Özel işletme olan maden ocaklarında milyon ton başına ölen işçi sayısı, devlet işletmesi olan maden ocaklarına göre 10-15 kat daha fazlaymış. Çünkü;
- Özel işletmelerde çalışma koşulları daha vahşi ve özel işletmeler sadece kar etmeyi düşünürler,
- AKP’den çok daha önce başlanarak herşey özelleştirildi. Ve onlar sadece kar etmeyi hedefleyen özel işletmeler, kapitalist sistemin temel taşıdır,
- Özel işletmeler maksimum karı hedeflerken insandan kısarlar ve en büyük verimi alırlar. Ve kapitalist bir ülkenin büyümesi demek, o ülkede daha verimli, daha karlı işletmelerin kurulabilmesi, destek alabilmesi, ülkede kapitalist istikrar olması demektir. Bunun için de çok uluslu şirketlerin o ülkedeki kapitalist ilerleme olanağıına güvenebilmesi, özelikle de batının, destek olmaya değer bulması gerekir.
Yani hiç kimse Avrupa’daki maden ocaklarını örnek vermesin. Çünkü;
- Bizdeki bu insanlık dışı çalıştırılanlar olmasaydı Avrupa’da daha iyi koşullarda çalışan işçiler olmazdı. Ortadoğu, Asya, 3. Dünya ülkeleri olmasaydı Avrupa olmazdı; çünkü yayılmacı olmayan ekonmik gelişme diye bir şey yoktur, bu en basit iktisat kitaplarından okunabilir,
- Ulus-devlet diye bir şey sadece bir aptal kandırmacasıdır. Bütün dünya, tek bir ticari ağdır ve işletmeler aslında uluslara ait olmayan bir işletmeler ağından ibarettir. Bu ticari ağ, burada en büyük verimi almasaydı, zenginleşemez ve Batı’da daha az verimle çalışmayı kaldıramazdı.
Çok İleri Giden Hükümet Değil, Bu Devlet Yapısıdır
Avrupa’yla bizim aramızdaki fark, bu ülkedeki sınıfsal farkla aynı şeydir. Kendi sınıfsal farklılığımızı ve onun yarattığı sömürüyü fark edemiyorsak “uygar batı” ile “gelişememiş” doğu arasındaki farkı da göremeyiz. Nasıl ki her işçi, her ezilen aynı noktadan muhalefet etmez, nasıl ki bir kısım işçi rıza gösterip kendisine sunulan 1 gr fazlalığa tamah edip haksızlığa düşer, bizler de burada önümüze köpeğe atılan et parçaları gibi atılan teknolojik oyuncaklarımız ve kafa yapan alışkanlıklarımızla sınıfsal farklılıklara arkamızı döneriz. Hiç bir şeyin faili değilmişiz gibi bizim gibi yaşayamayanlara acır, “çok ileri giden” hükümete öfke kusarız. Çok ileri giden hükümet değil, bu devlet yapısıdır. Biz hep ileri gitmek istemedik mi? Şimdi devletimiz ilerliyor. Çok ileri giden, biziz. Çünkü devletin büyümesi, bizim sorgusuzca tüketimimiz ve egemenlik arayan yaşantı biçimimiz koşulunda gerçekleşir. Biz evimizi müteahhite verip arka bahçemizdeki ağaçları talan ettirirken daha çok kar amacı gütmedik mi? Biz santrallere barajlara hayır demediysek, kurulacaklardır. Kurulacaklarsa ilerleyeceğiz. İlerledikçe daha çok öldüreceğiz. Daha fazla kar edilmeli, yani daha çok taşeronlaşılmalı; daha çok doğa sömürülmeli ki imarlaşma artsın yol köprü baraj santral yapılsın; daha sağlıksız beslenmeli, daha çok hormon tüketmeli, çünkü büyük tohum şirketlerinin daha çok ciddiye aldığı ilerleyen bir ülke oluyoruz, daha kötü yaşamalı ki ilerleyebilelim. Daha çok savaşa destek vermeli ki destek alalım, daha çok para dönsün.
Sen “Barajlara Hayır” demiyorsan, hayır diyenle sigara molalarında züppece tartışıyorsan, yıkanı da terörist ilan ediyorsan, bunları bilmediğinden değil, düşünemediğinden değil. Kendi yaşantını riske atmak istemediğindendir. Bu madenciler ezelden beri böyle çalışıyorlar. Bu ülkede geçtiğimiz 4 ayda 373 işçinin öldüğünü bilince aynı tepkiyi gösterecek misin? Yoksa bu bir “vicdanı temize çekme” gösterisi mi? Sistemin temelini tartışmaktan kaçınılanarak gösterilen, hissedilen her duyarlılık, en samimi halinde bile bizi hep sonradan fark edeceğimiz bir iki yüzlülüğe dahil eder.
