Tuesday, February 26, 2013

Devletin iktidarını sergileme aracı olarak cezaevleri - AYŞE BATUMLU



 'Büyük gözaltı'

"Kendini öne çıkartan iktidar, bireyin oluşmasını engellemiştir. Oysa karanlıklara çekilen modern iktidar herkesi bireyselleştirmek istemektedir; bireyselleştirmek, gözetim altında tutmak ve cezalandırmak, yani egemen olmak demektir. Böylece modern iktidar çocuğu okulla, hastayı hastaneyle, deliyi tımarhaneyle, askeri orduyla, suçluyu hapishaneyle kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hale getirmiş, egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Modern iktidar büyük gözaltıdır."
Michel Foucault böyle söyler "Hapishanelerin Doğuşu" kitabında.
Karanlıklara çekilen modern iktidardan kasıt, kapitalizmle beraber, cezanın içindeki vahşetin, meydanlarda seyirlik bir unsur olmaktan çıkarılmasıdır. Ancak iktidarın, hapishane duvarları arkasındaki bu "belirsizlik" hali, vahşete de göz dağına da mani değildir. Sadece, yine  Foucault’un deyimiyle, sözde "cezalandırılmak çirkin, cezalandırmak daha ‘şerefli’ hale gelmiştir."
Modern iktidar, egemenlik araçlarıyla "içeride" ya da "dışarıda", hepimizi bireyselleştirmeye, gözaltında tutmaya çalışıyor. Gerilim tarzı bilim kurgu filmlerinde anlatılan, herkesin bildiği fakat bilmiyor gibi yaptığı, insanların fikrini söylemeye korktuğu büyük hapishane, çoktan gerçek oldu.
Buradaki bireysellik, birey olabilme halinden farklı bir durumu, iktidar karşısında yalnızlaştırılma, küçük, çaresiz, önemsiz ve iktidar için "tehlikesiz" bir nesne haline getirilmeyi anlatıyor. Modern iktidar, özellikle örgütlü muhalif olma biçimlerinin tümü karşısında kendi koyduğu yasalara uygun ama insanlık açısından meşru olmayan bir güç uygular. Cezaevleri bunun için en uygun araçtır.

Devlet ideolojisine karşı olanı yok etme

Devlet hem adli hem siyasi mahpuslar üzerinde gücünü kullanır. Fakat siyasi mahpuslar söz konusu olduğunda yalnızca bedensel bir "terbiye" değil aynı zamanda bedeni de kullanarak fikren yok ediş planı uygulanır. Yazımızın konusu, bu nedenle özellikle siyasi mahpuslara yönelik cezaevi uygulamaları olacak.
Devletin, iktidarının devamı için araç olarak kullandığı yargı ile suçlu ya da potansiyel suçlu ilan edilen siyasi mahpuslar, cezaevlerinde ağır bir şiddetle karşı karşıya bırakılıyor.
Diyarbakır 5 No'lu cezaevinden bu güne değişen, sadece kullanılan yöntemler. Ancak siyasi mahpusun düşüncesini, kimliğini yok etme hedefi halen devam ediyor.
Devlet, cezaevinde sadece "öldürmeme" ya da "alenen öldürmeme" yükümlüğü taşıyor. Ancak uygulanan fiziki ve psikolojik yöntemler, mahpusun yeme, uyuma, okuma, konuşma, banyo yapma gibi günlük yaşamsal gereksinimlerinin bile devletin kontrolünde, onun belirlediği sürelerle ve "lütfettiği" saatlerde olması, gerektiğinde bunların "disiplin" nedeniyle kesilmesi; mahpusu nesneleştirerek siyaseten yok etmeyi amaçlıyor. Bunun yanında fiziki olarak yok ediş, yani katliam da hala devam ediyor. Bir yanda, insanlık dışı cezaevi uygulamaları nedeniyle ölüm oruçlarında ölenler; bir yanda Diyarbakır zindanları, yine Diyarbakır Cezaevi katliamı, Mamak, Ulucanlar, Bayrampaşa, derken 19 Aralık operasyonu ve en son 2011 yılında, 6 mahpusun cezaevi aracında, 13’ünün de cezaevinde çıkan yangında ölümü...
Bu işkence ve katliamlarda devletin sorumluluğunun yok sayılması, sorumluların cezasız bırakılması, hatta 19 Aralık  döneminin ceza ve tevkif evleri genel müdürü Ali Suat Ertosu’nun devlet madalyasıyla ödüllendirilmesi gibi veriler, her an tekerrür edebileceğinin de göstergesi.
Devletin cezaevleri politikasında, tecritle, F Tipi diye anılan güvenlikli izolasyon modelleriyle, siyasi mahpusun, ideolojik olarak yok edilmeye çalışıldığı malum. İnsanın insan olmasını belirleyen varoluş koşullarından uzaklaştırmayı hedefleyen bu proje, ABD’de, Avrupa’da ve Türkiye’de, devrimci, muhalif mahpuslara ve yurtseverlere uygulandı.
21 cezaevine saldırılarak aynı anda onlarca insan öldürüldü ve televizyonlar ve iktidar borazanı medya vasıtasıyla kanıksatılarak topluma bir biçimde kabul ettirildi.
Devlet böylece hem muhalif devrimci, demokrat, yurtsever örgütlenmeleri yok etmek hem de dışarıya gözdağı vermek, henüz derdest edemediği örgütlenmeleri yok etmek planını uygulamış oldu.

