Tuesday, October 30, 2012

Sokak sanatı


Sokak sanatı dediğimizde bir parça ilgili okurların aklına ilk düşecek şu soruyu hemen yanıtlayalım…

Dünyanın çeşitli şehirlerinde sokak sanatları festivalleri yapılmakta. Türkiye’de de bir sokak sanatları festivali Haziran ayı başında düzenlendi ve sokakta düzenlenmeyen ilk sokak sanatları festivali olarak belki de dünya tarihine geçti! Şahsen ben, iki yıl bilfiil İstiklâl Caddesi ve Kadıköy Bahariye Caddesi’nde sokakta, her gün pantomim performanslarımı sergileyen bir sanatçı olarak orada değildim. Ülkede birçok şehirde sokaklarda, ürettiği sanat eserlerini halka aracısız, beklentisiz sunan hiçbir arkadaşım da orada değillerdi. Ayrıca çeşitli belediyelerin düzenledikleri afili sokak festivallerinden de bizlerden ziyade iktidarın çeşitli çıkar grupları faydalanmıştır hep, bizler değil.

Sokakta sanat dünyanın birçok büyük şehrinde yaşamın bir parçasıdır. Mesela Barselona La Rambla'da yürürken birçok sanatçıyı sokakta izleyebilir, dinleyebilirsiniz. Paris'te Montmartre'deki ressamlar, sokak müzisyenleri ya da grafiti sanatçılarına rastlayacaksınız. Peki ya İstanbul ya da Ankara yahut İzmir? Bizde durum biraz farklı ya da her zaman ve her şeyde olduğu gibi karışık diyelim…

Sokak sanatçısı kavramının da sanatçı kavramı gibi yanlış anlaşıldığını hatta içinin oyulmaya çalışıldığını söylemek yerinde olur. Bana sorarsanız sanatçı sanatçıdır. Sokak ya da salon sanatçısı olmaz. Eğer bir sanatçı, ürettiği sanat eserlerini sokaklarda, halka aracısız olarak sunuyorsa bu hal, onu sokak sanatçısı yapar mı? Gitarını eline alıp sokaklarda çakma John Lennonculuk oynayan arkadaşlar sanatçı mıdır?

Bugün İstanbul’da İstiklâl’e fırlayıp ‘sanatımı yapıyorum,’ diyen herkesin aslında bunu yapabildiği için teşekkür borçlu olduğu insanlar var. Sokakta müzik yapabilmek için dayak yemiş insanlar. Her nedense onlar değil de başkaları televizyon ekranlarında kendilerine yer bulabiliyorlar ‘dertlerini’ (!) dile getirmek için.
 “Beyoğlu’nda sokakları zalimliğiyle kavuran bir komiserden çok çektim, çektik. Adam içine beton dökülmüş burgulu lağım hortumuyla saldırdığı için mağdurlar ona ‘hortum’ lakabını takmıştı. Vurduğu yerlerde çizgi çizgi, özellikle kollarda izler bırakmaktan hoşlanırdı. Eğer aynı hafta iki kere karşısına çıkmışsanız yandınız! Ben haftada 4-5 kere çıkmış biri olarak Taksim nezaretlerinde ünlü olmuştum. Bir ara sopa yemekten öylesine arsızlaşmıştım ki, sokakta şarkı söylemekten Mis Sokak’ın oradan karga tulumba getirildiğim ekipler amirliğinden sabaha karşı salındığımda yine sokağa gidip çalmaya başlıyordum. Bir gün’ Hortum’ çıldırdı: “Beyoğlu’nda benden başka deli istemiyorum!” nidalarıyla iyice haşat etmişti beni, sağlam sopadan sonra sabah saat 9 sularında kesik kesik çıkan kısılmış sesime rağmen salındığımda gidip şarkı söylemiştim...” Bizon Murat-Siya Siyabend 

Ben de dâhil olmak üzere onlarca sanatçı, sırf sokakta olduğumuz için bu baskılara maruz kaldık. Ne yalan söyleyeyim ben dayak yemedim belki de şanslı olduğum için ama defalarca sivil ve resmi üniformalı emniyet ve belediye memurlarına pantomim yaptığımı, bunun bir sanat olduğunu anlatmak zorunda kaldım. Dahası elimde anayasa kitabıyla kendimi kolluk kuvvetlerinin linç girişiminden korumam bile gerekti. Bugün, zaman zaman sekerek yürümeme sebep olan sol dizimi İstiklâl’e bıraktım.

Huzurlu bir Pazar günü, gazetenizin ekinde okumak istemeyeceğiniz, bu karanlık yazıyı kaleme almamın sebebi ne peki? Nedir bu münasebetsizliğim? Nezih aile apartmanlarınızdaki güzel mi güzel dairelerinizde, ağız tadıyla bir tatil sabahı yaşamanıza engel olduğumu düşünüyorsanız ne diye okumaya devam ediyorsunuz ki?

Tek amacım farkındalık yaratmak. İstiklâl Caddesi’ne her gün 1 milyonu aşkın insan geliyor. Siz de mutlaka karşılaştınız benimle ya da ‘sokak sanatçılarıyla’ orada. Umuyorum bu yazıyı okuduktan sonra başka bir bilinçle izleyecek, dinleyeceksiniz karşılaştığınız insanları.

Sokakta karşılaştığınız bu insanlar çok para kazanmak için orada değiller. İnandıkları bir şey için oradalar: Sanat, sokaklarda olmalı. Sanatı kapalı salon ve galerilerden, televizyon ekranlarından sokağa taşımak içinde debelendiğimiz bu plastik çağda gerçek sanatçıların görevidir. Aydınlanma sokakta başlayacaktır.

“Yeryüzüne özgürlük! Sahibi olduğunuzu düşündüğünüz şeylere dikkat edin. Gün gelir, onlar sizin sahibiniz olabilir;   fark edemezsiniz. Sahibi olduğunuz tek şey gölgenizdir! Çünkü onu ne satabilirsiniz ne de satın alabilirsiniz!”
Sokak Performansı ardından izleyenlere hitaben…
31 Mayıs 2011 İstiklâl Caddesi – Janset Karavin

 “...Sokakta müzik yapan insanlardan bahsedeyim. Taksim Meydanından beri biz çalıyoruz. Geldik, Fransız Kültür. Devam ettik Mis Sokak. Devam ettik Emek Sineması, Galatasaray Lisesi'nin önü, Galatasaray Meydanı. Devam ettik, Odakule. Bizi böyle itip itip itip Tünele sıkıştırdılar...” Dede-Alatav

Ama ne yazık ki sokağın belleği yok gene Dede’nin de dediği gibi: ”Taş taştır. Oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını!"
Bugün belediyelerin düzenledikleri cicili biçili festivallere bakarak sanatın sokakta olması için çaba gösterenlerin günlük güneşlik bir dünyada yaşadıklarını düşünebilirsiniz.

25 Mayıs günü bir grup sokak sanatçısının Beyoğlu’nda yaptıkları protesto gösterisinde söylediklerinin bir parçası sanırım bu konuya açıklık getirecektir: “Biz sanatını sokakta icra etmeyi seçenler, son zamanlarda iyice artan haksız uygulamalar karşısında bir araya geldik. Keyfi biçimde yerimizden ediliyor, kovalanıyoruz. Daha da kötüsü, bizim bir parçamız olan, yeri doldurulamayacak enstrümanlarımıza, işporta malıymışçasına apar topar el konulup, kılıfına dahi konulmadan, özensizce zabıta kamyonetine atılıyor ve depolarda keyfi sürelerde tutuluyor.
Bu el koymalar başımızın üzerinde sürekli bir tehdit unsuru olarak tutuluyor. Enstrümanlarımızdan ayrılmak istemiyorsak, bu haksız ve kabadayıca muamelelere sessiz kalmamamız gerekiyor.”

Yazıda, metnin akışı içinde adını anamadığım, alın terlerini, kanlarını sokağa akıtmış bütün sanatçı arkadaşlarımdan hem özür dilerim hem de tek tek hepsini kucaklayarak teşekkür ederim.
 ALINTI

Saturday, October 27, 2012

Hayat değil ölüm kutsaldır bu topraklarda


Hakan Aksay Adam konuşmasıyla, bizim alışageldiğimiz politikacılara pek benzemiyor. Bir şey derken gözleri fıldır fıldır oynamıyor. Savunduğu görüşler ne olursa olsun, içten görünüyor. Söyleyeceği şeyin çoğunluk tarafından yadırganmayacak, kendi partisinin politikasıyla ve liderinin keyfî tavırlarıyla çelişmeyecek sözler olmasını hesaplamaya çalışan ve çoğu kez yeterli zekâ, yetenek ve cesarete sahip olmadığı için bunu beceremeyip yuvarlak ve anlamsız konuşanlardan biri olmadığı izlenimini veriyor.
Ama kurduğu cümlelerden acayip bir senaryo ortaya çıkıyor. Başbakan’ın kendisini kurşuna dizdirmesini, astırmasını istiyor. Önem verdiği bir şeylerin gerçekleşmesi için öldürülmeyi hayal ediyor.
Konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman BaydemirBalçiçek İlter’in sunduğu Söz Sende programında, son zamanlarda Şam’a kaç saatte girileceği konusundaki bahisçilik merakıyla dikkat çeken Şamil Tayyar’ın, bu kez de cezaevlerindeki ölüm oruçlarına duyarsızlığını belli eden bir üslupla, ölüm orucuna Baydemir’in de katılması halinde daha çok ses çıkacağı iğnelemesinde bulunduğunu öğreniyoruz. Baydemir, Tayyar’a değil, Başbakan Erdoğan’a bir çağrısı olduğunu söyleyerek soru sahibini bağımsız bir siyasi şahsiyet saymadığını belli ediyor. Ve şöyle diyor:
- Bütün benliğimle, Rabbime duyduğum inançla size çağrıda bulunuyorum. Eğer bu ülkede kardeş kanının durması için, müzakere masası kurulması için bir kurbana ihtiyaç varsa, o kurban ben olurum. Eşim burada beni izliyor. Vasiyetim var. Kimse dava açmayacak. Savaş sonlandırılacaksa bu bayram sabahı beni kurşuna dizin! Darağacına asın! Canımı alın! Yeter ki müzakere masası kurulsun, yüz yıldır var olma mücadelesi veren bu halk özgürleşsin…
Ne kadar garip bir öneri bu! Ne kadar acı bir çağrı! Ve ne kadar korkunç bir yakarış!
Yıllardan 2012!..
Ve dünya liderleri arasına girme iddiasındaki bir ülkenin en büyük kentlerinden birinin belediye başkanı, son derece samimi görünen bir ifadeyle ölmek, daha doğrusu öldürülmek istediğini haykırıyor.
Dünyanın kaç ülkesinde böyle bir şeyle karşılaşabilirsiniz?
*       *       *
58 cezaevinde yüzlerce (belki 700 civarında, belki de yeni katılımlarla binlerce) insan, 12 Eylül 2012’den bu yana ölüm orucunda. Onlar da ölmek istiyorlar. Talepleri gerçekleşmezse yaşamlarından vazgeçeceklerini kanıtlamak için 45 gündür aç kalarak mücadele ediyorlar. Belki bugün-yarın bazıları için çok geç olacak. Ama onlar bunu göze almışlar.

