Wednesday, November 21, 2012

Anti-Otoriter Yayıncılığın Türkiye’deki Serüvenine Bir Bakış




Her zaman aynı anlama gelmese de, bir “yayıncılık tarihi”, bir tür “hareket tarihi” olarak da okunabilir. Bu anlamda bu makale, özünde bunu amaçlıyor olsa da, Türkiye’deki anti-otoriter yayıncılığın tarihine ilişkin “eksiksiz” bir değerlendirme iddiası taşımıyor. Bu noktada şunu da vurgulamak gerekir ki; pek çok kişinin aklına gelebileceği gibi üst-başlıkta geçen “anti-otoriter” yerine “anarşist” sözcüğünün kullanılması tercih edilebilir(di), ancak bu tercih, ilerleyen satırlarda aktarılacak “öykü”yü tam anlamıyla betimleyecek kapsayıcılıkta ol(a)mazdı.
Kitaplar ve Yayınevleri

Özellikle 19. yüzyıl sonlarında gelişmeye başlayan Ermeni devrimci hareketi içerisinde anarşistlerin varlığı biliniyor olsa da, (bugünkü Türkiye topraklarındaki) bu harekete dair yazılı kaynaklar ne yazık ki yeterince araştırılmış değildir. Öte yandan Osmanlıca-Türkçe basılan ilk anarşist/anti-otoriter kitabın, Baha Tevfik’in (1881-1916) Felsefe-i Ferd adlı eseri olduğu bilinmektedir. 1992’de Burhan Şaylı tarafından Türkçeleştirilip Altıkırkbeş’in (sonradan 1997’de Yumuşak G Yayınları’nın) yayımladığı kitabın önsözü 7 Ocak 1914 tarihini taşımaktadır.

1935 yılında yayımlanan Peter Kropotkin’in iki kitabı, Ahmet Ağaoğlu’nun çevirdiği (1991’de Kavram Yayınları tarafından yeniden basılan) Etika ile Haydar Rifat’ın çevirdiği Anarşizm, 1960’ların sonlarına kadar yegâne anarşist çeviriler olma niteliğini korumuştur. Bunun yanında, Marx’ın Kapital’inin (Rasih Nuri İleri’nin 16 yaşında yaptığı çeviriyle) 1936’da yayımlanan (ve 1965’te Sosyal Yayınlar tarafından yeniden basılan) “Özet”inin erken dönem İtalyan anarşistlerinden olan Carlo Cafiero imzasını taşıyor olması dikkat çekicidir. Sosyal Yayınlar’ın yayımladığı baskıda ise, Cafiero’nun kişisel görüşlerini içeren bölümlerin çıkarıldığı özellikle belirtilmektedir.

1960 sonrasındaki birkaç on yılda, anarşizme yönelik (eleştirel) Marksist kitaplar dışında, yalnızca birkaç yeni çeviriye rastlanmaktadır. Bunlar arasında 1966’da Galip Üstün’ün çevirisiyle Gerçek Yayınevi’nin bastığı Henri Arvon’un Anarşizm Nedir?, 1967’de Ergun Tuncalı’nın çevirisiyle Kitapçılık Tic. Ltd. Şti’nin yayımladığı George Woodcock’ın Anarşizm, 1967’de Mehmet Tuncay’ın çevirisiyle Habora Kitabevi’nin bastığı Michael Bakunin’in Seçme Düşünceler, 1969’da Vedat G. Üretürk’ün çevirdiği ve Ararat Yayınevi tarafından yayımlanan Pierre-Joseph Proudhon’un Mülkiyet Nedir? kitapları sayılabilir. Bunların yanında 1969’da Ant Yayınları da, Daniel Cohn Bendit’in Anarşizm Komünist Bürokrasiye Karşı ile Jacques Duclos’un Anarşizm: Sol Adına Sola İhanet başlıklı kitaplarını arkalı önlü tek bir kitap halinde basmıştır. Bu kitapların pek çoğu, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren farklı yayınevleri tarafından yeniden basılmıştır. Arvon’un kitabı İletişim, Proudhon’un kitabı Toplumsal Dönüşüm, Woodcock’ın aynı başlıklı daha kapsamlı kitabı Kaos Yayınları tarafından basılırken, Yöntem Yayınları Duclos’un kitabını 1976’da yeniden yayımlamıştır.

