Türkiye AKP'ye mecbur değil ama acilen demokratikleşme yönünde somut adımların atılmasına muhtaçtır!
Haber: Doç. Dr. Betül Yarar
Taksim’den başlayıp İstanbul’un diğer semtlerine ve
Türkiye
’nin pek çok iline yayılan (
AKP
, 28 Şubat’ın yarattığı tarihsel hafıza, içinden
geçtiğimiz hassas dönem, kendi politikalarının gücüne olan inanç, % 50
oy oranının sahibi olmanın verdiği iktidar sarhoşluğu ve içine düştüğü
çıkışsızlık gibi nedenlerle görmek istemese de) bir halk ayaklanmasıdır.
Aslında Ergenekon gibi bir oluşumun aldığı darbe, Türkiye’de örgütlü
solun muhalefet gücünün zaafiyeti hatırlanınca ve bu işin barış sürecine
olumlu yansıyabileceğinin emareleri alındıkça bu yöndeki şüpheler
dağılsa da, AKP biraz da politik açmazlar nedeniyle inat ve ısrarla geri
adım atmamayı ve bunu bir komplo teorisine bağlamayı yeğliyor. Ürettiği
komplo teorileri kadar, AKP’nin dezenformasyon yayarak kamuoyuna ulaşma
çabası, onun bu siyasi krizle mücadelesindeki sınırları da
gösteriyor.
Otoriter popülizm
Sürecin bu noktaya nasıl ulaştığına dönük bir analiz, AKP’nin liderliğini yaptığı neo-liberal rejimin sınırlarını açığa çıkarıyor. AKP, 1980’lerin başından beri gelişen bir yeni-sağ ideolojinin daha İslamcı-muhafazakâr bir versiyonudur. ANAP döneminde ‘otoriter popülizm’ olarak adlandırılan bir rejim biçimi, bazılarınca bugün ‘otoriter demokrasi’ veya ‘totaliter demokrasi’ kavramlarıyla tanımlanmaktadır. AKP dönemi geçmiş rejimin kalıntılarını ortan kaldırıp yeni bir yapılanma gerçekleştirebilmiş olması bakımındansa farklıdır. Esasen bir araya gelemez gibi duran kavramların eklektik bir ilişkisine dayanan bu rejim, stratejik güç mücadelesi temelinde, tepeden bazı demokratikleşme adımlarını atmaya açıktır. Ama burada demokrasi teknik-seçimlerle ilgili bir meseleye indirgenmekte, toplumsalın siyasete katılımı bakımındansa antipolitik bir tutumla ilişkilenmektedir. Bu eklektik haliyle ucubeye benzeyen bir ‘iki ulus’ projesidir. Karşıtlıklar üreten ve bu karşıtlıklar temelinde kendi politik stratejisini meşrulaştıran ve bu meşruluktan güç alarak bazı grupları marjinalize eden, yasaklamak yerine düzenleyerek toplumsal yaşam alanlarını dışlayıcı kılan ve dışarıda kalanları ‘çapulcular’, ‘feministler’, ‘sapkınlar’, ‘marjinaller’ olarak damgalayarak gayri meşru kılmaya dayanan ve tam bu noktada şiddete başvuran bir politik stratejisi vardır. Böylesi dışlayıcı-otoriter bir rejimin mağdurlarının az olması beklenemez.
Geçmişteki toplumsal uzlaşmaya dayalı ‘sosyal adalet ve demokrasi’ projesine dönük arayış, yerini cemaatçi dayanışma ve cemaat kültürüne yaslanan, dini-ahlaki temelde bir ulus tanımlayan ve bunun ötekisini üreterek kendisini güçlendiren ‘iki ulus projesi’ne bırakmıştır. Burada esas olan, toplumsal kutuplaşmayı, gerilimi, çatışmayı önce yaratıp sonra yönetmektir. Bu da toplumsal sorunları teknik meselelere indirgeyen ve bunları uzman yöntemlerle çözmeyi hedefleyen bir anlayışla yapılmaktadır.
Bu temelde özellikle son genel seçim sonrası atılan adımlara bakıldığında dışarıda bırakılanların öfkesinin birikerek geldiğini görmek mümkündür. Bu dönemde Sünni İslam anlayışı temelinde ahlakçı = düzenleyici = dışlayıcı = otoriter tavırların artması kadar, barışın yarattığı zeminden de söz etmek gerekir.
Türkiye, son on yıldır (hatta son otuz yıldır) neoliberal rejimle geleneksel güçler arasındaki güç mücadelesi temelinde ve neoliberal rejimin sınırlarına çarpa çarpa demokratikleşmeye zorlandı. Bu kör topal ilerleyen demokratikleşme süreci, kapitalist piyasa ekonomisinin, küresel iktisadi ve siyasal dengelerin yarattığı koşulların izin verdiği ölçüde olsa da hep mücadeleyi gerektirdi. Bu demokratikleşme zeminini genişleten ise herkesten önce Kürtler oldu. Bunun dışında örgütlü sivil toplum da -sınırlı da olsa- özgürlükçü duyarlılığın taşıyıcısı oldu. Tüm bu etmenlerin itici gücüyle girilen barış sürecinin yarattığı zemin göz önüne alındığında; bugün ayaklananlar, Türkiye’nin yeniden yapılanması ve inşası anlamına gelen ‘Barış Süreci’nin dışında kalan kesimlerdir.