Eylemleriyle en başta Türk-Kürt barışı için kilit rol oynayacağını düşündükleri Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesini, ona yönelik tecrit politikasına son verilmesini amaçlıyorlar. Ayrıca ana dilde savunma ve eğitim haklarını talep ediyorlar.
Talepleri için sahip oldukları en değerli şeyi, hayatlarını ortaya koymuşlar.
Bu, doğru bir mücadele yöntemi mi? Ölüm orucuna girerek iyi mi yapıyorlar? Yoksa hata mı ediyorlar? Her türlü amaca ulaşmak için temel öncelik ve en başta gelen şart, hayatta kalmak mıdır?
Ben bu sorulara uzaktan ahkâm keserek evet veya hayır diyecek hakkı kendimde görmüyorum. Ne kadar empati yapmaya çalışırsam çalışayım, bu insanları yeterince anlayamayacağımı sanıyorum.
Ancak şunu söylemeliyim: Hukuki ve siyasi haklar için, her türlü demokratik talepler uğruna insan hayatlarının iskambil kâğıtları gibi kolayca masalara serildiği bir ülkede yaşamanın ürkütücü olduğunu düşünüyorum. İnsanların kendi hayatlarından ne kadar hızlı ve kararlı adımlarla vazgeçebildiğini görmek bana acı veriyor. En beteri de, yüzlerce insanın hayatı tehlikedeyken, koskoca bir toplumun, iktidarın, medyanın bunu umursamaz bir havada davranması.
Ölseler ne olacak? Birkaçı ölüm orucunda hayatını kaybetse? Hatta birkaç yüz kişi ölse? Ne olur ki? 30 yıldır on binlerce insan kaybedip de hâlâ iç savaşın bitmesini yeterince istememiş bir topluma, iktidara, medyaya sahip değil miyiz?
Haydi, açık konuşalım: Biraz daha ölüm olsa bile hayatımıza devam etmenin, konuşup gülüşmenin, yiyip içmenin, eğlenip sevişmenin bir yolunu bulacağımızı bilmenin rahatlığını taşımıyor muyuz?
*       *       *
Ölüm öylesine doğal bir şey ki bu ülkede... Öbek öbek insanların öldürülmesi, onlar daha gömülmeden yenilerinin ölüme koşması o kadar sıradan ki…
Uludere’de öldürülen 34 kişiyle ilgili gerçekler 11 ayda ortaya çıkarılabildi mi? Bu vurdumduymazlık ile onları “dolap beygiri” olarak görenlerin önünde sevincinden takla atmaya hazır bir yığın “adam” olmasının arasındaki bağı görmüyor musunuz?
Ya Suriye’de düşürülen uçak? Oradaki tonlarca metal ve ileri teknoloji sizin olsun; öldürülen iki pilota sahip çıkan oldu mu?
Siyasetin ötesinde “insan” diye bir amaç var mı bu ülkede?
“Hayat” diye bir değer var mı?
Şehit cenazelerinde dökülen gözyaşlarının arasında oğullarını savaşa feda etmekten gurur duyan bunca ana ve baba varken, yaşamanın kutsallığından söz edilebilir mi?
Ama ölmek!.. Ölmek bir başka şeref bizde…
Bayrağımızdaki al kandan başlayıp, dinimizdeki vecibelerle devam edip, silahlı kuvvetlerde başımıza gelebilecek kazaya kadar her türlü durumda kutsal ölümler vardır bizim için.
Kutsal yaşam kuramadık 90 yıldır; ama kutsal ölüm “noktasında” hiçbir sıkıntımız yok.
Ölmek, yaşamaktan daha anlamlıdır bu topraklarda.
İktidarlar bunu pompalar, biz sorgusuz sualsiz kabulleniriz.
Sayımız çok, pek çok, on milyonlarca… Hamam böcekleri kadar çokuz. Ve iktidar açısından sadece birkaç yılda bir gün (seçimler sırasında) önem taşırız. Onun için sıradan günlerde “gerekirse” ölmemiz, hamam böcekleri gibi ezilip gitmemiz doğaldır.
Bu doğallıkla, becerebilirsek “şerefli bir ölüm” koparırız kaderin elinden, olmazsa daha banal bir yolla – mesela, incir çekirdeğini doldurmayacak bir tartışmada ya da “namus belası”na birbirimizi vurarak – ölürüz, öldürülürüz.
Bu topraklarda yaşamanın, aşkın, sanatın, bilimin pek bir önemi yoktur. Kutsal hayat olmaz bizde. Ama kutsal ölüm çeşitlerimiz çoktur. 

Thursday, October 25, 2012

dostoyevski’nin delikanlı’sı

by
Delikanlı, Dostoyevski’nin büyük eserleri arasında, kendi politik görüşleriyle taban tabana zıt görüşleri olan bir gazetede basılan tek romanıdır.  Rusya’da edebiyat ve politika hiç bir zaman birbirine uzak değildir. Son romanı açıkca politikti ve 1874′ün sonlarında yazdığı mektuplar, yeni romanındaki herhangi bir şeye Nekrasov’un politik bakımdan karşı çıkacağından korktuğunu gösterir. Bu nokta önemlidir, çünkü bu korku, konunun seçimini ve ele alınışını sınırlamıştır. Dostoyevski büyük eserlerinin çoğunda, yaşamın ve felsefenin sorunlarıyla uğraşır: Suç ve Ceza‘da ahlakın anlamıyla, Budala‘da ahlaki ülküyle, Ecinniler‘de ahlak, politika ve din arasındaki ilişkiyle, Karamazov Kardeşler‘de dinin temelleriyle. Görüşleri ne olursa olsun Dostoyevski, radikal bir gazetenin sütunlarında, bu konuların hiçbiri hakkında düşüncelerini serbestçe yazamazdı. Delikanlı bu konuların hiç birini tartışmaz ya da yüzeysel ve raslantısal olarak tartışır; özünde, yalnızca, insanların birbirine karşı gösterdikleri psikolojik tepkilerle ilgilenir.”  -Edward Hallett Carr, Dostoyevski, İletişim Yayınları, çev. Ayhan Gerçeker, 7.Baskı 2010, sf. 239.

Dostoyevski‘ye döneyim. Delikanlı bitti geçenlerde; zahmetli bir kitap, kolaylıkla okuyabilmiş, nüfus edebilmiş  değilim. Okur olarak hayranlık uyandırıcılığından da, verdiği sıkıntıdan da söz etmek isterim. Bildiğimiz Dostoyevski  romanlarının güçlü, kendisine bağlayan, dikkat kesildiğimiz temalarını tam olarak sunmuyor. Benzer temalar bir şekilde var aslında kitapta, karkaterler de tipik Dostoyevski karakterlerinin özelliklerini çeşitli şekillerde barındırıyorlar; ancak Delikanlı’da sanki her şey bir yüzeyde kalmakta, bir eşiği geçmemekte ve tutuk durmaktadır. Ateşle tutuşmuş ve iradesi başka bir irade tarafından ele geçirilmiş gibi yazdığı hissine kapıldığım Dostoyevski, Delikanlı‘da  yazar olarak daha sakin ve  yüzeyde kalan bir esinle kalem oynatmış gibidir. Büyük yapıtları açısından, ikincil derecede etki bırakır bu nedenle. Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza, Ecinniler, Karamazov Kardeşler gibi kitaplardan hareketle bakılırsa (belki hiç kıyaslamamak gerekir bunları ya, zihnimize kazınan, ruhumuzu ele geçiren bu eserlerine göre) Delikanlı,  bir bakıma bir olmamışlık duygusu bırakıyor geride. Sanki, meseleleri açısından derinlik noksanlığıyla ve biçimselliğiyle sekteye uğramakta ve okuruna (ancak sabır ve sadakatle okumayı sürdürmek dışında)   üstesinden gelinmesi kolay olmayan okuma güçlükleri çıkarmaktadır.
Dolayısıyla tipik Dostoyevski  okurlarının  pek de sözünü etmeyi tercih etmedikleri  bir kitaptır bu. Deyinilip geçilmiş ama gerçek bir değerlendirmesi sunulmamış gördüğüm kadarıyla. Benim okuduğum İletişim yayınevinden çıkan çevirisi, üçüncü baskısını yapmış 2006’da, ne şekilde okunduğunu bilmiyorum. Tuhaf bir karmaşası var kitabın, ortaya çıkan olayları, hikayeye dahil olan karakterleri yerli yerine oturtmak, gelişmeleri takip etmek, sahneleri bir şekilde tamamlamak üzere hikayeye derinliğiyle nüfus etmek kolay olmuyor.  Delikanlı’da Dostoyevski altı yüz sayfa boyunca bir düşünür-sanatçıdan daha çok, bu kez  bir psikolog-sanatçı olarak ağırlığını gösteriyor sanki. Felsefenin ve hayatın belirli odak noktalarında yoğunlaştırılarak dramlaştırılması değilde, Delikanlı‘da, insanların kendilerine ve birbirlerine karşı gösterdikleri tepkilerle, verdikleri karşılıklarla iliskili  psikolojik bir melodramlaştırma söz konusudur.
Dostoyevski’nin eserinde psikolojinin yeri, ilk yapıtlarından itibaren gündemde olan bir konu. Bu ayrımlarda kategorik olarak ısrar etmek anlamlı görünmüyor belki. Büyük dramatik eserlerinde psikoloji, melodramatik-psikolojik tefrika romanlarında düşünce sanatının bileşenlerini oluşturur. İnsanın psikoljik yapısına ilişkin çok sayıda betimleme ve gözlem bulunur eserlerinde. Olay örgüleri bir anlamda, bir fikrin açılması, karakterin bir düşünceyi gerçekleştirilmek üzere deneyimlenmesi yönünde gelişmesi gibi, bu karakterlerin bir şekilde karmaşık bir psikolojik yapıyla hareket etmeleri olarak da görünür. Delikanlı ile diğer yapıtlar arasında biçim düzeyinde bu ayrımı dile getirebiliriz yine de. Bu yanıyla da, Dostoyevski külliyatının büyük yapıtları arasına dahil etmekte tereddüt edilmeyecek bir kitaptır Delikanlı; haçmiyle, karakterleriyle, uslubu ve biçimsel özellikleriyle tipik bir Dostoyevski eseridir. Ancak bunu hakkıyla teslim edebilmek için okurun, Delikanlı’daki esin düzeyindeki eksikliğe ve kimi arizi noktalara dikkat etmesi gerekiyor.
Dostoyevski‘nin kendisi, romanları, karakterleri ve edebiyatı hakkında diyeceklerimi erteliyorum hep bir sebeple. Başlıca sebep, söylemeyi düşündüğüm şeylerin sadeleşmek, belirginleşmek ve toparlanmak yerine sürekli dağılma ve genişleme eğilimi göstermesi. Hep bir şeyler ekleniyor ve bir şeyler farklılaşıyor; Dostoyevski ile ilgili ya da ilgisiz başka okumalar giriyor araya. Bir de yazıdan uzaklaşma hali yaşıyor olmam sorun. Araya başka yazılar ekliyorsam da, istediğin gibi bir Dostoyevski yazısını toparlayacak duygu bulamıyorum. Delikanlı’ya ayrıca değineceğim toparlayabilirsem bir kaç yönüyle, ancak asıl olarak Ecinniler meselesi kapanmış değil. Dostoyevski okumasının bir süreklilik cizgisine dönüşmesinin sebebi o oldu ve söylenmesi gerekenlerin çoğunu daha söyleyemedim. İster Dostoyeski kitapları olsun isterse Dostoyevski hakkında kitaplar olsun, konu benim zihnimde cinlerle ilgili olarak dönüyor. Ancak bir sadeliğe, bir açıklığa, belirgin bir noktaya ulaşamıyorum da sanki, biriken, üstüste yığılan, birbirine karışan, kaybolan, yeniden keşfedilen notlar biriktiriyorum. Bu nedenle de araya başka şeyler giriyor. “Felsefe ve kadın” zor ilişkisi hakkındaki yazı, böyle bir şeydi.  Delikanlı’nın son sayfalarını okuyordum. Kadın karakterler ve kadınlar hakkındaki  düşüncelere bir dikkatle bakıyor,  “Kadın kısmı zorbalığı sever” türünde sözlerin altını çiziyordum haliyle.  O sıra aklımdan,  “Dostoyevski romanlarında kadın temsilleri” şeklinde bir sorunu kaydetmek geçti.  Delikanlı bu açıdan epey bir malzeme sunuyor. Budala ve Karamazov Kardeşler‘le birlikte bu açıdan ayrıca anılmaya değer.
Karakterlerinin iç dünyasında  her şeyi karşıtlık halinde ve karmaşıklıklarıyla, zıt kuvvetlerin basıncıyla ortaya seren Dostoyevski, delikanlının ve diğer erkek ana karakterlerin kadınlarla karmaşık ilişkisini de, aynı şekilde arizi bir hal içinden görünümleştiriyor. Dostoyevski’de kadınların bir karakter olarak sunuluşu ve erkek kahramanların bakışından gösterilen kadın algıları ilginç bir inceleme konusu olacaktır kanımca. Buraya aşk konusu da eklemek mümkün. Aşk meselesi, işleniş biçimiyle ve tematik olarak Dostoyevski’nin eserinde, onu başka yazarlardan ayıran belli başlı bir  olaydır (“çifte aşk” sorununu ile Budala’da Natasya Filipovna’yı, ya da “aşk-nefret döngüsü”yle Karamazov Kardeşler’de  Katerina İvanovna’yı hatırlıyorum).  Bilmiyorum, zor konular, üstesinden gelinmesi için bütün Dostoyevki külliyatının başka bir perspektif ve dikkatle katedilmesi gerek. Yapılmışı vardır muhakkak, bütünlüklü halde ben görmedim.
Kadın hakkında çokca ileri geri laf ediliyor  Delikanlı‘da, ancak kitabın esas meselesi “baba sorunu”  şeklinde belirtilecek sorun üzerine kurulu. İkiliklemler, karmaşık duygular ve çelişkilerle kendi hikayesini anlatan ana karakterin,  delikanlı  Arkadiy Andreyeviç Dolgorukiy’in (annesi, kızkardeşi, evlenmek istediği Nikolayevna gibi kadınlar dolayımından da geçse) asıl meselesi “baba”  ile. İlk satırlarından itibaren bunu anlıyoruz. Rene Girard bunu, Sonsöz olarak eklenen yazısında, Dostoyevski’nin kendi babasıyla ve Belinski’yle olan ilişkisi dolayımında değerlendiren şeyler söylüyor.  Buna göre Dostoyevski babasından kurtulmak için Belinski’nin buyruğu altına girmiş, ancak bunu yapmakla da yeniden “baba katli” meselesine geri dönmüştür. Sürgünden döndükten sonra Belinski’nin mirasını  tümden reddedişi, oğulun babaya karşı körüklenen suçluluk duygularıyla birlikte, döngüyü yinelemektedir. Kökensel bir döngüdür bu “baba-oğul sorunu” ve “baba katli“ meselesi. Ancak kendi babasıyla uğraşıyor değildir Dostoyevski elbette burada, Delikanlı’da uğraşılan “baba problemi”dir. Bir problematik olarak “baba”, Dostoyevski eserinin ana eksenlerinden biri olarak gösterilebilir. “Yeraltı problemi”yle birlikte, bütün izlerin etrafında döndüğü meselelerden biridir. Sevgi-nefret, hayranlık-öfke, çekip gitme arzusuyla baba tarafından tanınma isteği, tanınma ancak aynı zamanda ondan kurtulma  arzusu, babayı yüceltmeyle onu aşağılama duygusu, kabul edilmeyle özerklik talebi gelgitler halinde ve psiklojik karmaşıklığıyla sunuluyor Delikanlı’da. Okurundan daha fazla sabır ve sadakat talep ederek. Böylece başka bir kavrayış imkanı sunacaktır okuruna Delikanlı. Dostoyevski eserlerini bütünleyecek, tamamlayacak bir kavrayış.
Ecinniler’den sonra, Karamazov  Kardeşler’den önce yazılmış Delikanlı. Sıkıntıları ve diğer yapıtlarıyla kıyaslandığında duyulan zorlayıcılıklarına rağmen, ustalık yapıtlarından biridir. Edward Hallet Carr’ın Dostoyevski adlı kitabını temin ettim bu arada (peri’nin aklıma sokmasıyla), okuyorum. Carr’a güvenirim değerlendirmelerinde, ilgili bölümde başlangıca eklediğim parçada da görüleceği üzere, Delikanlı‘nın yazılış sürecinde Dostoyevsk’nin içinde bulunduğu durumla ilgili sınrılandırıcı koşullara işaret ediyor Carr. Bu belki bütün bir yapıtı değerlendirmek için yeterli bir ölçü sayılmamalıdır yine de, Dostoyevski gibi bir yazarın bu sınırlandırıcı koşullara razı olmuş olmasının bir sorun olduğunu düşünüyorum. Hem mesele felsefi içeriğin olup olmaması ya da boyutları değildir kitapta, bu meseleler belirli şekillerde, yüzeyde ya da yüzeysel de olsa  bulunmaktadır dediğim gibi. Sorun daha çok Delikanlı’nın esin düzeyinde eksiklik hissetirmesidir. Dostoyevski romanlarına nüfus eden esrik ve tutkulu kaynak eksiktir burada sanki. Yine de , Carr’ın kitabında Delikanlı “ürün yılları” olarak ayrılmış ustalık yılları içinde ayrı bir bölüm olarak değerlendirilir ve Dostoyevski’nin büyük eserleri arasına kaydedilir haklı olarak. Bölümün başlığı “Psikolog Olarak Dostoyevski -Delikanlı” şeklindedir. Kitabın kavranışında böylece çok önemli bir açıklık sağlıyor  Carr’ın değerlendirmesi.
Eğer” diyor Edward Hallet Carr,  -ki bunu ileri sürmek için yeterince neden vardır- Dostoyevski sıradan bir filozof ve mükemmel bir psikologsa, diyebiliriz ki, Delikanlı diğer büyük romanlarından daha fazla incelenmeye değer ve eleştirmenlerin elbirliğiyle onu en düşük dereceye indirmeleri yanlıştır. Fakat, yazarının mükemmel usta olduğu bir alanda bulunmasına rağmen, Delikanlı bir başarısızlık olarak kabul edilmelidir“. Şimdi bunu sürdürmeyeceğim, yazıya ve Dostoyevski’ye bir dönüş olsun diye kısa bir not yazacakken uzatmış oldum, burada bırakayım. Carr’ın kitabını, değişik pek çok sebeple (bunlara şimdi girmeksizin) önermek isterim herkese. Bu kapsamlı, edebi eleştiri ile hayat hikayesini bütünlük halinde alan biyografik çalışmayla Carr, Dostoyevski’nin yaşamı ve yapıtlarının bütünlüğünde  ayrıntılı olduğu kadar, sağlam bir kavrayış da  sunuyor.

