'Büyük gözaltı'
"Kendini öne
çıkartan iktidar, bireyin oluşmasını engellemiştir. Oysa karanlıklara çekilen
modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; bireyselleştirmek,
gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir. Böylece
modern iktidar çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri
orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal
hale getirmiş, egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes
denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük
gözaltıdır."
Michel Foucault
böyle söyler "Hapishanelerin Doğuşu" kitabında.
Karanlıklara
çekilen modern iktidardan kasıt, kapitalizmle beraber, cezanın içindeki
vahşetin, meydanlarda seyirlik bir unsur olmaktan çıkarılmasıdır. Ancak
iktidarın, hapishane duvarları arkasındaki bu "belirsizlik" hali,
vahşete de göz dağına da mani değildir. Sadece, yine Foucault’un deyimiyle, sözde
"cezalandırılmak çirkin, cezalandırmak daha ‘şerefli’ hale
gelmiştir."
Modern iktidar, egemenlik
araçlarıyla "içeride" ya da "dışarıda", hepimizi
bireyselleştirmeye, gözaltında tutmaya çalışıyor. Gerilim tarzı bilim kurgu
filmlerinde anlatılan, herkesin bildiği fakat bilmiyor gibi yaptığı, insanların
fikrini söylemeye korktuğu büyük hapishane, çoktan gerçek oldu.
Buradaki
bireysellik, birey olabilme halinden farklı bir durumu, iktidar karşısında
yalnızlaştırılma, küçük, çaresiz, önemsiz ve iktidar için
"tehlikesiz" bir nesne haline getirilmeyi anlatıyor. Modern iktidar,
özellikle örgütlü muhalif olma biçimlerinin tümü karşısında kendi koyduğu
yasalara uygun ama insanlık açısından meşru olmayan bir güç uygular. Cezaevleri
bunun için en uygun araçtır.
Devlet
ideolojisine karşı olanı yok etme
Devlet hem adli
hem siyasi mahpuslar üzerinde gücünü kullanır. Fakat siyasi mahpuslar söz
konusu olduğunda yalnızca bedensel bir "terbiye" değil aynı zamanda
bedeni de kullanarak fikren yok ediş planı uygulanır. Yazımızın konusu, bu
nedenle özellikle siyasi mahpuslara yönelik cezaevi uygulamaları olacak.
Devletin,
iktidarının devamı için araç olarak kullandığı yargı ile suçlu ya da potansiyel
suçlu ilan edilen siyasi mahpuslar, cezaevlerinde ağır bir şiddetle karşı
karşıya bırakılıyor.
Diyarbakır 5 No'lu
cezaevinden bu güne değişen, sadece kullanılan yöntemler. Ancak siyasi mahpusun
düşüncesini, kimliğini yok etme hedefi halen devam ediyor.
Devlet, cezaevinde
sadece "öldürmeme" ya da "alenen öldürmeme" yükümlüğü
taşıyor. Ancak uygulanan fiziki ve psikolojik yöntemler, mahpusun yeme, uyuma,
okuma, konuşma, banyo yapma gibi günlük yaşamsal gereksinimlerinin bile
devletin kontrolünde, onun belirlediği sürelerle ve "lütfettiği"
saatlerde olması, gerektiğinde bunların "disiplin" nedeniyle
kesilmesi; mahpusu nesneleştirerek siyaseten yok etmeyi amaçlıyor. Bunun yanında
fiziki olarak yok ediş, yani katliam da hala devam ediyor. Bir yanda, insanlık
dışı cezaevi uygulamaları nedeniyle ölüm oruçlarında ölenler; bir yanda
Diyarbakır zindanları, yine Diyarbakır Cezaevi katliamı, Mamak, Ulucanlar,
Bayrampaşa, derken 19 Aralık operasyonu ve en son 2011 yılında, 6 mahpusun
cezaevi aracında, 13’ünün de cezaevinde çıkan yangında ölümü...
Bu işkence ve
katliamlarda devletin sorumluluğunun yok sayılması, sorumluların cezasız
bırakılması, hatta 19 Aralık döneminin
ceza ve tevkif evleri genel müdürü Ali Suat Ertosu’nun devlet madalyasıyla
ödüllendirilmesi gibi veriler, her an tekerrür edebileceğinin de göstergesi.
Devletin
cezaevleri politikasında, tecritle, F Tipi diye anılan güvenlikli izolasyon
modelleriyle, siyasi mahpusun, ideolojik olarak yok edilmeye çalışıldığı malum.
İnsanın insan olmasını belirleyen varoluş koşullarından uzaklaştırmayı
hedefleyen bu proje, ABD’de, Avrupa’da ve Türkiye’de, devrimci, muhalif
mahpuslara ve yurtseverlere uygulandı.
21 cezaevine
saldırılarak aynı anda onlarca insan öldürüldü ve televizyonlar ve iktidar
borazanı medya vasıtasıyla kanıksatılarak topluma bir biçimde kabul ettirildi.
Devlet böylece hem
muhalif devrimci, demokrat, yurtsever örgütlenmeleri yok etmek hem de dışarıya
gözdağı vermek, henüz derdest edemediği örgütlenmeleri yok etmek planını
uygulamış oldu.
Kürt siyasi
hareketi için
daha özel plan
devrede
Devlet, iktidarını
Kürt ya da Kürt siyasi hareketi içinde yer alan siyasi mahpuslar üzerinde daha
fazla kanıtlama gayreti sarf ediyor.
