(9.6.2013 - KöZ)
Geçtiğimiz aya
damgasını vuran gelişmenin Taksim alanının 1 Mayıs’a kapatılması ve bunu
izleyen çatışma ve gelişmeler olacağı sanılıyordu. Öyle olmadı. Mayıs ayı sona
ererken hükümetin koruyup kışkırtarak azdırdığı İstanbul polisi, Taksim Gezi
Parkı’ndaki protesto eylemcilerine saldırarak beklenmedik bir öfke patlamasını
tetikledi. Taksim’den başlayıp ülke çapında yayılarak sürmekte olan eylemler
ilk günlerden itibaren ağaçlara sahip çıkma refleksinin ötesine taştı. 1
Mayıs’ta kitlelere kapatılan Taksim Meydanı birkaç gün içinde polise ve hükümet
kuvvetlerine kapatıldı. Türkiye’de görülmemiş çapta bir hükümet karşıtı
kitlesel başkaldırı beklenmedik bir anda gelişti ve sürüyor. Bu gelişme sadece
2013 Mayıs ayına damga vurmakla kalmadı, bundan sonraki gelişmelerin yönünü
tayin eden bir
dönüm noktası oldu.
Bu gelişmenin
hem taraftarları hem de karşıtları arasında genel bir şaşkınlıkla karşılanmasının
başlıca nedenlerinden biri, uzun zamandır alışıldığı üzere, ağırlık merkezinde
BDP’nin temsil ettiği yığınların olduğu bir eylem olmamasındandır. Doğrusu bu
eylemlere katılan kesimlerin ne daha önce Gazi Ayaklanması’nda görülen
kesimlere ne de aynı kesimleri ifade eden
ve Newroz alanlarını dolduran kitleye benzememesi ilk şok etkisini yarattı.
Üstelik bu kitle genellikle apolitik kabul
edilen yahut öyle zannedilen kesimlerin ağırlıklı olduğu bir kitleydi.
‘Çözüm süreci’
diye adlandırılan manevra ile BDP’nin harekete geçirdiği yığınların bir süredir
büyük ölçüde eylemliliklere sınırlı ve denetimli bir katılım sağlıyor olmasına
bakarak, hükümetin ‘artık sükunet ve istikrarın yerleştiğine’ dair
propagandalarına inanmış bir toplum çoğunluğu için sürpriz gibi patlak verdi,
Gezi Parkı’ndan yükselen ve bir hortum gibi yayılan eylemler.
Esasen olayların
tetiklendiği anda önemli rolü olanların başında bir BDP milletvekilinin, Sırrı
Süreyya Önder’in olmasına ve hastaneye kalkanların başında bulunmasına rağmen,
eylemler zincirini tetikleyen BDP’nin alışılagelmiş kitlesi olmadı. Hatta BDP
baştan itibaren bu başkaldırının dışında durup, dışarıdan destek vermekle
yetindi ve tabanını eylemlerden uzak tutmaya gayret etti. Şaşırtıcı olan buna
rağmen, belki de bu sayede, görülmemiş çapta ve sertlikte bir başkaldırı
umulmadık bir kitle tarafından sergilendi. Bu eksiklik sayesinde bir araya
gelmesi daha önce mümkün olmayan heterojen bir kitle eylemlerde buluştu.
Kuşkusuz en
başta olduğu gibi, sonrasında da giderek artan sayıda çeşitli devrimci
örgütlerin taraftarlarının eylemlere katıldığı ve bu katılımın eylemlere ayrı
bir dinamizm kattığı doğrudur. Bilhassa eylemlerin varoşlara ve başka kentlere
yayılmasında da onların hatırı sayılır bir rolü olduğu da açıktır. Hatta altı
çizilmelidir ki sadece şu ya da bu devrimci yahut sosyalist akıma mensup
olanların değil, bu akımların dışında olmakla beraber, geçmişte polisle karşı
karşıya gelmiş olma deneyiminin taşıyıcısı olan önemli bir kesimin varlığı
deneyimsiz unsurların polisin sert saldırıları karşısında geri çekilmemesinde
ve cesaretlenmesinde hatırı sayılır bir rol oynamıştır.
Ama bu etkenin
tek başına belirleyici olmadığı da açıktır. Zira, daha yakın bir zaman önce,
sol örgütlerle ilişkili kesimler adeta bir sıkıyönetimin ilan edilmiş olduğu 1
Mayıs’ta aynı Taksim Meydanı’nı zorlarken yalnız kalmış ve ilerleyememişti. O
zaman da KöZ bu yalnızlaşmanın başlıca nedenleri arasında BDP’nin harekete
geçirdiği yığınlarının aktif bir rol almamış oluşuna işaret etmişti.
Bugün Gezi Parkı’ndan
başlayıp yayılan eylemlerin arkasında yaşam tarzına müdahaleye bir tepki olduğu
yaygın bir söylem. Halbuki 2013 1 Mayıs günü tüm İstanbulluların yaşam tarzına
görülmemiş bir saldırıyı ifade ediyordu; tüm İstanbul, İstanbulluların tümüne
neredeyse tamamen yasaklanmış durumdaydı. Ama o zaman bugün eylemlerde kendini
gösteren kitle de ortada yoktu. Bu bakımdan bugün gelişmekte olan eylemlere
asıl özelliğini veren unsurun daha önce kendini göstermemiş olan bu kitlenin
mahiyeti olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle de bu kitlenin nasıl ve neden
Mayıs ayı sona ererken ortaya çıkıp kendini müstesna biçimde gösterdiğini
anlamak üzere bu ayaklanmaya ön gelen olayların gelişimini hatırlamakta yarar
var.
31 Mayıs Gününe Nasıl Gelindi?
Taksim’in 1
Mayıs mitingine kapatılmasının ardından, İstanbul’un tümü de 1 Mayıs günü
İstanbullulara yasaklandı. Onu takiben medyada oldukça yankı bulan protestolara
rağmen, tarihi Emek Sineması’nın yıkımı 21 Mayıs’ta başladı. Bu direnişin
başarısız kalmış olmasına rağmen, Taksim Dayanışması, Gezi Parkı’nı yıkıp parkı
Topçu Kışlası kisvesi altında AVM’ye çevirme projesine karşı bir oturma eylemi
başlattı.
Tayyip Erdoğan,
3. Boğaz Köprüsü’nün temel atma töreninde Gezi Parkı’ndaki protesto eylemini
küçümseyen bir edayla ‘ne yaparlarsa yapsınlar, Gezi Parkı’ndaki düzenlemeler
yapılacak’ açıklamasını yaptı. Böylece polisin Gezi Parkı’na saldırması için
işareti de çakmış oldu. Üçüncü köprüye bilhassa Alevi Kürtlerin katili olan
Yavuz Sultan Selimiin adının ilan edilmesi de Erdoğan’ın kışkırtıcı saldırı
politikalarını sürdüreceğinin bir göstergesi idi.
Ardından
milyonlarca insana hakaret eden
açıklamalarla alkol satışı ve tüketimini kısıtlayan uygulama ilan edildi.
Erdoğan belli ki
belediye başkanlığı zamanından beri kursağında kalan heveslerini bir bir yerine
getirmeye niyetliydi. Bunu Fatih Altaylı’nın programında çok örtük olmayan bir
biçimde ifade etti. Erdoğan bir yandan şahsi ihtiraslarını ve hesaplaşmalarını
birer ferman gibi dile getiriyordu. Bir yandan da hem meclisteki yetersiz
sandalye sayısıyla giderek asabileşen bir tonla giderek daha provokatif bir rol
oynamaya başlamıştı. Mecliste istediği düzenlemeleri keyfince yapmasına
yetmeyen bir sandalye sayısıyla sonuçlanmış olmasına rağmen, sanki en büyük
zaferiymiş gibi ‘yüzde 51’ sandık skoru demagojisini sürdürüyordu. Bu Pirus
zaferiyle böbürlenerek, tüm toplumun efendisi gibi davranmaya hakkı olduğu
tekerlemesini ağzından düşürmemekte ısrar ediyordu. KZz, herkesin bir AKP
zaferi olarak gördüğü 2011 seçimlerinin hemen ardından Erdoğan’ın yitirdiği
siyasal güçle artan oylarının kendisinin Bonapartist eğilimlerini
kışkırtacağını tespit etmişti. Tam da bu nedenle gitgide gerilemesine rağmen,
Erdoğan öylesine kendine sevdalı ve kışkırtıcı bir söylem tutturmaktaydı ki,
aksini yaptığını zannederken geniş kesimlerin tepkilerinin birikmesini sağlayan
bir ajitasyonla tansiyonu adım adım yükselttiğinin farkına varmadı.
Sadece o değil,
bu şamataya eşlik eden
ve AKP’nin git gide güç kaybettiğini göremeyen medya manipülatörleri de aynı
körlük içindeydi. Onların etkisi altındaki tüm kesimler Mayıs ayının sonunda
AKP hükümetine karşı Türkiye siyasi tarihinde eşi görülmemiş bir başkaldırının
yaklaşmakta olduğunu fark edemedi.