Wednesday, October 24, 2012

Niçin Savaş? Einstein’dan Freud’a mektup

“Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır. İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi? Ders kitaplarımız savaşı yüceleştirmekte, dehşetlerini ise anlatmamaktadır. Bu yöntemlerle çocuklara nefret aşılanıyor. Ben onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil; sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil!”
Albert Einstein
İnsanlığın ufkunu sınırsız dehasıyla sürekli zorlayan Einstein ile insan ruhunun en kuytu köşelerine sızmayı başarmış Freud’un “militan bir barışçılık için savaşmak” zorunluluğunu dillendirdikleri bu mektuplar, savaşın yıkımlarından ders almayıp daha beter felaketlere kürek çeken yolunu şaşırmış tüm “homo sapiens”lere akıllarını başlarına devşirmeleri konusunda -ne yazık ki hâlâ geçerliliğini koruyan- bir uyarıdır.
Çok sevgili Bay Freud,
Gerçeği bulma özlemi sizde başka bütün özlemleri nasıl bastırıyor, şaşılacak şey. Savaş ve yoketme güdülerinin insan ruhunda sevgi ve yaşama gücü ile nasıl içice girmiş olduğunu su götürmez bir açıklıkla ortaya koyuiyorsunuz. Ama, inandırıcı açıklamalarınızdan bir de şu büyük amaca ulaşma özlemi çıkıyor ortaya: İnsanın iç ve dış bütün savaşlardan kurtulması. Bu büyük özlemde, çağlarının ve uluslarının üstüne çıkan, düşünce ve ahlâk alanında birer yol gösterici olarak saygı gören bütün büyük insanlar birleşir. İsa’dan Goethe’den Kant’a kadar hepsinde bu kurtuluş özlemi vardır. Her ne kadar insanlar arasındaki ilişkileri düzenleme istekleri pek gerçekleşmiş değilse de, yalnız bu türlü insanların bütün dünyaca birer önder sayılmış olmaları anlamlı bir gerçek değil mi ?
Şuna inanıyorum ki, çalışmalarıyla yol göstericilik yapan üstün insanlar – dar bir alanda da olsa – aynı ülküyü büyük ölçüde paylaşmaktadırlar. Ne var ki, politik gelişim üzerinde pek etkileri olmuyor. Ulusların kaderini çizen bu alan hemen hemen kaçınılmazcasma dizginsiz ve sorumsuz politika adamlarına bırakılmış görünüyor.
Politik önderler ve yönetimler yerlerini ya zorbalığa, ya da yığınların oyuna borçludurlar. Ulusların düşünce ve ahlâkça yüksek bölüklerinin temsilcisi sayılamazlar. Ama, seçkin aydınlar, bugün halkların tarihi üzerinde doğrudan doğruya hiç bir etkide bulunamıyor; oraya buraya dağılmış bulunmaları günün sorunlarının çözümlenmesine doğrudan doğruya katılmalarına engel oluyor. Yaptıkları ve yarattıklarıyla yetilerini ve iyi niyetlerini göstermiş olanların kendiliklerinden bir araya gelmesi, dünyaya bir değişiklik getiremez mi dersiniz? Üyeleri birbirleriyle sürekli düşünce alışverişi içinde bulunacak olan bu uluslararası birleşme, tutumlarını basında ortaya koyarak, imzalarının sorumluluğunu yüklenerek, politik sorunların çözümü üzerinde önemli ve uyarıcı bir etki sağlayabilir.
Bilim akademilerinde de raslanan insan yaradılışının eksikliklerinden doğan sakıncalar burada da görülecektir şüphesiz. Ama, yine de öyle bir çabaya girişmek yerinde olmaz mı? Doğrusu ben, böyle bir işe girişmeyi büyük bir ödev sayıyorum. Böyle bir yüksek aydın topluluğu kurulunca, sistemli olarak dinsel kurumları da savaşa karşı harekete geçirmeye çalışmalıdır. İyi niyetleri bugün acı bir boyun eğme ile felce uğrayan bir kişiye içten destek olurdu. Düşünce ürünleriyle yüksek bir saygınlığa ulaşmış olan kişilerin kurduğu böylesi bir topluluk, Milletler Cemiyetinin güçleri için değerli bir dayanak olacaktır.
Bu düşüncelerimi, dünyada herkesten çok size sunuyorum, çünkü, siz isteklere herkesten daha az kapılırsınız ve sizin yargınız ciddiliği en ağır basan bir sorumluluk duygusuna dayanmaktadır.
Albert Einstein

Tuesday, October 23, 2012

Herkes terörist!

Emniyet, tanıtım filmiyle her eyleme terör suçu olarak baktığını gösterdi.


Cumhuriyet Ankara Büro- AKP iktidarıyla birlikte mitinglerde, eylemlerde uyguladığı orantısız güç ile tartışma konusu olan polis, hazırladığı kamu spotuyla hak arama mitinglerine bakışını ortaya koydu. RTÜK tarafından onaylanan spot filme göre, terör örgütleri genç kızları çiçekle kandırıyor. Eleman kazanmak için mitingler düzenliyor.

Örgütler pusuda

Kamu spotu, 12 Eylül 1980 döneminde televizyonlarda yayımlanan haberleri aratmıyor. Filmde terör örgütlerinin kendilerine üye kazanmak için yaptıkları çalışmalar anlatılırken her türlü hak arama mitingi de damgalanıyor. Film, “Siz huzurla yaşarken terör örgütleri pusuda bekler. Tehlikelere karşı savunmasızken, avlarına sevgiyle yaklaşır” sözleriyle başlıyor. Terör örgütlerinin “çocukları ailelerinin ellerinden alarak canavarca yuttukları” ifade edilirken de ekrana bir miting sahnesi getiriliyor. Sahnede, üzerlerinde “Demokrasi”, “Özgürlük” ve “Direne direne kazanacağız” yazan pankartlar taşıyan gençler yer alıyor. Spot film, “Genç hayatları kurdukları tuzaklarla yok ederler. Tuzakları bozmak için biz her zaman yanınızdayız” ifadeleriyle sona ererken canlı bomba olarak yetiştirilen genç kızın kendini patlatışı sahneleniyor.

