“Türkiye Suriye’ye ihraç ettiği savaşın geri dönüş ile karşı karşıyadır. Suriye’de ektiğini şimdi biçme zamanı. Türkiye’de özgürce dolaşan silahlı savaşçıların Türkiye’den Suriye’ye gidişi olduğu gibi dönüşü de olacaktır”
Suriye savaşında güç dengelerinin değiştiği bugünlerde en çok konuşulan konu, Erdoğan’ın düne kadar “Esed’i meşru görmüyorum, ne şimdi ne de Suriye’nin geleceğinde O’nun bir yeri olduğunu kabul etmiyorum” tekerlemesinden, tarihe geçecek olan meşhur “Suriye’de geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme gibi bir şey olabilir” gevelemesine nasıl geldiğidir.
Erdoğan’ın Moskova’ya gerçekleştirdiği bir ziyaretle aniden Suriye politikasını değiştirmesinin basit bir açıklaması olmalı diye düşünenler olduğu gibi, bunu derin ve karmaşık bulanlar da vardır. Oysa rahatlıkla söylenebilecek tek şey, Erdoğan’ın Suriye politikasının iflas ettiğini kabul etmeyip Türkiye’de sergilediği o kibirli halinin Moskova’da beş para etmediğini anlamasıdır. Çıkışta, öğretmeninden azar işiten bir öğrenci pozisyonunu andıran haliyle kameralara sadece geveledi denilebilir. AKP’nin bütün gücüyle yüklendiği Suriye savaşında elde sıfır bile bırakmayıp eksilere düştüğü bir dönemde Erdoğan’ın bu ani dönüşünün sebepleri ne olabilir? Biriken birçok sebep olabileceği gibi bu “çark etme” için ileri sürülen genel kanaatler şu yöndedir:
Yalnız kalma korkusu
Birincisi; Erdoğan’a rol verip “önden buyur” diyen bütün tarafların Suriye politikasında değişikliğe gittikleri bir süreçte AKP’nin kendi eliyle yarattığı ve kontrol edilemez boyuta getirdiği cihatçı terörle baş başa kalacağı endişesi önemli bir sebeptir. Çünkü Erdoğan, Suriye’ye karşı cihatçı gruplara sınırsız destek verirken bu projenin yarım kalacağını ve Türkiye topraklarını mesken edinen onca cihatçı birikimin kendi elinde patlayacağını hesap edemedi. Sadece bu “mücahitlerin” Suriye yönetimini devirip “iktidarcıklar” kuracaklarını ve bu iktidarcıkları da kendisinin belirlemeye devam edeceğini hesapladı. AKP açısından yeni Osmanlıcılık hayalleri yıkıma uğradıkça, asgari düzeyde de olsa illaki gerçekleştirme hırsından dolayı bu cihatçı gruplarla kurulan ilişkinin kontrolsüzlüğü de başlı başına bir sorun haline gelmiş durumdadır. Bu yüzden bütün bunların faturasını en ağır ödeyecek olan ülkenin Türkiye olduğu açıktır. Erdoğan bu faturanın ağırlığını tek başına taşıma riskiyle karşı karşıya kalacağını bildiği için müttefikleriyle yükü paylaşma umudunu yitirmemek adına “Esad’lı çözüm” korosuna cebren dahil oldu denilebilir.
İkinci olarak, Almanya’dan başlayan ve Fransa’yla devam eden; “geçiş sürecinde Esad çözümün bir parçası olmalıdır” biçiminde tezahür eden Suriye politikasındaki dümen kırmanın Erdoğan üzerinde yarattığı hayal kırıklığı ve çaresizlik hali etkendir. AKP elbette ki bu durumda tek başına “Esed’le zinhar olmaz” inadını sürdüremezdi. Belli olan şu ki, bugüne kadar gözünü karartıp hesapsızca Suriye bataklığına daldığı gibi, yine aynı hesapsızlık ve gözü karalıkla; “ben Esed’i yıkıp Emevi Camii’nde namaz kılana kadar durmam!” diyemeyecek kadar yalnızlaşmıştı. Bu durumda Erdoğan’a tek şey düşer, o da tez zamanda çark etmektir…
Bu çark etmenin yalnız kalma korkusundan mı, yoksa Suriye karşıtı küresel ittifakın “birlikte yürüdük, birlikte mola veririz” mutabakatından mı kaynaklandığı konusu irdelenmeye muhtaçtır. Ancak özellikle Arap basınında ağırlık kazanan görüş, Erdoğan’ın kendi eliyle yarattığı tehlikeyle baş başa kalma korkusu ve eninde sonunda ödemek zorunda kalacağı ağır bedeller konusunun ağır bastığı yönündedir.