1970’li yılların çatışmalı ortamında, anarşizmle mevcut şiddet ortamı arasında bağa odaklanan birkaç telif eser de yayımlanmıştır. Bunlardan ilki Fahri Tanman’ın Altınok Matbaası’nda bastırdığı (2. baskısı 1970’de yayımlanan) Demokratik Düzen Anarşik Usullerle Nasıl Tahrip Edilir? başlıklı, bir diğeri ise konuyu görece daha nesnel ve akademik bir şekilde ele alan, 1971’de yazıldığı halde yazarı Ziya Somar’ın 1978’deki ölümünden sonra Erdini Basım ve Yayınevi tarafından yayımlanan Dünyada ve Bizde Anarşi - Anarşizm adlı kitaplardır. 1976 yılında, Ayşe Kemalı’nın çevirisiyle Milliyet Yayınları tarafından basılan, Roderick Kedward’ın Anarşistler: Bir Dönemi Sarsanlar adlı eseri de anarşizmi şiddet-terörizm ekseninden değerlendiren bir başka kitaptır.

1980’lerin sonlarından itibaren yaygınlaşmaya başlayan dergi faaliyetlerine paralel olarak özellikle çeviri kitapların sayısında artış görülmektedir. Ida Mett’in Kronstadt 1921 kitabının 1985’te Ümit Altuğ’un çevirisiyle Sokak Yayınları (1998’de R. Macit’in Fransızca’dan yaptığı çeviriyle de Kaos Yayınları) tarafından basılması, dönemin bürokratik sosyalizme yönelik eleştirel ortamını yansıtmaktadır. Bunun yanında, George Sorel ve George Orwell’ın da birer kitabını yayımlayan Sokak Yayınları, Türkiye’de anti-otoriterlerin kurduğu ilk yayınevi olarak nitelendirilebilir.

1988’de “güç ilişkileri üretmeyen” bir toplumsallık arayışındaki Ayrıntı Yayınları’nın kurulması da, anti-otoriter düşüncenin felsefi-teorik altyapısının gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Yevgeni Zamyatin’in 1988’de yayımlanan Biz adlı ütopyası, Maurice Brinton’ın 1990’da yayımlanan Bolşevikler ve İşçi Denetimi gibi reel-sosyalizm deneyimine eleştirel yaklaşan kitapların yanı sıra, Pierre Clastres’in Devlete Karşı Toplum (1990) ve Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu (1992) vb. kitapların basılması anti-otoriter/özgürlükçü akademik literatürü zenginleştirmiştir. Aynı yayınevi 1990’ların başından itibaren, anarşizmin tarihini ve teorisini daha yakından irdeleyen Hans Magnus Enzensberger’in Anarşi’nin Kısa Yazı (1993) ve Rolf Cantzen’in Daha Az Devlet Daha Çok Toplum (1994) vb. çeşitli kitaplar yayımlamaya başlamıştır. Murray Bookchin’in Özgürlüğün Ekolojisi (1994), Ekolojik Bir Topluma Doğru (1996) ve Kentsiz Kentleşme (1999) kitaplarının yanı sıra, Ayrıntı Yayınları 1990’lı yılların sonlarından itibaren, post-modern kuramla anarşizmi bütünleştirmeye çalışan eserlere odaklanmıştır. Bu anlamda, Crispin Sartwell’in Edepsizlik Anarşi ve Gerçeklik (1999), Todd May’in Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi (2000), Matthias Kaufmann’ın Aydınlanmış Anarşi Siyaset Felsefesine Giriş (2003) ve Saul Newman’ın Bakunin'den Lacan'a Anti- Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu (2006) adlı kitapları akla ilk gelen örnekler arasındadır.