RTÜK’ten onay
Bazı RTÜK üyelerinin itirazları üzerine kanlı sahneler filmden çıkarıldı. Ancak diğer itirazlar, AKP’li üyeler tarafından dikkate alınmayınca film bu şekilde yayımlanmaya başlandı.
        

Sunday, October 21, 2012

400 yıl sonra Kürtçe seslendi


Nihal EGELİ / Amsterdam
Güncellenme : 20.10.2012
William Shakespeare’in “Hamlet” oyunu 400 yılın ardından Amsterdam’da ilk defa Kürtçe sahnelendi. Oyun, “Olmak ya da olmamak’ repliği üzerinden Kürtlerin varoluş sorununa da göndermeler yapıyor. Varoluşa ilişkin Yönetmen Toksöz, “Kürt Hamlet’in sırtında yüzyıllık bir kimlik sorunu var” diyor.

Hamlet 400 yıl sonra Kürtçe seslendi

“Var olmak mı yok olmak mı,
bütün mesele bu
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur yeter demesi mi?”


Tüm zamanların en büyük tiyatro yazarı olarak görülen İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in “Hamlet” oyunu akıllarda belki de en fazla ‘olmak ya da olmamak, bütün mesele bu’ sözüyle kaldı. Tekil ya da kolektif varoluş sorunu, o gün bugündür bu sözle ifade edilir oldu. Kürtler bu sözü hep başka dilde duydular, Hamlet’i başka dillerde izlediler hep. Danimarka prensi Hamlet’in trajedisini anlatan oyun, 400 yılı aşkın bir süre sonra ilk defa Kürtçe sahnelendi. Hollanda RAST Tiyatrosu ve Amed Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nun ortaklaşa gerçekleştirdiği Kürtçe Hamlet’in dünya prömiyeri Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da yapıldı.

Asırlık binada dünya prömiyeri

Oyun için seçilmiş mekan da bir o kadar tarihiydi. Oyun, 1894 yılında kurulmuş dünya çapındaki birçok oyuna ev sahipliği yapmış Amsterdam Stadsschouwburg Tiyatrosu’nda sahnelendi. Hollanda ve İsveç’in ardından Türkiye’de 8 ayrı kentte sahnelenecek oyunun dünya prömiyerini yüzlerce kişi izledi. Stadsschouwburg Tiyatro salonu doldu. Gösterim saatinde kapıdan bilet alabileceğini düşünen birçok kişi geri dönmek zorunda kaldı. Hamlet’i kendi anadillerinde izlemek için salonu dolduran sürgündeki Kürtler kadar Hollandalıların da oyuna ilgisi büyük oldu.

Kürt motifleriyle yeniden can buldu

Yönetmenliğini RAST Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Celil Toksöz’ün yaptığı oyunda tiyatro severler, Danimarka’da babasının ölümünün intikamı için deliliğe soyunan Shakespeare’in Hamlet’i kadar Kürt Hamlet’i de buldu. İhanet, intikam, pişmanlık, aşk duygularını Kürt dilinde bir kez daha yaşadı.

Amed’de bir aileyi canlandıran Leyla Batgi ve Vural Tantekin’in anlatıcılığında dile gelen hikaye Danimarka Sarayı’nda geçse de Hamlet, Kürt motivleriyle yeniden can buldu. Ava Susê satan satıcıdan, intikam yeminini Amed kırığına özgü ‘Avare’ oyunuyla anlatan Hamlet’e, dengbêjlik geleneğinin örneği müziklere kadar oyun, sadece bir çeviri olmanın da ötesine geçti, evrenselle, köklü bir kültürü buluşturdu.

Şarkılar özel hazırlandı

Anlatı-müzik-görsellik üçlemesiyle kurulan oyunda Amed Şehir Tiyatrosu oyuncuları üstün bir performans sergiledi. Oyucular arasında Yavuz Akkuzu, Özcan Ateş, Elvan Koçer, Mesut Erenol, M. Emin Yalçınkaya, Serdar Geren, İsmail Oyur bulunuyor. Oyun metnini İngilizce’den Kürtçe’ye Kawa Nemir çevirdi. Kraliçe Gertrude rolündeki Rojda, Ophelia rolündeki Gülseven Medar, Horatio rolündeki Ali Tekbaş ise stranlarla göz doldurdular. Gülseven Medar’ın “ez dimirim tu sebeb î-ölüyorum sebebimsin” Ali Tekbaş’ın “Ewrek tê reş û tari-kara bir buluttur gelen” Rojda’nın seslendirdiği “Min Xewnek Di Ez Dimirim-Rüyamda öldüğümü gördüm”, gibi birçok şarkı söz ve besteleriyle bu oyun için özel olarak hazırlandı.

Kürtler için olmak ya da olmamak

Kürt Hamlet’e uygun düzenlenen kostümleri, oyuna baştan sona eşlik eden 4 kişilik müzisyen ekibi de unutmamak gerek. RAST Tiyatrosu ve Amed Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu, eşsiz bir eseri Kürtçe’ye kazandırmakla Kürt tiyatrosuna çok büyük bir katkıda bulundular. Kürt kültürüyle klasik bir eseri harmanlayarak bu köklü kültürün uluslar arası alanda daha fazla tanınmasını sağladılar. En önemlisi de, oyunun ana teması olan varoluş sorununun Kürtler için ne anlama geldiğini anlattılar. Yönetmen Celil Toksöz’de bu var oluş sorununa ilişkin “Kürt Hamlet’in sırtında taşıdığı yüzyıllık bir kimlik sorunu ve yaşadığı bu topraklarda otuz yıldır devam eden kanlı bir süreç vardı. Olmak ya da olmamak, sözünün Kürtçe olarak sahneden seslenilmesi en büyük hayalimdi” dedi.

Friday, October 19, 2012

Carl Gustav Jung

 Carl Gustav.Jung Freud tarafından psikanalizin mirasçısı olarak görülmüştür. 1914 yılında arkadaşlıkları bozulmuş ve çalışmalarına Freud’dan ayrılarak analitik psikolojisi adı altında devam etmiştir.


Jung 1875’te İsviçre’de dünyaya gelmiştir. Babası bir din adamıydı. Annesi duygusal problemleri olan dengesiz bir kadındı.1900 yılında Basel Üniversitesi’nde tıbbı bitirdi. Freud ‘un rüyaların yorumu adlı kitabını okuduktan sonra psikanalizle ilgilenmeye başladı.1906 yılında ilk defa Freud’la Viyana’da bir araya geldi.Jung Freud’un takipçilerinden farklı olarak psikanalizle tanışmadan önce ün yapmış ve psikanalizle tanıştıktan sonra da Freud ‘u eleştirmiştir.1902 yılında yazdığı Bilinçdışı Psikolojisi adlı kitabında farklı bir libido görüşü ortaya atarak bu eleştirilerine yer vermiştir.1914 yılında Freud ile yollarını ayırdı.38 yaşındayken çok şiddetli duygusal problemler yaşadı ve bu çatışmayı kendi bilinçdışıyla yüzleşerek çözümlemişti.1932 yılında Federal Polytectinical Üniversitesi’nde prof. olarak atandı.1942 yılında sağlık problemleri nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı.1961 yılında Küsnacht ‘da öldü.

Jung insanın kişiliğinin sadece geçmişe göre değil kişiliğin geleceğe yönelik hedeflerimiz , tutkularımız ve ümitlerimiz tarafından şekillenebileceğini ileri sürmüştür.

Jung yaşamı boyunca bilinçaltını vurgulamış ve bilinçaltına yeni bir boyut olan kolektif bilinçaltını getirmiştir.Psişe 3 seviyeden oluşur; bilinç , kişisel bilinçaltı ,kolektif bilinçaltı. Bilinç; algılarımızı ve anılarımızı oluşturur ve bizim çevremize adapte olmamızı sağlayan gerçeklikle bağlantı kurma yoludur. Kişisel bilinçaltı; dürtüler , arzular, silik algılar ve bireyin bastırılmış deneyimlerinden oluşur. Bu deneyimler birleşik komplexleri oluşturur. Komplexler;zihnin güç ve aşağılık hissi gibi düşüncelerle meşgul olmasına neden olan ortak ana konu , duygu, anı ve isteklerdir. Kolektif bilinçdışı; birey tarafından bilinmeyen genel evrimsel deneyimlerini kapsar , kişiliğin temelini oluşturur. Onların farkında değiliz ve kolektif bilinçdışı şimdiki davranışlarımızı yönlendirir.

Kolektif bilinçdışındaki kalıtsal eğilimlere arketip denir. Arketipler insanların benzer durumlarda benzer şekilde davranmasına neden olan zihinsel deneyimlerin önceden belirleyicileridir. Temel arketipler;

Persona ;gerçek kişiliği saklar. Başkalarıyla ilişkiye geçtiğimiz de giydiğimiz maskedir.bu maske bizi topluma görünmek istediğimiz gibi sunar.

Anima ve animus arketipleri; bir insanın hem kadınsı hemde erkeksi eğilimlerini gösterir. Anima erkeklerde dişilik özelliklerini, animus kadındaki erkek özelliklerini gösterir.

Gölge arketipi; tüm ahlaksızlıkları , ihtirasları ve nahoş arzu ve faaliyetleri içinde saklar.

Ben; kişinin tümünü temsil eder. Ben her zaman kendini gerçekleştirmek için çabalar.

Jung libidoyu genelleştirip bir hayat enerjisi olarak ele almıştır. Libidinal hayat enerjisini sadece cinsel nitelikte ele almamış, bunun beslenme ve gelişme işlevlerine de hizmet ettiğini ileri sürmüştür. Çocuğun anneye olan düşkünlüğünü annenin çocuğun ihtiyaçlarını karşılaması açısından açıklamıştır.Ödipal komplex sürecini reddetmiştir. Çocuğun olgunlaşması sırasında beslenmeye ilişkin işlevler cinsel duygularla örtüşür. Libidinal enerji ancak ergenlikten sonra heteroseksüel şekle dönüşür.

Jung hastalarının kişilik komplexlerini ortaya çıkarmak amacıyla kelime çağrışım testini geliştirmiştir. Kelime çağrışım testinde hastaya bir kelime okunur ve hasta aklına gelen ilk kelimeyle karşılık verir. Kişinin tepki süresi, nefes alma süresi ve deri iletkenliği ölçülür. Hasta aklına gelen kelimeyi söylerken tepki süresi uzarsa nefes almada düzensizlik varsa ve deri iletkenliğinde değişiklik varsa bu kelimeyle ilgili duygusal bir problem olduğu sonucuna varılır.

Jung içedönüklük ve dışadönüklük tartışmaları ile de tanınır.Dışadönük kişi libidosunu kendi dışındaki olaylara , kişilere ve durumlara yatırır. Bu insanlar dış faktörlerden kolay etkilenir, özgüveni tamdır ve sokulgandır. İçedönük kişi libidosunu kendi içene doğru yatırmıştır. Bu kişiler dış etkenlere karşı dayanıklıdır, alıngan ve özgüveni azdır.İki kavramda bir insanda bulunur. Fakat biri diğerine daha baskın gelir.