Temsil krizi
Bütün bunların yanı sıra ortada bir temsil krizi söz konusudur. Çünkü ayaklanan kesimleri ne CHP ne diğer örgütlü sol kesimler ne sendikalar, ne kadın örgütleri ne de gençlik örgütleri tam olarak temsil etmektedirler. Bu örgütsüzlük hali bir sürü farklı talebin eklemlenmesine olanak tanıdığı ve yeni mecralar bulduğu ölçüde yaratıcı, ama bir o kadar parçalı ve belirsizlikler taşır nitelikte görünmektedir. Gördüğümüz Alevilerin, kadınların, gençlerin ve son yirmi yıl içinde eski konumlarını yitirmiş ve yoksullaşmaya itilmiş geleneksel orta sınıfların biriken öfkesinin patlamasıdır. Buna sol örgütlenmelerden sendikalara kadar uzanan kesimler ise daha sonra, Gezi direnişinin ilerleyen günlerinde eklendi. Ahmet İnsel’in Türkiye Toplumunun Bunalımı’nda Türkiye toplumunun ‘içe patlama eğiliminde olduğu’ tespiti, son otuz yılda önce Kürtler, şimdi de Türkler için geçerliliğini yitirdi gibi gözüküyor.
Her şeyden önce kendilerini barış sürecinin ve toplumsal yeniden yapılanma sürecinin dışında hisseden ve “Bu hükümetle barış olmaz” diyenlere kulak vermek, barış sürecini toplumsallaştırmak açısından son derece önemlidir. Türkiye’nin çoğunluğa değil çokluğa ve farklılığa dayanan yeni bir kamusallık ve demokrasi mücadelesi yaratmasının elzem olduğu görülmelidir. Yukarıda sözü edilen temsil krizinde sol muhalefet de en az AKP kadar, belki de ondan fazla sınıfta kalmıştır.
AKP rejimine veya herhangi bir neoliberal rejime karşı muhalefeti doğru kurmak gerekir. Karşımızda melez bir rejim vardır. Yasakçı olduğu kadar düzenleyici, mikro olduğu kadar makro, ikna yöntemleri kadar zor yöntemlerini kullanan ve meşruiyeti hiçe saymayan ama salt ona dayanmayan bir rejimdir bu. AKP bir diktatörlük değildir; sadece gücü giderek artan hegemonik ve fakat otoriter bir rejimdir.
Bütün bunlar dikkate alındığında AKP’nin yaptığına benzer bir toplumsal kamplaşma stratejisinden hareket etmek, yapılacak en büyük hata olacaktır. Bunun yerine, muhalefet ortak meşru siyasal ve toplumsal talepler üzerinden adım adım gelişecek bir süreci örmeyi önüne koymak zorundadır.
Evet, Türkiye AKP’ye mecbur değil ama acilen demokratikleşme yönünde somut adımların atılmasına muhtaçtır!
* Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi
Otoriter popülizm
Sürecin bu noktaya nasıl ulaştığına dönük bir analiz, AKP’nin liderliğini yaptığı neo-liberal rejimin sınırlarını açığa çıkarıyor. AKP, 1980’lerin başından beri gelişen bir yeni-sağ ideolojinin daha İslamcı-muhafazakâr bir versiyonudur. ANAP döneminde ‘otoriter popülizm’ olarak adlandırılan bir rejim biçimi, bazılarınca bugün ‘otoriter demokrasi’ veya ‘totaliter demokrasi’ kavramlarıyla tanımlanmaktadır. AKP dönemi geçmiş rejimin kalıntılarını ortan kaldırıp yeni bir yapılanma gerçekleştirebilmiş olması bakımındansa farklıdır. Esasen bir araya gelemez gibi duran kavramların eklektik bir ilişkisine dayanan bu rejim, stratejik güç mücadelesi temelinde, tepeden bazı demokratikleşme adımlarını atmaya açıktır. Ama burada demokrasi teknik-seçimlerle ilgili bir meseleye indirgenmekte, toplumsalın siyasete katılımı bakımındansa antipolitik bir tutumla ilişkilenmektedir. Bu eklektik haliyle ucubeye benzeyen bir ‘iki ulus’ projesidir. Karşıtlıklar üreten ve bu karşıtlıklar temelinde kendi politik stratejisini meşrulaştıran ve bu meşruluktan güç alarak bazı grupları marjinalize eden, yasaklamak yerine düzenleyerek toplumsal yaşam alanlarını dışlayıcı kılan ve dışarıda kalanları ‘çapulcular’, ‘feministler’, ‘sapkınlar’, ‘marjinaller’ olarak damgalayarak gayri meşru kılmaya dayanan ve tam bu noktada şiddete başvuran bir politik stratejisi vardır. Böylesi dışlayıcı-otoriter bir rejimin mağdurlarının az olması beklenemez.
