Monday, October 8, 2012

Rüzgâra Karşı Edebiyat ve Müzik



Geç Dönem Üslûbu

Edward Said (1935-2003)
 Eren Arcan
“Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.”
Samuel Beckett “Ölüm bir günümüzü boş tutmamızı istememiştir bizden,” derken ölümün kestirilemezliğini ima eder. Ancak ölümün kenarda beklediği zamanlar da olur. Böyle dönemlerde geçmiş ve gelecek kavramları önemini yitirir ve bir anlamda, “şimdiki zamanın” gölgesinde kalır. Adorno ve Edward Said sanatçının ölümün gölgesinde kaldığı bu dönemi “geçlik “ olarak tanımlar. Kitabın alt başlığı olan “Rüzgâra karşı edebiyat ve müzik” hayata inatla tutunmaya çalışan sanatçının bu “geç” dönemdeki yaratma uğraşını anlatır.
Edward Said’in 1991 yılında sağlık kontrolünden geçtiği sırada lösemi olduğu ortaya çıkar. Filistin sorununu ve kendi hayatını anlatmak için “Yersiz Yurtsuz” kitabını yazmaya başlar. Kitap 1999 da yayına girer. Yazar 2003 yılında ölür. Bir anlamda kendisi de ölümün gölgesinde, bir “geç dönem” yazarı olarak son bir eser ortaya koyar. Columbia Üniversitesinde verdiği “Geç Dönem Üslûbu” derslerinde Adorno, Mann, Richard Strauss, Lampedusa, Britten, Mozart, Beethoven ve daha pek çok ölümsüz sanatçıyı ele alır.
Geç dönemi daha iyi açıklamak için Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde “ eserine başvurur. Proust günün uyarılarıyla, geçmişi geri getirebilme yetimizden söz eder. Kokuların, tatların, seslerin, objelerin, yordamıyla anılarımıza dönerek geçmiş zamanımızı yeniden yaşadığımızı, bu yeniden kurguladığımız geçmiş zamanın aklımızda resimlenerek mekâna dönüştüğünü söyler. Bir kafeteryada yediği madlen keki Proust’u teyzesinin evinde ıhlamur çayıyla birlikte yediği günlere götürür. Kokuların uyarısıyla geçmiş, bellekte, yeniden inşa edilmiştir.
Proust - “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.” Proust’un anlatıcısı kurabiyenin kokusu ile sökün eden anıların netliğiyle şaşkın, hem de teyzenin kaybıyla ızdırap içindedir. Orhan Pamuk “Aklın derinden bildiği ama eşyalar, fotoğraflar, kokular olmasa bir daha hatırlayamayacağı yaşanmış şeyler” diye sözünü  ettiği bu geri dönüşlerle geri getirilebilen anılardır.
Zaman, zaman acımasız olabilen geçmişten tek kaçış yolu, ünlü İngiliz şair Gerard Manley Hopkins şiirinde belirttiği gibi, uyku ya da ölümdür.
“Ey zihin, koca, koca dağların var, derin uçurumların
Dehşet saçıyor, dimdik, dibi görünmüyor. Yakala onları,
Asla yakına yaklaşmayanları.
Küçük mahpusluğumuzun
O sarplıkla ya da derinlikle işi kalmasın artık. İşte! Sürün,
Biçare kasırgaya diz çöken bir avuntunun altında; her
Hayat mutlaka son bulur ve her gün, uykuda ölür.”