Jung’un çalışmalarının psikoloji ve psikiyatri alanlarının yanı sıra din, tarih, sanat ve edebiyat alanları üzerinde etkisi olmuştur.Dikkate değer katkılarına rağmen çağdaş psikoloji tarafından kabul görmemiştir.Jung’un düşünceleri 1970-80 yılları arasında mistik içeriğinden ötürü halkın büyük ilgisiyle karşılanmıştır,


Jung’a Ait Sözler
• Mars gezegenine ulaşmak, kendi kendine ulaşmaktan daha kolaydır.
• Diğerinin sevmediğimiz özellikleri, kendi kendimizi bulmaya yardım edebilir.
• Duygusuz karanlığı aydınlatamayız ve bitkinliği harekete çeviremeyiz.
• Düşünmek zor bir sanattır onun için çoğunluk tek karar verir.
• Artık elinde mitolojinin anahtarı var. Ruhun tüm kapılarını açmakta özgürsün.
• Çocukken kendimi yalnız hissederdim; hala da öyle hissediyorum çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri yada bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ip uçları vermeye çalışıyorum.
• Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı yada başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.
• Bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. Böyle bir şeyi yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur.
• Tümüyle emin olduğum hiç bir şey yok. Tümüyle inandığım bir şey de gerçekten yok. Tek bildiğim, doğduğum ve var olduğum.
• Doğduğumuz dünya çok acımasız, ama aynı zamanda ilahi bir güzelliği var. Anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek, insanın yapısına bağlı.
• Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında.
• Tanrı Adem ile Havva'yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştır.
• Yaşamım bilinç dışının kendini gerçekleştirdiği öykülerden biridir.

Wednesday, October 10, 2012

Yalan Kıskacındaki Suriye/ 1

Suriyelilere göre ülkelerinin üç düşmanı Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye. En kızdıkları politik figür ise Recep Tayyip Erdoğan...


Şam’da şaşırtan sükûnet

* Genel grev Suriye başkentini vurdu haberlerinin yayımlandığı saatlerde sabaha kadar açık dükkânlarda Şamlılar alışveriş yapıyordu.

* Batı medyasında seçimlere katılımın düşük olduğu söylenmesine rağmen, Esad’ın reformlarının da etkisiyle son seçimlere katılım rekor düzeyde oldu.

* Anayasa değişikliği ile yönetici parti Baas’ın yanı sıra on parti daha seçimlere katıldı. Seçimlerde yedi binden fazla bağımsız aday da şansını denedi.

Kahire’den bindiğimiz Mısır Hava Yolları uçağı alçalmaya başladığında hiçbir ayrıntısını kaçırmamak için adeta pencereye yapışarak izlediğim kente bakarken “demek ki Şam buymuş” dedim içimden. Şimdi sadece Suriye’nin başkentinin adı olarak bilinen Şam, çok uzun yıllar boyunca tüm Suriye’yi -aslı Asuriye’dir- tanımlamak için kullanılırdı. Şam, sadece bu güzel kentin değil tüm bölgenin adıydı önceleri. Arap-İslam dünyasında, Yunanca bir kelime olan Suriye’nin kullanıldığına pek tanık olunmamıştır. Batılı sömürgeciler iki yüzyıl önce yeniden Suriye’yi akıl etmeselerdi, bizim için buralar Şam’dı hâlâ.

Uçak alçaldıkça, yüksek yapı geleneğinin olmadığını fark ettiğim Şam’ı daha yakından gördüm. Binaları ne kadar eski görünüyordu. Bunun nedeninin Suriyelilerin binalarının cephelerini boyamamalarından kaynaklandığını anlayacaktım. Kente eskilik havasını veren buymuş meğer. Dış cephe boyası nedir bilmiyor Suriyeliler.

Dünya kamuoyunun adını huzursuzlukla, kargaşayla andığı Suriye’ye, tam kırk dört yıl sonra yapılan “çok partili” seçimleri izlemek için gidenler arasında ben de varım. Yapılan bir değişiklikle iktidar partisi Baas’ın “ülkenin tek öncü partisi” olduğunu içeren anayasa maddesi kaldırılınca başka partilerin de katılabilme şansını bulduğu bir seçim izleyeceğim. Şam’da Rus, Japon, Tunus, Cezayir gibi ülkelerden aynı amaçla gelen başka meslektaşlarımızla da tanışacağız sonradan.

Mütevazı bile denemeyecek kadar küçük havalimanına indiğimizde, bir savaş bölgesine geldiğimizden o kadar emindim ki bizi karşılayan görevlilerin sakin tavırları karşısında şaşırdım biraz, ne yalan söyleyeyim. İnsan etkileniyor okuduklarından, duyduklarından. Alındığımız VIP salonunda, bir hayli uzun zaman bekletildikten sonra havalimanından şehre doğru yola koyulduk. Bıktırıcı saatler boyunca beklediğimiz Kahire Havalimanı’nda başta El Cezire olmak üzere izlediğim birçok televizyon kanalının Şam’daki “olağanüstü durum” içerikli haberleri geldi aklıma. “Seçimler nedeniyle muhalefetin boykot çağrısına uyan” Şam esnafının dükkânlarını açmadığı, “kentte hayatın durduğu” haberleri aklımda Şam sokaklarından geçerken çay bahçelerinde akşamüzeri sefası yapan kentlileri görmek tuhaf geldi doğrusu. Belki şu “olağanüstü durum”la ya da “olağanüstü güvenlik önlemleri” ile kent merkezinde karşılaşırım herhalde dedim içimden.

Yanılmışım.

Sahiden de ‘olağanüstü’

Tek “olağanüstü” durum, otelimizin, yani Şam Palas’ın önünde durduğumuzda hâlâ bir “olağanüstülük” görememekti. El Cezire’de gördüğüm, kenti adeta ablukaya almış Suriye ordusu neredeydi peki? Ertesi gün mutlaka görürdüm herhalde.

Ertesi gün de yoktu.

Kahvaltı yaptıktan sonra, seçim sandıklarının bulunduğu yerleri ziyaretimize başlamadan önce az da olsa dolaştığım merkezde önünde beş, bilemediniz yedi askerin bulunduğu bir binanın önünden geçtim iki kez. Buranın ülkenin parlamentosu olduğunu daha sonra öğrenecektim. Olası hedeflerden biri durumundaki parlamento binasının önünde de ordu yoksa, neredeydi peki? Ordu toptan firar etmiş olmasın?

Kent merkezinin dışında, oy sandıklarının bulunduğu bölgeleri gezdik. Gençlerin çoğunlukta olduğu bu bölgelerdeki seçim merkezlerinde seçmenlerle konuştukça kimilerine göre “adil” olmayan seçimlerin oy kullanan vatandaşlar için ne demek olduğunu anlayabildim. Hepsi, ‘Halk Meclisi’ dedikleri parlamentoda sorunlarını çözebileceğine, seslerini duyurabileceğine inandığı adaylara oy vermek için buradalar. Suriye’de, adaylara oy veriyor seçmenler, dolayısıyla hangi partiden olduğunun bir önemi yok. Çok az Türkçe konuşabilen bir Türkmen kadın oyunu, bir işadamı olan adaya verecekmiş örneğin. Hangi mezhepten, hangi siyasi görüşten olduğunu bilmiyormuş bile.



Bağımsız aday Şarlo
Seçimlerde 7 binden fazla bağımsız aday da vardı. Bunlardan biriyle tanıştım. “Ben Suriye’nin Charlie Chaplin’iyim” (Şarlo) diyor Nizar Elbedin. Bir çocuk tiyatrosunun sahibi. Çocukların sorunlarını Halk Meclisi’ne taşımakmış niyeti. Bir de çocuk dergisi çıkarıyormuş. “Şansınız var mı” diyorum, “Elbette var, ama çocuklar oy kullanabilseler başbakan bile olurum” diyor gülerek.

Gençlerin gündemi işsizlik. Yanıma gelip “Ben de Türküm” diyen ekonomi öğrencisi İsmail Karamuhammed, “Suriye güzel ama ben Türkiye’de okumak istiyorum” diyor. Seneye okulunu bırakıp gelecek Türkiye’ye.

Bir gazeteci olarak, Suriyeli olmasam da benim seçimde gözlemci olma hakkım var. Anayasal bir hak bu üstelik. Suriye Anayasası’nın 25. maddesi, medya mensuplarına bu tür bir hakkı tanıyor. Yönetimin kendine olan güvenine hayran kalmamak elde değil.

Meziyet Narş, gittiğimiz merkezin sandık sorumlusu. “Daha şeffaf, daha demokratik bir seçim diyorlar buna, bu tabii ki doğru, inanmayacaksınız, ama öncekiler de şeffaf ve demokratikti” diyor. Şunları da ekliyor arkasından: “Gidin lütfen bir oy sandığının başında bir müddet durun. Kim nasıl oy kullanıyor görün. Başlarında polis varsa bana da haber verin, ben de göreyim. Ama kadınlara daha dikkatli bakın. Oy kullanmaya tek mi gelmiş, yoksa eşinin zoruyla mı?”

‘Vatan cephesi’


Hıristiyanların yoğun yaşadığı bir başka bölgedeyim. Burada da bir canlılık hâkim. Ellerinde kimlikleriyle sıraya giren, Müslüman, Hıristiyan, onlarca seçmen doluşmuş küçücük odalara. Bu merkezde, İngilizce konuşan tek kişi olan George Duşi’yi tanıdım. Suriye Komünist Partisi’nin sandık görevlisiymiş. Parti, dış müdahaleye karşı Baas’la ortak hareket ediyor. Duşi, geçmişte de ortaklıkları olduğunu belirterek “Halk Meclisi’nde dört milletvekilimiz vardı, bu kez daha fazla olacak” diyor. Duşi ilginç bir genç. Liberal ekonominin Suriye’ye uymadığını söylüyor, örneğin. Ülkesinin ekonomi politikasını liberal bulmuş oluşuna şaşırıyorum. Sormadığım halde Başbakan Erdoğan hakkında söylediği onca lafın arasında tam üç kez tekrarladığı cümlesi şu: “Erdoğan bizim için düşman. Onun patronu Amerika.” Bu ve benzeri değerlendirmelere sık rastlayacağım Erdoğan halkında, sonraki günlerde de.

Baas bu seçime Vatan Cephesi adlı oluşumla girdi. Seçimin birinci önemi burada. İkincisi ise bundan daha önemli. Yeni yasalaşan reform kararları uyarınca üç dönemden fazla milletvekilliği yapılamayacak. Dolayısıyla, Baas partisinden milletvekili olmuş çok sayıda yönetici yeniden seçilemeyecek. Suriye tarihinin “devrim”lerinden biri sayılıyor bu.

Seçimlere aralarında henüz iki ay önce kurulanlar da dahil olmak üzere dokuz parti katıldı. Kısaca AKP de denen Adalet ve Kalkınma Partisi İçin Ulusal Gençlik adlı bir parti de var ki, Kürtlerin partisi olarak biliniyor. Kürtler sanılanın aksine uzun zamandır Suriye politikasında yer edinmiş durumdalar. Suriye’de dileyen parti kurabiliyor artık. Tek şart, etnik, mezhepçi ya da dinci politikalar gütmemek.

Hemen hemen tüm seçim merkezlerini gezdik. Seçim sonuçlarının hemen açıklanmasının beklenmemesi gerektiğini söylediler. Çatışma bölgelerinde kimi zorluklar da yaşanmış çünkü, sayımı etkileyebilecek türden zorluklar.

Başkan Esad ile eşi Esma’yı oy kullandıkları merkezde görme isteğimize, başkanın oy kullanacağı yerin “güvenlik nedeniyle” açıklanmaması yüzünden olumsuz yanıt verdiler. Ama tuhaf olan seçimin ertesi günü Esad ile Esma’nın bir sandık başında oy atarken çekilmiş tek bir fotoğrafının yer almamasıydı. Suriye’de yayımlanan tüm gazetelere baktık, ama hiçbirinde yoktu.

Anlatılanların aksine, hiç de olağanüstü koşulların yaşanmadığı bir başkentte, herkese açık bir seçim gözlemledik. 200’den fazla medya kurumu ile çok sayıda aydın, politikacı ve hukukçudan oluşan 100’den fazla kişinin de aynı gözlemi yaptığını ekleyelim.

Peki neden başta Şam olmak üzere tüm Suriye bir ateş çemberindeymiş gibi anlatılıyor medyada? Başta Türkiye olmak üzere ABD ile Batılı devletler ile kimi Arap ülkeleri Suriye’den ne istiyorlar? Eğer Beşşar Esad, 2003 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in, tehdit gibi isteklerine “evet” deseydi, “demokratik” olmayan Suriye bugün “özgürleştirilmek” istenir miydi?..
 