Kürt siyasi hareketi için
daha özel plan devrede

Devlet, iktidarını Kürt ya da Kürt siyasi hareketi içinde yer alan siyasi mahpuslar üzerinde daha fazla kanıtlama gayreti sarf ediyor.
Bunun nedeni, temelini Cumhuriyetin kuruluş ideolojisinden alan, Kürt halkını inkar, imha, asimilasyon; bugün geldiği noktada entegrasyon politikalarıdır. Devamlı olarak devlet ve değişen hükümetler boyunca, özellikle cezaevleri bu politikanın en "iyi" uygulanacağı alan olarak görüldü. Bu nedenle de önce Diyarbakır zindanında Kürt ya da Kürt siyasi hareketine mensup mahpuslara yönelik özel işkence, Türkleştirme ve imha planı uygulandı. Bu vahşete karşı gelişen isyan ve mücadele sonucu bu yöntemler artık devlet açısından da açıktan savunulamaz hale geldi. Ve devlet, iktidarını, özellikle son 3 yılda Kürt halkı üzerinde rehin alma politikaları ile göstermeye başladı.
Türkiye'de, 2002'de 59 bin olan tutuklu-hükümlü sayısı, 2012'de 130 bini aştı. Bu sayının önemli bir kısmını Kürt siyasi hareketi oluşturuyor. Bu veri, "erk"e karşı gelen muhalif Kürtlerin sayısının artmasının ötesinde, iktidarın tahakküm gücünü, tüm Kürt halkını göstermeye çalıştığı anlamına geliyor. Ve sivil siyaset yapan onbinlerce Kürt ya da Kürt siyasi yapılarında çalışan kişi, cezaevlerinde rehin tutuluyor. İktidar, asimile edemediği Kürt halkını hapsetmek için 48 yeni cezaevi açmakla övünüyor!
Devrimci -yurtsever mahpuslara uygulanan çifte standartlar, var olan kısıtlı haklardan yararlandırmama, disiplin cezaları ile dış dünyayla tüm bağlantıyı kesme, hasta mahpusların cezaevlerinde ölüme terk edilmeleri de tesadüfi değil; egemenliğini gösterme ve muhalifi yok etme planının bir parçasıdır.
Bu plan çocuk mahpuslar üzerinde de en vahşi biçimiyle uygulanıyor, çocuklar tecavüze uğruyor, intihara sürükleniyor. Yine Kürt mahpusların bölge cezaevlerinden batıdaki cezaevlerine sürgün edilerek yakınları ve avukatlarıyla görüşmelerinin önlenmesi de çifte cezalandırma ve tecrit içinde tecrit olarak karşımıza çıkıyor.

Beyaz ölüm

Devletin Kürt halk mücadelesinin karşısında cezaevlerinde uyguladığı tüm yok etme politikalarının ve Kürt halkını inkar ve imha siyasetinin kristalize hali ise İmralı’da karşımıza çıkıyor.
AKP ve akıl veren ABD, 'klasik ulusal kurtuluşçu' bir hareket olarak yorumladığı Kürt Halk Hareketi'nde 'Doğu toplumlarına özgü lidere biat' geleneğinin yaşadığını, 'lider' susturulunca, dinamiği lidere bağlı olan hareketin de susacağını sandı. O nedenle Öcalan susturulmak istendi. Devlet uzun bir süre varlığı dahi şüpheli olan Başbakanlık Kriz Merkezi adlı bir merkeze bağlı olan İmralı’da hiçbir yasal belgeye bağlı olmaksızın, "Öcalan’ı gömmeye" çalıştı. "İmralı Cezaevi", daha sonra Adalet Bakanlığı’na bağlandıysa da, bu durum, dünyada benzeri görülmemiş bu tecrit sisteminin değişmesini sağlamadı.
Devlet, Öcalan üzerinden tüm Kürt halkı üzerinde egemenlik kurmayı hedefliyordu. Oysa bu durum, en keskin demokratikleşme süreçlerinden geçip, aşağıdan yukarıya örgütlenen Kürt Siyasi Hareketi'ni susturmak şöyle dursun, 'Öcalanlaşma' sürecini daha da derinleştirdi.
Bu direnç karşısında, Öcalan’ın avukatları ile dahi görüştürülmediği tecrit ötesi bir uygulama başlatıldı. Bu süreçte Öcalan’ın avukatları da hukuksuz biçimde tutuklandı. Daha doğru ifadeyle rehin alındı.
On binlerce mahpus, Öcalan üzerindeki bu tecride karşı ve anadil talebiyle ölüm orucu direnişine girdi. Bu süreçte olası ölümler ve ağır sonuçları da yine Öcalan tarafından durduruldu. Öylece devletin cezaevlerinde Kürt mahpuslar üzerinde kurmaya çalıştığı egemenlik geri dönüşsüz bir sarsıntıya uğradı.
Tüm dünyanın göz yumduğu ağır tecrit, başka bir tabirle "beyaz ölüm" uygulaması, geçtiğimiz hafta Ahmet Türk ve Ayla Akad’ın ziyaretiyle "kesintiye" uğradı. Ancak bu durum, devletin iktidar alanında esnemesinin değil, Kürt Siyasi Hareketi'nin, Kürt halkının her alanda yürüttüğü çözüm siyasetinin bir sonucudur.
Son eylem süreci bütün izolasyona rağmen sokaktaki direnişle cezaevindeki direnişin birleştiği, saldırılar karşısında önderleri etrafında kenetlendikleri bir süreç oldu.
Bu kez devletin iktidarı pekişmemiş, merkez üssü İmralı olan bir depremle sarsılmıştı.

