Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli
artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin
sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk
çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun
doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele”
diye bir şey akıl edilmiyor?
Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik,
bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır… Tabu söz konusu olduğunda, ondan
söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez… “Ayıbı
açığa vurmanın âlemi yok” denecektir…
Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle
çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun
veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun
edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte
2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor… Hesap
ortada… Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün… Ve bir tek kişinin
74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla
cebelleşmesine şaşmak niye? Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum
sanıldığı kadar karmaşık değil!
Malum, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır.
İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik
olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle,
zalim ve mazlum, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb.
kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda,
çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini var sayar, ona gönderme
yapar veya ima eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla
ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir.
İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk
vardır.
O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir.
Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor?
Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli
araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel
mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de
yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist
sistem de geçerli olmazdı. Doğal yaşam tehdit altında olmazdı… Demek ki,
insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde,
üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara
küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor.
Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik
bir sapmanın sonucu… Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam
araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması,
hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne
mantıklıdır, ne de kabul
edilebilir bir şeydir… O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade
ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir.
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir
şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı
başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren
sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma
getirdiler, her şeyin sahibi oldular, her şeye hükmeder duruma geldiler. Sadece
birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın,
hükümdarın, prensin, sultanın, hanın… kulları, köleleri, tebaları durumuna
geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın
şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması
demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir
meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette… Bu amaçla ideolojik kölelik veya
gönüllü kulluk devreye sokuluyordu… Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu,
efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi
yerleştiriliyordu.
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki
zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin
sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm
düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm
ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle
birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski’nin mirasçısıydı, önceki
dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti… Fakat, yeni sistemin paraya
dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu,
zira, para parayı çekiyor… Parası olan her seferinde daha çoğuna
sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor,
zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı
olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma
yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm
geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek
ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek
sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış
amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması
gerekir. Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten
söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur… Kapitalizm geçerliyken özgürlük,
sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler
sınıfının özgürlüğüdür…
Özel mülkiyetin yüceltilmesinin gerisinde Batı burjuva
düşüncesinde içkin bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve
Yahudi- Hrıstiyan ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski
Ahitde: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı… “Verimli olun, çoğalın”
dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki
kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. Dikkat
edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi
dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor… O halde herkese ait olanın özel
mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı?
Bu işin de burjuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli
teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke
tarafından kotarıldığı anlaşılıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the
True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil
Government adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir
kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının
kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor.
Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait
olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip
olmayı da hak ediyor…’diyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin
gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap
edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu
görürüz…” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin
olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek,
her şey çığırından çıkacaktı…
Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia
ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi
dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Farzedelim ki, son derece yetenekli,
akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve
şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması
imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne
kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b.
avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir.
Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını
pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki
ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir… Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir
şekilde yetiştirebilir… Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden
örtünecek bir şeyler yapabilir… Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine,
eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir… Daha fazlasını
yapması pek mümkün değildir… Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans
grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi… Belki istediği her şeye… Demek
ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere
bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil… Başka
türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.
Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın
katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek,
alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği
İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin
gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal
edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak
ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür
ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması
gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel
mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir
değildir… Lâkin hukuka uygundur… Yasaldır…
Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir
dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel
mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü
olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi
tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek
ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan
haklarından söz edilecek… Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana
kadar inanabilir?
Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir
refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma
tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler
tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip
olunması durumudur… Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı
kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan
ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de, farklı olma isteğinden
bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı
bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi
olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor…
Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye
sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç
verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve;
3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü
çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal
servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını
oluşturuyorlar. Bilindiği gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan
ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin
yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar,
eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim
araçlarının ve yaşam araçlarının özel mülkiyetine sahip olmaları,
mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün
olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.
Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışıklığının da aşılması
gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet
kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim
araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten
fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye,
başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam
araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim
ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir…
İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı
olanın özel şahışlar tarafından sahiplenilmesini haklı gösterecek hiç bir haklı
ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan,
‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya
girmek için de hiç bir engel yoktur…
Fikret Başkaya