Putin ne dedi de Erdoğan’ın dili dolandı?
Bu arada Putin’in Erdoğan’ı hangi argümanlarla “ikna ettiği” ve çıkışta ahkam kesen lider pozisyonuyla birlikte Türkçesini de unutturan hangi yaşanmışlığın o cümleleri kurdurduğu merak konusudur. Buna dair ağırlık kazanan bir ihtimal, Putin’in doğalgaz kozu olabilir. Bu konuda Rusya’nın Türkiye’yi adeta cezalandırdığı Güney Akım projesindeki ataklarını hatırlayalım.
Rusya, 2006 yılında güney istikametinde en iyi ortak ve müşteri ilan ettiği Türkiye’yi 2010 yılında Güney Akım transit doğalgaz boru hattını projesinde bir çırpıda çizmişti. Türkiye yerine Bulgaristan-Sırbistan hattını tercih ettiğini ilan eden Rusya bu hamleyle, ABD’nin kendisine karşı geliştirdiği NABUCCO projesinde oynadığı rolden dolayı Türkiye’yi adeta cezalandırmıştı. Ancak daha sonra bu proje fazla maliyetli olduğu gerekçesiyle iptal edildi. Lakin Rusya’nın geçmişteki bu restinden anlaşıldığı üzere Türkiye’yi cezalandırma yöntemlerini uygulayan bir ülke olarak bu günlerde yine doğalgaz boru hattı restini çekmiş olma ihtimali göz ardı edilemez. Zira şu anda Rusya’nın Türkiye ile Mavi Akım-2 projesi devam etmektedir. Putin Güney Akım Boru Hattı Projesi’ni bir çırpıda bitirip, bunun yerine Türkiye’ye uzanacak 63 milyar metreküplük yeni bir boru hattı olan Mavi Akım-2 projesini açıklarken, aynı şok edici hamlelerini sürdürmüş oldu. Güney Akım’ın yerine inşa edilecek ve Rusya’dan başlayıp Türkiye’nin Yunanistan sınırında son bulacak olan bu projeyle Rusya, hem Türkiye üzerinden Avrupa’ya mesaj verdi, hem de deyim yerindeyse AKP’yi pohpohladı. Nitekim AKP tarafından bu proje; “Türkiye’nin AB içinde stratejik önemini arttıran bir hamle” olarak sunuldu. Geçtiğimiz yıl Putin’in Ankara ziyaretiyle gündeme gelen bu proje hala ortada durmaktadır ve bir restleşme konusu haline gelmiş olabilir. Zira Rusya gazına yüzde 60 oranında bağımlı olan Türkiye için Rusya’nın doğalgaz restinin her konuda caydırıcı etkisi olabileceği ihtimali göz ardı edilemez.
Cihatçılarla baş başa kalıp mahkemeye düşmek
Üçüncü konu da Türkiye’nin cihatçılara verdiği destek ve Çeçen cihatçılar sorunudur. Türkiye’nin başta ABD olmak üzere, adı “Suriye dostları grubu” olan ittifakın bilgisi dahilinde sınırlarını cihatçılara açtığı biliniyor. Ancak elini ateşe sürmeyip uzaktan savaşı yöneten bu müttefiklerin, kendini Suriye ateşinin içine atan Türkiye’yi her an bir başına bırakabileceklerini daha önce gösterdiler. Nitekim ABD ve Batı’nın IŞİD’i “bütün dünya için en büyük tehdit” olarak ilan etmeleriyle birlikte Türkiye’nin cihatçılara verdiği destek dış basında yer almaya başladı. ABD basını Türkiye’nin cihatçılara verdiği silah ve lojistik destekleri gündem yaparak konuyu, neredeyse “uluslararası mahkemelerde yargılanmasını” talep edecek boyutlara taşıdı. Nitekim Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından, Türkiye hakkında inceleme başlatılması adımı bundan sonra geldi.
