlığı ile katmerlenmiş, "Moskof uşağı" düşmanlığına dönüşmüştü. Bolşevizmi ciddi bir tehlike olarak gören siyasal çevrelerde Bolşeviklik konusun­da cadı kazanları kaynatılmaya başlanmış; anlayan anlamayan herkes çoğu zaman siyasal iktidarın yanında yer almak dürtü­süyle insanları Bolşevik olmakla suçlamış, ülkeyi Bolşeviklerin ele geçireceği yolunda senaryolar üretmişlerdi. Bu kişilerden biri olan Rıza Nur, Moskova'ya görüşme için gönderilen he­yette yer almıştı. Rıza Nur tuttuğu raporlarda bazı Karslıları ihbar etmişti. O yıllarda Ani'yi gidip görmek bile tehlikeliydi ve şüphe çekerdi. İnsanlar Ani'yi geziyor, Rus Konsolosluğu­’nun önünden fazla geçiyor gibi gerekçelerle MİT tarafından izleniyor, sorguya çekiliyor, işkence görüyorlardı. Rıza Nur, bir başka girişiminde Ani kentinin taş üstünde taş kalmamacasına imha edilmesini de hükümete önerecekti. Ankara'daki Meclis ise bir taraftan Bolşeviklerle iyi geçinmeye dikkat ederken di­ğer taraftan ülkede Bolşevizmin ve sosyalist düşüncenin engel­lenmesi için her türlü önlemi almayı sürdürüyordu.

Bu baskı aparatının en önemli ayağı Kars’a gönderilen devlet görevlileridir. Bu görevliler özel görev için orada bulunmaktadırlar: Bu gibi nedenlerle Kars'ta büyük bir terör estirildiği, başka bölgelerden tayin edilmiş memurların yerli halkı suçlayarak, gözdağı vererek sindirdikleri, birbirlerine düşürdükleri bilini­yor. Orhan Pamuk'un romanı, Kars'ı sadece o loşluğu, korku ve dedikodu dolu güvensiz ortamı yansıtmaktaki becerisi ne­deniyle beğenmiştim. Kars'tan, Kastamonu, Çankırı, Yozgat'a büyük çaplı sürgünlerin olduğu kesin bir bilgi.

Devlet Kars’taki küçücük bir “azınlığa” dahi dayanamamıştır. Kars'tan ilk sürgünler, Rus azınlıkta ve Kars'ı terk etmemiş olan yerli halk­ta doğal olarak var olduğundan kuşku duyulan Rusya sempatizanlığı ve dolayısıyla korkulan Komünist yandaşlığına karşı bölgeyi sterilize etmek amacını taşıyordu. Oysa ki Kars'ta ya­şayan Azeri olsun, Karapapak olsun tüm Kafkas kavimlerinin çocukları, Kafkasya'yı işgalinden dolayı esasında son derece Rus karşıtı ve milliyetçidirler, o zamanlar da öyleydi.Kars'tan sürülmeleri 1927-1952 arası yıllarda yönetsel düzeyde netlik kazanmamış pek çok şeyin varlığını gösteriyor[4]. Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Cemil Koçak'ın "Umumi Müfettişlikler" kitabından çıkarsanabileceği gibi o dönemde 3. bölge ilan edilen Kars'ta Umum Müfettişlik Başkanı, Kars'tan göç gerektiğini saptıyor. 5. müfettişliğin bölgedeki demografik yapıda değişiklik ge­rektiğine dair yazısı mevcut. Umum müfettişliklerinin Kars'ta Rus casusu olabileceklerin varlığına değinen raporu, özellikle 1946'larda Kars'ın Azeriler, Karapapaklar gibi yerli halkına uygulanan sürgünün dayanağı olmuştu.