16 Mayıs 2012

Monday, October 8, 2012

Şam: Faruk Şara önerisi Ankara’nın paniğini gösteriyor


Şam: Faruk Şara önerisi Ankara’nın paniğini gösteriyor
YDH- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Faruk Şara’nın cumhurbaşkanlığını devralması önerisi, Şam’da alay konusu oldu.


YDH-Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Faruk Şara’nın cumhurbaşkanlığını devralması önerisi, Şam’da alay konusu oldu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Suriye krizinin çözümü için Yemen formülünü gündeme getirmesi,Suriyeli yetkililer tarafından “Ankara’nın içine düştüğü paniğin göstergesi” olarak değerlendirildi.
AFP'nin haberine göre Suriye Enformasyon Bakanı İmran el-Zobi, bugün yaptığı basın toplantısında"Davutoğlu'nun sözleri, Türkiye politikasındaki herkesin gördüğü panik havasının göstergesidir. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu olmadığı gibi Türkiye Dışişleri Bakanlığı da Şam, Mekke, Kahire ve Kudüs'e vali atayan bir kurum değildir" dedi.
Davutoğlu, dün yaptığı bir konuşmasında ''Faruk Şara gayet akıllı ve vicdanlı bir tutumla bu son olaylarda, katliamların içinde yer almadı. Ama sistemi herhalde Faruk Şara'dan daha iyi bilen yok.  Muhalefet de bu ismi kabule yatkın.'' demişti.
Faruk Şara ismi, Suriye krizinin çözümü için girişimde bulunan Arap Birliği tarafından da gündeme getirilmişti. Bu girişim, muhaliflerin ve Suriye yönetimininkabul etmemesinden ötürü hayata geçirilememişti.
Davutoğlu'nun Faruk Şara çıkışını el-Arabiya televizyonunadeğerlendiren Ulusal Konsey Başkanı Abdulbasit Seyda, Davutoğlu'nun söz konusu girişimine ilişkin kararlarınıKonsey üyeleriyle yapacağı toplantı sonrasında alacaklarınısöyledi.
Ulusal Konsey üyesi Muhammed Sarmini ise "Şara'nın ismi daha önceden Arap Birliği tarafından gündeme getirilmişti. O zaman sonuç alınamamıştı. Bugün durum farklı. Öneriyi tüm detaylarıyla incelemek gerekiyor" dedi.
Ulusal Konsey eski Başkanı Burhan Galyun ise "Muhalefet, akan kanın durması için Faruk Şara'nın kuracağı geçiş hükümetine karşı çıkmamaktadır. Beşşar Esed, istifa ederse muhalefetin Şara'yı kabul edeceğinden eminim" şeklinde konuştu.
AA'ya konuşan Özgür Suriye Ordusu'nun Siyasi Danışmanı Bessam Dade "Davutoğlu'nun önerisi Beşar'dan kurtulmanın en iyi yolu, bu nedenle tüm muhalif kesimlerin bu öneriyi kabul edeceğini düşünüyorum." dedi.
Faruk Şara, 2006 yılında Cumhurbaşkanı yardımcısı seçilinceye kadar, 15 yıl süreyle dışişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuştu.

Rüzgâra Karşı Edebiyat ve Müzik



Geç Dönem Üslûbu

Edward Said (1935-2003)
 Eren Arcan
“Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.”
Samuel Beckett “Ölüm bir günümüzü boş tutmamızı istememiştir bizden,” derken ölümün kestirilemezliğini ima eder. Ancak ölümün kenarda beklediği zamanlar da olur. Böyle dönemlerde geçmiş ve gelecek kavramları önemini yitirir ve bir anlamda, “şimdiki zamanın” gölgesinde kalır. Adorno ve Edward Said sanatçının ölümün gölgesinde kaldığı bu dönemi “geçlik “ olarak tanımlar. Kitabın alt başlığı olan “Rüzgâra karşı edebiyat ve müzik” hayata inatla tutunmaya çalışan sanatçının bu “geç” dönemdeki yaratma uğraşını anlatır.
Edward Said’in 1991 yılında sağlık kontrolünden geçtiği sırada lösemi olduğu ortaya çıkar. Filistin sorununu ve kendi hayatını anlatmak için “Yersiz Yurtsuz” kitabını yazmaya başlar. Kitap 1999 da yayına girer. Yazar 2003 yılında ölür. Bir anlamda kendisi de ölümün gölgesinde, bir “geç dönem” yazarı olarak son bir eser ortaya koyar. Columbia Üniversitesinde verdiği “Geç Dönem Üslûbu” derslerinde Adorno, Mann, Richard Strauss, Lampedusa, Britten, Mozart, Beethoven ve daha pek çok ölümsüz sanatçıyı ele alır.
Geç dönemi daha iyi açıklamak için Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde “ eserine başvurur. Proust günün uyarılarıyla, geçmişi geri getirebilme yetimizden söz eder. Kokuların, tatların, seslerin, objelerin, yordamıyla anılarımıza dönerek geçmiş zamanımızı yeniden yaşadığımızı, bu yeniden kurguladığımız geçmiş zamanın aklımızda resimlenerek mekâna dönüştüğünü söyler. Bir kafeteryada yediği madlen keki Proust’u teyzesinin evinde ıhlamur çayıyla birlikte yediği günlere götürür. Kokuların uyarısıyla geçmiş, bellekte, yeniden inşa edilmiştir.
Proust - “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.” Proust’un anlatıcısı kurabiyenin kokusu ile sökün eden anıların netliğiyle şaşkın, hem de teyzenin kaybıyla ızdırap içindedir. Orhan Pamuk “Aklın derinden bildiği ama eşyalar, fotoğraflar, kokular olmasa bir daha hatırlayamayacağı yaşanmış şeyler” diye sözünü  ettiği bu geri dönüşlerle geri getirilebilen anılardır.
Zaman, zaman acımasız olabilen geçmişten tek kaçış yolu, ünlü İngiliz şair Gerard Manley Hopkins şiirinde belirttiği gibi, uyku ya da ölümdür.
“Ey zihin, koca, koca dağların var, derin uçurumların
Dehşet saçıyor, dimdik, dibi görünmüyor. Yakala onları,
Asla yakına yaklaşmayanları.
Küçük mahpusluğumuzun
O sarplıkla ya da derinlikle işi kalmasın artık. İşte! Sürün,
Biçare kasırgaya diz çöken bir avuntunun altında; her
Hayat mutlaka son bulur ve her gün, uykuda ölür.”

Said sanatçıların yaklaşan ölüme farklı tepkiler gösterdiğini söyler. Sofokles, Shakespeare, Rembrandt, Matisse, Bach, Wagner gibi sanatçılar ömürlerinin son evrelerinde “zamanla” mücadeleyi bırakarak dinginleşmişler ve yatışmışlardır. Hayata yeni bir sükûnet, uzlaşma ve bilgelik ile bakarlar.
Ancak sanatçı ya yolun sonuna hazırlıklı olmanın olgunluğuna sükûnetine erişmemişse?… Beethoven de olduğu gibi: “Beethoven’in geç dönem üslubu olumsuzdur. Daha doğrusu bu içten gelen güç, olumsuzluktur. Tam da sükûnet ve olgunlukla karşılaşmayı beklediğimiz yerde, öfkeli, zorlu, yılmaz ve hatta insanlık dışı – bir meydan okuma buluruz... Beethoven’in geç dönem çalışmaları daha yüksek bir senteze girmeden, dâhil olmadan, ortada kalır. Hiçbir tasarıya uymaz, uydurulamaz. (s31)
Geç dönem eserlerinin esası çözülemezlik ve çok parçalı bir yapıda olmasıdır. Ne süslemedir, ne de başka bir şeyin sembolü. Onun hayat dolu dik başlı çalışması artık çok daha dik başlı ve egzantriktir. Bu çalışmalar acı ve dikenlidir, kendini hazza teslim etmez. . Hiç bir tasarıya uymaz, uydurulamaz... “Hegel’e göre uzlaşmaz karşıtlıklar diyalektik ile çözülebilir. Ve bunun sonunda büyük sentez ortaya çıkar. Ama Beethoven’in geç dönem üslûbu uzlaşmaz karşıtlıkları ayrı tutar ve böylece müziği anlamlı bir şeyden çetrefilli bir şeye dönüştürür.” (s32)
İnsanın kendini keşfetmesi, hayatını anlamlandırması, oluşturması sürer gider ancak kendini oluşturduktan sonra bozması ile ise sanatçı geç dönem üslûbuna yaklaşır. Ölümü çelişki ve başkaldırı ile karşılayan Beethoven gibi Adorno, Mann, Strauss, Genet, Lampesduna, Kavafis ve daha pek çok sanatkârın geç dönem eserlerine çözümsüzlük, devir ile uyumsuzluk (anakronizm) ve kuralsızlık (anomali) siner.
Bazen kasten yapılmış bu kuralsızlık, bu aykırılık yeni bir türe evirilerek, verimliliğe döner ve bu farklılaşma, sonuçta, sanata yeni bir yön vererek onun bambaşka bir mecraya yönelmesine yol açar. Örneğin Adorno’ya göre Beethoven’in son evresine dâhil olan beş piyano sonatı, Dokuzuncu Senfoni, son altı yaylı çalgılar dörtlüsü, on yedi piyano bagateli, (Genellikle piyano için yazılmış hüzünlü hafif, önemsiz bir parça) ve Missa Solemnis, toplumla bağlarını koparmış, düzene aykırı, yabancılaşmış eserlerdir.
Said, Beethoven’in geç dönem eserlerini daha önceki dönem eserlerinden ayırt eden özellikleri şöyle anlatır.”Beethoven’in geç dönem eserlerinin Adorno’yu bu kadar etkileyen tarafı hiç şüphesiz epizotlardan (bölüm, bölüm parçalar) oluşması, kendi sürekliliğine hiç aldırmaması olmuştur.
Birinci dönemden bir yapıtı örneğin Eroica’yı “Geç Dönem Piano Sonatı no.31 ile karşılaştıracak olursak birincisinin her açıdan ikna edici ve bütünleşmeci dürtülerce yönlendirilen bir mantığı olduğunu, ikincisinin ise biraz kafası karışık, genelde çok dikkatsiz ve kendini tekrarlayan bir nitelik taşıdığını görürüz. Müziğin parçalı niteliği, boşluklarla, susuşlarla paramparça olmasını “ zavallı Beethoven kulakları duymuyordu, adım, adım ölüme yaklaşıyordu, böyle kusurları görmezden gelmeliyiz,” diyerek ne yadsıyabilir, ne de geçiştirebiliriz. (S13)
(Eroica hakkında ufak bir not : Beethoven senfoniyi Napeolon’nun Avrupa’daki askeri başarısından sonra yürüttüğü reformlara ithaf ederek adını “Bonapart Senfonisi” koymuş ancak daha sonra Napoleon imparatorluğunu ilan edince çok kızarak adını “Eroica” – Kahramanlık olarak değiştirmiştir.)