Her ne kadar Türkiye’nin cihatçılara verdiği destek biliniyor olsa da, arkasında bilgi-belge bırakmadığını düşünen Türkiye, bütün suçlamaları kulak arkası ederek bu desteği devam ettirdi ve hala aynı düzeyde sürdürüyor. Silah dolusu TIR’larla ilgili belgelerin ciddi sıkıntıya yol açacağı bilindiği için olağanüstü bir çabayla herhangi bir delil oluşturulmasını engellemek için aleni müdahalede bulunulması bundandır. Lakin Erdoğan’ın aklına gelmeyen şey, Rusya’nın elinde deliller olabileceğidir. Hatırlayalım; Suriye’ye askeri müdahalenin gerekçesi olarak Birleşmiş Milletler’e (BM) getirilen Doğu Guta kimyasal saldırısıyla ilgili argümanları anında çürütüp geri püskürten Rusya’dır. Rusya’nın BM’ye sunduğu deliller ışığında bu kimyasal saldırıyı muhaliflerin gerçekleştirdiğine dair “kanaatler” güçlendi. Nitekim sonradan böyle olduğu da ortaya çıktı. Basına yansıyanlardan anlaşıldığı kadarıyla kimyasal saldırıyla ilgili Rusya tarafından BM’ye sunulan somut deliller, cihatçı hareketlerine dair uydudan çekilmiş fotoğraflardır. Türkiye sınırlarındaki silah ve cihatçı transferine dönük hareketliliğe ait uydu görüntülerinin Putin’in elinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Türkiye aleyhindeki bu deliller, Putin’in kozu olabilir.
Çeçen cihatçılar meselesi
Bir diğeri de Çeçen cihatçıların Türkiye topraklarında eğitilip silahlandırılarak Suriye cihadına gönderilmesi meselesidir. Rusya ve Çin’in yakından izledikleri Uygur Türkleri, Çeçen, Özbek, Tacik vb. cihatçılardan dolayı AKP’yi suçlayacak bilgi ve belge topladıkları tahmin ediliyor. Örneğin Çin, Uygur Türklerine sahte pasaport düzenleyen 10 TC vatandaşını tutukladığında, Türkiye’yi bu açıdan takibe aldığının mesajını vermiş oldu. Özellikle Doğu Türkistan İslam Partisi konusunda Çin’in kendisiyle doğrudan ilişkisi olan bir cihatçı örgütlenmeyi de izliyordu. Arap basınında Rusya ve Çin’in başını ağrıtacak bu grup için; “Erdoğan’ın Angimasyunları” (ölüm mangaları) başlıkları atıldı. Hatırlanacağı üzere Fetih Ordusu’nun Cisril Şuğur’u ele geçirmesinde ortaya çıkan ve özellikle Türkiye’deki İslamcı medya tarafından öne çıkarılan Doğu Türkistan İslam Partisi, gündem oldu. Bundan sonra dikkatler, Çin’den başlayıp, Rusya’nın arka bahçesinden toplanan Çeçen, Tacik, Özbek ve Uygur cihatçılarına yöneldi. Kendi ülkeleri için potansiyel tehdit haline gelen bu cihatçı gruplardan dolayı hem Rusya hem de Çin’i harekete geçirici bir sebep olarak AKP’nin bu “düşmanca” tutumu gösterilebilir. Belki de Ruya’nın elindeki delillerle uluslararası mahkemelerde Erdoğan’ın yargılanmasına karşı garanti vermiş olabileceği de akla gelmiyor değil.
Rusya’nın AKP eliyle büyütülen bu potansiyel ile ilgili ciddi kaygıları olduğu açıktır. Ve her ne kadar Çin, “Suriye’nin içişlerine müdahale etmeyi düşünmüyoruz” dese de, Suriye’de büyütülen ve kendisi için tehdit haline gelebileceği açık olan cihatçı Uygur Türkleri sorunu, öyle ya da böyle mutlak surette çözülmesi gereken bir problem olarak önünde duruyor. Doğrudan olmasa bile, Çin’in cihatçıların Suriye’den geri dönüşlerine dair bir hamle hazırlığı mutlaka vardır. Gidişata göre Çin’in bu sebepten dolayı Suriye sahasına fiili müdahalesi de beklenebilir.
Rusya sahaya inerken ABD’yi kendi silahıyla vurdu: IŞİD’e karşı savaş…
ABD Suriye ve Irak’a fiil müdahalenin gerekçesi olarak IŞİD’i öne çıkarırken, çok abartılı ve aslında pek kimseye samimi gelmeyen bir söylem kullandı; “IŞİD bütün dünya için en büyük tehdittir ve derhal durdurulmalıdır!” Ama ABD’nin gerçekten IŞİD’i yok etmek ya da durdurmak gibi bir programı olmadığı bilinen bir şeydir. Bunun böyle olduğunun göstergeleri nelerdir diye bakacak olursak; Birincisi, IŞİD’in ABD işgali altındaki Irak topraklarında doğduğu, Suriye’ye Nusra Cephesi koluyla girdiği ve başta Nusra Cephesi olmak üzere adı ne olursa olsun Suriye’deki cihatçı grupların hemen hepsinin IŞİD gibi El Kaide ve Müslüman Kardeşler’in bağrından çıktıkları gerçeği ortadayken, ABD ve müttefikleri IŞİD’i durdurmak için kılını kıpırdatmadılar ve bir canavara dönüşmesini adeta beklediler.
İkincisi; ABD sözde IŞİD’e karşı koalisyon oluşturdu. Ama bu koalisyon, başından itibaren Suriye’nin üzerine IŞİD ve yavrusu Nusra Cephesi gibi El Kaideci unsurları destekleyenlerden oluşturuldu. Yani “IŞİD ve türevlerini var edenlerin IŞİD’e karşı savaşı” söz konusudur. Elbette ki bu koalisyonun IŞİD’i bitirmek gibi bir hedefi olmadığı açıktır. Nitekim 40’a yakın ülkenin güç birliği ile sözde IŞİD’e karşı yürütülen savaş bir yılını tamamladı, ama IŞİD ne ortadan kalktı ne de geriletildi. Ve hala aynı koalisyon tarafından sürekli olarak IŞİD tehlikesi dile getirilmektedir. Özellikle ABD’nin 9 ay sonra açıkladığı IŞİD’e karşı savaşın maliyeti tablosundan bunu daha net görebiliyoruz. Beyaz Saray’ın açıkladığı rakamlara göre IŞİD’e karşı 9 ayda yapılan hava operasyonlarının günlük maliyeti 5 milyon dolardır ve bu süre boyunca 6 bin 200 hava operasyonu gerçekleşmiştir. Eğer bomboş çölleri bombalamadılarsa, her operasyonda en az bir hedef vurulmuş olsa, IŞİD’in en az 6 bin mevzisini kaybetmiş olması lazımdı ki, bu gidişle IŞİD şimdiye kadar bitirilmese bile, en azından hala en büyük tehdit olarak ABD’nin diline dolayamayacağı kadar geriletilmiş olurdu. Ama ABD medyasının da rapor ettiğine bakılırsa bu süre içerisinde Pentagon’un açıkladığı “IŞİD’e karşı başarılar” hanesinde sadece üç şey yer almıştır. Birincisi Irak ordusuna verilen destekle Irak’ta vurulan IŞİD hedefleri, ikincisi YPG’ye verilen destekle “Kobane’nin IŞİD’ten kurtarılması” ve üçüncüsü de sözde IŞİD’in kasası olan Ebu Seyyaf’ın öldürülerek karısının tutuklanması!… IŞİD’i bitirmeye niyet eden ve bunu fazlaca abartarak propaganda eden ABD için bu “başarılar” her şeyi açıklıyor. ABD IŞİD’i sadece gerekçe olarak öne sürüyor ve Rusya da tam olarak ABD’nin bu gerekçesini eline alıp büktü ve ABD’ye karşı kullandı; “Madem ki IŞİD’i bitirmek istiyorsunuz, hem ben de varım, hem de bu iş Esad’sız olmaz!..” tavrını koyarak, fiilen Suriye sahasına bu gerekçeyle indi.