Son söz yerine

Cezaevlerini anlatmak zordur. Devletin iktidarını uyguladığı tüm alanlarda görünür olanın yanında, görünmez olan, hatta infaz memuru, cezaevi hekimi, il insan hakları kurulları gibi aracıları da hedef alan ince basınçlar da vardır mutlaka. Bunların her birini tespit etmek veya üzerinden geçmek mümkün olmayabilir.
Bu yüzden, cezaevlerini en doğru anlatan cümleler, bu iktidar alanının mağduru mahpuslara aittir.

Thursday, February 21, 2013

İDRİS NAİM ŞAHİN'İN MİRASINI DEVRALDI




 BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, "Karadeniz'de karşı karşıya kaldığımız tablo, güvenlik zaafı felaketidir. Bunun başında duran İçişleri Bakanı, İdris Naim Şahin'in mirasını devraldı, sürdürmektedir. En ufak yaprak oynamamıştır" dedi.


BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, İstanbul Milletvekilileri Sırrı Süreyya Önder, Sebahat Tuncel ve İstanbul Bağımsız Milletvekili Levent Tüzel, Sinop ve Samsun'da yaşanan linç girişimleriyle ilgili olarak Meclis'te dün basın toplantısı düzenledi. Milletvekili Kürkçü, BDP'nin, Karadeniz'e, örgüt kurmak için gezi yapmadığını, HDK'nin, bölgedeki bileşenleriyle buluşmak, demokratik özgürlük çalışmalarını birleştirmek, çalışmalara ulusal çapta doğrultu kazandırmak amacıyla 2 ay önce aldığı kararı yerine getirdiğini anlattı. Kürkçü, "BDP, örgüt kurmaya çalışıyor onun için Karadeniz'e gitmiş değiliz. Gitse ne olur. Herkes, 'BDP Türkiye partisi olsun, her yere gitsin' diyor. Fındık meselesi, HES'ler, doğa katliamıyla ilgilenirse, barışın tarafı olursa kötü mü?" diye sordu. Bölgede karşılaştıkları şeyin, halkın hoşnutsuzluğu ve direnişi olmadığını belirten Kürkçü, önceki psikolojik harekat stratejisinin parçası olarak, bölgeye yerleşen özel harp koalisyonu ile karşı karşıya kaldıklarını vurguladı. "PKK'yı Karadeniz'e sokmayacağız" sözünün etrafına insanların dizilmesi için organizasyon yapıldığını belirten Kürkçü, "Ancak bu organizasyon ellerinde patladı, tutmadı" dedi.

'Gezimize devam edeceğiz'

"Türkiye'de belli il, ilçe, bölgeler kimi insanlar ve siyasetler için kapalı alan mı? Bu şikâyet edilen bölünme iddialarının çoktan gerçekleştirdiğine dair kanıt sayılabilir mi?" diye soran Kürkçü, sözlerini şöyle sürdürdü: "Barıştan fayda görmeyeceğini görenler, özel harp, linç, ırkçı koalisyon bize Karadeniz'e kapıları kapatacak. Bunu asla kabul etmeyiz. Gezimize, değerlendirme için ara verdik, devam edeceğiz, 81 ilini gezeceğiz. Bu bizim hem mecburiyetimiz hem de hakkımızdır. Yapmazsak, vekalete ihanet etmiş oluruz. Halk ile aramıza şiddet perdesi çekildi. Biz çatışmanın içinden konuşmak istemiyoruz. Polis himayesinde, polisin çektiği perdenin ötesinden halka seslenmek istemiyoruz, aracısız halkla buluşmak istiyoruz. Bunun için şartları olgunlaştıracak bir siyaseti kurasıya kadar, Karadeniz'de karşımıza çıkan özel harp koalisyonunu, özel harp perdesini yırtıncaya kadar bu tartışmayı aramızda sürdüreceğiz."

Erdoğan'a sordu

Türk Başbakan Recep T. Erdoğan'ın grup toplantısındaki açıklamasına işaret eden Kürkçü, "Başbakan'a şunu soruyorum; milletvekili olduğumuzu, beğensin beğenmesin ülkenin her yerinde konuşma hakkına sahip olduğumuzu, CHP'ye karşı koz olarak kullanacağı gün mü aklına geliyor? Bunun için kendisine teşekkür etmiyorum, bu zaten benim hakkım. Hakkım olduğunu, hak olduğunu söylemek bir şey değil, bunu güvence altına almak mesele. 9 saat bizi Sinop'ta kuşatanlarla haşır neşir olan emniyet örgütüne hiza vermemek onun problemi" diye konuştu.