YouTube video için lütfen tıklayınız :
Eroica Beethoven Symphony no. 3
YouTube video için lütfen tıklayınız :

Piyano Sonatı no. 31 op 110
Daha önce de  yabancılaşmış eser olarak sözünü ettiğimiz doksan dakikalık dev bir eser olan Missa Solemnis (Missa – ayin - Solemnis vakur) orkestra, büyük çaplı bir koro, dört solist tarafından icra edilmektedir. Beethoven’in arkadaşlarından birinin anılarına göre sanatçı eserine klasik kilise ayini çerçevesinde başlamış, ilk iki bölümü Kyrie ve Gloria’yı besteledikten sonra gitgide içine kapanmış, kendini dünyadan soyutlayarak, son üç bölümü olan Credo, Sanctus ve Agnus Dei’yi bestelemiştir. Beethoven’in arkadaşı onun bu bölümleri “kilitli kapılar ardında, büyük bir isyan ile çığlık çığlığa, uluyarak, tepinerek, her şeye meydan okurcasına” bestelediğini söyler.
YouTube video için lütfen tıklayınız :
Beethoven Missa Solemnis 16:38

Adorno’ya göre eser. Savaşın alabora ettiği bir dünyada barış umudu olmayan, kaygılı, kırılgan bir yakarıştır. Daha sonra gelen, Schiller’in “Neşeye Övgü” şiiri üzerine yazılmış Dokuzuncu senfoninin son koral parçası bu yakarışa cevap niteliğindedir. Besteci insanlığın çözümü, yaratanın huzurunda eğilmeyle değil, birbirinde bulmaya davet eder. “Barış yolunu göklerde değil birbirimizde, evrensel kardeşlikte aramalıyız,” der

NEŞEYE ÖVGÜ (Ode To Joy)
Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı,
Ey Elizyum kızı,
Giriyoruz coşkuyla,
Senin ilahi, kutsal mabedine!
Senin büyünle birleşir,
Geleceğin acımasızca ayırdığı;
Tüm insanlar kardeş olur,
Yumuşak kanadın altında.

Kim başarırsa,
Bir dostun dostu olmayı,
Kim bulmuşsa kutsal bir eş,
Katılsın sevincimize!
Ya da tek bir kalp bile bulduysa,
Onundur bu mutlu dünya!

Kim başaramazsa bunu
Ağlayarak ayrılsın aramızdan!
…..

Kucaklaşın, ey milyonlar!
Bu öpüş tüm dünyanındır!
……
 SCHILLER
YouTube video için lütfen tıklayınız :
Beethoven 9.Senfoni Ode to Joy - Neşeye Övgü

Schönberg - Müzik Tarihinde yeni bir Dönemeç

Beethoven’in Missa ve Geç Dönem eserlerinin ardından yeni gelen sanatçılarla müzik geleneksel olandan farklılaşarak başka bir yöne evirilir. Bu farklılaşmanın ardından, yepyeni teknikler sunan, zamanını aşan müziği ve Schönberg gelir. “Sentezi” reddeden Schönberg “sadece haşin değil, aynı zamanda müziğe tonal armoninin ve klasik tonlama renk ve ritmin alternatifini sunan on iki tonluk bir teknik” (s35) getirir. Schönberg’in atonal müziği melodik ve lirik sürprizlerle dolu ve oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Scriabin, Debussy, Bartok, Hindeminth, Prokofiev, Stravinsky gibi bestecilerin kullandığı bu teknik dinleyiciyi bu müziği anlamak için çaba göstermeye davet eder.
Nota yinelenmesine şiddetle karşı çıkılır. Böylece hem çok seslilik, hem de çeşitlilik sağlanabilir. Almanya’da bir müddet atonal müzik yapılması yasaklansa da, Listzt, Mahler ve Strauss’un katkılarıyla, Shönberg’in öğrencileri olan Anton Berg ve Anton Webern’in eserleriyle günümüze kadar gelmiştir.
Ahenksizlik ve uyumsuzluk kavramlarını içeren on iki tonluk atonal tekniği, 20. yüzyılın dinleyiciyi analitik düşünmeye sevk eden avangart -  öncü, yenilikçi, deneysel müziğine yol açar.  Caz müziği de, bu müziğin geleneksel kalıplarını zorlayan ya da tamamen terk eden bu müzik yolculuğu arasında yerini alır. John ve Yoko Ono, Zappa, Parker, Monk, Powell, Coltrane gibi sanatçılarla yoluna devam eder.
Schönberg& No.39;den küçük bir alıntı:
“İnsanlar ‘konforu’ buldular ve rahatı tercih ettiler. Çağdaş insanın amacı, zahmetsiz bir yaşam geçirmektir. Yani, az hareketli, az yıpratan bir yaşam. Bu yüzden insan yüzeyselleşmiştir. Araştırmaz, incelemez, var olanla yetinir.’Konfor’, zihinsel tembellikle eş anlamlıdır. Bu müzik için de geçerlidir. Geleneksel müzik durağandır. Ton sisteminin dışına çıkmaz, dolanır durur. Her ne kadar Romantik besteciler kakışımlı (kulağa hoş gelmeyen hece ya da sözcüklerin bir araya gelmesi.) ses ve akorlarla düzenin (tonun) sınırlarını zorladılarsa da, bu yeterli değildir. Sonuçta, düzenin (tonun) içinde hareket ederler. Tam kopuş yoktur. Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu, ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız. Müzikte çözülen sınırlar, insan ve doğa, ruh ve dünya, ahlak ve toplum kurallarının simgeleridir.”(Vikipedi)
Youtube video linki için lütfen tıklayınız :
Gould / Menuhin - Schönberg (1874 – 1951) Fantasie Op.47 (2 of 2)
Ve bu yeni yolculuk Schoenberg’in öğrencisi Alban Berg (1885-1935) ile devam eder.

Alban Berg ile Yolculuğa Devam

Şair Peter Altenberg’in kartpostallardan alınan metinler üzerine yazdığı şiirlerinden esinlenen Alban Berg beş orkestra parçası yazar. Eşsiz güzellikte ama aynı zamanda fırtınalı bir ruhun, aşkın ve hasretin şarkıları olan eser “ostinati” denen, sürekli yinelenen motif ve müzikal parçacıklarla doludur. Çelişkili müzik, tutku dolu ve liriktir.
Youtube video linki için lütfen tıklayınız :
Altenberg Lieder – Renee Fleming

Stravinsky “Bahar Ayininde” Yuhalanır

Aynı dönemde Rus Nijinky’nin koreografisi ile Diagliev tarafından sahneye konan, Stravinsky’nin “Bahar Ayini” izleyiciler üzerinde travmatik bir etki yaratır. Bugün müzik dehalarının arasında yerini alan Stravinsky o dönemde ıslıklanmış, yuhalanmıştır. Adorno, Alban Berg’in “Altenberg Şarkıları”  yapıtının ve Stravinsky’nin “Bahar Ayini’nin” ilk izleyicilerin şiddetli tepkilerine karşın, Beethoven’in geç dönem etkilerinin bu sanatçılarda korkusuzca devam ettiğini söyler.
              

Beethoven’in müzik’te gerçekleştirdiği devrim, resimde 20. Yüzyıl başlarında Picasso’nun “Avignon’lu Kızlar” tablosuyla gerçekleşmiştir. Tablo pek çok sanatçıyı etkilemiş ve resim sanatı gelenekselden daha farklı bir yöne, soyut resme doğru evirilmiştir. Bu yeni evrede sanat görüntüyü değil, fikri sembolize etmektedir. Picasso’nun ünlü Guernica adlı tablosundaki at kafası sanat tarihinde “acının sembolü” haline gelmiştir.
YouTube video için lütfen linki tıklayınız
İgor Stravinsky - Bahar Ayini

Başka bir “Geç Dönem” sanatçısı Adorno

Aslında Said, hayranı olduğu Adorno’nun, (1903–1969) kendi zamanına acımasızca karşı çıktığı için, onun da tam bir “geç dönem” figürü olduğunu söyler. “Tam bir uzmanlaşma çağında yaşamasına rağmen pek çok konuyla ilgilenmiş, neredeyse önüne gelen her şey üzerine yazmıştır. Kendi ilgi alanları olan müzik, felsefe, toplumsal eğilimler, tarih, iletişim, göstergebilimler söz konusu olduğunda elitist bir tavır sergilemekten hiç çekinmemiştir. Okurlarına hiç ayrıcalık tanımaz. Ne bir özeti ne bir hoşbeş merasimi, ne faydalı yol işaretleri, ne de okurun işini kolaylaştıracak bir sadeleştirme. Yazılarında herhangi bir tesellinin ya da sahte iyimserliğin izine bile rastlanmaz. Okurken Adorno’yu kendini giderek daha küçük parçalara ayıran öfkeli bir makine olduğu izlemine kapılırsınız. Onda bir minyatürcünün amansız ayrıntı hastalığı vardır. En küçük kusuru bile arar ve bulduğunda da bilgiç, bilgiç tebessüm eder.” (s41)
Adorno popüler kültürün insanları oyaladığını, işlem dışı bıraktığını ve böylece mevcut durumun korunmasının sağlandığını savunur. Ona göre geleceğini bilemeyen insanlar başkalarının egemenliği altına girerler ve mistisizme, fala, astroloji gibi konulara yönelirler.
Bu sapmanın  sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olmamasıdır.
Adorno’nun müzik tutkusu gençlik yıllarına dayanır. 1924 yılında hem Alban Berg ile kompozisyon çalışmak için hem de Arnold Schönberg etrafında toplanmış müzisyenlere, bestecilere katılmak için Viyana’ya gider. Viyana gezisinin Adorno üzerindeki etkisi çok kalıcı olur; “yeni müziğin’ hem önde gelen bir savunucusu olur, hem de felsefece biçemi hep Schönberg ile Berg’in “atonal” kompozisyon tekniklerinin izlerini  taşıyacak hale gelir.

İskenderiyeli Şair Kavafis

İskenderiyeli Yunan şair Kavafis yaşarken, kendi zamanı ile ilişki kurmayı reddetmiş, yaşamı boyunca tek satır yayımlamamıştır. Kavafis 1933’te ölmüştür. İskenderiye şehri şiirlerinden eksik olmaz. Kavafis’in ünlü şiiri “Şehir” de hapse düşmüş bir arkadaş diğerine dert yanmaktadır:
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak yerde?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.

Arkadaşının cevabı (muhtemelen Kavafis) şöyle olur :
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın,
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
Aynı mahallede kocayacaksın;
Aynı evlerde kır düşecek saçlarına
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

(S154 - Çeviri Özdemir İnce)
Kavafis’in şiirlerinde “…İskenderiye yaşamının belli bölümlerinin geçtiği adsız sansız bir mekân (barlar, kiralık odalar, kafeler, sevgilileriyle buluştuğu apartman daireleri) ya da bir zamanlar olduğu gibi peş peşe ve üst üste gelen imparatorlukların –Roma, Yunanistan, Büyük İskender’den önceki ve sonraki Bizans, Ptolemaioslar zamanında Mısır ve Arap imparatorluğu- hâkimiyeti altına giren Helen dünyasının bir şehri olarak resmedilir.” (s155) Tuhaf Şiiri “Barbarları Beklerken” J.M. Coetzee’nin aynı adlı kitabına temel teşkil etmiştir. Babarları Beklerken’de bir felâketin gerçekleşmesini beklemek artık ‘barbar diye birilerinin kalmadığının fark edilmesiyle yok olan bir deneyimdir ve ‘bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza’ ifadesindeki özeleştirel pişmanlık ta, bu farkındalıktan kaynaklanır. (s156)
1911 yılında Kavafis Ithaca’yı yazdı. Uzun bir yolculuktan sonra özlemle evine, Penelope’ye ve İthaka’sına geri dönen Odysseus’a şair, önemli olanın, bu hayat yolculuğunun ona verdiği mutluluk olduğunu söyler. Şiirin sonunda İthaka bir yer olarak değil, bu yolculukta kahramanın yaşadığı “İthakalar” – “deneyimler” olarak adlandırılır.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka
O olmasaydı yola hiç çıkmayacaktın
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka”

Onu yoksul buluyorsun, aldanmış sanma kendini
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthaka’ların.