ABD gezisinden
umduğunu bulamadan ve bir kez daha ‘fırça yemiş’ olarak dönen Erdoğan, bu kez
Adnan Menderes ve arkadaşlarını idama götüren 27 Mayıs Darbesi’nin yıldönümünde
bir demagoji kampanyası başlattı. Bir kez daha CHP ve İsmet İnönü’ye karşı
duygu sömürüsü yüklü bir kampanya yükselterek teselli bulmaya çalıştı. Öte
yandan yeri geldikçe Gezi Parkı’nın yerindeki Topçu Kışlası’nın Fatih Sultan
Mehmet tarafından yapıldığını ve İsmet İnönü tarafından yıkıldığını sık sık
tekrarlamaktan da geri durmamaktaydı. Böylelikle şimdilerde ‘Taksim Meydanı’nı
yayalara açmak üzere sıradan bir düzenleme’ olarak sunulmaya çalışılan Gezi
Parkı’nı yıkma projesini bizzat Erdoğan ve şakşakçıları farkında olmadan
politize etmekteydiler. Öyle olduğunu görmeleri için Mayıs ayının sonunda
bulutsuz bir gökte çakan şimşek gibi patlayan isyanın körleşmiş gözlerine
batması gerekiyordu.
30 Mayıs Günü
Gezi Parkı’ndakilerin Hiçbiri Böyle Bir Ayaklanmanın Patlak Vereceğini
Beklemiyordu
Doğrusu Gezi
Parkı’nda mütevazı bir protesto eylemi olarak başlayan oturma eyleminin Türkiye
siyasi tarihinin en büyük hükümet karşıtı başkaldırısına varacağını o eylemi
başlatanlar da akıllarından bile geçirmemişlerdi. Onlar da Gezi Parkı’nda
çadırlarını kurarken ve çadırlarına sahip çıkmaya çalışıp parktaki ağaçlara
muhabbetlerini asarken böyle bir gelişmeye vesile olacaklarının farkında
değildiler.
Bu protesto
eyleminin polise karşı çok sert bir direnişe dönüşmesine yol açan süreçte
önemli bir rol oynayan Sırrı Süreyya Önder de dozerin önüne çıkışıyla Gezi
Parkı’ndaki eylemcilere toplu isyana dönüşen bir direniş çizgisinin yolunu
gösterdiğinin farkında değildi.
Adeta Nazım
Hikmet’in Ceviz Ağacı şiirindeki gibi, polis de olanların ve olacak olanların
farkında değildi. Ama polis Sırrı Süreyya Önder’in arkasında BDP’nin kolaylıkla
seferber etmesine alıştığımız öfkeli yığınların olmadığının iyice farkındaydı.
Daha önce 1 Mayıs gününde de BDP kitlesinin sokakta olmayışından cesaret almış
olan polis, ilk bir iki yoklamadan da yanlış sonuçlar çıkardı. Bir direnme
olacağı bu ilk yoklamalarda belli olduğu halde, beklenmedik sertlikte ve
kararlı bir direnişin patlak vereceğini hesap edemeyen polis, bir yangına
dönüşeceğini asla ummadığı ateşin üzerine körükle gitmekten çekinmedi.
O nedenle, 30
Mayıs günü sabahın köründe, çadırları toplayıp ateşe verip, hala sönmeyen ve
yayılarak büyüyen bir yangının ilk kıvılcımını çaktı.
O sırada parkta
bulunan veya bulundukları yerlerden parka yönelen devrimciler de nasıl bir
gelişmenin öngününde olduklarını bilmiyorlardı. Daha önce defalarca polisle
çatışmaya girmiş, biber gazı ve tazyikli suyun ötesinde daha sert müdahalelerin
deneyiminden geçmiş belli bir akıma mensup olan veyahut olmayan deneyimli
unsurlar da aşina oldukları bir direnişi gösterdiler. Ama kendileri için sıradan
sayılabilecek bu davranışla, yan yana durmaya alışkın olmadıkları bir kitleye
deneyimlerini aktardıklarını ve bu deneyimden gelen cesareti aşıladıklarını
bilmiyorlardı. Bu suretle daha önce hiç içinde bulunmadıkları çapta ve tipte
bir ayaklanmanın başlangıcında olduklarının farkında değildiler.
Bu müstesna
deneyimi anlayabilmek için her şeyden önce, doğru sanılan bazı yanlışları
kavramak ve fazlaca düşünmeden tekrarlanan kimi temelsiz tekerlemeleri unutmak
gerekir.
Özellikle Gezi
Parkı’ndan başlayarak Türkiye tarihinin en büyük hükümet karşıtı kitlesel
başkaldırısına hayat veren direnişin anlamını ve sınırlarını görebilmek için
bunu yapmak şarttır. Bu eylem sarmalının temel eksikliklerinin ne olduğunu
kavramak ve bu deneyimden doğru dersleri çıkarabilmek için bu şarttır. Bilhassa
sansür tutumunu çabucak terk edip, asıl görevlerini (yani kamuoyunu yanıltma
işlevini) yerine getirmek üzere kameralarını bu eylemlere çevirmek zorunda
kalan medyanın olduğu kadar başından beri bu başkaldırıyı hükümet karşısında CHP’yi
güçlendirmek için manipülatif bir biçimde destekleyen TÜSİAD destekli medyanın
oyunlarını bozmak için de buna ihtiyaç var. Bu bağlamdaki efsanelerin belli
başlılarına ışık tutmak bu bakımdan yararlıdır.
Gezi Parkı’ndaki Protesto Eylemini Başlatan Kitle Apolitik Bir Kuşağı Temsil Etmiyor
Kuşkusuz Gezi
Parkı’ndan başlayarak yayılan ve süreklilik kazanan hükümet karşıtı isyan ile
ilgili en çok üzerinde durulan hususların başında, bu eylemlerin başlangıç
noktasında yer alan kitlenin esasen eylem içinde ve siyasal mücadelede görmeye
alışkın olmadığımız kesimleri ifade etmesi geliyor.
Bu kitle daha
çok apolitik kabul
edilir ve 12 Eylül rejiminin depolitizasyon tedbir ve uygulamaların halis
ürünlerinden biri olarak görülür. Mayıs ayının son günlerinden itibaren bu
efsanenin gerçek duruma tekabül etmediği anlaşılmış bulunuyor. Son gelişmelerle
kendini gösteren bu somut durumu sıcağı sıcağına değerlendirmek ve ne anlam
ifade ettiğini bilince çıkarmak önemlidir.
Her şeyden önce
yerli yerine oturtulması gereken şey, apolitik olmaktan anlaşılması gereken
şeyin ne olduğudur. Gezi Parkı’nda kendini gösteren ve herkesi şaşırtan
kitlenin apolitik bir kitle olduğunu bundan böyle kimse söylemeye cesaret
edemeyecektir. Ama bu vesileyle bu kitlenin nasıl bir politizasyonu ifade
ettiğini ve bunun sınırlarının ve zaaflarının hangileri olduğunu değerlendirmek
gerekiyor.
Genellikle
politize olmaktan anlaşılan belli bir siyasi akıma bağlılık ve aidiyet
göstermek olmaktadır. 12 Eylül Darbesi ve hala belli başlı kurumlarıyla hüküm
süren 12 Eylül rejiminin hedeflerinin başında kitlelerin örgütlenmesini,
bilhassa siyasal örgütlenmesini önlemek ve bunun için var olan devrimci siyasal
örgütlenmeleri baskı ve terörle ortadan kaldırmak geliyordu. Askeri cuntanın
hüküm sürdüğü koşullarda bu hedefe büyük ölçüde ulaşıldığını söylemek yanlış
olmaz.
Geçmişte yüz
binleri siyasi hedeflerle seferber etme yeteneğine sahip örgütlerin hepsi büyük
ölçüde etkisiz hale getirildi. Bu sürecin belki tek istisnası ve aykırı örneği
ise Kürdistan’da olmanın belirlediği dinamiklerin etkisiyle PKK’nin darbe
öncesiyle kıyaslanmayan yükselişi oldu.
Askeri cuntanın
yönetimi sivil emanetçilerine devretmesinin ardından Kürdistan’dan esen
rüzgarın da etkisiyle 12 Eylül’de dağılan örgütlerin neredeyse hepsi yeniden
toparlanmaya girişti. Ama bu kez birçokları 12 Eylül’ün yapamadığını yapan peş
peşe tasfiyecilik dalgalarıyla karşı karşıya kaldılar. Düzenin baskı güçlerinin
buna eşlik eden
saldırılarıyla yeniden ve peş peşe darbeler aldılar.
Sonuç itibariyle
hala varlıklarını öyle ya da böyle sürdürüyor olsalar da, bu örgütlerin hiçbiri
bir daha 80 önceki çaplarına kavuşamadı. Görece artan basın yayın ve iletişim
imkânlarına rağmen, geçmişteki politik etkilerine sahip olamadılar. Böylelikle
genç kuşakları düzenli bir biçimde saflarına katarak politize eden birçok akımın etkisi görece sınırlandı.
Aynı süreçte elbette sendikalar ve kitle örgütleri de bu etkenin hatırı sayılır
bir etkisiyle, bir daha 12 Eylül önceki çaplarına kavuşamadılar. Tabii aynı
nedenle kitlelerin, yeni kuşakların seferberliğinde ve siyasallaşmasında da
göreli ama hissedilir bir düşüş oldu ve bu hala sürmektedir. 12 Eylül rejimine
atfedilen ‘depolitizasyon’ esasen bu çerçevededir. Bir başka deyişle devrimci
ve sol örgütlerin siyasal etkisinin ve örgütlenme kapasitesinin budanması
suretiyle onların muhatabı olan yeni kuşakların da bu etkinin dışında kaldığı
bir dönem açıldı. Hem yerleşik akımların kimi eski taraftarlarının uzaklaşması
hem de yeni kuşakların etki alanının dışında kalmasıyla ‘apolitikleştiği’
söylenen bir kuşak büyüdü.