Son olarak Denisnko’nun  ailesinden trajik bir örneğe yer verelim. Örnek bir anlamda kar azınlıklarının yaşamını özetler: Dedemin adı Grigori Nimsof'tu. Resmi kayıtlarda Krikor Nimso olarak geçiyor. Doğumu 1896-1900 arasında Astrahan'da olmalı (Annem babasının Astrahan kökenli ol­duğunu söylerdi). Kars'a kaçtığında gencecik bir beyaz ordu mensubu, en fazla bir yüzbaşı olmalıydı. Beyaz ordu 1920'de Astrahan savunmasında yenilmiş, ordu mensupları çil yav­rusu gibi dağılmışlardı. Dedem kendini bir biçimde Kars'a dar atanlardandı. Burada âşık olmuş, kısa sürede evlenmiş, çocukları olmuş yepyeni bir hayata yelken açmıştı. Onu ta­nımış olanlar çok yetenekli olduğunu fısıldarlar: Marangoz­luk, oymacılık, kürk terbiyesi, dabaklama, keman yapım ve tamiri, sabun ve votka yapmak gibi birçok dalda uğraşları vardı. (Kaderin cilvesine bakın ki, yıllar sonra kayınvalidem olacak İsmet Pazarbaşı'nın  kemanını da o yıllarda dedem ta­mir edermiş). Onun hakkında anlatılanlardan gözümün önü­ne ekmeğini taştan çıkarabilecek, kolay çökmeyen, azimli biri geliyor. Bütün bu vasıfları, kendilerini biri ana karnında ufacık iki bebeyle sürgün kafilesi içinde bulmalarına engel olamazdı tabii ki. Kastamonu'da sürgün bitiminde salıverildiklerinde, asla Kars'a dönmemeleri tembih edilmiş, ellerinde bir bohçayla hiç bilmedikleri İstanbul'da bulmuşlardı ailecek kendilerini. Dedem Büyükdere’de Bahçeköy yolu üzerinde­ki 1932'de açılmış olan Tekel Kibrit Fabrikasında bir süre çalışmış. Karaköy'deki Rus Ortodoks Kilisesi sahip olduğu hanın odalarını ihtiyaç sahibi yoksullara sembolik bir ücret­le kiralıyordu. Kadınlar İstanbullu hanımlara dikiş dikerek, aşçılık ve temizlikçilik yaparak sebatla tencerelerini kaynatmayı sürdürdüler: Çocukları küçük, İstanbul'da yaşam peri­şanlıktı. Kars'taki nezih yaşam ortamından sonra İstanbul'da sığıntı yaşama alışamayan anneannemin zorlamasıyla Kars'a dönmüşlerdi. Başlarına gelenler de asıl o zamandı. Kars'ta ihbarlar olağan, tutuklamalar sıradanmış. Tutuklananlardan biri de dedem. Tutuklanma tarihi annemin anlattıklarına göre (O sırada 14 yaşında imiş) 1940-41 gibi. Biri Malakan, bir­kaç arkadaşıyla tutuklanmış. Dedemin sekiz yıl Ankara'da ve Erzurum'da hapislerde süründürüldüğü bu zaman zarfında adeta kaybedildiği, ailesine hakkında hiçbir bilgi verilmediği biliniyor. Aklıma gelen 1927'de görevini tamamladığı bilinen "İstiklal Mahkemeleri"nin ya da benzerlerinin daha uzun süre çalıştığıdır. Bu mahkemelerde avukat tutmanın yasak oldu­ğunu, kararların temyize götürülemediğini biliyoruz. Sonuçta dedem "komünist general" suçlamasıyla Erzurum Mal Meyda­nı’nda asılarak infaz ediliyor. General olmadığı da kesin. Zaten T.C. vatandaşı olmuş bir sivildi. Ölüm kaydını bir avukat ar­kadaş eski nüfus kayıtlarından bulmuştu: 4.6.1947, Erzurum. İdamına ilişkin bir kararname olmalı diye düşünüyorum. Ama nasıl ulaşılacak? O sırada en fazla 50 yaşında olmalı. İdam edilenleri ibret için bir süre ipte bırakırlarmış. Onu o halde o sırada askerliğini yapmakta olan öz be öz amcam meydan­dan geçerken görmüş, haber vermişti. Yoksa kimseye bir şey bildirileceği de yokmuş. Yedi yıl hapiste süründürüldükten sonra göğsüne Rus generali yaftasıyla asılması nasıl haklı bir gerekçeye dayandırılabilir?
 
[1] Ludmila Denisenko, Böyle Bir Kars, Heyamola Y. 2011.
[2] Hükümet daha sonra 28.2.1929 tarihinde  ve 431-148 tsayı ile “Elviyey-i Selasede Sovyetler Birliği tabiyetine geçenlerin gayrimenkullerini tasfiye etmeleri için 1 yıl süre verildiği bunun dışında gayrimenkuller üzerinde bir hak iddia edilemeyeceğine” dair bir kararname de çıkarır. BCA 30.10/247.674.10
[3] BCA 30.10/78.518.10
[4] Kars sürgünleri ile ilgili yargılama dosyaları da diğer yargılama dosyaları gibi büyük ihtimalle halen Meclis arşivinde saklanmaktadır. O dönem siyasi (o dönem her şey siyasi olarak algılanmıştır) davalara bakan mahkemelere  de bir anlamda İstiklal Mahkemesi statüsü verildiği söylenebilir.
 

Monday, May 13, 2013

Obama'nın 'zor' oyunu


 
Fehim Tastekin

Rusya'nın Esad rejimine S-300 füzesi verme planı ve ABD'nin muhaliflere silah gönderme seçeneği 2 ülkeyi Cenevre Mutabakatı'nda tekrar buluşturdu. Ama Suriye'de oyun bitmedi.

Özgür Suriye Ordusu milisleri Deyr el Zor da bir atölyede silahlarını tamir ederken poz verdi.

ABD ve Rusya, Suriye’de ne yapmaya çalışıyor? İki küresel güç bir yandan krizin askerileşmesine yönelik manevralara girişirken diğer yandan Esad rejimi ile muhalifleri uluslararası konferansta buluşturmak üzere anlaşıyor. İşin esprisi şu: Gücün dili diplomasinin diline güç veriyor. ABD de, Rusya da kafalarındaki ‘siyasi çözümü’ zorlamak için masaya oturmadan önceki son darbenin belirleyici olduğunu biliyor.