Hodri meydan

Karadeniz'de halk ile karşı karşıya gelmediklerinin altını çizen BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü, "Burada bir gladio, özel harp kalıntısı, Susurluk kalıntısı, Hrant Dink'in, Necdet Bulut'un katillerini örgütleyenler, bu kentleri, devrimciler, sosyalistler için yaşanmaz kılmak üzere özel harekat tertipleyenler, bu işlerin de arkasındadır. İki elimiz onların yakasındadır Hodri meydan, el mi yaman bey mi yaman görüşeceğiz. Barış, özgürlükler, demokrasi kazanacak, savaş son bulacak. Karadeniz'de karşı karşıya kaldığımız tablo, güvenlik zaafı, felaketidir. Bunun başında duran İçişleri Bakanı, İdris Naim Şahin'in mirasını devraldı, sürdürmektedir. En ufak yaprak oynamamıştır" dedi.

'Polis olanları izledi'

BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder de, HDK'li vekiller olarak, barış sürecini paylaşmaya, bu sürece zarar verici politikalarla yalnız bırakılan halklarla buluşmak için bir dizi programa, Karadeniz'den başladıklarını anlattı. Sinop'ta ilk toplantıyı yapacakları çay bahçesinin, daha önce "sivil faşist güçler tarafından tehdit edilerek kapatıldığını", üzerine bayrak asıldığını, önünde linççi güruhun toplandığını ifade eden Önder, bunun üzerine öğretmenevine geçtiklerini anlattı. Önder, Sinop polisinin, linçci güruhu seyirci vaziyette beklediğini, polisin gözetimi ve müsamahasıyla sloganların, taş atmaların başladığını belirtti.

'Sözümüzü geri alıyoruz'

Önder, kendilerine gösterilen yerel gazetede, Belediye Başkanı'nın, "Bunlar barış için gelmiyorlar" şeklinde bir demecini okuduklarını belirterek, "Ancak bu yerel gazeteye ulaşamıyoruz. Yereldeki arkadaşlardan bilgi almaya çalıştığımızda kimi bu demecin Dikme, kimi Gerze belediye başkanlarına ait olduğunu söylüyor. O kargaşada, o gazeteler de gittiği için, bulamadığımız için Sinop Belediye Başkanı hakkındaki iddiamızı geri alıyor, kendisinden özür diliyorum. Kanıtladığımızda tekrar gündemleştireceğiz. Ama iki vekil olarak bu demeci okuduk. Kamuoyunun linç kısmını değil de bu polemik kısmını tartışmaması için özür diliyor, sözümüzü geri alıyoruz" diye konuştu.

'Kafatasçı koalisyonu'

Tanıkların söylemine göre, CHP Merkez İlçe Yöneticisi bir kişinin, kendilerine taş atanların ve kışkırtanların içinde olduğunu söyleyen Önder, CHP'nin, bu soruna sessiz kalışını, Çorum, Trakya'da CHP il örgütleri, yöneticilerinin HDK toplantılarını karşı hasmane tutumunu bildiklerini söyledi. Önder, MHP'nin kurumsal ve örgütsel olarak işin içinde olmadığını ifade ederek, "Ama MHP'liler de vardı. Bu bir kafatasçı koalisyondu" dedi.

Hükümet görevden alacak mı?

İstanbul Bağımsız Milletvekili Levent Tüzel de, herkesin aklına Madımak geldiğini, Madımak'ın tekrar edileceği endişesi doğduğunu ifade etti. Tüzel, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, milliyetçilikten söz edip, bu olaya değinmemesinin hayret verici olduğunu kaydetti.
BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel de, "Sivas gibi bir durum yaşansaydı, Türkiye bunun altında kalırdı. Ucuz atlattık. Biz kendi kendimizi koruduk. İçişleri Bakanı, Hükümet bu işin sorumlusu değilse, bu yerel yöneticileri görevden alacak mı? Birinin burnu kanasaydı, bugün Türkiye'de etnik çatışma ortaya çıkabilirdi. Biz sağduyulu davranıp, süreci yumuşattık" diye konuştu.


