Saturday, October 27, 2012

Hayat değil ölüm kutsaldır bu topraklarda


Hakan Aksay Adam konuşmasıyla, bizim alışageldiğimiz politikacılara pek benzemiyor. Bir şey derken gözleri fıldır fıldır oynamıyor. Savunduğu görüşler ne olursa olsun, içten görünüyor. Söyleyeceği şeyin çoğunluk tarafından yadırganmayacak, kendi partisinin politikasıyla ve liderinin keyfî tavırlarıyla çelişmeyecek sözler olmasını hesaplamaya çalışan ve çoğu kez yeterli zekâ, yetenek ve cesarete sahip olmadığı için bunu beceremeyip yuvarlak ve anlamsız konuşanlardan biri olmadığı izlenimini veriyor.
Ama kurduğu cümlelerden acayip bir senaryo ortaya çıkıyor. Başbakan’ın kendisini kurşuna dizdirmesini, astırmasını istiyor. Önem verdiği bir şeylerin gerçekleşmesi için öldürülmeyi hayal ediyor.
Konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman BaydemirBalçiçek İlter’in sunduğu Söz Sende programında, son zamanlarda Şam’a kaç saatte girileceği konusundaki bahisçilik merakıyla dikkat çeken Şamil Tayyar’ın, bu kez de cezaevlerindeki ölüm oruçlarına duyarsızlığını belli eden bir üslupla, ölüm orucuna Baydemir’in de katılması halinde daha çok ses çıkacağı iğnelemesinde bulunduğunu öğreniyoruz. Baydemir, Tayyar’a değil, Başbakan Erdoğan’a bir çağrısı olduğunu söyleyerek soru sahibini bağımsız bir siyasi şahsiyet saymadığını belli ediyor. Ve şöyle diyor:
- Bütün benliğimle, Rabbime duyduğum inançla size çağrıda bulunuyorum. Eğer bu ülkede kardeş kanının durması için, müzakere masası kurulması için bir kurbana ihtiyaç varsa, o kurban ben olurum. Eşim burada beni izliyor. Vasiyetim var. Kimse dava açmayacak. Savaş sonlandırılacaksa bu bayram sabahı beni kurşuna dizin! Darağacına asın! Canımı alın! Yeter ki müzakere masası kurulsun, yüz yıldır var olma mücadelesi veren bu halk özgürleşsin…
Ne kadar garip bir öneri bu! Ne kadar acı bir çağrı! Ve ne kadar korkunç bir yakarış!
Yıllardan 2012!..
Ve dünya liderleri arasına girme iddiasındaki bir ülkenin en büyük kentlerinden birinin belediye başkanı, son derece samimi görünen bir ifadeyle ölmek, daha doğrusu öldürülmek istediğini haykırıyor.
Dünyanın kaç ülkesinde böyle bir şeyle karşılaşabilirsiniz?
*       *       *
58 cezaevinde yüzlerce (belki 700 civarında, belki de yeni katılımlarla binlerce) insan, 12 Eylül 2012’den bu yana ölüm orucunda. Onlar da ölmek istiyorlar. Talepleri gerçekleşmezse yaşamlarından vazgeçeceklerini kanıtlamak için 45 gündür aç kalarak mücadele ediyorlar. Belki bugün-yarın bazıları için çok geç olacak. Ama onlar bunu göze almışlar.