Said sanatçıların yaklaşan ölüme farklı tepkiler gösterdiğini söyler. Sofokles, Shakespeare, Rembrandt, Matisse, Bach, Wagner gibi sanatçılar ömürlerinin son evrelerinde “zamanla” mücadeleyi bırakarak dinginleşmişler ve yatışmışlardır. Hayata yeni bir sükûnet, uzlaşma ve bilgelik ile bakarlar.
Ancak sanatçı ya yolun sonuna hazırlıklı olmanın olgunluğuna sükûnetine erişmemişse?… Beethoven de olduğu gibi: “Beethoven’in geç dönem üslubu olumsuzdur. Daha doğrusu bu içten gelen güç, olumsuzluktur. Tam da sükûnet ve olgunlukla karşılaşmayı beklediğimiz yerde, öfkeli, zorlu, yılmaz ve hatta insanlık dışı – bir meydan okuma buluruz... Beethoven’in geç dönem çalışmaları daha yüksek bir senteze girmeden, dâhil olmadan, ortada kalır. Hiçbir tasarıya uymaz, uydurulamaz. (s31)
Geç dönem eserlerinin esası çözülemezlik ve çok parçalı bir yapıda olmasıdır. Ne süslemedir, ne de başka bir şeyin sembolü. Onun hayat dolu dik başlı çalışması artık çok daha dik başlı ve egzantriktir. Bu çalışmalar acı ve dikenlidir, kendini hazza teslim etmez. . Hiç bir tasarıya uymaz, uydurulamaz... “Hegel’e göre uzlaşmaz karşıtlıklar diyalektik ile çözülebilir. Ve bunun sonunda büyük sentez ortaya çıkar. Ama Beethoven’in geç dönem üslûbu uzlaşmaz karşıtlıkları ayrı tutar ve böylece müziği anlamlı bir şeyden çetrefilli bir şeye dönüştürür.” (s32)
İnsanın kendini keşfetmesi, hayatını anlamlandırması, oluşturması sürer gider ancak kendini oluşturduktan sonra bozması ile ise sanatçı geç dönem üslûbuna yaklaşır. Ölümü çelişki ve başkaldırı ile karşılayan Beethoven gibi Adorno, Mann, Strauss, Genet, Lampesduna, Kavafis ve daha pek çok sanatkârın geç dönem eserlerine çözümsüzlük, devir ile uyumsuzluk (anakronizm) ve kuralsızlık (anomali) siner.
Bazen kasten yapılmış bu kuralsızlık, bu aykırılık yeni bir türe evirilerek, verimliliğe döner ve bu farklılaşma, sonuçta, sanata yeni bir yön vererek onun bambaşka bir mecraya yönelmesine yol açar. Örneğin Adorno’ya göre Beethoven’in son evresine dâhil olan beş piyano sonatı, Dokuzuncu Senfoni, son altı yaylı çalgılar dörtlüsü, on yedi piyano bagateli, (Genellikle piyano için yazılmış hüzünlü hafif, önemsiz bir parça) ve Missa Solemnis, toplumla bağlarını koparmış, düzene aykırı, yabancılaşmış eserlerdir.
Said, Beethoven’in geç dönem eserlerini daha önceki dönem eserlerinden ayırt eden özellikleri şöyle anlatır.”Beethoven’in geç dönem eserlerinin Adorno’yu bu kadar etkileyen tarafı hiç şüphesiz epizotlardan (bölüm, bölüm parçalar) oluşması, kendi sürekliliğine hiç aldırmaması olmuştur.
Birinci dönemden bir yapıtı örneğin Eroica’yı “Geç Dönem Piano Sonatı no.31 ile karşılaştıracak olursak birincisinin her açıdan ikna edici ve bütünleşmeci dürtülerce yönlendirilen bir mantığı olduğunu, ikincisinin ise biraz kafası karışık, genelde çok dikkatsiz ve kendini tekrarlayan bir nitelik taşıdığını görürüz. Müziğin parçalı niteliği, boşluklarla, susuşlarla paramparça olmasını “ zavallı Beethoven kulakları duymuyordu, adım, adım ölüme yaklaşıyordu, böyle kusurları görmezden gelmeliyiz,” diyerek ne yadsıyabilir, ne de geçiştirebiliriz. (S13)
(Eroica hakkında ufak bir not : Beethoven senfoniyi Napeolon’nun Avrupa’daki askeri başarısından sonra yürüttüğü reformlara ithaf ederek adını “Bonapart Senfonisi” koymuş ancak daha sonra Napoleon imparatorluğunu ilan edince çok kızarak adını “Eroica” – Kahramanlık olarak değiştirmiştir.)

YouTube video için lütfen tıklayınız :
Eroica Beethoven Symphony no. 3
YouTube video için lütfen tıklayınız :

Piyano Sonatı no. 31 op 110
Daha önce de  yabancılaşmış eser olarak sözünü ettiğimiz doksan dakikalık dev bir eser olan Missa Solemnis (Missa – ayin - Solemnis vakur) orkestra, büyük çaplı bir koro, dört solist tarafından icra edilmektedir. Beethoven’in arkadaşlarından birinin anılarına göre sanatçı eserine klasik kilise ayini çerçevesinde başlamış, ilk iki bölümü Kyrie ve Gloria’yı besteledikten sonra gitgide içine kapanmış, kendini dünyadan soyutlayarak, son üç bölümü olan Credo, Sanctus ve Agnus Dei’yi bestelemiştir. Beethoven’in arkadaşı onun bu bölümleri “kilitli kapılar ardında, büyük bir isyan ile çığlık çığlığa, uluyarak, tepinerek, her şeye meydan okurcasına” bestelediğini söyler.
YouTube video için lütfen tıklayınız :
Beethoven Missa Solemnis 16:38