- Samimiysen görevden al -

Karadeniz'de HDK heyetine yönelik faşist saldırıya yönelik insan hakları kurumları ve STÖ'lerin tepkileri sürüyor.
İHD Genel Merkezi, bir açıklama yaparak, HDK heyetine Sinop ve Samsun'da yapılan saldırıları kınadı. Samsun'da sol parti ve derneklere yönelik linç girişimlerini de kınayan İHD, söz konusu olaylarda sorumluluğu olan kurum ve kişiler hakkında idari ve adli soruşturma açılmasını talep etti. Linç teşebbüslerinin planlı ve organize olduğu da belirtilen açıklamada, Türkiye'de kontrgerilla diye bilinen özel yapılanmaların tasfiye edilmediği de belirtildi. Ayrıca, "Başbakan Kürt sorununun çözümünde samimi ise, çözüme engel çıkaran kamu idarecilerini görevden alması gerekir" denildi.
Türkiye Barış Meclisi Dönem Sözcüsü Hakan Tahmaz da yaptığı açıklamayla saldırıların sorumlularının açığa çıkarılmasını istedi. Barış sürecinin farklı toplumsal kesimlerle tartışılması, barış zemini ve dilinin birlikte kurulmasına önemli katkı sağlayabilecek bir çalışmanın sabote edildiğini belirten Tahmaz, barış sürecinin ilerlemesi için sorumluların yakalanıp yargı önüne çıkarılması gerektiğini vurguladı. Tahmaz, bu saldırılara en iyi yanıtın da seyirci kalmamak, barışa daha aktif, daha kitlesel omuz vermek olacağını belirtti.
Samsun'da şubesi saldırıya uğrayan Devrimci 78'liler Federasyonu da yaptığı yazılı açıklamayla, "HDK heyetine ve bahanesiyle ülkenin sol ve demokratik mücadele odaklarına yönelen gerici, ırkçı-faşist saldırıları kınıyoruz" dedi. Açıklamada, "Devletin denetiminde ve kontrollünde yaşanan bu olaylar bize 80 öncesini hatırlatmaktadır. Saldırganlarla polisin kol kola, yanak yanağa olması ve saldırganlardan çok saldırıya uğrayanları suçlu gösterme çabaları kabul edilebilir bir durum değildir. Bir avuç toplama faşist güruhla barışı engelleyeceklerini umuyorlarsa yanılıyorlar. Barışı savunmak yaşamı, ekmeği, emeği savunmaktır. Barışı savunmak için meşru müdafaa hakkı dâhil her türlü hakkımızı kullanacağımızın bilinmesini isteriz" mesajı verildi.
HDK'lilere yönelik saldırı dün ve önceki akşam da birçok merkezde protesto edildi. İzmir'de BDP Kadın Meclisi basın toplantısı yaptı. Barış Annesi Cemile Aydın, yapılan saldırıyı kınayarak, "Onların seçilmişleri de Kürdistan'a geliyor. Kürt halkı hiç bir zaman bu tutum içerisine girmiyor. Çünkü Kürt halkı barış istiyor" dedi. BDP Batman İl Örgütü'nde yapılan basın açıklamasında, "Sinop ve Samsun olayları, yeni Çorumların, Maraşların, Madımakların ve Roboskîlerin bir sinyali olarak kabul ediyoruz" denildi. Hakkari'de yapılan yürüyüşe polis saldırdı. Şırnak'ın Cizre ilçesinde lise öğrencileri protesto yürüyüşü yaptı. HDK'liler ise Elazığ ve Niğde'de saldırıyı basın açıklamalarıyla kınadı.

(YENİ ÖZGÜR POLİTİKA)

Tuesday, February 19, 2013

Özel Kuvvetler ve sivil vatanseverler örgütü


AHMET İNSEL

Politika / 19/02/2013

Genelkurmay, Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan bilgiler ışığında tartışılmaya başlanan esas konuyu yanıtlamıyor.
Genelkurmay Başkanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı hakkında uzun bir açıklama yayımladı. Bu açıklamanın kısa benzerini 2006’da yapmıştı. 2006’da yaptığı gibi şimdi de Özel Harp Dairesi hakkında yıllardan beri dile getirilen eleştirileri açık biçimde yanıtlamaktan çok, bir dizi kurumsal bilgiden yayılan dumanla konuyu perdelemeye devam ediyor.
Genelkurmay’ın bildirisinin ana eksenini Özel Kuvvetler’in illegal bir yapı olmadığı bilgisi oluşturuyor. Ne var ki Türkiye’de kimse Özel Kuvvetler’in veya 1992’den önceki adıyla Özel Harp Dairesi’nin illegal, yani yasadışı kurulmuş bir idari ve askeri yapı olduğunu iddia etmemişti ki! Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın doğrudan Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı, TSK teşkilat şemasında yeri olan, birkaç yıl önce kolordu seviyesine çıkarılmış bir askeri birlik olduğunu inkâr eden kimse yok Türkiye’de. Bu kuvvetlerin, 1952’de dönemin bakanlar kurulu kararıyla kurulduğu konusunda da herhangi bir ihtilaf yok. Ne de hangi amaçla kurulduğu konusunda bir görüş ayrılığı var. Genelkurmay Başkanlığı bildirisi ayan beyan olduğu için sorulma ihtiyacı olmayan sorulara yanıt veriyor. Ama sorulan esas soruyu ise yukarıdan bir sesle konuşarak görmemezlikten geliyor.
Bildirinin bize verdiği yegâne önemli bilgi, Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde faaliyetine devam eden Seferberlik Tetkik Dairesi’nin bugün de faal olduğu. ‘İşgale karşı özel kuvvet teşkilatlarının kurulması ve yönetilmesine yönelik sistem’in varlığını devam ettirdiği konusunda bilgilenmiş oluyoruz. Bilindiği gibi, 1952’de NATO çerçevesinde kurulan ve ilk ‘mükemmel faaliyeti’ 6-7 Eylül olaylarını düzenlemek ve Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nı kurmak olan bu özel kuvvet teşkilatlanması sadece askerlerden oluşmuyor. Seferberlik Tetkik Dairesi’nin esas işi, ‘işgale karşı direniş için’ sivil güçleri örgütlemek. Direnişçi, karşı propagandacı, dezenformasyoncu, bilgi toplayıcı gibi farklı işler için farklı profillerde seçilmiş bu sivil ‘vatansever’ kişilerin örgütlenmesinin merkezi Özel Kuvvetler’in bünyesinde mi yer alıyor? Bu örgütlenme ülke sathında askerlik şubeleri aracılığıyla örülen bir ağ mı? Kızılay gibi kurumlar bu kişilerin paravan sivil görevlerde bulunması için mi kullanılıyor? Sorular bunlar.
Genelkurmay Başkanlığı, Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan bilgiler ışığında tartışılmaya başlanan esas konuyu yanıtlamıyor. Bu sivillerden oluşan ömür boyu görevlendirilmişler gizli ordusunun faaliyetine devam edip etmediği, geçmişte bu sivillerin ne tür işlere yöneltildikleri soruları bugün tüm ağırlığıyla yanıt bekliyor. Kimse “Özel Kuvvetler Komutanlığı yasadışı bir kuruluştur” demiyor. Kuvvet komutanlıklarından bağımsız çalışan böyle bir askeri birlik yararlı mıdır değil midir konusunu da pek tartışan yok -ki aslında bu da münhasıran önemli bir sorudur.
Sorulan soru basit: Meclis komisyonuna ulaşan, komisyon üyesi milletvekillerinin içeriğini bölük pörçük anlatmaya başladıkları, bir kısmı geç ulaştığı için komisyon raporunda yer alamayan on binlerce sayfa belgenin içinde yer aldığı iddia edilen, genellikle bir subayla irtibatlı olarak örgütlenmiş sivillerin içinde yer aldığı böyle bir yapı var mı yok mu? Sayılarının bazı kaynaklara göre on bin, başka kaynaklara göre yüz bin olduğu söylenen bu ‘sivil vatanseverler ağı’ geçmişte yasadışı işler yaptı mı? Daha doğru bir ifadeyle, bu kişilerden bazılarına ağır suç olan bazı işler ‘yüksek devlet menfaati’ veya ‘vatan uğruna’ yaptırıldı mı? Bu ağ içinde yer alan bazı kişiler bu özel konumlarını kullanarak kendi inisiyatifleriyle ve ‘âli menfaatler’ adına veya değil, yasaların suç olarak tanımladığı işler yaptılar mı?
Genelkurmay Başkanlığı’nın son bildirisi insana birkaç yıl önce kullanılmış lav silahının ‘boru’ diye halka tanıtıldığı basın toplantısını hatırlatıyor.