Her ülkenin kendine göre “IŞİD’e karşı savaş” formatı farklıdır
Batı ülkelerinin sırayla Esad’lı çözüm ve IŞİD’e karşı mücadele açıklamaları oldu. Bu ülkelerin her biri IŞİD’e karşı savaş şablonunu kendi içerikleriyle doldurmaktadır. Bu yüzden özellikle Batı için “Esad’ın muhatap alınması” noktasına varan tutum alışların arkasındaki kendi gerekçeleri, “acilen” siyasi çözüm sürecine geçilmesi taleplerini beraberinde getirdi. Baştan söyleyelim ki, Batı için bu süreç gerçek anlamda aciliyet gerektirmektedir, çünkü mülteci krizinden dolayı içine düştükleri kaygı düzeyi, acil önlem almayı gerektirecek kadar yüksektir. Her şeyden önce artan mülteci krizinin yine Suriye’ye müdahalenin bir gerekçesi haline getirildiğinin ve bu krizi araçsallaştıranların başında Türkiye’nin yer aldığının altını çizelim. Türkiye hep ısrarla dile getirdiği Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge konusunda da mülteci kartını öne sürdü. Başbakan Başdanışmanı Dr. Murtaza Yetiş, mülteci sorunun çözümü için şunları söyledi: “Türkiye’nin baştan beri bahsettiği gibi içeride güvenli bölge oluşturmamız gerekir… Orada yaşanabilir alanlar oluşturmak suretiyle yeni yaşam alanlarının oluşturulması gerekir.”[1] Keza Davutoğlu da “güvenli bölgede, her biri 100’er bin mülteciyi barındıracak 4 kent kurma” hayallerini sundu. Burada mültecilerin dramı üzerinden birtakım hesaplar yapıldığı ve planlı bir şekilde AB ülkelerine doğru mültecilerin yönlendirildiği şüphesi de vardır. AKP’nin bu insanlık dramı üzerinden Esad üzerinde baskıyı arttırmayı hedeflediğini, kapılarına dayanan mülteci krizinden dolayı AB ülkelerinin de “mülteci sorunu Esad giderse çözülür” yönündeki baskılarını arttırdığını gözlemledik. Ancak bilerek ve isteyerek yaratılan bu krizin ters teptiğini görüyoruz.
Batı için mülteci krizinin yarattığı bambaşka kaygılar vardır. AB ülkelerinin mültecilerin yaratacağı sosyal ve ekonomik krizin yanı sıra, mülteci adı altında cihatçı akışından son derece kaygı duydukları açıktır. Bir zamanlar Türkiye, sınırlarını cihatçı geçişlerine açık tuttuğu için kendisine yönelen eleştirilere karşı “sınırdan geçenlerin hacı mı cihatçı mı olduğunu biz bilemeyiz” savunması yapmıştı. Ama gerçekten sınırlar denetlenmek istenseydi, hacı ile cihatçı ayırt edilemez değildir. Fakat Avrupa için bu mülteci akınında geçiş yapanların “mülteci mi cihatçı mı” olduğunun ayırt edilmesi o kadar kolay değildir. Nitekim daha birkaç ay önce Libya’dan Avrupa ülkelerine “mülteci kılığında el Kaidecilerin yoğun geçiş yaptıklarına” dair bilgiler basında yer almıştı. Libya hükümetine güvenlik danışmanlığı yapan Abdül Beşit Harun, IŞİD militanlarının göçmen tekneleri üzerinde hakimiyet kurduklarını, “örgütün aynı zamanda militanlarını Avrupa ülkelerine sokmak için de kaçak göçmen teknelerini kullandığını”[2] söyledi. Bunun üzerine AB de mültecilerin denizin ortasında vurulacaklarını açıkladı. “Fransa, İngiltere, İspanya ve Litvanya’nın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) sunmaya hazırlandığı taslak, İtalya komutasında 10 AB ülkesinin askeri bir ittifak hazırlayarak, Libya’dan kalkan göçmen teknelerinin önceden tespit edilip vurulmasını öngörüyordu.”[3] Libya cihatçılarının Batı’ya geri dönüşlerinden kaygılı olan Avrupa ülkeleri, şimdi de yoğun olarak Suriye’den mülteci akınıyla birlikte “cihatçı mültecilerin” olabileceği kaygısına kapılmış durumdadır. Bunun için acilen siyasi çözüm ve mülteci sorununa da acil çözüm atağı için harekete geçtiler.
ABD’nin IŞİD’e karşı savaşının anlamı ise, “sol gösterip sağ vurmak” gibi bir şeydir; asıl hedefi IŞİD değil, Suriye yönetimidir. Niyet, IŞİD’i bahane edip silahlı muhalifleri hem daha çok silahlandırmak, hem de ortada bir “IŞİD tehdidi” olduğu gerekçesiyle “muhalif grupları” aleni destekleyerek Suriye yönetiminin üzerine salmaktır. Eğit donat projeleri de bu kurguyla geliştirildi. Bunun gayet farkında olan ve Suriye üzerinden kendi çıkarlarına dönük yürütülen bu savaşa Rusya tam zamanında müdahale etti denilebilir.