Bu sürece aykırı
olarak Kürdistan’da PKK vasıtasıyla yeni kuşakların geçmiştekinden de geniş bir
ölçekte siyasallaştığı ve hatta Türkiye tarihinde görülmemiş ölçekte bir siyasallaşma
göstermekte oluşu ise elbette ayrı tutulmalıdır. Hatta bu siyasallaşmanın
etkisi savaş veya ekonomik nedenlerle başlayan muazzam bir göç sayesinde belli
başlı kentlerde de varlığını göstermektedir.
Böylelikle büyük
kentlerin varoşlarında proletaryanın en çok ezilen kesimleri arasında diğer
kesimlerle kıyaslanmayacak bir siyasallaşma 90’lı yılların ortasından itibaren
kendini gösterdi. Bu varoşlarda zaman zaman irili ufaklı patlamalarla kendini
gösteren bir ‘patlayıcı madde’ birikti.
Ama BDP’nin Türkiyelileşme
söylemleri ve hedeflerine rağmen bu siyasallaşma halen ve esasen ‘Kürt sorununa
endeksli bir siyasallaşmayı’ aşabilmiş değildir. Newrozlarda seferber olan
yığınların 1 Mayıs vb. seferberlik durumlarında veya bugün görülmekte olan
eylemlerde aynı coşku ve yığınsallıkla yer almaması da hareketin örgütlü ve
disiplinli yapısının yanısıra bu durumu yansıtmaktadır.
Bütün bu
etkenlerin sonucunda gerek devrimci ve sosyalist akımların, gerekse de BDP’nin
etki alanında yer almayan, bununla birlikte düzen partilerine de itibar etmeyen
bir kitle oluştu.
Bu kitle gerek
devletin gerekse de devletin müsamahasıyla gelişen şovenist milliyetçi
akımların veya çeşitli renklerdeki reformist/tasfiyeci akımların etki alanına
da girmedi. Herhangi bir siyasi akıma bağlı olmadıkları için, gerek sağdan
gerekse de soldan apolitik olmakla küçümsenen bir geniş kuşak oluşturdu.
Doğrusu SSCB ve
benzerlerinin yıkılmasının ardından belli başlı siyasal akımların etkilerini
kaybettiği başka ülkelerde de 90’lı yıllardan beri, benzer bir gelişme
olmuştur. Bu etken de Türkiye’deki gelişmenin üzerine tuz biber eken bir başka
etken olmuştur.
Dünyanın başka
yerlerinde zaman zaman kendini gösterdiği gibi, nihayet Gezi Parkı’nda başlayan
ve görülmemiş çapta bir hükümet karşıtı başkaldırıya dönüşen eylemlerde
yıllardır ‘apolitik’ sayılan bu kitlenin sanıldığı gibi apolitik olmadığı
görüldü. Mevcut siyasal yapıların etkisinin dışında kendilerince bir
politizasyon içinden geçmiş olduğu anlaşıldı.
Demek ki söz
konusu olan tam anlamıyla bir apolitikleşme olgusu değildir. Mevcut siyasal
örgütlenmelerin kapasitesinin düşüklüğü ve türlü yetersizlikleri nedeniyle, var
olan politizasyon alanının dışında siyasallaşan bir kitle söz konusudur.
Üstelik bu kitlenin sadece gençlerden oluştuğu da doğru değildir. Aksine içinde
geçmişte muhtelif siyasal deneyimlerden geçmiş ve tasfiye dalgaları veya
başarısızlıklar sonucunda kendini siyasi akımların dışında bulmuş birçok unsuru
da barındırmaktadır.
Bu tablo
muhtelif renkleriyle Gezi Parkı deneyimi içinde kendini artık bir daha
unutulmayacak şekilde göstermiştir. Dolayısıyla bu olgunun adı doğru
konmalıdır: söz konusu olan bir apolitikleşme değil, örgütsüzleşmedir.
Örgütsüzleşme de bir apolitizasyona da değil devrimci temelde siyasallaşamamış
fakat burjuva toplumunun kendi iç çekişmelerinden ve yarattığı ideolojik
atmosferden etkilenen bir kitleye işaret eder. Nitekim Taksim başkaldırısındaki
kitle için söylenmesi gereken tam da budur. 1980’lerden farklı olarak kendi
içindeki siyasal mücadeleler nedeniyle burjuvazinin toplumu politize ettiği
koşullarda Taksim’deki kesimlerin bu politizasyondan uzak kalmaları mümkün
değildir. Bu politizasyonun iki ana eksenini de şöyle tanımlamak mümkündür:
Bunlardan
birincisi özellikle 2007’den beri TÜSİAD’ın AKP’nin karşısına dikmek istediği
CHP’ye ideolojik bir çerçeve olarak çizmek istediği fakat CHP’nin bir türlü
hakkıyla benimsemediği orduyla mesafeli bir AKP karşıtlığıdır. Taksim’de
harekete geçen kesimlerin işçi sınıfının AKP’nin saldırılarından ekonomik ve
siyasal olarak en çok muzdarip kesimler, yahut Cumhuriyet mitinglerinde kendini
göstermiş bir kitle değil, TÜSİAD medyasının propagandasına en açık kesimler
olması da bu gerçeği doğrulamaktadır. 2007’den beri burjuva basının kendi
tarzında yarattığı AKP karşıtı politizasyon bu kesimin siyasal talep ve ufkunu
belirleyen en önemli çerçeve olmuştur.
Bununla birlikte
sadece burjuvazinin kendi iç çekişmeleri değil daha öncede belirttiğimiz gibi
BDP’nin meclisteki varlığı ve burjuva siyasetine, belli sınırlar içinde,
müdahale ediyor olması ve bir siyasallaşma alanı yaratması da söz konusu
kitlenin BDP’ye yakın durmasını sağlamasa da gündemlerinin belirlenmesinden
önemli bir rol oynamıştır.
İkincisi ise 1999’dan
beri Türkiye’de hem burjuva basını hem de sol tarafından yeni ve bambaşka
toplumsal hareketlerin başlangıcı olarak tarif edilen küreselleşme karşıtı
hareketlerdir. Bu hareketlere yapılan güzelleme, Türkiye’de hiçbir zaman
benzeri kitlesellikte bir hareket yaratamamış olsa da, yine burjuvazinin ve
solun kamuoyu araçları aracılığıyla Taksim’de harekete geçen kitlenin eylem
repertuarını ve siyasal bilincini belirlemiştir.
Bu bakımdan söz
konusu kitlenin apolitik olduğunu söylemek yerine siyasallaşmasının devrimci
hareketler tarafından sağlanamadığını ifade etmek daha doğrudur.
Sorun bu biçimde
tarif edildiğinde ise söz konusu kesimlere kimi zaman aşağılayıcı ve
küçümseyici olan bir sıfat aramaktan önce demokrasi ve özgürlük mücadelesine
önderlik etme iddiasında olan örgütlenmelerin eksikliklerine dikkat çekmek
gerekir. Bunların iddia ettikleri niteliklere sahip olmadıklarına hükmetmek
gerekir.
KöZ’ün lügatinde
bu durum bir devrimci önderliğin bulunmaması biçiminde ifade edilmektedir.
Kendileri hakkındaki bu gerçeği teslim etmek yerine, kusuru kitlelerde
aradıkları müddetçe var olan örgüt veya partilerin bu niteliğe ulaşmaları
mümkün değildir.
Gezi Parkı’ndan
başlayarak yayılan başkaldırıya katılanların ‘apolitik’ olduklarını artık kimse
söyleyemeyecektir; ama bu tabloda asıl görülmesi gereken ve söylenmesi icap eden, muhtelif irili
ufaklı örgütlerden hiçbirinin iddia ettikleri niteliğe sahip olmadıklarıdır.
Zira Lenin’in
dediği gibi, Dreyfus Skandalı gibi bir olay bile devrimci bir önderliğin var
olduğu koşullarda bir devrimin patlak vermesi için yeterli olabilir. Eğer Gezi
Parkı’ndan başlayıp Türkiye’nin birçok yerine yayılarak süren hükümet karşıtı
başkaldırı kucaklanıp, siyasi hedeflerine yönlendirilemiyor ise, asıl sorun
yaşadığımız topraklarda Bolşeviklerinki gibi bir devrimci önderliğin
bulunmayışıdır.
Bu tespit
yapılmadığı müddetçe kendini parti yahut siyasi örgüt olarak gören akımların
bir gün kendiliğinden işçi eylemlerinin peşinde, bir başka gün Kürtlerin
kuyruğunda veyahut son günlerde olduğu gibi Gezi Parkı’ndan yayılan eylemlerin
peşinde sürüklenmekten kurtulmaları mümkün değildir. Oysa kuyruğunda
sürüklenilen bu tür hareketlerin her birinin temel eksiği ve ortak ihtiyacı da
başka bir şey değildir. Bugün Gezi Parkı’nda olduğu gibi, bu tür hareketler
benzer eylemlerin ortak deneyimlerini oluşturan hafızanın eksikliğinden ve
farklı kesimlerle eşgüdümün sağlanamayışından ötürü, her seferinde sınırlı bir
siyasallaşma çerçevesinde kalmaktan kurtulamayacaktır.
Somut bir örneğe
bakıldığında Gezi Parkı’nda eksik olan şeyin siyaset değil, örgütlenme
refleksleri ve deneyimi olduğu apaçık görülebilir.