ABD muhaliflere doğrudan silah temin etme seçeneğini dillendirince Rusya da geçen hafta Moskova ziyareti sırasında Dışişleri Bakanı John Kerry ile Suriye’ye S-300 füze sistemi göndereceği bilgisini paylaştı. Güya ABD, Esad güçlerince kimyasal silah kullanıldığı iddiasıyla Rusya’yı geri adıma zorlayacaktı ama BM Bağımsız Suriye Soruşturma Komisyonu’nun ‘Doğrucu Davut’u Carla Del Ponte afallamış halde “Suriye’de ilk bulgulara göre kimyasal silahı muhalifler kullandı” diyerek oyunu bozdu. Sonuçta Washington, Rusya’nın dediğine gelip dümeni yeniden Cenevre Mutabakatı’na kırdı. Bölge liderleriyle görüşmeye hazırlanan Barack Obama’nın hazirana, Suriye politikasında dramatik bir değişiklik yaparak gireceğini uman müdahaleci taraf biraz hayal kırıklığına uğradı.

Kim kimi temsil edecek?

30 Haziran’da Cenevre’de kabul edilen ve ‘siyasi geçiş hükümeti’ kurulmasını içeren anlaşmayla ilgili ilerleme sağlanamamasının nedeni Esad’ın kaderine dair hanenin boş bırakılmasıydı. ABD anlaşmayı ‘Esad’a gidiş bileti’ sayarken Rusya “Esad’ın görevi bırakması şart değil” diyordu. Şimdi ABD mini bir çarkla Esad’ın gidişini ‘önkoşul değil sürecin bir neticesi’ olarak görüyor. Rusya da ufak bir ayarla “Kişilerin değil Suriye halkının kaderiyle ilgileniyoruz” havasında. “Esad geçiş hükümetinin bir unsuru olmayacak” diyen Kerry’deki bulanıklığı Türk vecizesine havale edelim: “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”

ABD ile Rusya’yı birbirine yakınlaştıran yeni süreçte her şey yolunda mı, hayır. Yeni kriz konferansta taraftarı kimin temsil edeceği noktasında düğümleniyor. Rusya, ABD’nin tanıdığı Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) dışında silahla rejim değiştirme stratejisini reddeden muhaliflerin de katılmasını istiyor. İkinci sorun tarafların nasıl ikna edileceği noktasında düğümleniyor.

Muhalifler de ikna edilmeli

Suriye’nin ilk tepkisi olumlu ama koşullar netleşince ipe un serebilir. Sadece Şam’ın değil muhaliflerin de ikna edilmesi gerekiyor. SMDK “Önce Esad gitmeli” şartında ısrarcı. Esad’ın gitmesini de kâfi görmeyen Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ise daha keskin ama aynı zamanda ihtiyatlı: “Rejimin adamlarının olduğu masada biz olmayabiliriz.” SMDK başkanlığını bölge ülkelerinin Suriyelilerin iradesini hiçe sayan müdahaleleri ve geçici başbakan seçimi yüzünden bırakan Muaz el Hatib ise El Cezire’ye Esad’la müzakereye açık olduğunu söyledi. Sadece muhalefet değil bölgesel destekçilerinin de barış masasına ikna edilmesi gerekiyor. Belli ki Esad’ın ikna edilmesi konusunda Obama, Rusya’nın nüfuzuna güveniyor. Fakat Rus etkisinin yüzde 100 garantisi yok. Burada Kommersant yazarı Sergey Strokan’ın şu uyarısı kaydadeğer: “Moskova’nın Suriye rejimi üzerindeki etkisi oldukça sınırlı.”

Potansiyel sorunlar

Sahada üstün gelmeye başlayan, son olarak muhalifleri Kusayr’da kuşatan ve Dera-Şam yolunu ulaşıma açan ordu güven tazelemişken Esad’ın vereceği taviz sadece muhalefetin belli unsurlarını yönetime ortak etmekle sınırlı kalabilir. Bir başka handikap ABD’nin İran’ı süreçten dışlaması. Cenevre Mutabakatı’na destek veren İran’ın barış sürecine ortak edilmesi Şam üzerindeki baskıyı arttırabilir. Obama’nın eninde sonunda İran’ı oyuna dahil edebileceği ihtimali de dışlanmıyor.

Bütün bu faktörler nedeniyle çift yönlü stratejiyle yürüyen ABD’nin, siyasi çözüm üzerinde çalışırken Esad rejimini masaya zorlayacak koşulları yaratmak için uğraşmaya devam etmesi büyük olasılık. ABD, bir süredir Nusra gibi radikal unsurları tecrit etme görevi verilen Selim İdris üzerinden yol almaya çalışıyor. İdris’in silahlı unsurları kontrol edebildiğini görürse ‘İsrail’i tehdit etmeyecek’ çaptaki silahlarla ÖSO lehine dengeleri değiştirebilir. ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford geçen hafta Türkiye’den Halep’e gidip askeri kanadı yokladı. Ford’un sunacağı rapor istikameti belirleyebilir.

Erdoğan’dan beklenen

Bu süreçte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Obama ile Beyaz Saray randevusu da önemli. Erdoğan muhtemel ki Reyhanlı’daki saldırıları hatırlatıp “Suriye meselesini tez elden halledelim yoksa ateş ülkemi sarıyor” diyecek ve ‘uçuşa yasak bölge’ oluşturulmasını isteyecek. Tabii, her türlü ihtimale açık Reyhanlı olayı tersinden de kullanılabilecek bir koz. Nitekim Rusya-Duma Dış İlişkiler Komisyon Başkanı Aleksey Puşkov “Arkasında barış konferansını engellemek ve askeri operasyonu öne çekmek isteyenler var” iddiasında bulundu. Washington Post yazarı David Ignatius’a göre, Obama da ılımlı unsurlar üzerinden kurgulanan planın yürüyebilmesi için ABD’nin terör örgütü listesine aldığı Nusra gibi ‘cihatçı’ grupların Türkiye sınırlarından beslenmesinin önlenmesini isteyecek. Ignatius’un yazısı ABD-Rusya uzlaşından önceydi. Haliyle Obama siyasi çözümde kararlıysa taleplerine Türkiye’nin Cenevre sürecine destek vermesini de ekleyecek.

Siyasi çözüm bir ölçüde Türkiye’nin silah zoruyla rejim devirmeye kilitlenmiş politikasını değiştirmesine bağlı. Mevcut koşullarda uçuşa yasak bölge beklentisinin karşılık bulması da zor. ABD’li yetkililer, ‘uçuşa yasak bölge’ ya da ‘güvenli bölge’nin tam teşekküllü bir askeri operasyonu gerektirdiğinin altını çiziyor. Pentagon’un hesaplarına göre Suriye’nin hava savunma kapasitesi Libya’yı beşe katlıyor. Bu yüzden Obama, son alarak Senatör Robert Menendez’in muhaliflere silah verilmesini öngören tasarısıyla baskılansa da temkini elden bırakmıyor. Muhalifleri silahlandırma seçeneği öne çıktığı sürece Rusya’nın da Esad’a kalkan olan duruşunu değiştirmesi zor. Silaha karşı silah çıkmaz sokak.

Boynumuzun Borcu…Abi sen gazetecisin, bilirsin, bu Reyhanlı’daki patlama ne iş ?

- Abi sen gazetecisin, bilirsin, bu Reyhanlı’daki patlama  ne iş ?
Haydi gel de cevap ver bakalım.
Tamam ada dediğin dört yanı suyla çevrili anakaradan yalıtılmış bir toprak parçası. Ama medya ve internet çağında bu yalıtılmışlığın pek bir anlamı kalmadı. –Ben dahil- ada halkı da Reyhanlı’daki saldırıyı sizlerle eş zamanlı öğrendi.
Ama orada ne olup bittiğini, bu saldırının amacını, hedefini ve kimler tarafından kotarıldığını -ben dahil- ada halkı da ancak sizler kadar biliyor ve yorumlayabiliyor.
O yüzden Marmara köyünün meydanında  “Abi sen gazetecisin, bilirsin, bu Reyhanlı’daki patlama ne iş” sorusunu da ancak sizler kadar cevaplayabilirim.
Yani cevaplayamam.
Olsa olsa  -yine sizler kadar- ve yine ancak sizler kadar isabetli bir akıl yürütme mümkün.
Haydi yürütelim:
*    *    *
Bir: Bu saldırıyı Suriye’deki Baas iktidarı planlayıp, örgütleyip yapmış olamaz. Ya da Baas iktidarının tepesindekiler topluca çıldırmış olmalılar.
Çünkü bu saldırı Türkiye’yi Suriye’ye karşı savaşa sürmekten başka bir hedef taşıyamaz. Üstelik sadece Türkiye ile Suriye arasında değil, içine Israil’i, İran’ı da çekecek bir savaştan söz ediyorum.
İki: Saldırıda, Hatay’da –sanırım- çoğunluğu oluşturan Nusayri inancına bağlı ve dolayısıyla aynı inançtaki Baas iktidarına az ya da çok gönül bağı olan yurttaşlarımızın da parmağı olamaz. Çünkü Türkiye’nin Suriye’ye savaşa girmesi halinde Baas iktidarının değil, ona şiddet yöntemleri kullanarak başkaldıran Sünni kesimin yanında saf tutacağını bilmeyen olmasa gerek.
Üç: Hükümet çevresinin açıklamaları “THKP-C – Acilciler” adlı bir sol örgütü işaret ediyorlar. Bu hareketten, hem de onun lider ekibinden epey Acilci ile 1979-1980 yıllarında çeşitli askeri hapishanelerde ranza paylaşmış, volta atmışlığım var. O lider ekipten bazılarından Acilciler hareketinin çoktan bittiğini, sadece Samandağ yöresinde bir çekirdek grup kaldığını dinlemişliğim de var. Eğer bu bilgi ve Hükümet çevrelerinden gelen açıklamalar gerçeği yansıtıyorsa “Bir zamanlar devrim, hem de acil bir devrim için yola çıkanların bugün neyin maşası haline geldikleri…” diye başlayan bir cümle kurulabilir. Ancak bu Reyhanlı’da olup biteni açıklamaya, kavramaya hiçbir katkı sunmaz. Kestaneleri ateşten çıkaracak maşalar değil, o kestanelere sahip olacaklar önemli ve bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değilim. Sanırım siz de değilsiniz.
*    *    *
Bu kadar bilgi (yani bilgi kıtlığı) ile Marmara Köyünün meydanında  beni çevirip “Abi sen gazetecisin, bilirsin, bu Reyhanlı’daki patlama  ne iş” diye soran delikanlıya hiç duraksamadan “Bilmiyorum” dedim.
Sonra ekledim:
- Ama eğer Reyhanlı’daki saldırıdan dolayı birileri yanılıp yenilip Suriye’ye savaş açmaya kalkarsa, tıpkı “Irak’ta savaşa hayır” günlerindeki gibi güçlü, etkili ve sonuç alıcı bir savaş karşıtı hareket örgütlemek boynumuzun borcudur…
Sizce de boynumuzun borcudur değil mi ?

Saturday, May 11, 2013

Dostlar’ın Suriye devriminde İsrail’in joker rolü

Alptekin DURSUNOĞLU
Dostlar’ın Suriye devriminde İsrail’in joker rolü
Dünya jandarması ABD, Suriye konusunda BM’den yasal bir karar çıkarmakta başarısız olunca, dosyayı “mafyaya” teslim etmiş gözüküyor.


Suriye krizinin başlarında çok ihtiyatlı bir dil kullanmaya özen gösteren İsrail’in, geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren aşamalı olarak ihtiyatı terk ettiğine bu yılın başında da meseleye fiilen müdahale ettiğine tanık olduk.
İsrail’in Suriye krizi konusundaki tavrı dönemsel olarak şu dört şekilde gelişti:
1- Planlı sessizlik: Suriye krizinin başından 2012 yılının başlarına kadar süren bu dönemde İsrail, Suriye konusunda resmi düzeyde görüş bildirmekten kaçındı.
Hatta Başbakan Netanyahu, kabine üyelerine Suriye konusunda demeç verme yasağı getirmişti. Nitekim Suriye’deki isyanın üstünden bir yıl geçtikten sonra dönemin Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, “ahlaki sorumluluklarına” vurgu yaparak Benyamin Netanyahu’nun isteğinin aksine İsrail’in Suriye konusunda açık bir tutum takınması ve Beşşar Esed’e çekilme çağrısında bulunması gerektiğini açıklamıştı.[1]
Çünkü Suriye’deki isyanla ilgili olarak başlangıçta “halkın sivil gösterileri ve reform talebi” şeklinde bir algı oluşturulmaya çalışılıyordu ve İsrail’in soruna taraf olmasının bu algıya zarar verebileceği öngörülüyordu
2- Gayri resmi düzeyde analiz ve tarafgirlik: İsrail’de, Suriye’de yaşanan isyandan duyulan memnuniyete ve muhaliflerin desteklenmesi gerektiğine ilişkin ilk açıklamalar “uzmanlar” veya eski güvenlik yetkilileri tarafından dile getirildi.
Örneğin Mossad’ın eski Şefi Efraim Halevy, 7 Şubat’ta New York Times gazetesinde yazdığı yazıda Suriye’nin “İran’ın Aşil Topuğu/yumuşak karnı”[2] olduğunu belirterek Suriye’deki isyanın İsrail için sağlayacağı stratejik kazanımlara dikkat çekmişti.[3]
Çünkü artık Suriye konusu, önce Arap Birliği girişimi, ardından BM Güvenlik Konseyi süreçleri sayesinde bir iç sorun olmaktan çıkmaya ve uluslar arası krize dönüşmeye başlamıştı. Doğal olarak da İsrailli resmi olmayan güvenlik yetkililerinin resmi politikaları etkilemeye yönelik analizleri gündeme gelmekteydi.    
3- Resmi düzeyde kaygı ve tehdit: İsrailli yetkililer, 2012 yılının ortalarından itibaren Suriye’de yaşanan gelişmelerle ilgili olarak “kaygı” ve tehdit açıklamaları yapmaya başladı. Suriye’deki istikrarsızlığı ve bu ülkedeki silahların örgütlerin eline geçebileceği ihtimalini “kaygı” sebebi olarak ortaya koyan İsrailli yetkililer, bu duruma seyirci kalmayacaklarını belirterek[4] soruna doğrudan müdahale edebilecekleri tehdidini savurdular.
Çünkü 4 Şubat 2012’de Güvenlik Konseyi’nden Suriye’ye yönelik bir uluslar arası müdahale kararının çıkarılamaması ve “Dostlar grubu”nun kurulması artık dünyada Suriye üzerinden yeni bir “Soğuk Savaş” dengesi oluşturmaya başlamıştı.
Doğal olarak da İsrail, resmi düzeydeki açıklama ve tutumuyla bu yeni Soğuk Savaş dengesindeki safını belirlemiş oluyordu.
4-Eylem: Suriye’deki kimyasal silah ve gelişmiş füzelerin Hizbullah’ın veya başka grupların eline geçmesinden kaygı duyduğunu belirterek bu konuda sessiz kalmayacağı tehdidinde bulunan İsrail, 30 Ocak’ta tehdidini eyleme geçirdi ve Şam yakınlarındaki Cemraya Askeri Araştırma Merkezini bombaladı.[5]
Dostlar grubunun jokeri İsrail
Amerika’nın “Suriye devriminde” doğrudan liderlik üstlenip muhalefetin hem siyasi hem de askeri kanadını yeniden yapılandırdığı kasım ve aralık ayları, İsrail’in Ürdün’le birlikte “ABD, İngiltere, Fransa Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan”dan oluşan Dostlar grubunun çekirdek kadrosuna bir joker üye olarak katılacağının sinyalini vermişti.
Çünkü “Dostlar”ın tüm çabasına rağmen Suriye’ye uluslar arası meşruiyeti olan bir müdahale kararı çıkarılamamıştı ve “Dostlar”ın sahadaki vekilleri de hem örgütsel yapılarındaki kırılganlık hem de eylemsel kapasite bakımından sonuca ulaşmaktan uzak görünüyordu.
Dolayısıyla “Dostlar”ın sahadaki vekillerine uluslar arası meşruiyete dayalı bir dış müdahale ile “uçuşa yasak bölge” oluşturulamayacağının ve isyancılara hava desteği sağlanamayacağının anlaşılması, bu şartları fiili durumla gerçekleştirebilecek İsrail gibi her türlü uluslar arası yasadan azade bir yeni aktörün oyuna girmesini zorunlu kılıyordu.
İsrail’in hiçbir kurala bağlı olmayan joker rolüyle oyuna dahil edildiğine ilişkin ilk gelişme 2012 yılının aralık ayında yaşandı.
4 Aralık tarihli el-Hayat gazetesinin Reuters mahreçli haberine göre, Mossad'a yakınlığıyla bilinen İsrail kaynakları, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'in kimyasal silah kullanması halinde, Amerika, İsrail, Türkiye ve Ürdün'den oluşan dörtlünün Suriye'ye askeri müdahalede bulunması için hazırlıklar başladı.
Bu dörtlünün Suriye'ye askeri müdahalesinde koordinasyonun Amerika tarafından sağlanacağını ifade eden İsrail kaynakları, bu amaç doğrultusunda Ürdün, İsrail ve Türkiye'ye Amerikan askeri birliklerinin gönderildiğini açıklamıştı.
Bu dört ülkenin Suriye'ye askeri müdahale planının detaylarının gizli tutulmasına karar verdiğinin belirtildiği haberde, Türkiye’nin NATO'dan Patriot füze savunma sistemini, sınırdaki 10 farklı noktaya konuşlandırılmasını istediğine de dikkat çekilmişti.[6]
Suriye konusunda bir yılık sessizliğin ardından 2012 yılı ortalarında kaygı ve tehdit söylemi ile oyuna hazırlanan İsrail’in aralık ayından itibaren “Suriye’de kimyasal silah tehlikesi”ni en çok vurgulayan aktör haline gelmesi ve önce 30 Ocak’ta ardından da bugün Suriye’yi bombalaması el-Hayat gazetesinin haberini doğrulayan gelişmeler olarak gözüküyor.
İsrail’in Suriye’ye yönelik her iki saldırısı için de öne sürdüğü gerekçe, meşhur kaygılarına dayanıyor: Suriye’den Hizbullah’a giden füzeler…
Ancak son dönemdeki nitelikli operasyonlarıyla sahada üstünlüğü ele geçiren Suriye ordusuna ait mühimmat depolarının da bulunduğu 43 askeri üssü vurduğu[7] dikkate alındığında İsrail’in kuralsız joker rolünün “silahlı gruplara hava desteği sağlamak” olduğu anlaşılıyor.
Amerika’nın silahlı grupları Ürdün’de eğitmesi, Suriye’nin Ürdün sınırında oluşturulacak tampon bölge için Ürdün’e de Patriot yerleştirilmesinin gündeme gelmesi, İsrail’in “özür” aracılığıyla Türkiye’yle ilişkilerini normalleştirmesi, aralık ayında oluşturulan “Dörtlü”deki rol dağılımına ilişkin ipuçları veriyor.
Özetle dünya jandarması ABD, Suriye konusunda BM’den yasal bir karar çıkarmakta başarısız olunca, dosyayı “mafyaya” teslim etmiş gözüküyor.
Suriye’nin doğrudan kendisinin cevap vermemesi veya müttefiklerinin kural dışı joker rolüyle oyuna girmemesi halinde ocakta başlayan İsrail saldırılarının sahadaki silahlı gruplara hava şemsiyesi oluşturacak şekilde daha da sıklaşması beklenebilir.
 

Wednesday, May 8, 2013

Her şey ABD için!

  • TÜRKİYE-İSRAİL EL ELE, MİLLİ CEPHEDE!
  • Mustafa Yalçıner
  • Demirel, gerdanını kıra kıra, Isparta şivesiyle böyle derdi. "Her şey Böyyük Türkiye için." Ona nasip olmadı. Ancak şimdi yeniden moda “Büyük Türkiye”. “Hedef 2023” öyle küçük bir projenin adı değil. “İlk on ülke” içine girmek olarak açıklandı hedef. Şimdiden gerekenler yapılmaya başlandı.
    Ne mesela?
    Mesela, son dört senede Afrika’nın 19 ülkesinde elçilik açıyor Türkiye. Mesela, “İmparatorluk bakiyesi”, “Osmanlı hinterlandı”nda, Erdoğan’la Davutoğlu komutasında yayılmacı iddialı bir proaktif politika yürütüyor. Davutoğlu, “Osmanlı bakiyesi” toprakları bölen sınırları anlamlı bulmuyor, “sınırları anlamsızlaştırmanın vakti geldi” diye konuşuyor.
    Mesela Davutoğlu, eskiden Türkiye’nin konuşulduğu dosyaların artık Türkiye’nin rol aldığı dosyalara dönüştüğünü ve Amerika’nın birçok dosyayı Türkiyesiz ele alıp sonuçlandıramayacağını ileri sürüyor gururla. Bir sınırı oluyor şüphesiz, ama hatta mesela komisyon artışını bile zorluyor Türkiye. Irak’ta, Suriye’de Amerika’yla arasındaki “makas”ın bir miktar açılmasını bile göze alıyor. ABD’nin “tüm Irak’ı dikkate al” demesine rağmen Kuzey Irak petrolüne göz dikiyor örneğin. Suriye’de yine ABD “yapma” demesine rağmen El-Kaideci Nusra Cephesi’yle ittifakını sürdürüyor. Hem de yine ABD “Kürtler de muhaliflere katılmalı” demesine rağmen, Nusra’yı Suriye Kürtlerinin üzerine sürüyor. Yeterince büyüdüğünü düşünüyor.
    Evet, büyüdüğü iddiasında Türkiye. Daha da büyümeyi öngörüyor. Mesela, dış ticaret hacmi hızla artıyor. Hatta cari açığı azaldı geçtiğimiz yıl. Büyüdükçe savaş sanayiine yatırımları da artıyor. Silah ihraç etmeye bile başlıyor: Paletli ve lastikli zırhlı araçlar.. Helikopterler.. Hücumbotlar.
    SERDE KABADAYILIK VAR
    Ama yetmeyeceği biliniyor. Israrla ezilmeye çalışılsalar da, 30 yıllık savaşla Kürt direnişinin üstesinden gelinemiyor. Üstelik öyle olur olmaz diklenilemeyen Amerika “ya karşı safa eğilim gösterirlerse” kaygısıyla son yıllarda durmaksızın bastırınca, fazla uzatamıyor Türkiye ve kafasına yatıyor mesela. Ya da “devlet aklı” sermayenin yayılmacı özlemleriyle birlikte kolaylıkla eğilim gösteriyor, “hoop” yeni “Kürt açılımı”, “İmralı süreci”yle başlıyor. Erdoğan ve akıldaneleri “kazan-kazan” politikası olarak algılayıp anlatıyorlar. Sadece 500-600 milyar dolarlık harcamanın sürdürülmesi yükünden kurtulmayacak Türkiye diye kuruyorlar... Bir de Kürtlerle el ele verildiğinde ne kazançlar sağlanır düşüncesiyle ellerini ovuşturuyorlar. Az şey mi? Ortadoğu’nun iki büyük ulusu, iki büyük halkı ittifak kurdular mı hangi dağları delmezler hülyasına dalıyorlar. Irak... Suriye. İran kapılarını bile zorlarız deyû hayal etmeye başlıyorlar. Hedef “büyük Türkiye” olunca... Bir de efelenme ya da abartılı böbürlenme yanı var tabii işin. Dayılık.. Kabadayılık ya da delikanlılık serde var. Amerikalılar buradan Erdoğan’ın “öngörülemezliği”ni şimdiden dert edinmişler. Cumhuriyet’ten Utku Çakırören’e göre, Fethullah Gülen cemaatinin ABD’deki lobi kuruluşlarından Türk Amerikan Birliği’nin Washington’da yapılan 3. Genel Kurulu’na katılan CHP Genel Başkan Yardımcısı G. Günaydın’a açıkça iletiliyor bu. Son örneği, Erdoğan’ın - aslında kırk yılın başında haklı olarak - “Siyonizmi insanlık suçu sayması”. Anında 89 Kongre üyesi ve Güvenliği Koruma Konseyi sert bildiriler yayınlıyorlar. İlk ziyaretini Türkiye’ye yapmasıyla övünülen yeni Amerikan Dışişleri Bakanı J. Kerry, ziyareti sırasında, üstelik A. Gül’ün devlet adamlığını överken konunun adını verip altını çizerek açıktan “fırça atıyor” Erdoğan’a.