Bunun nedeni,
temelini Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden alan, Kürt halkını inkar, imha,
asimilasyon; bugün geldiği noktada entegrasyon politikalarıdır. Devamlı olarak
devlet ve değişen hükümetler boyunca, özellikle cezaevleri bu politikanın en
"iyi" uygulanacağı alan olarak görüldü. Bu nedenle de önce Diyarbakır
zindanında Kürt ya da Kürt siyasi hareketine mensup mahpuslara yönelik özel
işkence, Türkleştirme ve imha planı uygulandı. Bu vahşete karşı gelişen isyan
ve mücadele sonucu bu yöntemler artık devlet açısından da açıktan savunulamaz
hale geldi. Ve devlet, iktidarını, özellikle son 3 yılda Kürt halkı üzerinde
rehin alma politikaları ile göstermeye başladı.
Türkiye'de,
2002'de 59 bin olan tutuklu-hükümlü sayısı, 2012'de 130 bini aştı. Bu sayının
önemli bir kısmını Kürt siyasi hareketi oluşturuyor. Bu veri, "erk"e
karşı gelen muhalif Kürtlerin sayısının artmasının ötesinde, iktidarın tahakküm
gücünü, tüm Kürt halkını göstermeye çalıştığı anlamına geliyor. Ve sivil
siyaset yapan onbinlerce Kürt ya da Kürt siyasi yapılarında çalışan kişi,
cezaevlerinde rehin tutuluyor. İktidar, asimile edemediği Kürt halkını
hapsetmek için 48 yeni cezaevi açmakla övünüyor!
Devrimci
-yurtsever mahpuslara uygulanan çifte standartlar, var olan kısıtlı haklardan
yararlandırmama, disiplin cezaları ile dış dünyayla tüm bağlantıyı kesme, hasta
mahpusların cezaevlerinde ölüme terk edilmeleri de tesadüfi değil; egemenliğini
gösterme ve muhalifi yok etme planının bir parçasıdır.
Bu plan çocuk
mahpuslar üzerinde de en vahşi biçimiyle uygulanıyor, çocuklar tecavüze
uğruyor, intihara sürükleniyor. Yine Kürt mahpusların bölge cezaevlerinden
batıdaki cezaevlerine sürgün edilerek yakınları ve avukatlarıyla görüşmelerinin
önlenmesi de çifte cezalandırma ve tecrit içinde tecrit olarak karşımıza
çıkıyor.
Beyaz ölüm
Devletin Kürt halk
mücadelesinin karşısında cezaevlerinde uyguladığı tüm yok etme politikalarının
ve Kürt halkını inkar ve imha siyasetinin kristalize hali ise İmralı’da
karşımıza çıkıyor.
AKP ve akıl veren
ABD, 'klasik ulusal kurtuluşçu' bir hareket olarak yorumladığı Kürt Halk
Hareketi'nde 'Doğu toplumlarına özgü lidere biat' geleneğinin yaşadığını,
'lider' susturulunca, dinamiği lidere bağlı olan hareketin de susacağını sandı.
O nedenle Öcalan susturulmak istendi. Devlet uzun bir süre varlığı dahi şüpheli
olan Başbakanlık Kriz Merkezi adlı bir merkeze bağlı olan İmralı’da hiçbir
yasal belgeye bağlı olmaksızın, "Öcalan’ı gömmeye" çalıştı.
"İmralı Cezaevi", daha sonra Adalet Bakanlığı’na bağlandıysa da, bu
durum, dünyada benzeri görülmemiş bu tecrit sisteminin değişmesini sağlamadı.
Devlet, Öcalan
üzerinden tüm Kürt halkı üzerinde egemenlik kurmayı hedefliyordu. Oysa bu
durum, en keskin demokratikleşme süreçlerinden geçip, aşağıdan yukarıya örgütlenen
Kürt Siyasi Hareketi'ni susturmak şöyle dursun, 'Öcalanlaşma' sürecini daha da
derinleştirdi.
Bu direnç
karşısında, Öcalan’ın avukatları ile dahi görüştürülmediği tecrit ötesi bir
uygulama başlatıldı. Bu süreçte Öcalan’ın avukatları da hukuksuz biçimde
tutuklandı. Daha doğru ifadeyle rehin alındı.
On binlerce
mahpus, Öcalan üzerindeki bu tecride karşı ve anadil talebiyle ölüm orucu
direnişine girdi. Bu süreçte olası ölümler ve ağır sonuçları da yine Öcalan
tarafından durduruldu. Öylece devletin cezaevlerinde Kürt mahpuslar üzerinde
kurmaya çalıştığı egemenlik geri dönüşsüz bir sarsıntıya uğradı.
Tüm dünyanın göz
yumduğu ağır tecrit, başka bir tabirle "beyaz ölüm" uygulaması,
geçtiğimiz hafta Ahmet Türk ve Ayla Akad’ın ziyaretiyle "kesintiye"
uğradı. Ancak bu durum, devletin iktidar alanında esnemesinin değil, Kürt
Siyasi Hareketi'nin, Kürt halkının her alanda yürüttüğü çözüm siyasetinin bir
sonucudur.
Son eylem süreci
bütün izolasyona rağmen sokaktaki direnişle cezaevindeki direnişin birleştiği,
saldırılar karşısında önderleri etrafında kenetlendikleri bir süreç oldu.
Bu kez devletin
iktidarı pekişmemiş, merkez üssü İmralı olan bir depremle sarsılmıştı.
Son söz yerine
Cezaevlerini
anlatmak zordur. Devletin iktidarını uyguladığı tüm alanlarda görünür olanın
yanında, görünmez olan, hatta infaz memuru, cezaevi hekimi, il insan hakları
kurulları gibi aracıları da hedef alan ince basınçlar da vardır mutlaka.
Bunların her birini tespit etmek veya üzerinden geçmek mümkün olmayabilir.
Bu yüzden,
cezaevlerini en doğru anlatan cümleler, bu iktidar alanının mağduru mahpuslara
aittir.