Açıktır ki, Gezi
Parkı’ndaki eylemi gerçekleştirenler gerek polise karşı direnişi koordine
etmede gerek başka gündelik işlerin örgütlenmesinde dikkate değer ve
alışılmamış bir örgütlülük ve koordinasyon sergilemektedir. Bu çerçevede
başkaldıran kitlenin başlangıçtaki ideolojik ve siyasal çerçevenin ötesine
geçtiğini söylemek de mümkündür. Hatta farklılıkların, kimi zaman karşıt tutum
ve görüşlerin idare edilmesinde ve sorunların eylemin selametini sağlayacak
tarzda çözülmesinde de belli bir başarı olduğu söylenmelidir.
Ama hükümetle
eylemciler adına görüşmeye giden heyette eylemdeki ağırlıklarına orantılı
biçimde temsil edilmedikleri de apaçıktır.
Eylemde yer
alanlar yiyecek işini, eylemde ve günlük yaşamda dayanışmayı ve nöbetleri
organize ederken adeta tereyağından kıl çeker gibi hareket edebilmektedir.
İletişim konusunda da çok süratli ve etkilidirler. Ama temsil
edilmemektedirler. Bir konsey olarak toplanıp kendi temsilcilerini seçme, talep
ve görüşlerini seçip denetledikleri ve geri alabildikleri temsilciler
vasıtasıyla dile getirmeye yönelememektedirler. Bu durumda da koca bir
kalabalık oluşturan tek tek bireyler olarak kalmaktadırlar. Uzağında durdukları,
yahut bizzat içinde olmadıkları başka kurum ve kuruluşların kendileri adına
hareket etmesinden rahatsız olsalar da buna razı olmaktadırlar.
Bu bir
apolitiklik değilse de burjuva siyasetine karşı mücadele edecek net bir siyasal
çerçevenin ve bu temelde bir siyasal örgütlenmenin eksikliğine işaret eder. Bu
deneyimde görülmesi ve ders çıkarılması gereken hususlardan biri budur. Bu ders
önemlidir zira bu müstesna deneyim burada kalacak değildir. Bundan sonra yine
beklenmedik biçimde ve muhtelif nedenlerle tekrar edeceğinden kuşku
duyulmamalıdır. O takdirde sadece bu süreçte etkisiz olan örgütlü çevreler
bakımından değil, bu eylemlerin gelişmesinde bizzat yer alan kitleler için de
ilerisi için çıkartılabilecek ve çıkartılması gereken dersler vardır.
Tablonun Eksiği, BDP’nin Temsil Ettiği Emekçi Yığınlar
Gezi Parkı’nda
başlayıp, yayılarak genişleyen ve aşağı yukarı ülke çapında bir hükümet karşıtı
başkaldırıya dönüşen isyanın yaşadığımız topraklarda bugüne kadar görülmüş en
büyük kitlesel başkaldırı olduğunda şüphe yoktur.
Hükümete karşı
kitlesel bir başkaldırıya katılanların sosyolojik bir tahlili bu başkaldırı da
kimlerin bulunduğu kadar kimlerin eksik olduğunu görmeye yarasa da bu türden
tahlillerden hareketin siyasal ufkunun sınırlarına dair çıkarımlarda bulunmak
akla ziyandır. Maalesef sınıf analiz yaptığını söyleyen çoğu sol akımın
basmaktan kurtulamadığı bir tuzaktır. Zira hükümete karşı bir kitlesel siyasal
başkaldırıya toplumun her kesiminden unsurların değişik saiklerle ve değişik
yollardan gelerek katılması gayet tabiidir. Aksi takdirde böyle bir kitlesel
başkaldırıdan söz edilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla böylesi bir kitlesel
eylemliliğin içinde kimlerin olduğuna bakıp bunları ayrı ayrı tasnif etmek
yerine asıl hangi unsurun eksik olduğu üzerinde durmak ve buradan hareketle söz
konusu eylemleri devrimci bir temelde büyütmek ve burjuva toplumunu kökten
sarsıcı bir düzeye ve çizgiye taşımak için devrimcilerin önünde duran görevleri
tanımlamak gereklidir. Gezi Parkı!nda tetiklenen eylemlerin mahiyeti kadar
sınırlarını kestirmek için de kafa yormak gerekir.
Bu tip
yaklaşımların yanılgısı sadece söz konusu eylemlerin ne olduğunu kavrama
noktasında değil daha çok işçi sınıfının kapsamı bağlamındadır. Genellikle bu
gibiler işçi sınıfının esas itibariyle sendikalı veya sendikaların hedef
kitlesi olan kesimlerden ibaret olduğunu yahut sınıfın belirleyici bölüğünün
bunlara indirgenebileceğini düşünenlerdir. Dolayısıyla bu gözlükten bakanların
Gezi Parkı’ndan başlayan eylemler sarmalında neyin eksik olduğunu araştırmadan
önce işçi sınıfı hakkındaki kendi tanımlarında neyin eksik olduğunu kavramaya
ihtiyaçları vardır.
Kaldı ki tamamen
tesadüf olsa da, KESK’in ilan etmiş olduğu grevler tam eylemlerin ortasına denk
gelmiştir. Sadece KESK değil, başka sendikalar da beklenebileceği gibi,
grevlerle bu eylemleri buluşturma iradesini ortaya koymuştur ve Gezi Parkı’ndaki
eylemciler de buna sevinçle hüsnü kabul
göstermişlerdir. Ama bu buluşma eylemlerin çapını ve temposunu hissedilir bir
biçimde arttırmadığı gibi, eylemlerin grevlerin hedeflerine yaklaşmasına gözle
görülür bir katkısı olmuş değildir.
Daha ilginci bu
buluşmaya rağmen eylemlerin sınıf karakteri hakkındaki saptamalar
değişmemiştir. Eylemlerde işçi sınıfı faktörünün olmadığını söyleyenler aynı
tekerlemeyi tekrar etmeyi sürdürmüşlerdir.
Gezi Parkı’ndan
başlayan eyleme işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin damga vurmadığı
aşikardır. Ama emekçilerin bu kesim dışında kalan en dinamik bölüğünün damga
vurmadığı da açıktır. Birincisinin somut bir olasılık olmadığı KESK grevleri
sırasında bir kere daha görülmüştür. İkinci olasılık ise BDP’nin eylemlere
ilişkin nasıl bir tutum alacağına bağlıdır.
O takdirde
sadece eylemlerin sınıf niteliği değil, AKP’nin kaderinin neyle tayin edileceği
de değişecektir.
15-16 Haziran
1970’de bugünlerde gördüğümüz türden bir hükümet karşıtı ayaklanmanın
fabrikalardan başlayarak iki gün boyunca belli başlı sanayi merkezlerini sarmış
ve idare binalarını kuşatmış olduğu doğrudur. Bugün böyle bir gelişmenin
olmadığı da apaçıktır. Oysa 15-16 Haziran’daki işçi ayaklanmasının kıvılcımı
DİSK’e yönelik saldırılardı ve bugün DİSK’in de mevcut eylemi desteklediği sır
değildir. Ama sorun yıllar önce sokaklara dökülen işçilerin bugünkü eylemlerle
buluşup buluşmama konusundaki iradesizliği değil, o zaman onları sokağa
dökebilen siyasal aktörlerin bugün mevcut olmayışıdır.
Bugünkü DİSK
işçileri Gezi Parkı eylemiyle buluşmak üzere sokağa dökecek çapta bir örgüt
değildir; çoğu zaman yapabileceği kadarını bile yapmaktan geri duran bir
çizgidedir. Aslında 15-16 Haziran’da da işçileri sokağa döken DİSK olmamıştı.
İşçiler temas içinde oldukları devrimcilerin etkisiyle veya kendiliklerinden
DİSK için sokağa dökülmüşlerdi. Bugünkü DİSK’e gelince, daha birkaç hafta önce,
1 Mayıs’ta Taksim’e çıkma iddiasında bulunduğu halde, işçi sınıfının ne
kadarlık bir kesimini ne ölçüde harekete geçirebildiği besbellidir. DİSK’in
veya herhangi bir başka sendikal örgütlenmenin işçi sınıfının önemli
bölüklerini mevcut eylemlere katma iradesi ve yeteneği yoktur. Ama zaten işçi
sınıfı da onların temsil edebileceği sınırlı kesimlerden ibaret değildir. O
nedenle de bugünkü ayaklanmada eksik olan unsuru görmek için sendikal harekete
bakmak abesle iştigaldir.
Emekçilerin en
dinamik ve en siyasallaşmış kesimlerini esasen kimin temsil ettiğini ve hangi
öznenin bu kesimleri seferber etme yeteneğine sahip olduğunu görmek
isteyenlerin bakması gereken yer KöZ’ün öteden beri işaret ettiği yerdir.
Geçtiğimiz
yıllarda Newroz alanlarını dolduran yüz binler hangi sınıfın parçasıdırlar?
Onların sınıf aidiyetlerini anlamak için hangi dili konuştuklarına, nereden
geldiklerine ve hangi siyasi hedeflerin peşinde olduklarına bakmak ne zamandan
beri Marksist bir tahlilin kalkış noktası olmaktadır? Elbette ki İstanbul gibi
bir sanayi merkezinde yüzbinlerce Kürdü hareket geçirdiğiniz takdirde, bunların
ezici çoğunluğunun proleterlerden oluşması kaçınılmaz ve tartışmasızdır.
Bu kesimler işçi
sınıfının pek çokları tarafından görülmeyen kesimlerini oluşturmaktadırlar.