“Kavafis’in son dönem şiirleri sanatçının olgun öznelliğini yansıtır. Kibri ve gösterişi çoktan bir yana bırakmıştır. Ne yanılmış olmaktan utanır, ne de yaşın ve sürgünün getirdiği o mütevazı, kendinden emin olma halinden.” (s158)
Sanat sanatı üretiyor.
Goethe, Mann, Britten, Mahler, Viskonti
Beş deha bir arada

Beethoven’in son döneminde yaşlı, sağır ve tecrit edilmiş hali Adorno ya o kadar tesir eder ki yazdığı yazılarla bu kez Thomas Mann’ı etkiler. Mann, (O da ayrıca Goethe’den etkilenerek yazdığı) Doktor Faustus adlı eserinde kahramanının “Acılar içindeki mutlaklıkta köşesine çekilmiş, işitme kaybıyla duyularından da tecrit edilmiş bir egodur. Ruhlar ülkesinin yansız prensidir, artık yalnızca meraklı çağdaşlarını dehşete düşürmek için buz gibi bir esinti yayar, insanlar sadece ara, ara, sadece istisna olarak bir şeyler anlayabildikleri bu iletişim karşısında donakalırlar.” (s 28) diye yazar. Mann’ın yazısı sanki Adorno’nun kaleminden çıkmış gibidir. İçinde kahramanlık ve uzlaşmazlık vardır.
Thomas Mann 1911 yılında eseri “Venedik’te Ölüm” adlı eserini yayımlar. Bu kısa roman artık “…kıvılcımlı parıltılar saçan bir dehanın belirtilerinden yoksun,” tıkanmış bir yazar olan Aschenbach’ın umut içinde Venedik’e yolculuğa çıkmasıyla başlar. Venedik, tuhaf bir şekilde Byron, Ruskin, Henry James, Melville ve Proust’un edebî olarak beslendiği “çürümede ve çöküşte olan bir şehirdir. Yolculuğa çıkarken Aschenbach’ın yüreğinde bir felaket önsezisi vardır. İç sesi, onu bu yabancı, egzotik, gizemlerle dolu, tehlikeli bu şehir için uyarır. “…kaplanların şehrine kadar uzanmak şart mı?”. .
Yazar bu, pek çok sanatçıya ilham kaynağı olmuş “kaplanların” şehrinde kendini bir veba salgını içinde bulur. Tatile gelmiş Polonyalı bir ailenin bir Yunan tanrısı kadar yakışıklı, on dört yaşındaki oğlu Tadzio’ya kendinin bile kabul etmekten ürktüğü bir ilgi duyar. Bu ilgi, ezici bir yalnızlık içindeki sanatçıda, giderek saplantılı bir tutku haline gelir. Venedik’te salgın iyice yaygınlaşmış olmasına rağmen Aschenbach şehirden bir türlü ayrılamaz. Genç görünmek sevdası ile bir berberin elinde oyuncak olur. Said eserin son sahnesini şöyle anlatır: “…Tadzio deniz kenarında dolaşmaktadır; artık ölümcül derecede hasta, - ve grotesk bir biçimde kokular sürünmüş, saçlarını yaptırmış, giyinip kuşanmış – olan Aschenbach yalnız, sandalyesine oturmuş, öylece, onu seyrederken ölür.” (s163).
20. yüzyılın önemli modern klasik müzik sanatçılarından olan besteci, orkestra şefi ve piyano sanatçısı İngiliz Benjamin Britten (1913–1976) ömrünün son, yani Said’in ve Adorno’nun söylemine uygun bir şekilde “Geç” yıllarına doğru (1973) Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” adlı eseri üzerine bir opera bestelemiştir. Britten da, Thomas Mann’da eşcinseldir. Britten eserinde Aschenbach’ı ”… ne duyduğu arzudan geri çekilebilen, ne de bu arzuyu ilişkide tamamlayabilen bir adamın yazgısı olarak gösterir.”.
Luchino Viskonti  Büyük İtalyan rejisörü Luchino Visconti (1906 – 1976) 1970 yılında Thomas Mann’ın kitabı Venedik’te Ölümü’nü filme çeker. Bu kez Mann’ın tükenmiş yazarı Aschenbach karakteri bir yazar değil, aynı tükenmişlik içindeki besteci Gustav Mahler’dir. Sinema tarihinin başyapıtlarından biri olan filmin ana katmanlarından biri Mahler’in muhteşem müziğidir. Rejisörün filmin başlangıç ve bitiş bölümlerinde kullandığı Mahler’in 5. senfonisinin 4. bölümü olan Adagietto Viskonti’nin sinematografisi ile birleştiğinde gerçek bir şölene dönüşür. .
YouTube video için lütfen tıklayınız
Venedik’te Ölüm - Gustav Mahler Adagietto 5th senfonisi

Ayrıca kitabın kahramanına paralel olarak Viskonti’nin de “genç” oyunculara olan ilgisi söylentilere konu olmuştur. .
Vaktinden önce çiçek açan yetenekler:
Broch ilerleyen yaşın üslûbunu şöyle anlatır : “…filizlenen, olgunlaşan ve zamanla ölümün nefesini ensesinde hissetmeye başlayınca vaktinden önce çiçek açan yetenektir. Yeni bir ifade düzeyine ulaşmaktır. Yaşlı Tiziano’nun insan bedenini ve insan ruhunu daha yüce bir birliğe erdiren ve her şeyin içine işleyen ışığın keşfi; Rembrandt ve Goya’nın en verimli çağlarında insanda ve şeyde görünür olanın altında yatan ve yine de resmedebilinen metafizik yüzeyi bulmaları; Bach’ın ileri bir yaşında ifade etmek zorunda olduğu şey, müziğin duyulabilen yüzeyinin altında veya üstünde olduğu için belirli bir enstrümanı gözetmeksizin kâğıda döktüğü “füg sanatı” gibi…” (s148)
Said’in dediği gibi, “…sanatçı içinde yaşadığı devrin bir parçasıdır ya da, “geç dönem” eserleri üretme aşamasındaysa ironik olarak bu kez kendi dönemimim bir parçası değildir.
Yeniden yazımızın başına dönelim :
“Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.” (s33)
9 Mayıs 2012
İzmir
Orientalizm
  
Eren Arcan
Edward Said’in1978 yılında yayımlanan kitabı “Orientalism” sömürgecilik dönemi sonrası çalışmalarında çok ses getiren, etkin bir kitap olmuştur. Said kitabında, batılıların Orta-Doğu’ya olan yaklaşımlarının temelinin yanlış varsayımlara dayandığını belirtmiştir. Bu çalışmalar Arap-İslam uluslarına ve kültürlerine karşı Avrupa merkezli sinsi ve sürekli önyargılara dayandırılmaktadır. Asya ve Orta Doğu hakkındaki geleneksel olan romantik görüşleri emperyalist ve sömürgecilik emellerinin temeli olmuştur. Yazar batının bu görüşünü benimseyen Arap elitlerini de şiddetle eleştirmiştir.
Said görüşünü şöyle anlatıyor: Kolonileşme süreci içinde batılıların hâkimiyetleri altına aldıkları çok değişik kültürleri kapsayan doğu ülkeleri ve insanları onlara çok değişik ve esrarengiz geldi. Egemenlikleri altına aldıkları bu egzotik yerleri “ oriental” olarak sınıflandırarak, bu ülkeleri inceleyen bilim dalına da “orientalism” adını verdiler. “Orientalism” Türkçede “şarkiyatçılık”, ya da “doğubilim” başlıkları altında da inceleniyor.
Edward Said Avrupalıların dünyayı (occident ve orient) doğu-batı, uygar -uygarlaşmamış olarak ikiye ayırdığını, bu yapay sınırlandırma ile her iki medeniyetin de tek tipe indirgenerek “bizler ve ötekiler” olarak ikiye ayrıldığını anlatır. Aslında, batılılar bu ötekileştirme aracılığıyla kendilerini üstün toplumlar olarak tanımlıyorlar ve bu oryantal, geri kalmış ülkelere yüksek medeniyet götürmenin gerekli olduğunu söyleyerek bu ülkeleri sömürge haline getirmelerini haklı göstermeye çalışıyorlardı.
Doğuyu, her türlü akademik çalışma ve medya kanallarını kullanarak karaladılar. Bunun sonucunda da kendi toplumlarının doğuya karşı önyargı ile bakmalarına sebep oldular. (Tarih içinde Arapların medeniyete kazandırdıkları değerleri görmek için lütfen “Arap Medeniyetinin İnsanlığa Armağanları” sayfamıza bakınız.)
Ayrıca Doğuyu, kendi kendilerini tanımlamakta kullandılar. Doğu batılılar için egzotik, pasif, ilerlemeye kapalı, tembel, despotik, uygarlıktan nasibini almamış, geri ülkelerden oluşuyordu. Doğu-batı birbirine karşıtsa ve Doğu bu negatif nitelikleri bünyesinde topluyorsa o zaman batı da otomatik olarak yüksek değerler taşıyacaktı. Böylece kendi ülkeleri aktif, rasyonel, medenî, zarif topluluklar olarak kabul görecekti.
Birinci Dünya Savaşından sonra oryantalizm Avrupa’dan ABD’ye kaydı. İkinci Dünya savaşından sonra Avrupalı devletler bütün sömürgelerini kaybettiler. Bunun doğal sonucu olarak artık doğu-batı sınırlandırılması kalktığına göre batının önyargısının silindiği düşünülebilir Oysa genellemeler, önyargılar, halen sürmektedir. Batıya göre petrol kaynaklarına sahip Araplar hala uygarlıktan nasibini almamıştır, Müslümanlar hala teröristtir. Ve bu bakış açısı askeri müdahale gerektirmektedir.
Said en büyük hatanın Batının bütün doğu toplumlarını aynı potada mütalâa etmesi değil, doğu ile batının arasına sınırlar koyarak kutuplaştırma yaratmak olduğunu söylemiştir.
Kutuplaşma sonucunda taraflar ayrı saflarda yer tutunca Huntington’un tabiri ile “Medeniyetler Çatışması” kaçınılmaz olmuş, Dünya 11 Eylül’ü, Afgan ve Irak savaşlarını yaşamıştır.


Friday, October 5, 2012

Bir tarih tezi ve Türkiye’nin dönemeci

Bir tarih tezi ve Türkiye’nin dönemeciMerdan Yanardağ 
Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı tarihsel fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek başarıya ulaştı.

Ergenekon operasyonu ve soruşturmasının (Balyoz ve benzer diğer davalar dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası belirleyici etabıdır.

Durum böyle olunca, AKP-Cemaat koalisyonunun siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumların, kadroların, yargı bürokrasisinin, toplum önderlerinin, aydınların, gazetecilerin, askerlerin ve politikacıların siyasal şiddet de kullanarak tasfiye edildiği bir süreç yaşandı.

Balyoz davasında verilen kararın siyasal ve tarihsel anlamı budur.,

Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tatmin edici şekilde ortaya çıktı.

***

Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam’la laikliğin olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda “demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyor. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyor. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir model/rejim öneriliyor.

Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler genel olarak Doğu’nun, özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlar. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri gösteriyorlar ve bakın “olmuyor” diyorlar. Aralarındaki en başarılı model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlar.

Bu anlayışı Doğu’nun İslamcı ve muhafazakâr yazıcıları da tersinden destekliyorlar. Onlar da seküler modernleşme modelinin başarısız olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz” diyorlar.

Oysa sorun tam da burada yatıyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan tam o reddedilmesini istedikleri “kültür” oluyor. O kültür, insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimidir.

Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve değerlerini korumak değildir. Aynı İslamcılar ve muhafazakârlar bütün bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadılar.

***

Durum böyle olunca İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne (dinine) ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerekiyordu. Bu model uzunca süredir Batı medyasında ve akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, "ılımlı İslam" kavramı ve stratejisinin, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları için geliştirilmesinin yanı sıra, böyle fikri bir arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.

Bu tezin yaşama geçirilmesi için öncelikle bir model oluşturulması gerekiyordu. İşte bu model Türkiye oldu.

Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.

Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam Cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı; Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki İslamcı kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını sağlamak...

İşte AKP, bu ihtiyacın ve siyasal toplu durumun ürünüydü.

ABD’li siyaset planlamacıları şöyle düşünüyordu; laik ve Cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (biçimsel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.

Müslüman toplumlar artık laik bir ülke olma ve kalkınma (sanayileşme) hedefini artık bir yana bırakmalıydı.

Türkiye’deki AKP-Cemaat darbesinin ve bölgedeki “Arap Baharı”nın ve genel olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktüel ve tarihsel anlamı budur.