Öte yandan Rusya’nın Suriye savaşına dahil olmasının en fazla ABD’yi ve Türkiye’yi kaygılandırdığını görmekteyiz. Çünkü ABD çok iyi biliyor ki Rusya’nın hedefinde sadece IŞİD değil, IŞİD ve türevi olan bütün silahlı gruplar olacaktı. Nitekim Rusya’nın hava operasyonları ilk gün Humus’un kuzeyini hedef aldı, sonra bunu Hama, İdlib ve Halep izledi. Yani ilk hedef Nusra cephesi’nin başını çektiği Fetih ordusu oldu. Bu Fetih ordusu bileşenleri içinde Çeçen cihatçıların olduğu biliniyor. İkinci günü IŞİD hedeflerini vurdu. Ama “Rusya’nın IŞİD’i hedef almadığı” yönünde ABD’den sesler yükselmeye başladı. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Rusya’nın Suriye’de muhtemelen IŞİD güçlerinin bulunmadığı alanlara hava saldırısı yapmış göründüğünü söyledi. Sonra “bir yetkili” Rusya’nın IŞİD’i değil, ÖSO’yu vurduğunu söyledi, ardından “Tevhid ve Cihad” grubunun hedef alındığı dillendirildi. Kafkasya’dan Suriye’ye gelen cihatçılardan oluşan “Çeyşul Muhacirin ve el-Ensar grubu” ile çoğunluğunu Tacik ve Özbek cihatçıların oluşturduğu “Tevhid ve Cihad” grubu’nun Fetih ordusu içinde olduğu ve Rusya uçaklarının hedefindeki Hama-Humus-İdlib-Halep bölgesinde bulundukları doğrudur. Ama aslında IŞİD hedef aldığında da bu durumun ABD’yi yine memnun etmeyeceği ve hatta sadece kaygılandıracağı açıktır. Zira Halep’in doğusundaki Kveyris hava alanı IŞİD’den arındırıldı, ardından Haseke ve Rakka’da IŞİD’e ağır kayıplar verdirildi. Ama ABD “memnuniyetini” açıklamadı!..
Ve Türkiye… Başı en fazla belada olan ülke…
Bütün Ortadoğu halkları Suriye’de yaktığı ateşten dolayı Türkiye’den, başı en fazla belada olan ülke olarak söz ediyorlar. Iraklı siyasi analist Jassem al-Musawi daha IŞİD’in Suriye’de göründüğü ilk günlerde 13 Mayıs 2013’te Irak’ta katıldığı bir televizyon programında Türkiye için şunları söylemişti: “Erdoğan büyük bir felaketin içine girdi ve terörist gruplar için coğrafi ortamlar yaratmakla halkını da kendi felaketinin içine soktu. Şimdi kendi evine bu çatışmaların taşınacağı kaygısıyla yaşayacak. İstihbaratçıları da artık Suriye’den daha çok kendi ülkelerinde teröre karşı istihbarat toplamakla meşgul olacaklar.”[4]
Lübnan Üniversitesinden Muhammed Nureddin’e göre Türkiye’nin çark etmesindeki birinci sebep, Suriye’de yükselen terörün Türkiye için ciddi bir tehdit yaratmaya başlayacağı gerçeğinin açığa çıkmış olmasıdır. Erdoğan’ın Moskova’da Putin’le görüştükten sonra Esad’lı çözüme nasıl ikna olduğu konusunu irdeleyen birçok Arap analistten biri olan Muhammed Nureddin, “Eğer Türkiye, Suriye’nin savaşına bu kadar dahil olup silahlı muhalifleri desteklemeseydi, sınırlarında ne bir kurşun sesi duyardı, ne bir mülteciyle uğraşırdı ne de eknomisinden bir liralık kayıp yaşardı” değerlendirmesini yapıyor ve şimdi terörü hasat etme zamanı dediği Türkiye için şunları söylüyor: “Türkiye Suriye’ye ihraç ettiği savaşın geri dönüş ile karşı karşıyadır. Suriye’de ektiğini şimdi biçme zamanı. Türkiye’de özgürce dolaşan silahlı savaşçıların Türkiye’den Suriye’ye gidişi olduğu gibi dönüşü de olacaktır.”[5]