Adorno’ya göre eser. Savaşın alabora ettiği bir dünyada barış umudu olmayan, kaygılı, kırılgan bir yakarıştır. Daha sonra gelen, Schiller’in “Neşeye Övgü” şiiri üzerine yazılmış Dokuzuncu senfoninin son koral parçası bu yakarışa cevap niteliğindedir. Besteci insanlığın çözümü, yaratanın huzurunda eğilmeyle değil, birbirinde bulmaya davet eder. “Barış yolunu göklerde değil birbirimizde, evrensel kardeşlikte aramalıyız,” der

NEŞEYE ÖVGÜ (Ode To Joy)
Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı,
Ey Elizyum kızı,
Giriyoruz coşkuyla,
Senin ilahi, kutsal mabedine!
Senin büyünle birleşir,
Geleceğin acımasızca ayırdığı;
Tüm insanlar kardeş olur,
Yumuşak kanadın altında.

Kim başarırsa,
Bir dostun dostu olmayı,
Kim bulmuşsa kutsal bir eş,
Katılsın sevincimize!
Ya da tek bir kalp bile bulduysa,
Onundur bu mutlu dünya!

Kim başaramazsa bunu
Ağlayarak ayrılsın aramızdan!
…..

Kucaklaşın, ey milyonlar!
Bu öpüş tüm dünyanındır!
……
 SCHILLER
YouTube video için lütfen tıklayınız :
Beethoven 9.Senfoni Ode to Joy - Neşeye Övgü

Schönberg - Müzik Tarihinde yeni bir Dönemeç

Beethoven’in Missa ve Geç Dönem eserlerinin ardından yeni gelen sanatçılarla müzik geleneksel olandan farklılaşarak başka bir yöne evirilir. Bu farklılaşmanın ardından, yepyeni teknikler sunan, zamanını aşan müziği ve Schönberg gelir. “Sentezi” reddeden Schönberg “sadece haşin değil, aynı zamanda müziğe tonal armoninin ve klasik tonlama renk ve ritmin alternatifini sunan on iki tonluk bir teknik” (s35) getirir. Schönberg’in atonal müziği melodik ve lirik sürprizlerle dolu ve oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Scriabin, Debussy, Bartok, Hindeminth, Prokofiev, Stravinsky gibi bestecilerin kullandığı bu teknik dinleyiciyi bu müziği anlamak için çaba göstermeye davet eder.
Nota yinelenmesine şiddetle karşı çıkılır. Böylece hem çok seslilik, hem de çeşitlilik sağlanabilir. Almanya’da bir müddet atonal müzik yapılması yasaklansa da, Listzt, Mahler ve Strauss’un katkılarıyla, Shönberg’in öğrencileri olan Anton Berg ve Anton Webern’in eserleriyle günümüze kadar gelmiştir.
Ahenksizlik ve uyumsuzluk kavramlarını içeren on iki tonluk atonal tekniği, 20. yüzyılın dinleyiciyi analitik düşünmeye sevk eden avangart -  öncü, yenilikçi, deneysel müziğine yol açar.  Caz müziği de, bu müziğin geleneksel kalıplarını zorlayan ya da tamamen terk eden bu müzik yolculuğu arasında yerini alır. John ve Yoko Ono, Zappa, Parker, Monk, Powell, Coltrane gibi sanatçılarla yoluna devam eder.
Schönberg& No.39;den küçük bir alıntı:
“İnsanlar ‘konforu’ buldular ve rahatı tercih ettiler. Çağdaş insanın amacı, zahmetsiz bir yaşam geçirmektir. Yani, az hareketli, az yıpratan bir yaşam. Bu yüzden insan yüzeyselleşmiştir. Araştırmaz, incelemez, var olanla yetinir.’Konfor’, zihinsel tembellikle eş anlamlıdır. Bu müzik için de geçerlidir. Geleneksel müzik durağandır. Ton sisteminin dışına çıkmaz, dolanır durur. Her ne kadar Romantik besteciler kakışımlı (kulağa hoş gelmeyen hece ya da sözcüklerin bir araya gelmesi.) ses ve akorlarla düzenin (tonun) sınırlarını zorladılarsa da, bu yeterli değildir. Sonuçta, düzenin (tonun) içinde hareket ederler. Tam kopuş yoktur. Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu, ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız. Müzikte çözülen sınırlar, insan ve doğa, ruh ve dünya, ahlak ve toplum kurallarının simgeleridir.”(Vikipedi)
Youtube video linki için lütfen tıklayınız :
Gould / Menuhin - Schönberg (1874 – 1951) Fantasie Op.47 (2 of 2)
Ve bu yeni yolculuk Schoenberg’in öğrencisi Alban Berg (1885-1935) ile devam eder.

Alban Berg ile Yolculuğa Devam

Şair Peter Altenberg’in kartpostallardan alınan metinler üzerine yazdığı şiirlerinden esinlenen Alban Berg beş orkestra parçası yazar. Eşsiz güzellikte ama aynı zamanda fırtınalı bir ruhun, aşkın ve hasretin şarkıları olan eser “ostinati” denen, sürekli yinelenen motif ve müzikal parçacıklarla doludur. Çelişkili müzik, tutku dolu ve liriktir.
Youtube video linki için lütfen tıklayınız :
Altenberg Lieder – Renee Fleming

Stravinsky “Bahar Ayininde” Yuhalanır

Aynı dönemde Rus Nijinky’nin koreografisi ile Diagliev tarafından sahneye konan, Stravinsky’nin “Bahar Ayini” izleyiciler üzerinde travmatik bir etki yaratır. Bugün müzik dehalarının arasında yerini alan Stravinsky o dönemde ıslıklanmış, yuhalanmıştır. Adorno, Alban Berg’in “Altenberg Şarkıları”  yapıtının ve Stravinsky’nin “Bahar Ayini’nin” ilk izleyicilerin şiddetli tepkilerine karşın, Beethoven’in geç dönem etkilerinin bu sanatçılarda korkusuzca devam ettiğini söyler.
              

Beethoven’in müzik’te gerçekleştirdiği devrim, resimde 20. Yüzyıl başlarında Picasso’nun “Avignon’lu Kızlar” tablosuyla gerçekleşmiştir. Tablo pek çok sanatçıyı etkilemiş ve resim sanatı gelenekselden daha farklı bir yöne, soyut resme doğru evirilmiştir. Bu yeni evrede sanat görüntüyü değil, fikri sembolize etmektedir. Picasso’nun ünlü Guernica adlı tablosundaki at kafası sanat tarihinde “acının sembolü” haline gelmiştir.
YouTube video için lütfen linki tıklayınız
İgor Stravinsky - Bahar Ayini

Başka bir “Geç Dönem” sanatçısı Adorno

Aslında Said, hayranı olduğu Adorno’nun, (1903–1969) kendi zamanına acımasızca karşı çıktığı için, onun da tam bir “geç dönem” figürü olduğunu söyler. “Tam bir uzmanlaşma çağında yaşamasına rağmen pek çok konuyla ilgilenmiş, neredeyse önüne gelen her şey üzerine yazmıştır. Kendi ilgi alanları olan müzik, felsefe, toplumsal eğilimler, tarih, iletişim, göstergebilimler söz konusu olduğunda elitist bir tavır sergilemekten hiç çekinmemiştir. Okurlarına hiç ayrıcalık tanımaz. Ne bir özeti ne bir hoşbeş merasimi, ne faydalı yol işaretleri, ne de okurun işini kolaylaştıracak bir sadeleştirme. Yazılarında herhangi bir tesellinin ya da sahte iyimserliğin izine bile rastlanmaz. Okurken Adorno’yu kendini giderek daha küçük parçalara ayıran öfkeli bir makine olduğu izlemine kapılırsınız. Onda bir minyatürcünün amansız ayrıntı hastalığı vardır. En küçük kusuru bile arar ve bulduğunda da bilgiç, bilgiç tebessüm eder.” (s41)
Adorno popüler kültürün insanları oyaladığını, işlem dışı bıraktığını ve böylece mevcut durumun korunmasının sağlandığını savunur. Ona göre geleceğini bilemeyen insanlar başkalarının egemenliği altına girerler ve mistisizme, fala, astroloji gibi konulara yönelirler.
Bu sapmanın  sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olmamasıdır.
Adorno’nun müzik tutkusu gençlik yıllarına dayanır. 1924 yılında hem Alban Berg ile kompozisyon çalışmak için hem de Arnold Schönberg etrafında toplanmış müzisyenlere, bestecilere katılmak için Viyana’ya gider. Viyana gezisinin Adorno üzerindeki etkisi çok kalıcı olur; “yeni müziğin’ hem önde gelen bir savunucusu olur, hem de felsefece biçemi hep Schönberg ile Berg’in “atonal” kompozisyon tekniklerinin izlerini  taşıyacak hale gelir.