Uygarlık, kapitalist ilerleme değildir. Özellikle yaşı büyük olanlar biliyor ki gittikçe daha kötü yaşıyoruz. O halde, sürekli olarak, bir hükümeti bir devleti eleştirmek, boşa kürek çekmek demektir. Kendi anlamsız hayatımızı anlamlandırmaya çalıştığımızda her şey bir anda değişecek. Bunu yapmanın yolu herkes için farklıdır. Kimi sokağa çıkar, kimi bankayı kırar, kimi destek olur, kimi boykot eder, kimi izin verir. Ama hepimiz, tüketim biçimimizden vazgeçmek ve mücadele etmekte aynı tarafta olduğumuzu anlamak zorundayız, AKP seçmeni de dahil.
Sistem kısaca budur. O halde Erdoğan’a saldırmak, sistemi sarsmaktan kaçınmak demektir. Çünkü bunu yapmak, “Erdoğan’sız, daha güzel bir yaşam mümkün” demektir. Mümkün değil, hiç bir zaman olmadı, hiç bir yerde olmadı. Erdoğan’ın bu abartılı saldırganlığı gayet politik bir hesapmış gibi görünüyor. O, sistemi temize çekiyor. Eğer onun yerinde Ecevit gibi mütevazi biri olsaydı, tüm bu katliamların faili olan sisteme düşman kesilecektik. Şimdi çalışma sisteminin kendisinden çok Erdoğan’ın attığı tokadı konuşuyor, Roboski’deki savaş politikasından çok Roboski’yle kürtajı birleştiren söylemdeki terbiyesizliği konuşuyor, yılda ölen binlerce işçiden çok Soma’da saklanan gerçek rakamları konuşuyoruz. 1000 kişinin öldüğü açıklansa, geçen sene ölen 1235 işçiyi fark edecek miyiz? Erdoğan, gelişen bir Türkiye’nin “şimşekleri üzerine çekmekle” görevli en uygun başbakanıdır. Ezik hükümetler, ancak geri kalmış Türkiye’ye yakışır. İlerlemek, vahşileşmeyi gerektirir, vahşi bir sistem ise canavarlara ihtiyaç duyar. Canavar, rızayla yapmakta olduğumuz şeyin şizofrence dışlaştırılmasıdır. Eğer daha çok ilerlersek, bir gün, biz de Avrupa gibi olabiliriz; yani kendi halkımızdan bazılarını değil de daha “ilkel” halkları toplu olarak yok edecek güce sahip olabiliriz. Kapitalist ilerleme, sömürmeden gerçekleşemez, bunu en basit iktisat kitaplarında görebiliriz. “Medeni” Batı’ya öykünmek, yakınındakileri öldürebilecek bir vahşiden korkup, dünyanın bir ucuna paralı asker gönderebilecek güçteki bir ülkede kendini güvende hissetmektir.
Bunun Adı Hegemonya
Biz, bu sistemin tanımladığı bir “iyi yaşantı” için uğraşıyorsak, daha iyi bir ücretle, daha iyi bir evde, daha iyi bir arabayla yaşamak istiyoruz demektir. Bunları satın alabilmemiz için ucuz olması gerekir, yani daha ucuz iş gücüyle üretilmesi gerekir. Daha ucuza ısınmak isteyip aynı anda madencilerin çalışma koşullarını eleştirmeye hakkımız yok. Çünkü bu sistemde biri, diğerini gerektirir. O evi alabilmek isterken, o inşaat işçilerine üzülmeye hakkımız yok. Ama bir inşaat çöktüğünde yine çok “farkında” oluvereceğiz. iPhone üretimindeki çalışma koşulları yüzünden kaç kişinin intihar ettiği bilgisi elimizeki iPhone tarafından bize ulaşıyorsa, bu bizi çirkin yapar.
Bunun adı hegamonya. Sistem biziz. Biz olmasaydık ayakta kalamazdı. Kendi elimizle sürekli yeniden ürettiğimiz bu piramitte en üsttekine yeterince uzaklaştıktan sonra ona yetişemeyecek taşlar atıp kolumuz yorulunca bırakıyoruz. Yalnızca bir kısmımız oradan aynı anda çekilsek, piramit yıkılacak. Ama bunu söylemek anlamsızdır; oradan aynı anda çekilecek yaşam pratiğini örmek, zorunluluktur.