Erdoğan’ın Suriye politikasının iflası ve bu hesapsız politikanın Türkiye’ye geri dönüşünün bir felaket olacağı bütün Arapların dilindedir. Rusya’nın Suriye sahasına girmesinden önce de AKP’nin başta Hatay olmak üzere sınır kentlerde var ettiği cihatçı merkezler ile sınır hattı boyunca emirliğini kuran Nusra ve ittifakındaki cihatçıların her an patlamaya hazır bir bomba olarak durdukları zaten biliniyor. Suriye ordusu tarafından her sıkıştırıldıklarında yönelecekleri coğrafyanın Türkiye toprakları olduğu da açıktır. Ancak şu an Rusya’nın Suriye ordusuyla birlikte hava operasyonları başlattıkları ilk iki günde Hatay sınırındaki İdlib’te cihatçıların karargahlarını taşımaya başladıkları duyuruldu. Şu an bile hezimete uğrayarak geri çekilmeye başlayan bu “komşu” cihatçılar, hava destekli kara harekatının başlamasıyla birlikte, çekilecekleri herhangi bir yer olmadığı için ilk sığınacakları bölgenin Hatay olma ihtimali yüksektir. Zira Keseb saldırısında benzerine tanık olmuştuk. Suriye ordusunun operasyonu karşısında çözülen binlerce cihatçının soluğu Hatay-Yayladağı’nda aldıklarını hatırlarsak, şimdi de benzer bir akışın İdlib’ten Hatay’a olmayacağını kimse söyleyemez.
Uzun zamandır kapıda bekleyen bu tehlikenin müsebbibi olan Erdoğan, Suriye bataklığını unutturmak ve felaketin görünür hale gelmesini ötelemek için pervasızca kendi savaş konseptini hayta geçirdi ve özellikle Kürt halkına karşı topyekun savaşını başlattı. Ama Erdoğan’ın yeni Osmanlıcı hayalleri uğruna faciaya dönüşen Suriye politikasının faturasının bu ülke halkalarına ağır geleceği ve belki de Türkiye’nin artık Suriyeleşeceği ihtimali dikkate alınmalıdır. Bu noktada elbette ki kılavuz Suriye halklarının direnişi olacaktır. Putin’in dile getirdiği ama aslında herkesin bildiği, kimilerinin bilip de sustuğu bir gerçeğin altını çizelim ki, IŞİD’e karşı direnen Suriye ordusu ve YPG’dir. Bu direnişlerin de tarihsel bir önemi olduğu ortadadır.
Son olarak, Suriye’de Rusya hamlesi şimdilik ABD ittifakını mat etmiş durumdadır. Öyle görünüyor ki, Obama’nın buna karşı kısa vadede hamle yapacak mecali yoktur. Çünkü Rusya’nın zamanlaması da önemlidir. Bu zamanlama, ABD öncülüğündeki koalisyonun çözülmeye başlamasıyla doğrudan ilintilidir. Suriye’ye karşı 62 ülke ile başlayan ortaklık, şu anda uluslararası koalisyonda 40 ülke ile devam etmektedir. Arap analistlere göre bu da yakında parçalanacak gibi duruyor. Koalisyondaki çoğunluk çekilmek istiyor, geriye kalanlar ise bu ittifakı süresiz uzatmak niyetinde değil. Geriye BOP’un eş başkanı Erdoğan kalıyor ki, O da Putin’e sadece “üzüntülerini” iletebilir!..
Dipnotlar:
[1] Yeni şafak, 28 Eylül 2015. http://www.yenisafak.com/hayat/avrupa-medeniyeti-algisi-coktu-2312156
[2] Bkz. Sabah, 18 Mayıs 2015. http://www.sabah.com.tr/dunya/2015/05/18/isid-gocmen-kiliginda-avrupaya-siziyor
[3] Bkz Haber Türk, 11 Mayıs 2015. http://www.haberturk.com/dunya/haber/1076835-ab-ulkeleri-gocmen-teknelerini-vuracak
[4] Al-Alam, 13 Mayıs 2013. http://www.alalam.ir/news/1473838
[5] Muhammed Nureddin, “İflas el siyaset el-Turkiya fi Suriya”, Tawabitna . http://www.thawabitna1.com/Article/article16-09-12/8096.htm