Eylemleriyle en başta Türk-Kürt barışı için kilit rol oynayacağını düşündükleri Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesini, ona yönelik tecrit politikasına son verilmesini amaçlıyorlar. Ayrıca ana dilde savunma ve eğitim haklarını talep ediyorlar.
Talepleri için sahip oldukları en değerli şeyi, hayatlarını ortaya koymuşlar.
Bu, doğru bir mücadele yöntemi mi? Ölüm orucuna girerek iyi mi yapıyorlar? Yoksa hata mı ediyorlar? Her türlü amaca ulaşmak için temel öncelik ve en başta gelen şart, hayatta kalmak mıdır?
Ben bu sorulara uzaktan ahkâm keserek evet veya hayır diyecek hakkı kendimde görmüyorum. Ne kadar empati yapmaya çalışırsam çalışayım, bu insanları yeterince anlayamayacağımı sanıyorum.
Ancak şunu söylemeliyim: Hukuki ve siyasi haklar için, her türlü demokratik talepler uğruna insan hayatlarının iskambil kâğıtları gibi kolayca masalara serildiği bir ülkede yaşamanın ürkütücü olduğunu düşünüyorum. İnsanların kendi hayatlarından ne kadar hızlı ve kararlı adımlarla vazgeçebildiğini görmek bana acı veriyor. En beteri de, yüzlerce insanın hayatı tehlikedeyken, koskoca bir toplumun, iktidarın, medyanın bunu umursamaz bir havada davranması.
Ölseler ne olacak? Birkaçı ölüm orucunda hayatını kaybetse? Hatta birkaç yüz kişi ölse? Ne olur ki? 30 yıldır on binlerce insan kaybedip de hâlâ iç savaşın bitmesini yeterince istememiş bir topluma, iktidara, medyaya sahip değil miyiz?
Haydi, açık konuşalım: Biraz daha ölüm olsa bile hayatımıza devam etmenin, konuşup gülüşmenin, yiyip içmenin, eğlenip sevişmenin bir yolunu bulacağımızı bilmenin rahatlığını taşımıyor muyuz?
*       *       *
Ölüm öylesine doğal bir şey ki bu ülkede... Öbek öbek insanların öldürülmesi, onlar daha gömülmeden yenilerinin ölüme koşması o kadar sıradan ki…
Uludere’de öldürülen 34 kişiyle ilgili gerçekler 11 ayda ortaya çıkarılabildi mi? Bu vurdumduymazlık ile onları “dolap beygiri” olarak görenlerin önünde sevincinden takla atmaya hazır bir yığın “adam” olmasının arasındaki bağı görmüyor musunuz?
Ya Suriye’de düşürülen uçak? Oradaki tonlarca metal ve ileri teknoloji sizin olsun; öldürülen iki pilota sahip çıkan oldu mu?
Siyasetin ötesinde “insan” diye bir amaç var mı bu ülkede?
“Hayat” diye bir değer var mı?
Şehit cenazelerinde dökülen gözyaşlarının arasında oğullarını savaşa feda etmekten gurur duyan bunca ana ve baba varken, yaşamanın kutsallığından söz edilebilir mi?
Ama ölmek!.. Ölmek bir başka şeref bizde…
Bayrağımızdaki al kandan başlayıp, dinimizdeki vecibelerle devam edip, silahlı kuvvetlerde başımıza gelebilecek kazaya kadar her türlü durumda kutsal ölümler vardır bizim için.
Kutsal yaşam kuramadık 90 yıldır; ama kutsal ölüm “noktasında” hiçbir sıkıntımız yok.
Ölmek, yaşamaktan daha anlamlıdır bu topraklarda.
İktidarlar bunu pompalar, biz sorgusuz sualsiz kabulleniriz.
Sayımız çok, pek çok, on milyonlarca… Hamam böcekleri kadar çokuz. Ve iktidar açısından sadece birkaç yılda bir gün (seçimler sırasında) önem taşırız. Onun için sıradan günlerde “gerekirse” ölmemiz, hamam böcekleri gibi ezilip gitmemiz doğaldır.
Bu doğallıkla, becerebilirsek “şerefli bir ölüm” koparırız kaderin elinden, olmazsa daha banal bir yolla – mesela, incir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışmada ya da “namus belası”na birbirimizi vurarak – ölürüz, öldürülürüz.
Bu topraklarda yaşamanın, aşkın, sanatın, bilimin pek bir önemi yoktur. Kutsal hayat olmaz bizde. Ama kutsal ölüm çeşitlerimiz çoktur.