Thursday, February 14, 2013

İran’da siyasi kriz, bölgede çalkantı


İran’da siyasi kriz, bölgede çalkantıYDH- Gazeteci Fehim Taştekin ve YDH Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu İMC Televizyonunda yayımlanan Doğu Divanı programında İran’da yaşanan son siyasi gelişmeleri ve bölgeyi değerlendirdi.

 YDH- Gazeteci Fehim Taştekin ve YDH Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu İMC Televizyonunda yayımlanan Doğu Divanı programında İran’da yaşanan son siyasi gelişmeleri ve bölgeyi değerlendirdi.
Gazeteci Fehim Taştekin’in sunduğu Doğu Divanı programında İran’da çalışma bakanı hakkında verilen gensoru ile ilgili yaşanan tartışmaların yanı sıra Tunus, Libya ve Suriye’de yaşanan gelişmeler de ele alındı.
YDH Genel Yayın Yönetmeni Alptekin Dursunoğlu, Arap İsyanları sonucu devrimlerin gerçekleştiği ülkelerde İslamcı partilerin devrim sırasında uzlaşmacı ve muhafazakar, iktidarda ise uzlaşmaya kapalı ve “devrimci” bir tutum sergilediğini belirterek Tunus ve Mısır’da yaşanan son toplumsal çalkantıların sebebinin bu tutum olduğunu söyledi.
LİNK:

Friday, February 8, 2013

Haftanın Raporu: İsrail saldırısı ve Doha Koalisyonu’nda kırılma


Haftanın Raporu: İsrail saldırısı ve Doha Koalisyonu’nda kırılmaAlptekin Dursunoğlu

YDH- Bölgedeki tepki düzeyi, İsrail’i yeni saldırılara cesaretlendirirken, Muaz el-Hatib’in Şam’a diyalog eli uzatması, Münih’te ABD’den siyasi çözüme dümen kırma mesajı aldığını gösteriyor.

YDH-Bölgedeki tepki düzeyi, İsrail’i yeni saldırılara cesaretlendirirken, Muaz el-Hatib’in Şam’a diyalog eli uzatması, Münih’te ABD’den siyasi çözüme dümen kırma mesajı aldığını gösteriyor.
İsrail savaş uçaklarının 30 Ocak’ta Suriye’ye ait Camraya bilimsel araştırma merkezini bombalaması, geçtiğimiz haftanın en önemli bölgesel gelişmesi oldu.
Suriye’nin saldırının Şam’daki bilimsel araştırma merkezine yapıldığını açıklamasından birkaç saat önce Batılı haber ajansları, İsrail savaş uçaklarının Lübnan Suriye sınırının sıfır noktasında bir araç konvoyunu vurduğunu[1] duyurmuştu.
İsrailli bir istihbarat yetkilisi ise Times gazetesine yaptığı açıklamada, Suriye’de düzenlenen hava saldırısında, Lübnan’da Hizbullah’a uçaksavar füzeleri ve insansız hava araçlarının GPS sistemlerini devre dışı bırakacak elektronik sistemlerini taşıyan konvoyun vurulduğunu[2] öne sürmüştü.
Suriye Genelkurmay Başkanlığı, konuyla ilgili açıklamasında araç konvoyuna saldırı haberlerinin gerçek dışı olduğunu belirterek saldırıda sadece Camraya bilimsel araştırma merkezinin hedef alındığını[3] açıkladı.
Nitekim saldırının üstünden geçen zamana rağmen araç konvoyunun vurulduğu iddiasını destekleyecek ve Suriye genelkurmay başkanlığının açıklamasını yalanlayacak bir veri ortaya konmadı.
Saldırıyı resmi düzeyde üstlenmeyen İsrail, Suriye’nin Lübnanlı müttefiklerine hassas bazı silahları vermesine engel olunduğu imasında bulunmakla kalmadı, Suriye sınırında bir tampon bölge yaratmak için yeni saldırılarda bulunabileceğinin mesajını verdi.[4]
“İsrail’in Şam Saldırısının Stratejik Hedefleri” başlıklı yazımda İsrail’in Şam’daki bilimsel araştırma merkezine yönelik saldırısının, hedefin kendinden çok Suriye ve bölgeye yönelik etkileri bakımından önemli olduğunu belirterek İsrail’in bu saldırıyla şu muhtemel hedefleri gözettiğini belirtmiştim.
1-  Suriye’deki her türlü değişimde en ciddiye alınması gereken bölgesel aktörün kendisi olduğu mesajının verilmesi.
2- Şam’ın muhtemel bir dış müdahale karşısında ne kadar korunaksız olduğunun Şam’a karşı güç birliği etmiş “Dostlara” gösterilmesi.
3- Suriye’ye yönelik muhtemel bir dış müdahale karşısında bölgenin ve Şam’ın müttefiklerinin tepkilerinin ölçülmesi.
4- Ülkenin artık korunaksız olduğu mesajının verilerek Suriye Ordusunun kurumsal olarak saf değiştirmeye ikna edilmesi.