Evde çalışan kadınlar, inşaat, tekstil, temizlik, gıda vb. kayıt dışı
çalışmanın neredeyse egemen olduğu sektörlerde geçici ve güvencesiz olarak
çalışan muazzam bir kitle, söz konusudur. Hem muhtelif işlerde yarım zamanlı
çalışıp hem öğrencilik yapanlar, bazan işsiz kalıp bazan iş bulanlar.
askerliğini yapana kadar sabit bir işte düzenli çalışmayanlar vs. bu kesimler
arasındadır. Bu kesimlerin ağırlıklı bir bölüğünün savaş ya da başka nedenlerle
kentlere göçmüş Kürtlerden oluştuğu da sır değildir. Zaten başka ülkelerde de
bu kesimler genellikle göçmenlerden ve gençlerden teşkil etmektedir.
İlginçtir, 1995
Gazi Ayaklanması patlak verdiğinde, fabrikalara ve sendikalı işçilere
odaklanmış soldaki akımların hemen hemen hepsi bu ayaklanmanın bir proleter
ayaklanma olduğunu görmedi. O zaman da işçi sınıfının eylemin içinde
bulunmayışından şikayet etmek revaçtaydı. Oysa bırakalım büyük küçük
fabrikalardaki sendikalı-sendikasız işçileri, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma,
bilhassa solun bu miyopluğunun da etkisiyle sınıfın aynı kesimlerinin hepsine
dahi sirayet edemedi. 1 Mayıs Mahallesi ve kısmen Gülsuyu’na sıçramış olsa
bile, başka benzer varoşlara sıçrayamadı. Tamamen İstanbul çerçevesinde kalarak
sonlandı. Ama buna rağmen 95 ve 96 1 Mayıslarına damgasını vurarak yeni bir
dönemin açılışını temsil etti.
Kuşkusuz bugün
Gezi Parkı’ndan başlayarak gelişen ayaklanmanın Gazi Ayaklanması ile bir
benzerliği yoktur. Ne gelişme seyri ne de bileşimi bakımından bir ortaklığı
yoktur. Ama bu benzemezlik bu iki olayın da hükümet karşıtı birer ayaklanmayı
ifade ettiğini görmezden gelmemizi gerektirmez.
Üstelik Gezi
Parkı’ndan başlayıp yayılan ayaklanma kıyas kabul etmeyecek kadar daha büyük çaplıdır.
Bununla birlikte, asıl önemli eksiği 1995’te Gazi’de kendini gösterip, peşinden
gelen 1 Mayıslara rengini veren kitle 2013’teki ayaklanmada kendini henüz göstermiş
değildir.
Geçtiğimiz
yıllarda Newroz alanlarında bütün haşmetiyle gördüğümüz kitle de aynı kitledir;
bugün sözkonusu hükümet karşıtı başkaldırıda görülmeyen asıl büyük kitle budur.
Üzerinde durulması gereken eksik budur.
Kuşkusuz bu
kesimlerin sözkonusu eylemlerle buluşmamış olmasının nedeni sosyolojik
değildir. Zira hiç kuşkusuz bugün sokaklara dökülen yüz binlerin içinde işçi
sınıfının bu kesimlerinden gelenlerin sayısı az değildir, bilhassa eylemler
varoşlara doğru sıçradıkça bu oran
artmaktadır da. Demek ki bu eksikliğin nedenini başka yerde aramak gerekir;
orada bulunacaktır. İşçi sınıfının en dinamik ve en siyasallaşmış kesimlerinin
bugünkü siyasal başkaldırıda yer almayışlarının nedeni politiktir.
İşçi sınıfının
bu kesimlerini bilhassa mevcut eylemlerin merkezi olan İstanbul’da harekete
geçirme yeteneğinde olduğunu defalarca göstermiş olan BDP bu eylemlere şimdilik
dışarıdan destek vermekle yetinmektedir. Oysa Gezi parkındaki direnişin
başlamasında BDP vekili Sırrı Süreyya Önder’in hatırı sayılır bir rolü olduğu
ve BDP İstanbul vekilleri kadar BDP teşkilatlarının eylemlerin başından beri
daima hazır bulundukları da sır değildir. Ama BDP’nin harekete geçirebileceği
yığınları imkansızlık nedeniyle değil, bilinçli olarak ve bazı yersiz refleksleri
bahane ederek harekete geçirmediği de açıktır.
Demek ki Gazi
Ayaklanması’nda ve başka pek çok örnekte dolduğu gibi bugün de kendini gösteren
ikinci büyük eksik de Bolşeviklerin mirasına sahip bir devrimci önderliğin
bulunmayışıdır. Öncelikle emekçilerin bu görünmeyen kesimleri arasında
çalışmaya önem veren KöZ’ün asıl öncelikli ödevi de bu eksiğin giderilmesidir.
Gezi Parkı ve Taksim’de Şovenist Unsurların Varlığı bir Mazeret Olamaz
BDP’nin tabanını
bu eylemlere katmaktan imtina etmesi ve dışarıdan destek vermekle yetinmesini
eylemlerin karakteri ile veya halihazırda seferber olmuş olan kitlenin niteliği
ile izah etmek temelsiz ve nafile bir çabadır.
BDP çevresinden
unsurlar bazan resmen, çoğunlukla da gayrı resmi olarak eylemlere aktif ve
kitlesel olarak katılmayışlarının nedenini eylem alanlarına hakim olan şoven
milliyetçi bir hava ile izah etmektedir. Bu bahanenin iler tutar yanı yoktur.
Bilakis esas
olarak orada BDP’nin harekete geçirebileceği kitle eksik olduğu için, başka bir
ortamda bu kadar etkili bir siyasi rol oynaması mümkün olmayan İP’li ve
(AKP’nin Gezi Parkı’nı yıkma projesine oylarıyla destek vermiş oldukları için
mahcup durumda olduklarından) onların arkasına gizlenen CHP’li unsurlar zaman
zaman öne çıkmaktadır.
Hatta
başlangıçta tam bir sansür uyguladıktan sonra mecburen eylemleri ekranlarına ve
sayfalarına taşımak zorunda kalan medya kanallarının kasıtlı olarak bunları öne
çıkardıkları ve olduklarından fazla gösterdiklerini de unutmamak gerekir.
Yer yer BDP’ye
ve BDP’lilere saldırıların olduğu da doğrudur. Ama bunun asıl nedeni o
kalabalıkların içinde BDP’nin sembolik olarak yer almış olmasıdır. Üstelik bu
durumlarda bile eylemlerin asıl gövdesini oluşturan kitlenin bu tür taciz ve
saldırılara müdahale ederek önünü kestikleri de unutulmaması gereken bir başka
vakıadır.
Bu tür açıkça
şoven ama abartılmaması gereken durumlar bir yana, eylemlerde Türk
bayraklarının hakim olduğu da doğrudur. Ama bu durum eylemin siyasi niteliğine
dair bir işaret olarak görülmemelidir. 15-16 Haziran’da jandarmanın üzerine
yürüyen kitlelerin ellerinde Türk bayraklarının olduğunu da unutmamak gerekir.
Bu bayraklar, daha çok spor karşılaşmalarında da sık sık görülebilen türden bir
dekor gibi algılanmalıdır. Kaldı ki, BDP’nin halihazır çizgisi bakımından Türk bayraklarının
bir mazeret olması da söz konusu olmasa gerekir. Komünistler de elbette böyle
bir ayaklanmada ‘ay yıldızsız kızıl bayrakların’ dalgalanmasını tercih ederler;
ama bu bağlamda böyle bir şeyi tartışmak yersizdir. Ayrıca herkesin kendi
bayraklarını dalgalandırmasına bir engel de yoktur.
Demek ki,
eylemlerde şovenist unsurların ve Türk bayraklarının varlığı BDP’nin eylemlerde
aktif ve kitlesel olarak yer almayışını izah eden
kabul
edilebilir bir mazeret değildir. Zaten asıl neden de burada değildir.
BDP de her gözü
gören kimse gibi böyle bir katılımın ardından mevcut ayaklanmanın gerçekten AKP
hükümetini süpürecek bir harekete varacağının farkındadır ve asıl olarak yerine
neyin geleceği belli olmayan böyle bir olasılığı endişe ile karşılamaktadırlar.
Bu durumu sadece
şu andaki sözüm ona ‘çözüm süreci’ ile izah etmek de doğru olmaz. Zira BDP
AKP’yi geriletme yeteneğindeki başlıca siyasi aktör olmasına rağmen, bu süreç
başlamadan önce de AKP’ye karşı sokaklardan yükselen ve siyaset arenasında da
karşılığı olan bir ana muhalefet rolünü oynamaktan daima kaçınmıştır.
Bu itibarla bu
tutum öncesiyle birlikte ele alındığında ‘çözüm süreci’nin geçerli bir gerekçe
olmaktan ziyade, zaten varolan bir tutuma bugün bulunan bir bahane olduğunu
söylemek gerekir. Ama mevcut durumda bu tutumun süreceği de o kadar kesin
değildir.
Bu nedenle bu
konunun üzerinde durmak, BDP saflarında yaygın olduğu anlaşılan ve daha önce
Leyla Zana’nın yankı uyandıran açıklamasına da yansıyan bir yanılgıyı düzeltmek
gereklidir.
Bu yanılgı esas
olarak AKP’nin ve onun kaderinin yanlış değerlendirilmesinden ve ‘çözüm
sürecinin’ AKP’nin bir açılımı olduğu hakkındaki yanılsamadan ileri
gelmektedir. Bu yanılsama yüzünden bu sürecin AKP’siz yürüyemeyeceği hakkındaki
yanlış kanaat yaygındır.