    Oysa Davos’ta “One Minute”le başlayıp Mavi Marmara ve Gazze bombardımanı ile tırmanan “İsrail karşıtlığı”nın aslında ciddi bir yönü yoktu. Tribünlere oynanmakta, Yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın hedefi durumundaki “Osmanlı bakiyesi” Ortadoğu’nun Müslüman halkını “kafalayıp” yedeklemeye yönelik bir taktik oyun sürdürülmekteydi. Mavi Marmara ölümleriyle biraz şirazesinden çıkmıştı, ama iki Amerikan yandaşı arasında “şiraze”nin lafı mı olurdu! Zaten kendisine iletilen Filistin ile “barış” önermesini dikkate almayıp ultra-gerici ırkçıların tatmini amacıyla “yerleşimciler”in yerleşimlerini durmadan genişleten İsrail’e ABD “yeşil ışığı” ile yüklenen Türkiye, bu nedenle yeterince sağlam pozisyonda da görünmekteydi.
    UCU AMERİKAN ÇIKARLARINA DOKUNUNCA...
    Ama “şirazeden çıkma” Amerikalıları rahatsız etmişti. Zaten taktiksel amaçlarla girişilen “eleştiri” uzatılmış, fazla uzun edilmiş, artık bölgedeki Amerikan çıkarlarına zarar verir olmuştu. İki belli başlı Amerikan müttefiki çekişmelerini abartmış, gereksiz yere uzatmışlardı.
    Üstelik bölge tedirgin edici bir gerilme içindeydi. Saflar belirginleşmekte ve sıklaşmaktaydı. İran, Erdoğan’ın lafını etmekle yetindiği Şanghay İşbirliği Örgütü’nün eşiğinden içeri adımını atmış, sırtını Rusya ve Çine dayamış, “atom”a ulaşmak üzere uranyumu zenginleştirmekte ve neredeyse sonuna gelmekteydi. İsrail, “İran’ın elinde atom silahı” tedirginliğiyle yerinde zor duruyor, ABD onu zor zaptediyor, beklemeye zorlukla ikna edebiliyordu. Üstelik bombalı, hatta bombasız İran’a şüphesiz Amerika da karşıydı. Temsilciler Meclisi üyeleri, Güvenliği Koruma Konseyi ve Kerry, tabii telefonlarla ve Washington ziyareti için randevu vermeyerek Obama Türkiye’ye yüklenirken.. İsrail gezisinde Obama, İsraillileri de ikna etmişti: “Neydi bu ayrı gayrılık? Olacak şey miydi?
    Bölge bunca karışıkken ve İran almış başını giderken.. Türkiye ile İsrail düşmanlığın sınırında dolaşabilirler miydi?” Yeterince mantıklıydı. Hem “Büyük İsrail” düşüncesinde olan Siyonistler için.. Hem de “Büyük Türkiye” peşindeki yayılmacılar için.
    Hemen... Obama’nın kontrolünde bir tek telefon konuşmasıyla anlaşmaya varıldı. Sulh olundu. İsrail özür dilemiş, tazminat ödeyecekti. Yetmez miydi. Kim “çizmeyi aşıp” Amerika ile karşı karşıya gelebilirdi? Kim “çizgiyi geçebilir”di? Yayılma tamam... Ama Türkiye ne büyük devletti ne emperyalist. Yayılma ancak Amerikan patronajında, onun taşeronu olarak olanaklıydı, biliniyor, sıkça tekrarlanıyordu. Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”inin, açıkça formüle de edilmiş birinci maddesi buydu: Amerikasız asla! Kürt sorununu “çözerek” “evinin içini temizleme”ye yönelen Türkiye, şimdi “kapısının önünü” de, hatta “mahalle temizliği”ni de gündemine almıştı. “Amerika, sen her şeye kadirsin” nağmeleri eşliğinde adımlar atılmaktaydı. Ne için? “Büyük Türkiye” için kuşkusuz! “Milli dava”ydı. Kim ne diyebilirdi ki! Hem İsrail’in özrü ile de övünülebilir, Müslüman halklar nezdinde sinekten yağ çıkarılabilirdi. Ama olan da olmuş, “son Müslüman Türk devleti”, Siyonist İsrail ile kucaklaşmış, sözde Yahudi düşmanlığı hemen ve kolaylıkla aşılıp geride bırakılmıştı. “Titreyip kendine dönen” Türkle, MHP ve zamane Atatürkçüleri Ergenekoncu generaller de mutlu olurlardı hem de. Gericilik “böyyük Türkiye”nin nurlu ufuklarında birleşir ve taşeronlukta ileri atılırdı. Amerikan çıkarı doğrultusunda: “Türkiye-İsrail el ele.. Milli Cephede”!
    Ne için? Ortadoğu’da savaş bulutlarını çoğaltmak için... İki bölge gücünün birlikte üçüncü bölge gücü İran’ın üstüne varması için... Emperyalist amaçların gerçekleşmesinden pay almak için. “Kürtleri de yanımıza alırsak tadından yenmez” deyip zil takıp oynamaya çoktan başlamışlardır.