“Özel Hayat” Denen Şey, Hepimiz İçin Birer Hapishane Hücresi Olarak Sistem Tarafından Hazırlanmış Bir Yalandır!
Devrim tek yol ama devrimin anlamı sistemin işine yarayacak biçimde yozlaştırıldı. “Devrimcilik”, yaşantıyı değiştirmeye gerek bırakmayacak bir irade teslimine ve eylem çağrısına uyma etkinliğine, “devrimci” ise büyük bir kitlenin gözünde içi boşalmış, kendi durumunu tahlil etmemek uğruna, söylemi abartan, vicdanı sloganlaştıran küçük burjuva iktidarsızına indirgendi. Devrimci bir yaşantı, her bireyin kendi edinilmiş bozukluğunun eleştirilebilmesi koşulunda kurulabilir. Bunun için de eleştirene ihtiyaç vardır. Yani sosyalleşme sokakta olmak zorunda. “Kişisel duyarlılık” denen şey, her zaman konformizmin kontrolü altındadır. Feminist bir kadınla sevgili olmayan erkek, egemenliğini göremez, tersine kendi vicdanı yardımıyla temize çeker kendisini, ayar çeker kendisine ama egemenlik devam eder. Kürtler’e mesafeyle yaklaşan, Türk egemenliğini farkedemez, yalnızca işe yaramaz bir hümanist söyleme teslim eder siyasi bakışını; egemen konformizm devam eder. Her yargılama, toplumsal bir yapı içinden yapılmak zorunda. Hiç kimse elit bir grubun içinde doğruya ulaşma hakkını kendinde göremez. Elitleşen her yapı dışlanmak zorunda, çünkü ayrıksı olanın her söylediği son tahlilde kesinlikle yanlıştır. Çünkü insan tek başına hiç bir şeydir; insan ne kadar çoksa doğru o kadar doğrudur, çünkü “doğru”, toplumda yaratılan bir şeydir, bir idea değildir. Dolayısıyla bireysel ahlak, bireysel duyarlılık diye de bir şey olamaz.
Sanayileşmenin ilk yıllarında halk, sınıfına göre ikamet ettiği şehirlerde fiziksel bir ayrışmayı yaşarken doğru ile yanlış birbirine karışmıyordu; alt sınıfların yaşadığı acılar üst sınıflar tarafından umursanmıyor ya da fark edilmiyordu. Bu yaşantı biçiminde ise, Ermeni ve Kürd ile Türk’ü, maden işçisini, taşeronu ve akademisyeni, medyanın ve kozmopolit yaşamın sayesinde iç içe görüyoruz.
Bu durumda ekonomik temelini değiştirmeye yeltenmediğimiz çarpıklıklar karşısında vicdanımızın baskısıyla, çarpıklığın kendisini teorize etmek, ya da ancak “kötü dünyanın kötü şartları”ndan hayıflanmak gibi bir sinizme düşmek zorunda kalıyoruz. Ama bu yaşantı biçimi “toplumsallaşmak” değildir; tam tersine, aynı fiziksel ortamı mecburen paylaşan ve bu rahatsızlıktan bir an önce kaçışmak için özel hayat dediğimiz alanlarımıza dönmek istediğimiz bir yaşantı biçimidir. ”Özel hayat” denen şey, hepimiz için birer hapishane hücresi olarak sistem tarafından hazırlanmış bir yalandır. Toplumsal hayatın hiç olmadığı bir yerde özel hayattan söz edilemez. Türk ile Ermeni’nin toplumsallaşmadığı bir alanda en vicdanlı “doğru” duruş, yüz yıl sonra Türkler tarafından kendi özel yaşantı sınırı içinden kurulamaz. Soma için üç gün yas yetmez; oysa otuz gün yas olsa vicdanla somut gerçeklik arasındaki gerilim ortaya çıkar. Devletin tutumundan önce dün gece şehirlerin her tarafında göbek atılarak yapılan sokak düğünlerine bakalım. Yas tutmak ve destek olmak, uzaklaşmış, dışlamış olanın yapabileceği en iyi şeydir; hem kendi rahatı için, hem de sistemin bekası için. Toplumsallaşmadan, doğru ve yanlışı belirlememiz imkansız.