Ama AKP’nin
bilhassa yol almaya devam eden
ayaklanmanın da etkisiyle ivmelenen bir gerileme içinde olduğunun görülmemesi
mümkün değildir. BDP’nin bu ayaklanmanın dışında kalmasıyla bu gerilemenin
tersine dönmeyeceği besbellidir.
Aksine, düşmekte
olan AKP’nin düşüşüne BDP aktif olarak katkı koymadığı takdirde iki olumsuz gelişme
birden olur. Bir taraftan AKP giderek gericileşip saldırganlaşır. Kendine
hizmet etmeyen her türlü demokratik gelişmenin önünü baskı tedbirleriyle
tıkayan bir tutumu benimser. Bu doğrultuda ittifaklar arayan bir konuma
sürüklenir. Diğer taraftan da AKP karşıtı muhalefet içinde ondan daha az gerici
olmayan kesimlerin kaybettikleri ağırlığı peyderpey kazanmasına yol açan bir
alan açılmış olur.
Hükümet Geri Adım Atmıştır ve Atmaya Devam Edecektir
Hükümet AVM
projesinden geri adım atmakla kalmayıp, polisin sert saldırısına maruz kalan
Gezi Parkı’ndaki direnişçilerden özür dilemek zorunda kalmıştır. Polis
Taksim’den çekilmiştir. Ama Gezi Parkı’nın ve AKM’nin yıkılması hala
gündemdedir. Polisin başka alanlarda ve şehirlerde destek eylemlerine saldırıları
da görece yumuşayarak da olsa sürmektedir.
Bu nedenle bu
geri adımın yanlış yorumlanmaması bir kesin zafer gibi görülmemesi gerekir.
Geri adım atmasına rağmen kuyruğu dik tutmak isteyen hükümet bu manevralarla
toparlanıp, eylemcileri bölerek bu başkaldırıyı bastırma gayretindedir. Eylem
içinde polise ve hükümete karşı birleşen, aslında başka bir yerde başka bir
nedenle ve başka bir biçimde bir araya gelemeyecek unsurları birbirlerinden
ayırıp birbirlerine düşürerek bu hükümet karşıtı başkaldırıyı savuşturma
arayışı içinedir.
Bunun için
başvurduğu yol çoktan beri bilinen bir tekerlemeyi tekrarlamaktan başka bir şey
değildir:. ‘Aşırı uçların, marjinal grupların provokatörlerin eylemi
saptırmasına izin vermeyin!’. Bu ayaklanmayı tetikleyen Başbakan’ın vurucu
kuvvetlerinin başı Muammer Güler’in bulabildiği bu çok çiğnenmiş sakızdan başka
bir şey değildir. Polisin başı bu suretle eylemcileri bölüp birbirlerine
düşürebileceğini sanmaktadır.
Oysa bu çare,
çare değildir. Zira bu birbirlerinden farklı görüş ve duruşları olan kesimleri
bir araya getiren, ayrım yapmadan üzerlerine saldıran polisten başkası
değildir. İlk saldırının ardındaki bahaneyle bugün gevelenmekte olan tıpatıp
aynıdır.
Ama yüz binlerce
birbiriyle bağdaşmaz insan bir kez aynı biber gazına maruz kalmış, aynı copu ve
tazyikli suyu yemiş, aynı plastik veya gerçek mermiye yahut gaz fişeğine hedef
olmuştur bir kere. Birbirlerini kollamayı birbirlerinin yarasını sarmayı ve
ellerindeki taşı aynı hedefe birlikte savurmayı öğrenmiştirler bir kere. Ortak
sofra kurup birlikte halay çekmeye alışmıştırlar. Eylem içinde şekillenip pişen
bu dayanışmayı birilerine havuç gösterip diğerlerine sopa sallayarak kırmak
mümkün değildir.
AVM projesini
geri çekip, ‘çevreye duyarlı eylemciler’den özür dilemekle bu isyanı durdurabileceğini
sanan hükümet yanılmakta ve kendi bildiğini de unutmaktadır. Zira bu olayların
Gezi Parkı projesine karşı çıkmakla alakası olmadığını, esasen hükümete ve
başbakana karşı bir isyan olduğunu söyleyen kendileri değil miydi? Mademki
yayılarak sürmekte olan bu eylemler hükümet karşıtıdır ve birbirlerinden farklı
nedenlerle ve farklı hedef ve biçimlerle de olsa eylemciler hedef tahtasında
AKP hükümetini ve onun baskı aygıtlarını görmüştürler bir kere, bu eylemlilik
bu niteliği ile sürecektir ve sürmelidir.
Öte yandan
hükümet çevreleri geri adım atarken ve güya kabahatini teslim ederken bile
yalan söylemeye devam etmektedir. ‘Yasa dışı eylemlere, şiddete dayalı
eylemlere izin vermeyiz’ ve şiddete dayalı eylemler veyahut ‘vandalizm’
anlamına gelen eylemler nedeniyle haklı taleplerle başlayan eylem çığırından
çıkmıştır’ derken sanki söz konusu olanı polise direnenlerin yaptıkları imiş
gibi göstermek istiyorlar. Oysa açıktır ki eylemlerin başlamasına neden olan
asıl ‘şiddete dayalı eylemi’ yapan polistir. Olayların büyüyerek gelişmesini
tetikleyen kıvılcım bu şiddete dayalı eylemden başka bir şey değildir.
Kaldı ki,
eylemlerin Gezi Parkı ve civarının ötesine taşmasının üzerinden çok zaman
geçti. İstanbul’un varoşlarında başka şehirlerde başlayan ve az çok aynı
sertlik ve kararlılıkla süren ve yayılan eylemlerin Gezi Parkı’ndaki ağaçları
korumakla pek az ilgisi olduğu açıktır. Aksi takdirde polisin saldırmasını
beklemeden başka yerlerde de o protesto eylemiyle dayanışma amaçlı girişimler
olurdu. Yayılan eylemler açıktır ki polisin saldırısına karşı gösterilen sert
ve kararlı direnişin tetiklediği ve bu direniş ile dayanışma amacıyla başlayan
elbette AKP karşıtlığı çizgisinde buluşan eylemlerdir. Bu nedenle polisin Gezi
Parkı ve Taksim civarından çekilmesiyle eylemlerin yayılması önlenememiştir.
Aksine, Taksim’de değilse bile başka alanlarda direnenlere saldırılar sürdükçe
direniş de sürmekte, büyümekte ve yayılmaktadır.
Kuşkusuz
eylemler yayılma eğilimi gösterdikçe, solun değişik kesimlerinin giderek daha
fazla eylemlerde yer aldığı ve bir bakıma eylemlerin yayılmasının ardındaki
etkenlerden birinin de bu olduğu açıktır.
Bu tabloya
bakarak hükümet zorla bastıramadığı eylemleri Gezi Parkı ile diğer alanları
birbirinden ayırarak engelleme çabasındadır. Ama bu çaba nafiledir. Zira
eylemler herkesin gözünde gerçek ismini bulmuştur: Bu eylemler AKP karşıtı bir
başkaldırıyı ifade etmektedir. Bu eylemlerin yatışması için hükümetin evvela
bunu teslim edip bu başkaldırıyı muhatap alması gerekir.
‘Evet biz mesajı
aldık AVM projesini gözden geçireceğiz’ demekle sorun çözülmez. ‘Müfettişler
görevde, aşırı güç kullanımının sorumlularını araştırıyoruz’ oyalamacasıyla da
bitmez. Zira aynını hükümetin Hrant Dink davasını nasıl örtbas ettiğini,
Roboski Katliamı’nın üzerini nasıl örttüğünü herkes gibi bugün eylem halinde
olanlar da bilmektedir. Müdahale emrini veren ve bu tutumu sürdürenler
bellidir: Emniyet Müdürü, Vali ve İçişleri Bakanı hiyerarşisi içinde
sorumluların kimlikleri besbellidir ve bunlar derhal görevden alınmalıdır. Bir
müzakere olacaksa da bu noktadan sonra başlamalıdır.
Bu durumda
Erdoğan köşeye sıkıştıkça hırçınlaşmakta ve Gezi Parkı’ndan başlayıp yayılan
ayaklanma karşısında geri adım atmak zorunda kaldıkça daha sert bir tutum
benimseme eğilimine yönelmektedir. Eylemcileri ‘masum gençler’ / ‘marjinal
unsurlar’ diye bölmek üzere bir tarafa havuç uzatıp arkasında sopayı hazır
tutan AKP’nin iki yüzlü tutumunun da görülmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla
AKP hükümetinin herhangi bir demokratik çözüm planının bir tarafı olamayacağı
besbellidir. Bu nedenle BDP’nin de demokratik bir çözüm sürecinin belirleyici
öznesinin kendisinin temsil ettiği güçlerden başka bir yerde olamayacağını ve
bu rolü oynayabilmek için AKP’yi karşısına alarak mevcut ayaklanmanın aktif bir
parçası olmak zorunda olduğunu kavramaması mümkün değildir. Bu nedenle sorunun
bu yanına ışık tutmak gerekir.
‘Çözüm Süreci’ AKP’nin Planı Değildir, Akıbeti AKP’ninkine Bağlı Değildir
BDP çevresinde
ve tabanında ‘Kürt sorunu’ doğrultusunda bir çözümün AKP iktidarı altında
olabileceğine ve AKP’nin düşmesi halinde bu yolun önüne engeller çıkacağına
dair yaygın bir yanlış kanaat vardır. Bu esasen AKP’nin başlangıçtan beri
kullandığı başlıca sermayeyi oluşturan bir demagojidir. Asıl gerçek; AKP’nin
baştan itibaren duruma ve güç dengelerine göre kah ‘açılım’, ‘çözüm’ vb.
diyerek kah imha çizgisine yönelerek ‘Kürt sorunu’nu kullanmakta oluşudur. Hele
bugün AKP’nin somut ve içi doldurulmuş bir ‘çözüm’ paketi olmadığı her
zamankinden daha açık görülmelidir.
Her şeyden önce
AKP bugün ‘çözüm süreci’ denen süreci kendisi açmış değildir. Önce açlık
grevlerinin basıncıyla Abdullah Öcalan’ı muhatap almak ve ardından esas olarak
bölgede istikrar sağlanmasına ihtiyacı olan ABD’nin zorlamasıyla bir müzakere
sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle kendine ait bir çözüm paketi dahi
yoktur.
AKP’nin açıkça
dile getirdiği tek şey esas olarak gerilla birliklerinin Türkiye dışına çıkmasından
ibarettir; ve bu süreç çoktan başlamıştır. Kaldı ki bu Erdoğan’ın planı değil,
yıllar önce Öcalan’ın dile getirdiği ve bugün de tekrar ettiği şeyden başka bir
şey değildir. Üstelik Erdoğan bunu dahi esas olarak sağ seçmen tabanına hitaben
ifade etmeyi sürdürmektedir. PKK’nin kendi inisiyatifiyle düzenli bir biçimde
geri çekildiğini örtbas etmek istemektedir. PKK’ye geri adım attırarak sınır
dışına çekilmeye zorladığını ve bu sayede ‘artık şehit cenazelerinin durduğunu’
iddia etmektedir. Aslında devamlı Washington’dan ayar çekilerek yürüttüğü
süreçte güya inisiyatifi elinde tutma rolü oynarken, hamaseti elden
bırakmamakta saldırgan üslubunu ve tutumlarını sürdürmektedir.
Oysa ilk adımı
PKK attığı halde, devletin atacağı adımın hangisi olduğu belli bile değildir.
Gezi Parkı’nda ve sonrasında hükümetin baskı güçlerinin nasıl bir üslup ve
yöntem kullandığına bakıldığında ‘dağdaki silahlı mücadeleyi bırakıp ovada
siyaset yapmaya’ davet edilenlere karşı bu hükümetten gelecek adımların neye
benzeyeceğini tasavvur etmek zor değildir.
AKP esasen güç
kaybetmektedir ve Mayıs ayının sonundan itibaren bu süreç ivmelenmiş
durumdadır.
Bugüne kadar
AKP’den oy çalmayı başaran yegane odak BDP’nin ağırlık merkezinde olduğu
odaktı. AKP’nin yeniden toparlanmak için de bu odağı siyaset zemininde
nötralize etmeye ve tercihan oylarını kendi hanesine aktarmaya ihtiyacı vardır.
Seçim barajını kaldırmadan BDP’yi seçime girmeye zorlamak bunun en kestirme
yoludur. Bu bakımdan bir yandan seçim barajına dokunmayan, anayasayı rafa kaldırmaya
hazırlanan AKP’nin ‘çözüm’ planından ne beklediğini anlamak için başka yere
bakmaya hacet yoktur.
AKP’nin çözümden
ne beklediği bir yana kelimenin gerçek anlamına az çok benzeyecek bir ‘çözüm’ün
asgari çerçevesi; şu anda BDP’nin ve halihazırda eylemlere katılanların önemli
bir kesiminin de razı olacağı AB standartlarıyla sınırlı bir
demokratikleşmedir. Ama BDP kendi kendini devreden çıkarmadığı takdirde, böyle
bir çerçevenin AKP’nin büsbütün aleyhine olacağı besbellidir. Barajın
kaldırılmasıyla gidilebilecek bir seçimde AKP hem baraj nedeniyle sağdan
topladığı oyları kaybedecektir; hem BDP’nin kendisinden kopardığı ve koparacağı
oylar artacaktır; hem de son gelişmelerle kaybedeceği önemli bir oy sayısı
olacaktır. Bütün bunları hesap edersek, AKP’nin böyle bir ‘çözüm’ ile iyice
gerileyeceği besbellidir.
O halde AKP’nin
‘çözüm süreci’nden beklentisinin ne olduğu da besbellidir: AKP bu sürece kendi
paçasını kurtarmak için muhtaçtır ve beklentisi BDP’nin seçim zemininde
karşısında olmamasıdır.
Öte yandan eğer gerçekten herhangi
bir ‘çözüm süreci’ söz konusu edilecek ise, böyle bir çözüm planının AKP’nin
bir planı olmadığı bellidir. AKP’nin tekelinde olmadığı da apaçıktır. Bu planın
ana hatları bir yandan Washington
tarafından, bir yandan da sınıf mücadelesinin damga vuracağı güçler ilişkisi
tarafından belirlenecektir. Bu bakımdan daha şimdiden böyle bir çözümün bir
hükümet meselesi olmaktan çıktığı ve bir devlet meselesi haline geldiği açık
olmalıdır. Mevcut hükümetin bileşimi değişse de, yerine yeni bir hükümet gelse
de bu planı takip etmek zorundadır.
Bunun tek
istisnası MHP’nin aradığı ve son gelişmeler üzerine verdiği destekten
anlaşılabileceği gibi saldırgan bir AKP/MHP ittifakıdır. Sanıldığının ve
bilhassa bugünlerdeki tablonun gösterdiği gibi ‘Cumhuriyet Mitingleri’
zamanındakine benzeyen bir CHP/MHP ittifakının başarı şansı bir yana, tasavvur
edilmesi bile mümkün değildir. Zaten basında ve hükümet çevrelerinde iddia
edildiği gibi, Gezi Parkı’nda Cumhuriyet Mitingleri’ndekiyle hiç benzerliği
olmayan bir ortamın bulunduğu da apaçıktır.
Ancak MHP
AKP’nin çok daha şoven ve saldırgan bir hatta ilerlediği son iki yılda böyle
bir ittifaka yanaşmamıştır. Yanaşmasına gerek yoktur zira halihazırda ABD’nin
dayattığı politikaların tüm sorumluluğunu taşıyan AKP’nin milliyetçilikte
MHP’den rol ve oy çalması mümkün değildir. Zevahiri kurtarmak için benimsediği
milliyetçi söylem herhangi bir ittifakı kurmadan MHP’ye kan taşımaktadır. Bugün ABD tarafından
yeniden hizaya getirilmiş, müzakere sürecini başlatmış AKP ile MHP’nin iş
tutması çok daha düşük bir olasılıktır. Nitekim eylemlere karşı tüm mesafeli
tutumuna rağmen MHP bu süreçte de giderek daha fazla AKP karşıtı bir tutum
alacaktır.
İlle oraya
bakılacaksa, eski MHP/CHP ittifakına bugünün koşullarında benzetilebilecek
yegane seçenek olsa olsa bir İP/CHP ittifakıdır, bunun hayallerini kuranlar
olabilir; yahut tersine bunu bir kabus gibi görenler olabilir ama böyle bir
seçeneğin iktidar alternatifi olması ancak o hayallerde kalır.
Bu şartlarda AKP
ikisine birden teşekkür etmeyi ihmal etmemiş olsa da hem MHP’den hem BDP’den
destek alarak ayakta kalabilecek değildir ve bu iki destekten birini tercih
etmek zorunda kaldığı takdirde hangisini tercih edeceği de sır değildir.
BDP’nin de bu ‘teşekkürlere’ tahammül edebilmesi mümkün değildir.
Öte yandan
MHP’nin de AKP ile Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu kadar birlikte yürümesi pek
şüphelidir. Nitekim Erdoğan ‘meydanı teröristlere mi bırakacağız?’ dediği
müddetçe destek atma eğilimi gösteren MHP, bu takdirde AKP’nin yanında durmaya
devam edecektir. Ama AKP’nin kitleleri topyekün bir çatışmaya sürükleme eğilimi
göstermesi halinde Bahçeli’nin çoktan beri oynadığı rolü oynaması güçleşir.
Çünkü bu takdirde ihalenin MHP’ye çıkacağı bellidir.
Demek ki AKP’nin
geleceği karanlıktır. Orta Doğu’da Kürtlerin görülmemiş bir ölçekte merkezi
devletlerden uzaklaşma eğiliminin güçlendiği ve ordunun iğdiş edilmiş olduğu
koşullarda ağırlık merkezinde BDP’nin durduğu emekçi yığınlarla, ağırlık
merkezinde MHP’nin durduğu yığınların açık bir çatışmaya girmesi sadece MHP’nin
değil, şu anda birbireiyle paylaşım kavgaları keskinleşen sermaye kesimlerinin
de rahatlıkla kabul edeceği bir macera değildir. Bu şartlarda bir uzlaşma
formülünün belirmesi kaçınılmazdır. Ve görünen o ki bu uzlaşma noktası Tayyip
Erdoğan’ın devre dışı kalacağı yahut sıkı bir denetim altında olacağı bir
uzlaşma noktası olacaktır.
Bu durumda
herhangi bir ‘çözüm süreci’ni AKP’ye bağlı olarak düşünmek, sadece AKP’nin
nispeten ferahlamasına varabilecek bir süreçten bahsetmek olur.
AKP’ye Karşı Birleşik ve Kitlesel Mücadeleyi Yükseltmek Görevdir
Hükümete karşı
olduğunu bildiğimiz sendikaların üyelerini bu eylemlere katmak isteseler de
beceremedikleri besbellidir. Ama BDP’nin harekete geçirebileceği emekçileri
eylemlere katmak üzere seferber etmesine bu tür bir engel yoktur.