Uluslar arası tepkilerin niteliği İsrail’i yeni saldırılar konusunda cesaretlendirdi

İsrail’in tampon bölge ve yeni saldırı tehdidi, Camraya araştırma merkezine düzenlenen saldırıya verilen uluslar arası tepkilerle doğrudan ilişkili olduğu ve bölgenin ve uluslar arası toplumun saldırıyla ilgili tepki düzeyinin İsrail’i yeni saldırılar için cesaretlendirdiği gözüküyor.
Zira, saldırıdan hemen sonra Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Said Celili’yi Şam’a göndererek Suriye’ye her türlü desteği vereceğini açıklayan[5] İran’dan başka İsrail saldırısına karşı Suriye’ye destek açıklayan olmadı.
Rusya, “saldırı bilgisinin doğrulanması halinde olayın bağımsız bir ülkeye saldırı anlamına geleceğini” belirterek endişe belirtmekle yetindi.
Almanya, “Kendimiz (doğrudan) bilgi sahibi olmadığımız, yaşananlarla ilgili güvenilir bilgi almadığımız müddetçe hiçbir açıklama yapmayacağız” derken, İngiltere “ilave bir bilgi olmadığını belirterek, Suriye krizinin büyük tehlikeler barındırdığını” söyledi.
Türkiye dışişlerinden yapılan açıklama ise Almanya ve İngiltere’nin açıklamalarının sentezi gibiydi.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal “bu konuda kendilerine ulaşan resmi bir bilgi olmadığını belirterek “Bu durum Suriye’deki durumun ne kadar karmaşık ne kadar kötü ve uluslararası barışı da tehdit eder bir hale geldiğini bir kere daha gösteriyor. Bu nedenle Suriye konusunun bir an önce her boyutuyla çözümlenmesi gerektiğini düşünüyoruz”[6] şeklinde konuştu.
Bakanlığın saldırıya ilişkin bu onay imasından sonra İsrail’in Suriye’ye saldırmasına ilişkin değerlendirmelerde bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye’yi; Başbakan Erdoğan ise İran’ı suçlayan açıklamalarda bulundu.

“İsrail’in saldırısından Suriye ve İran sorumlu”

İsrail’in Suriye’ye düzenlediği hava saldırısı karşısında Şam’ın tavrını eleştiren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Niye İsrail uçakları Esad’ın sarayının üzerinden uçup ülkesinin onuruyla oynarken bir çakıl taşı bile atmıyor?”[7] derken Başbakan Erdoğan “İsrail’in saldırısının İran’ın tavrıyla bağlantılı”[8] olduğunu söyledi.
Saldırının “Esed’le İsrail arasındaki anlaşmanın”[9] sonucu olduğunu ima eden Davutoğlu, kendine özgü meşhur “sessiz kalmayız” klişesiyle “İsrail’in hiçbir Müslüman ülkeye saldırısına kayıtsız ve tepkisiz kalamayız”[10] diyerek “kayıtsız ve tepkisiz kalmamış” oldu.
Davutoğlu’nun “tepkisiz ve kayıtsız kalamayız” iddiasını ispat delili de son derece ilginçti.
“Bizim zaten hassasiyetimiz ortada. 2007’de İsrail uçakları Suriye’yi bombaladığında ilk tepkiyi Türkiye verdi”[11] diyen Davutoğlu, o dönemde Suriye’yi bombalamaya giderken Türk hava sahasını kullanan ve yakıt tanklarını da Hatay ve Gaziantep’e atan İsrail uçaklarına ya da Mavi Marmara’da 9 Türk vatandaşını öldüren İsrail askerlerine kendilerinin hangi büyüklükte bir çakıl taşı attığını açıklamadı.
Sonuç itibariyle Mısır’ın Sudan kıyaslaması üzerinden yaptığı zoraki kınama[12] bir kenara bırakılacak olursa İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırısına kınamanın, İran, Lübnan[13] ve Irak’la[14] sınırlı kalması, İsrail’i saldırıyı açıkça üstlenme[15], yeni saldırılarda bulunma ve Suriye’de tampon bölge oluşturma konusunda cesaretlendirdiği görülüyor.