Müdahale Etmek Zorundayız
Devrimci bir yaşantının silüetini görmek zorundayız. Ama simgesel boykotlarla değil; sorgulamanın gerçekleşebileceği sosyalleşmeyi kurarak. Dışarıda, sokakta, okulda, her davranışı “topluluk” olarak yapmayı zorunlu kılacak küçük yapıları kurmak zorundayız. Kamusal alanı işgal etmek zorundayız. “Kamusal alanı işgal etmek” demek, bizzat kendi yaşam alanımızda söz sahibi olmak demektir. “Bizimmiş” gibi yaptığımız üniversitemizde, polis müdahalesine karşı durabilmek noktasında tartışmak, kendini kandırmaktır. İş buna gelmeden çok önce, üniversitenin bir ticarethaneye dönüştürüldüğü, heryerin bir reklam panosuna dönüştürüldüğü, giriş kapısında koyun gibi sıraya girmeye ses çıkartmadığımız, festivallerde konuklara ücretsiz kahve dağıtırken kalanlara sattığı kahveyle para kazanmaya çağırılan bir kahve tüccarının “konuk sponsorluğu” adı altında festivali elitleştirmesi karşısında fikirsiz kaldığımız, biletsiz gireni içerinden alıp dışarı çıkartan görevliye tepki gösteremediğimiz bir üniversite, bizim değildir. Kendi yaşam alanlarımızda insiyatif gösteremediğimiz bir devrimcilikten bahsetmek çok küçük düşürücü. Müdahale etmek zorundayız, her şeye, en ufak rahatsızlıklar karşısında müdahale etme alışkanlığı, bir süre sonra müdahale gücüne ulaşmak için dayanışmayı getirecektir. “Kürtler’in Marmaris’i işgal ettiği”ni söyleyene, en rezil işleri onlara dayatan ekonomik sistemin bir tatilcisi olduğunu hatırlatıldığında, yaptığı alçaklığı farketmez; ancak kendisi gibi Türkler, Marmaris’i işçi olarak “işgal” ettiğinde farkedecektir bunu.
Bu sistemin içindeki konumlanışını sorgulamayan, sorgulamayana müdahale etmeyen, hiç bir şeyi değiştiremez. Sokakta, ünivesitede kadın arkadaşını tartaklayana müdahale etmeyenin, kadına yönelik şiddet konulu film çekmeye hakkı yoktur. Fakat tüm bu davranış biçimiminin örgütlenmesi de bir yapının görevi değildir; yalnızca bir adım sonra hem nesnesi hem de öznesi olacağı bir yaşantının katılımcı kurucuları olmaktır her aktiviste düşen. Herkes insiyatif almalı, insiyatif dağıtan dışlanmalı. İletişim kurmayan apartman komşuları, o apartmandaki gürültücünün tacizinin süregitmesinden sorumludur. Sokağından lümpen geçmesine izin vermemek konusunda anlaşan mahallelere, bir süre sonra polis de giremez. Daha çok Kürt ve Çingene mahallerinde gördüğümüz bu kapalı ve dayanışmacı yapı, ırk üzerinden kurulan ortak bir ezilmişliğin doğal sonucudur. Şimdi, etnik yapıları da aşan bu sistemin ortak ezilenleri olduğumuzu görmek zorundayız. Mahallelerde sitelerde, günlük yaşantıyı örgütlemek zorundayız. Birbirinden nefret eden ve en güvende hissettiği alanın özel alan olduğunu hisseden toplum, en önemli özelliği “sosyalleşme alanı” olması olan öğrenci evi olgusundan 1+1 yaşamlara hapsedilen öğrenci kitlesi, hiç bir değişimin öznesi olamaz. Yazdığı her sloganın altına örgüt imzası atma sersemliğini bir tarafa bırakıp kendisinin de içinde eriyeceği geniş katılımlı atölye çalışmalarını, günlük yaşam pratiklerini örgütlemek, sokaktaki insanı güçlendirmek için en iyi başlangıçtır. Yaşantımızda bu yönde gerçekleşecek ufacık bir toplu değişim, sokaktaki insan sayısını hayal edilemeyecek kadar büyütecektir; “eylem çağrısı” kavramı literatürden kalkacaktır.
Hiç kimse, mutsuz olduğunu açıkça gördüğü bir hayatı, mutsuz olacaklarını göre göre çocuklarının geleceği için sürdürme hakkına sahip değildir. Hayat kısa, tam da bu yüzden, onu anlamlı hale getirmeye değer.