Hatta bu
takdirde hükümet karşıtı eylemlerin çapının ne kadar büyüyeceği ve nasıl bir
ayaklanmaya dönüşeceğini tasavvur etmek de zor değildir. Bu kitlenin
katılmasıyla eylemlerin bölüneceği ve zayıflayacağı yahut yön değiştireceği
sadece demagojik bir propagandanın konusu olabilir. Bu propaganda olsa olsa
meydanı boş bulduğunu sanan ve bu eylemleri kendi terkisinde tutmak isteyen
CHP’nin tutumu olabilir.
Keza bu sayede
Gezi Parkı’nda ve Taksim’de kendilerine bir varlık alanı bulan şoven ve sosyal
şoven akımlar böyle bir tutumda ısrar edebilir.
Ama eylemler
artık net bir biçimde hükümeti hedef alan ve ‘Tayyip istifa’ sloganıyla
özetlenen bir karakter kazanmış olduğuna göre, kim bu hükümetin hızla
devrilmesine yol açabilecek bir katkıya itiraz eder? Buna itiraz edecek olanlar
olsa bile, bu itirazın politik bir itiraz olmayacağı daha çok ‘ideolojik’ bir
itiraz olacağı besbellidir ve bu itirazın sonucunun eylemin politik gücünü
budamak olacağı açıktır.
Öte yandan esas
olarak eylemlerin ana gövdesini oluşturan kitlenin böyle bir katkıdan şikayetçi
olacağını düşünmek de bu eylemlerin esasen politik bir karakter kazandığını
unutmak olur. Hükümetin iddia ettiği gibi ‘ideolojik’ yahut ‘ekolojik’ bir
karakter taşıdığına hükmetmek olur.
Artık o kitle
hükümet karşıtı çizgidedir ve hükümeti nasıl gerileteceğini kendi deneyimiyle
öğrenmiş durumdadır. Zira açıktır ki her ne kadar afra tafralarını
değiştirmemiş olsalar da hükümet ve baskı aygıtlarının başındakiler açık bir
yenilgi almış ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Birkaç hafta önce Taksim’i
ve tüm İstanbul’u İstanbullulara yasaklayan polise yasaktır şimdi Taksim.
Sadece polise değil, devletin muhtelif sivil ve resmi temsilcilerine ve hükümet
yanlısı olan herkese yasaklanmıştır Taksim. Şimdi hükümete karşı olan herkesi
daha fazla kucaklamalıdır.
Hükümetin ve
devletin sözümona ılımlı rolü oynayan temsilcilerinin göstermeye çalıştıkları
gibi, polisin Taksim’den çekilmesi, Gezi Parkı’ndaki protestoculara yanlışlıkla
ve haddini aşan bir şiddetle saldırdığını fark etmelerinden değildir. Bugün
bazı hükümet yanlısı medyada dile getirilenler ve özür dilemeler bir tutum
değişikliğini ifade etmekte değildir.
Polisin geri
çekilmesi, nihayet hükümetin kendilerini eleştirenlere hak vermesinden değil
Taksim’deki direnişi bastıramayacağını fark etmesinden ötürüdür. Polis
yenildiği için çekilmiştir ve bu suretle Taksim ‘kurtarılmıştır’. Bu nedenle de
bu durum eylemlerin başka alanlara yayılmasını giderek daha fazla tetiklemekte,
başka alanlarda da kitleleri sokağa çıkma konusunda cesaretlendirmektedir.
Şimdiden sonra
polis başlangıçta olduğu gibi kendi egemenlik alanından birilerini kovmak için
gelmeyecektir Taksim’e. Kendi kontrolü dışında bir alanı kuşatarak fethetmek
zorundadır. Oysa bırakalım başka kentlere ve İstanbul’un başka bölgelerine
sıçrayan eylemleri, polis son bir haftadır eylemlerin Gezi Parkı’ndan
Dolmabahçe’ye sıçramasını önlemekle uğraşmıştır. Kendileri Taksim’e
giremedikleri gibi, Taksim’e giriş çıkışları da önleyebilecek durumda
değildirler.
Besbelli ki
polis ve hükümet bir yenilgi almış ve geri adım atmış durumdadırlar. Ama
söylemlerinde güya müsamaha gösteren alicenap hükümet rolü oynamaktadırlar. Bu
fiili geri adımın siyasi bir geri adıma tercüme edilmesi şarttır.
Bu aşamada
platformun hükümete ilettiği talepler bunun ilk adımını ifade etmektedir. Bu
şartlarda bu gerilemeyi tamamlamak için hükümetin siyasi olarak da geri adım
atmasını sağlamak gerekir. Oysa eğer
polis kuvvetleri Taksim’i terk etmek zorunda kalmış ve Taksim kazanılmış bir
mevzi haline gelmişse bu durum sık sık tekrarlandığı gibi Gezi Parkı’ndaki bir
mevzi direnişiyle sağlanmış değildir. Aksine bir mevzi direnişin başka alanlara
ve kentlere yayılan bir ayaklanmaya dönüşmesiyle hükümet geri adım atmış
bulunmaktadır. Bu husus unutulmamalıdır.
Ayrıca
unutulmamalıdır ki kazanılmış bir mevziyi savunmanın yolu orası nasıl kazanıldı
ise öyle yapmayı gerektirir. Bu demektir ki Gezi Parkı’nı bir mevzi direnişiyle
savunmak mümkün değildir. Bilakis hükümete karşı ayaklanmayı büyütüp yayarak
hükümete geri adım attırmaktan başka yol yoktur. O halde şu ana kadar bu
ayaklanmanın en önemli eksiği olan kitlenin yani ana gövdesini BDP’nin temsil
ettiği yığınların oluşturduğu kitlenin bu ayaklanmayla buluşması hükümete geri
adım attırmanın başlıca yolu olacaktır.
Bu yolun önü
nesnel olarak açıktır, yeter ki ideolojik nedenlerle yahut kısmi çıkarları
gözeterek bu buluşmanın önü kesilmesin.
Gezi Parkı’ndaki
eylemlerin ivme aldığı sıralarda Tayyip Erdoğan da İstanbul’un fethini
kutlamakla meşguldü. Taksim’i fethetmek için de oralardan ilham alması ihtimal
dışı değildir. Yani sadece toplarına ve mühimmatlarına güvenmekle yetinmeyip
kaleyi içeriden fethetmenin yolunu arayacağı ve aramakta olduğu kesindir.
Doğrusu şovenizm veya kısmi çıkarları nedeniyle, yahut bu gibi olguları bahane
ederek bugünkü ayaklanmanın büyüyüp yayılmasının önüne engel çıkaranlar bugünkü
ayaklanmanın hükümeti siyasi olarak geriletmenin önünü keser ve kazanılmış
mevzilerin de kaybına yol açar. O bakımdan bu tür tutumlar nesnel olarak
AKP’nin ‘kale içindeki destekleri’ni ifade edeceklerdir.
KöZ yıllardır
AKP hükümetine karşı emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel mücadelesinin
sağlanmasını savunuyor, bu yöndeki eylemlerin kah şovenizm kah kısmi çıkarlar
uğruna bölünmesine karşı çıkıyor. İdeolojik gerekçelerle politik eylemlerin
zayıflatılmasına karşı çıkıyor. Bu gün böyle bir birleşik kitlesel mücadelenin
koşulları her zamankinden fazla mevcuttur ve git gide çukura doğru ilerleyen
gerici AKP hükümetine karşı birleşik bir mücadelenin sağlanması hayati bir önem
kazanmış durumdadır.
Böyle bir
birleşik mücadelenin önünü şu ya da bu yoldan kesilmesine yol açacak tutumların
vebali de her zamankinden daha ağır olacaktır.
Gezi Parkı’nın
ve Taksim’in bir mevzi haline getirilmiş bulunması sadece kazanılmış bir
mevziden ibaret değildir. Bu deneyim aynı zamanda birbiriyle daha önce yan yana
gelmemiş ve yan yana gelmesi akıllardan bile geçmeyen kesimlerin birlikte
mücadele etmesine ve gündelik hayatı da birlikte örgütleyebilmesinde öğretici
deneyimler sunmaktadır. Gezi Parkı’ndaki sofraya yıllardır nice saldırılara
baskılara göğüs germiş BDP’li kadınların hazırladığı yiyeceklerin katılmasının
zamanıdır. Yıllardır polis ve askerin sadece coplu gazlı saldırılarına karşı
değil, çok daha ağır saldırılara göğüs gerip onları geriletmesini bilen
yığınların ortak kavgada yerlerini almasının zamanı çoktan gelmiştir.
Halkların
kardeşliği kavramının bir slogan olmaktan, diplomatik girişimlerin konusu
olmaktan çıkıp ortak bir mücadelede pişecek bir kavga kardeşliği haline
gelmesinin fırsatı önümüzdedir. Bu buluşma sadece AKP’nin kaderini belirleyecek
değildir. Aynı zamanda emekçilerin ve ezilenlerin demokratik haklar
mücadelesinin önünün açılmasında da bir büyük adım olacaktır.
O zaman Gezi
Parkı’ndan başlayan ayaklanma sadece en büyük hükümet karşıtı başkaldırıya yol
açmış olmakla kalmayacak, başarıyla sonuçlanmış bir siyasi eylem olarak kayda
geçecektir.
http://www.kozonline.info/kzphp/haber.php?makale=1551