Geçmişteki toplumsal uzlaşmaya dayalı ‘sosyal adalet ve demokrasi’ projesine dönük arayış, yerini cemaatçi dayanışma ve cemaat kültürüne yaslanan, dini-ahlaki temelde bir ulus tanımlayan ve bunun ötekisini üreterek kendisini güçlendiren ‘iki ulus projesi’ne bırakmıştır. Burada esas olan, toplumsal kutuplaşmayı, gerilimi, çatışmayı önce yaratıp sonra yönetmektir. Bu da toplumsal sorunları teknik meselelere indirgeyen ve bunları uzman yöntemlerle çözmeyi hedefleyen bir anlayışla yapılmaktadır.
Bu temelde özellikle son genel seçim sonrası atılan adımlara bakıldığında dışarıda bırakılanların öfkesinin birikerek geldiğini görmek mümkündür. Bu dönemde Sünni İslam anlayışı temelinde ahlakçı = düzenleyici = dışlayıcı = otoriter tavırların artması kadar, barışın yarattığı zeminden de söz etmek gerekir.
Türkiye, son on yıldır (hatta son otuz yıldır) neoliberal rejimle geleneksel güçler arasındaki güç mücadelesi temelinde ve neoliberal rejimin sınırlarına çarpa çarpa demokratikleşmeye zorlandı. Bu kör topal ilerleyen demokratikleşme süreci, kapitalist piyasa ekonomisinin, küresel iktisadi ve siyasal dengelerin yarattığı koşulların izin verdiği ölçüde olsa da hep mücadeleyi gerektirdi. Bu demokratikleşme zeminini genişleten ise herkesten önce Kürtler oldu. Bunun dışında örgütlü sivil toplum da -sınırlı da olsa- özgürlükçü duyarlılığın taşıyıcısı oldu. Tüm bu etmenlerin itici gücüyle girilen barış sürecinin yarattığı zemin göz önüne alındığında; bugün ayaklananlar, Türkiye’nin yeniden yapılanması ve inşası anlamına gelen ‘Barış Süreci’nin dışında kalan kesimlerdir.
Temsil krizi
Bütün bunların yanı sıra ortada bir temsil krizi söz konusudur. Çünkü ayaklanan kesimleri ne CHP ne diğer örgütlü sol kesimler ne sendikalar, ne kadın örgütleri ne de gençlik örgütleri tam olarak temsil etmektedirler. Bu örgütsüzlük hali bir sürü farklı talebin eklemlenmesine olanak tanıdığı ve yeni mecralar bulduğu ölçüde yaratıcı, ama bir o kadar parçalı ve belirsizlikler taşır nitelikte görünmektedir. Gördüğümüz Alevilerin, kadınların, gençlerin ve son yirmi yıl içinde eski konumlarını yitirmiş ve yoksullaşmaya itilmiş geleneksel orta sınıfların biriken öfkesinin patlamasıdır. Buna sol örgütlenmelerden sendikalara kadar uzanan kesimler ise daha sonra, Gezi direnişinin ilerleyen günlerinde eklendi. Ahmet İnsel’in Türkiye Toplumunun Bunalımı’nda Türkiye toplumunun ‘içe patlama eğiliminde olduğu’ tespiti, son otuz yılda önce Kürtler, şimdi de Türkler için geçerliliğini yitirdi gibi gözüküyor.
Her şeyden önce kendilerini barış sürecinin ve toplumsal yeniden yapılanma sürecinin dışında hisseden ve “Bu hükümetle barış olmaz” diyenlere kulak vermek, barış sürecini toplumsallaştırmak açısından son derece önemlidir. Türkiye’nin çoğunluğa değil çokluğa ve farklılığa dayanan yeni bir kamusallık ve demokrasi mücadelesi yaratmasının elzem olduğu görülmelidir. Yukarıda sözü edilen temsil krizinde sol muhalefet de en az AKP kadar, belki de ondan fazla sınıfta kalmıştır.
AKP rejimine veya herhangi bir neoliberal rejime karşı muhalefeti doğru kurmak gerekir. Karşımızda melez bir rejim vardır. Yasakçı olduğu kadar düzenleyici, mikro olduğu kadar makro, ikna yöntemleri kadar zor yöntemlerini kullanan ve meşruiyeti hiçe saymayan ama salt ona dayanmayan bir rejimdir bu. AKP bir diktatörlük değildir; sadece gücü giderek artan hegemonik ve fakat otoriter bir rejimdir.
Bütün bunlar dikkate alındığında AKP’nin yaptığına benzer bir toplumsal kamplaşma stratejisinden hareket etmek, yapılacak en büyük hata olacaktır. Bunun yerine, muhalefet ortak meşru siyasal ve toplumsal talepler üzerinden adım adım gelişecek bir süreci örmeyi önüne koymak zorundadır.
Evet, Türkiye AKP’ye mecbur değil ama acilen demokratikleşme yönünde somut adımların atılmasına muhtaçtır!
* Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi