Amerikancı
bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü
Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar
ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi.
Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel
ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı tarihsel fırsatı utanç verici
yöntemlerle değerlendirerek başarıya ulaştı.
Ergenekon operasyonu ve soruşturmasının (Balyoz ve benzer diğer davalar
dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma
noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden
düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata
geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir
gerçekliktir.
Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası belirleyici etabıdır.
Durum böyle olunca, AKP-Cemaat koalisyonunun siyasal hedeflerine
ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumların, kadroların, yargı
bürokrasisinin, toplum önderlerinin, aydınların, gazetecilerin,
askerlerin ve politikacıların siyasal şiddet de kullanarak tasfiye
edildiği bir süreç yaşandı.
Balyoz davasında verilen kararın siyasal ve tarihsel anlamı budur.,
Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin
tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm
projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tatmin
edici şekilde ortaya çıktı.
***
Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam
rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman
ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla
sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.
İslam’la laikliğin olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir
toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda
“demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin
bulunmadığı ileri sürülüyor. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük
yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir
düzenin yeterli olacağı belirtiliyor. Dinsel dogmaların birey ve toplum
hayatını belirlediği fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir
model/rejim öneriliyor.
Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler genel olarak Doğu’nun,
özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve
modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini
yakalamasından korkuyorlar. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri
gösteriyorlar ve bakın “olmuyor” diyorlar. Aralarındaki en başarılı
model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlar.
Bu anlayışı Doğu’nun İslamcı ve muhafazakâr yazıcıları da tersinden
destekliyorlar. Onlar da seküler modernleşme modelinin başarısız
olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü
reddetmeliyiz” diyorlar.
Oysa sorun tam da burada yatıyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan tam o
reddedilmesini istedikleri “kültür” oluyor. O kültür, insan aklının
özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve
bilime dayalı bir devlet yönetimidir.
Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve
değerlerini korumak değildir. Aynı İslamcılar ve muhafazakârlar bütün
bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadılar.
***
Durum böyle olunca İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne
(dinine) ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin
oluşturulması gerekiyordu. Bu model uzunca süredir Batı medyasında ve
akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, "ılımlı İslam"
kavramı ve stratejisinin, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları için
geliştirilmesinin yanı sıra, böyle fikri bir arka plana ve tarih tezine
de dayanıyordu.
Bu tezin yaşama geçirilmesi için öncelikle bir model oluşturulması gerekiyordu. İşte bu model Türkiye oldu.
Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi
İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik
yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu
bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.
Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam Cumhuriyeti yönünde
dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge
hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu
projenin tek bir koşulu vardı; Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak
nitelikteki İslamcı kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını
sağlamak...
İşte AKP, bu ihtiyacın ve siyasal toplu durumun ürünüydü.
ABD’li siyaset planlamacıları şöyle düşünüyordu; laik ve Cumhuriyetçi
Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı.
Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle
(biçimsel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir
siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.
Müslüman toplumlar artık laik bir ülke olma ve kalkınma (sanayileşme) hedefini artık bir yana bırakmalıydı.
Türkiye’deki AKP-Cemaat darbesinin ve bölgedeki “Arap Baharı”nın ve
genel olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktüel ve tarihsel anlamı budur.