İskenderiyeli Şair Kavafis

İskenderiyeli Yunan şair Kavafis yaşarken, kendi zamanı ile ilişki kurmayı reddetmiş, yaşamı boyunca tek satır yayımlamamıştır. Kavafis 1933’te ölmüştür. İskenderiye şehri şiirlerinden eksik olmaz. Kavafis’in ünlü şiiri “Şehir” de hapse düşmüş bir arkadaş diğerine dert yanmaktadır:
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak yerde?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Arkadaşının cevabı (muhtemelen Kavafis) şöyle olur :
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

(S154 - Çeviri Özdemir İnce)
Kavafis’in şiirlerinde “…İskenderiye yaşamının belli bölümlerinin geçtiği adsız sansız bir mekân (barlar, kiralık odalar, kafeler, sevgilileriyle buluştuğu apartman daireleri) ya da bir zamanlar olduğu gibi peş peşe ve üst üste gelen imparatorlukların –Roma, Yunanistan, Büyük İskender’den önceki ve sonraki Bizans, Ptolemaioslar zamanında Mısır ve Arap imparatorluğu- hâkimiyeti altına giren Helen dünyasının bir şehri olarak resmedilir.” (s155) Tuhaf Şiiri “Barbarları Beklerken” J.M. Coetzee’nin aynı adlı kitabına temel teşkil etmiştir. Babarları Beklerken’de bir felâketin gerçekleşmesini beklemek artık ‘barbar diye birilerinin kalmadığının fark edilmesiyle yok olan bir deneyimdir ve ‘bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza’ ifadesindeki özeleştirel pişmanlık ta, bu farkındalıktan kaynaklanır. (s156)
1911 yılında Kavafis Ithaca’yı yazdı. Uzun bir yolculuktan sonra özlemle evine, Penelope’ye ve İthaka’sına geri dönen Odysseus’a şair, önemli olanın, bu hayat yolculuğunun ona verdiği mutluluk olduğunu söyler. Şiirin sonunda İthaka bir yer olarak değil, bu yolculukta kahramanın yaşadığı “İthakalar” – “deneyimler” olarak adlandırılır.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka
O olmasaydı yola hiç çıkmayacaktın
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka”

Onu yoksul buluyorsun, aldanmış sanma kendini
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthaka’ların.

“Kavafis’in son dönem şiirleri sanatçının olgun öznelliğini yansıtır. Kibri ve gösterişi çoktan bir yana bırakmıştır. Ne yanılmış olmaktan utanır, ne de yaşın ve sürgünün getirdiği o mütevazı, kendinden emin olma halinden.” (s158)
Sanat sanatı üretiyor.
Goethe, Mann, Britten, Mahler, Viskonti
Beş deha bir arada

Beethoven’in son döneminde yaşlı, sağır ve tecrit edilmiş hali Adorno ya o kadar tesir eder ki yazdığı yazılarla bu kez Thomas Mann’ı etkiler. Mann, (O da ayrıca Goethe’den etkilenerek yazdığı) Doktor Faustus adlı eserinde kahramanının “Acılar içindeki mutlaklıkta köşesine çekilmiş, işitme kaybıyla duyularından da tecrit edilmiş bir egodur. Ruhlar ülkesinin yansız prensidir, artık yalnızca meraklı çağdaşlarını dehşete düşürmek için buz gibi bir esinti yayar, insanlar sadece ara, ara, sadece istisna olarak bir şeyler anlayabildikleri bu iletişim karşısında donakalırlar.” (s 28) diye yazar. Mann’ın yazısı sanki Adorno’nun kaleminden çıkmış gibidir. İçinde kahramanlık ve uzlaşmazlık vardır.
Thomas Mann 1911 yılında eseri “Venedik’te Ölüm” adlı eserini yayımlar. Bu kısa roman artık “…kıvılcımlı parıltılar saçan bir dehanın belirtilerinden yoksun,” tıkanmış bir yazar olan Aschenbach’ın umut içinde Venedik’e yolculuğa çıkmasıyla başlar. Venedik, tuhaf bir şekilde Byron, Ruskin, Henry James, Melville ve Proust’un edebî olarak beslendiği “çürümede ve çöküşte olan bir şehirdir. Yolculuğa çıkarken Aschenbach’ın yüreğinde bir felaket önsezisi vardır. İç sesi, onu bu yabancı, egzotik, gizemlerle dolu, tehlikeli bu şehir için uyarır. “…kaplanların şehrine kadar uzanmak şart mı?”. .
Yazar bu, pek çok sanatçıya ilham kaynağı olmuş “kaplanların” şehrinde kendini bir veba salgını içinde bulur. Tatile gelmiş Polonyalı bir ailenin bir Yunan tanrısı kadar yakışıklı, on dört yaşındaki oğlu Tadzio’ya kendinin bile kabul etmekten ürktüğü bir ilgi duyar. Bu ilgi, ezici bir yalnızlık içindeki sanatçıda, giderek saplantılı bir tutku haline gelir. Venedik’te salgın iyice yaygınlaşmış olmasına rağmen Aschenbach şehirden bir türlü ayrılamaz. Genç görünmek sevdası ile bir berberin elinde oyuncak olur. Said eserin son sahnesini şöyle anlatır: “…Tadzio deniz kenarında dolaşmaktadır; artık ölümcül derecede hasta, - ve grotesk bir biçimde kokular sürünmüş, saçlarını yaptırmış, giyinip kuşanmış – olan Aschenbach yalnız, sandalyesine oturmuş, öylece, onu seyrederken ölür.” (s163).
20. yüzyılın önemli modern klasik müzik sanatçılarından olan besteci, orkestra şefi ve piyano sanatçısı İngiliz Benjamin Britten (1913–1976) ömrünün son, yani Said’in ve Adorno’nun söylemine uygun bir şekilde “Geç” yıllarına doğru (1973) Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” adlı eseri üzerine bir opera bestelemiştir. Britten da, Thomas Mann’da eşcinseldir. Britten eserinde Aschenbach’ı ”… ne duyduğu arzudan geri çekilebilen, ne de bu arzuyu ilişkide tamamlayabilen bir adamın yazgısı olarak gösterir.”.
Luchino Viskonti  Büyük İtalyan rejisörü Luchino Visconti (1906 – 1976) 1970 yılında Thomas Mann’ın kitabı Venedik’te Ölümü’nü filme çeker. Bu kez Mann’ın tükenmiş yazarı Aschenbach karakteri bir yazar değil, aynı tükenmişlik içindeki besteci Gustav Mahler’dir. Sinema tarihinin başyapıtlarından biri olan filmin ana katmanlarından biri Mahler’in muhteşem müziğidir. Rejisörün filmin başlangıç ve bitiş bölümlerinde kullandığı Mahler’in 5. senfonisinin 4. bölümü olan Adagietto Viskonti’nin sinematografisi ile birleştiğinde gerçek bir şölene dönüşür. .
YouTube video için lütfen tıklayınız
Venedik’te Ölüm - Gustav Mahler Adagietto 5th senfonisi

Ayrıca kitabın kahramanına paralel olarak Viskonti’nin de “genç” oyunculara olan ilgisi söylentilere konu olmuştur. .
Vaktinden önce çiçek açan yetenekler:
Broch ilerleyen yaşın üslûbunu şöyle anlatır : “…filizlenen, olgunlaşan ve zamanla ölümün nefesini ensesinde hissetmeye başlayınca vaktinden önce çiçek açan yetenektir. Yeni bir ifade düzeyine ulaşmaktır. Yaşlı Tiziano’nun insan bedenini ve insan ruhunu daha yüce bir birliğe erdiren ve her şeyin içine işleyen ışığın keşfi; Rembrandt ve Goya’nın en verimli çağlarında insanda ve şeyde görünür olanın altında yatan ve yine de resmedebilinen metafizik yüzeyi bulmaları; Bach’ın ileri bir yaşında ifade etmek zorunda olduğu şey, müziğin duyulabilen yüzeyinin altında veya üstünde olduğu için belirli bir enstrümanı gözetmeksizin kâğıda döktüğü “füg sanatı” gibi…” (s148)
Said’in dediği gibi, “…sanatçı içinde yaşadığı devrin bir parçasıdır ya da, “geç dönem” eserleri üretme aşamasındaysa ironik olarak bu kez kendi dönemimim bir parçası değildir.
Yeniden yazımızın başına dönelim :
“Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.” (s33)
9 Mayıs 2012
İzmir
Orientalizm
  
Eren Arcan
Edward Said’in1978 yılında yayımlanan kitabı “Orientalism” sömürgecilik dönemi sonrası çalışmalarında çok ses getiren, etkin bir kitap olmuştur. Said kitabında, batılıların Orta-Doğu’ya olan yaklaşımlarının temelinin yanlış varsayımlara dayandığını belirtmiştir. Bu çalışmalar Arap-İslam uluslarına ve kültürlerine karşı Avrupa merkezli sinsi ve sürekli önyargılara dayandırılmaktadır. Asya ve Orta Doğu hakkındaki geleneksel olan romantik görüşleri emperyalist ve sömürgecilik emellerinin temeli olmuştur. Yazar batının bu görüşünü benimseyen Arap elitlerini de şiddetle eleştirmiştir.
Said görüşünü şöyle anlatıyor: Kolonileşme süreci içinde batılıların hâkimiyetleri altına aldıkları çok değişik kültürleri kapsayan doğu ülkeleri ve insanları onlara çok değişik ve esrarengiz geldi. Egemenlikleri altına aldıkları bu egzotik yerleri “ oriental” olarak sınıflandırarak, bu ülkeleri inceleyen bilim dalına da “orientalism” adını verdiler. “Orientalism” Türkçede “şarkiyatçılık”, ya da “doğubilim” başlıkları altında da inceleniyor.
Edward Said Avrupalıların dünyayı (occident ve orient) doğu-batı, uygar -uygarlaşmamış olarak ikiye ayırdığını, bu yapay sınırlandırma ile her iki medeniyetin de tek tipe indirgenerek “bizler ve ötekiler” olarak ikiye ayrıldığını anlatır. Aslında, batılılar bu ötekileştirme aracılığıyla kendilerini üstün toplumlar olarak tanımlıyorlar ve bu oryantal, geri kalmış ülkelere yüksek medeniyet götürmenin gerekli olduğunu söyleyerek bu ülkeleri sömürge haline getirmelerini haklı göstermeye çalışıyorlardı.
Doğuyu, her türlü akademik çalışma ve medya kanallarını kullanarak karaladılar. Bunun sonucunda da kendi toplumlarının doğuya karşı önyargı ile bakmalarına sebep oldular. (Tarih içinde Arapların medeniyete kazandırdıkları değerleri görmek için lütfen “Arap Medeniyetinin İnsanlığa Armağanları” sayfamıza bakınız.)
Ayrıca Doğuyu, kendi kendilerini tanımlamakta kullandılar. Doğu batılılar için egzotik, pasif, ilerlemeye kapalı, tembel, despotik, uygarlıktan nasibini almamış, geri ülkelerden oluşuyordu. Doğu-batı birbirine karşıtsa ve Doğu bu negatif nitelikleri bünyesinde topluyorsa o zaman batı da otomatik olarak yüksek değerler taşıyacaktı. Böylece kendi ülkeleri aktif, rasyonel, medenî, zarif topluluklar olarak kabul görecekti.
Birinci Dünya Savaşından sonra oryantalizm Avrupa’dan ABD’ye kaydı. İkinci Dünya savaşından sonra Avrupalı devletler bütün sömürgelerini kaybettiler. Bunun doğal sonucu olarak artık doğu-batı sınırlandırılması kalktığına göre batının önyargısının silindiği düşünülebilir Oysa genellemeler, önyargılar, halen sürmektedir. Batıya göre petrol kaynaklarına sahip Araplar hala uygarlıktan nasibini almamıştır, Müslümanlar hala teröristtir. Ve bu bakış açısı askeri müdahale gerektirmektedir.
Said en büyük hatanın Batının bütün doğu toplumlarını aynı potada mütalâa etmesi değil, doğu ile batının arasına sınırlar koyarak kutuplaştırma yaratmak olduğunu söylemiştir.
Kutuplaşma sonucunda taraflar ayrı saflarda yer tutunca Huntington’un tabiri ile “Medeniyetler Çatışması” kaçınılmaz olmuş, Dünya 11 Eylül’ü, Afgan ve Irak savaşlarını yaşamıştır.