Ulusal Koalisyon ve Muaz el-Hatib çatlağı

Körfez ülkelerinin Suriye’deki yıpratma savaşının Şam yönetimine diz çöktüreceği beklentisinin boşa çıkmaya başlaması[16] ve sahadaki inisiyatifi cihatçı grupların ele geçirmesinin Batılıları tedirgin etmeye başlaması, savaş yoluyla bir sonuca varılamayacağı yönündeki kanaati güçlendiriyor.
Amerikan yönetimi henüz Rusya ile Cenevre bildirisine dayalı bir siyasi çözüme hazır olduğunu açıkça ortaya koymasa da kabine değişikliği sonrasında bu yönde adım atabileceğinin işaretlerini veriyor.[17]
Amerikan müdahalesiyle yeniden örgütlenen ve Amerikan müdahalesiyle geçiş hükümeti kurmayı erteleyen[18] koalisyonun başkanı Muaz el-Hatib’in içeriden gelen baskılar sebebiyle çark etse[19] de siyasi çözüm yönünde dümen kırması,[20] Moskova ve Tahran’la görüşmemeyi adeta bir kırmızıçizgi olarak tanımlayan Koalisyon’un başkanı sıfatıyla Rusya[21] ve  İran[22] dışişleri bakanlarıyla görüşmesi, kendilerine iktidar vaat eden “Dostlar”dan[23] umut kesmeye başladıklarını gösteriyor.
Nusra Cephesi’nin sahadaki gücünden çekinen Koalisyon bağlantılı silahlı gruplar Batılıların “Nusra Cephesi’nden kurtulun”[24] uyarısına olumsuz cevap vermek zorunda kalsa da cihatçılar, yönetimin devrilmesinden sonra Özgür Suriye Ordusu ile çatışacaklarını gizlemiyorlar.[25]
Batılılara, sürdürdükleri vekalet savaşının kontrolden çıkacağı mesajını veren bu durum, ABD’yi muhtemelen kabine değişikliği sürecinin tamamlanmasının ardından siyasi çözüm odaklı bir formüle yöneltebilir.
Koalisyon içindeki tüm itirazlara rağmen Muaz el-Hatib’in hem de el-Cezire üzerinden Şam’a diyalog eli uzatması[26], Münih’te görüştüğü Amerikan Başkan Yardımcısı Joe Biden’den bu mesajı aldığını gösteriyor.



[1]http://www.ydh.com.tr/HD11422_israil-ucaklari-lubnanda-bir-arac-konvoyunu-vurdu.html
[2]http://t24.com.tr/haber/israilin-suriyede-vurdugu-konvoy-ne-tasiyordu/222728
[3]http://www.ydh.com.tr/HD11425_suriye-genelkurmay-baskanligindan-saldiriyla-ilgili-aciklama.html
[4]http://www.haberturk.com/dunya/haber/817127-israilden-suriyeye-tampon-hazirligi
[5]http://www.ydh.com.tr/HD11441_celili—suriyeden-hicbir-destegi-esirgemeyecegiz.html
[6]http://www.trtturk.com.tr/haber/israil-sessiz-rusya-ve-iran-tepkili.html
[7]http://www.ntvmsnbc.com/id/25418912
[8]http://www.zaman.com.tr/politika_erdogan-israilin-suriye-saldirisi-iranin-tavriyla-baglantili_2049151.html
[9]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22503278.asp
[10]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22503278.asp
[11]http://haber.gazetevatan.com/sert-uyari-cakil-tasi-bile-atmiyor/511065/1/G%C3%BCndem
[12]http://www.ydh.com.tr/HD11430_kahireden-kinama-ankaradan-ortulu-onay.html
[13]http://www.ydh.com.tr/HD11426_lubnandan-araplara-israil-saldirisi-icin-cagri.html
[14]http://www.ydh.com.tr/HD11440_malki—turkiye-israilin-cikarlarini-koruyor.html
[15]http://haber.gazetevatan.com/suriyeyi-biz-vurduk/511462/30/D%C3%BCnya
[16]http://www.ydh.com.tr/HD11391_fransa—esedin-devrilecegine-dair-hicbir-belirti-yok.html
[17]http://www.ydh.com.tr/HD11394_kerry—rusyayi-dinlemek-istiyoruz.html
[18]http://www.ydh.com.tr/HD11385_ford—gecis-hukumeti-aceleye-getirilmemeli.html
[19]http://www.ydh.com.tr/HD11423_muaz-el-hatib—kisisel-gorusumu-soyledim.html
[20]http://www.ydh.com.tr/HD11421_muaz-el-hatib—esed-in-temsilcisiyle-gorusmeye-hazirim.html
[21]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22511052.asp
[22]http://fa.alalam.ir/news/1442536
[23]http://www.aa.com.tr/tr/dunya/126989--vaat-dinlemekten-biktik
[24]http://www.ydh.com.tr/HD11416_batililardan-osoya-nusradan-kurtulun-cagrisi.html
[25]http://www.ydh.com.tr/HD11439_ebu-seyyaf—esed-devrilirse-cihatcilarla-oso-catisir.html
[26]http://www.ydh.com.tr/HD11449_muaz-el-hatib—diyalog-icin-elimizi-uzatiyoruz.html