1992’de kurulup bir yıl sonra faaliyetlerine son veren Birey Yayınları, P. J. Proudhon, M. Bakunin ve Karin Kramer Verlag/Yayınları’nın birer kitabı dışında Dadacılık ile tarihteki anarka-feminist kadınları anlatan birer kitap basabilmiştir. Birey Yayınları’nın kapanmasının ardından, anarşist kitap yayıncılığı alanındaki önemli bir eksiklik, Kaos Yayınları’nın 1994 yılında kurulmasıyla beraber bir ölçüde giderilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, yayıncılığın “hareket” ile ilişkisinin Kaos’un kurulmasıyla derinleştiği söylenebilir. Kaos Yayınları, “anarşist mücadele geleneğinin Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen yüz elli yıllık tarihi başta olmak üzere” tüm özgürlükçü mücadelelerin Türkiyeli okura aktarılması işlevini üstlenmiştir. Geniş bir yelpazede yayımladığı kitaplar arasında, P. Kropotkin’den M. Bakunin’e, Errico Malatesta’dan Lev Tolstoy’a, M. Bookchin’den Rudolf Rocker’a, John Zerzan’dan Unabomber’a, Emma Goldman’dan Colin Ward’a, İspanya Devrimi’nden Ukrayna Mahnovist Hareketi’ne, p.m.’in Bolo’bolo ve William Morris’in Hiçbiryer’den Haberler ütopyalarına kadar zengin bir literatür bulunmaktadır. Bunun yanında, yayınevi Tayfun Gönül, Gün Zileli ve Işık Ergüden gibi yazarların telif eserlerini de basmıştır. En çok ilgi çeken yayını ise, (önceki paragraflarda değinilen) Woodcock’ın Anarşizm başlıklı kapsamlı incelemesidir.

1990’lı yıllardan sonra farklı yayınevleri de anarşist çevirilere ağırlık vermeye başlamıştır. Bunlar arasında, Sarmal Yayınevi tarafından Osman Akınhay’ın çevirisiyle 1991’de 2 cilt olarak basılan (2003’te tek kitap olarak Doruk Yayınları’nın bastığı) Paul Avrich’in Anarşist Portreler’i, 1991’de Alev Türker’in çevirisiyle Kavram Yayınları’nın yayımladığı Bakunin’in Devlet ve Anarşi’si sayılabilir. Ayrıca, izleyen yıllarda Öteki, Metis, Doruk, İmge gibi yayınevleri de P. Kropotkin, E. Goldman, P. Avrich, Ursula Le Guin vb. klasik anarşist yazar ve edebiyatçıların önemli kitaplarını Türkçe’ye kazandırmıştır.

2006 yılı başında kurulan Versus Kitap da, dört yılı ancak bulan kısa süre içerisinde, özgürlükçü çizgide dikkate değer sayı ve nitelikte kitaplar basmıştır. Bunlar arasında, Mustafa Erata ile Nil Erdoğan’ın çevirdiği Robert Graham’ın Anarşizm Özgürlükçü Düşüncelerin Belgesel Bir Tarihi (2007), Zarife Biliz’in Türkçeleştirdiği Harold Barclay’in Efendisiz Halklar (2010), Harun Yılmaz’ın Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve Bürokrasi (2006), Aziz Ufuk Kılıç’ın çevirdiği Philippe Corcuff’un Bireycilik Sorunu (2009) ve Zamyatin’in Biz kitabının (Algan Sezgintüredi’nin imzasını taşıyan) yeni çevirisi (2009) sayılabilir.
Dergiler ve Diğer Yayınlar
Anarşist/anti-otoriter düşüncelerden süre(k)li yayınlarda bahsedilmeye başlanması, 1908’i izleyen yıllarda, İkinci Meşrutiyet döneminin göreli özgürlük ortamı içerisinde gerçekleşebilmiştir. İştirak dergisinde Hayati imzasıyla yayımlanan birkaç şiir, Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiye ve Resimli Kitap dergilerinde Bedi Nuri’nin yazdığı makaleler, 20. Asırda Zekâ dergisinde Ahmet Rıfkı imzasını taşıyan “Anarşistler” makalesi buna örnek olarak gösterilebilir. Bu döneme dair ayrıntılı bir inceleme, Somar’ın önceki paragraflarda atıfta bulunulan kitabının ilk bölümünde okunabilir. Ayrıca meraklıları için: İştirak dergisinde yayımlanan bazı şiirler, Burhan Şaylı tarafından Türkçeleştirilerek Çevirmenin Notu dergisinin geçtiğimiz aylarda çıkan 10. sayısında yayımlanmıştır.

Yeni Ufuklar dergisinin 1968 Mart ve Nisan aylarında, Masis Kürkçügil imzasıyla yayımlanan “Anarşizm Üzerine Birkaç Söz” başlıklı makaleler gibi anarşizme “olumlu” atıflarda bulunan yazılara nadiren de olsa rastlanmakla birlikte, tarihsel olarak anarşist/anti-otoriter dergicilik faaliyetleri ancak 1980 sonrasında süreklilik kazanabilmiştir.

Yeni Olgu, Akıntıya Karşı vb. dergilerde nüvelerine rastlanan “liberter” eğilimler, Ekim 1986’de ilk sayısı yayımlanan Kara dergisiyle birlikte ete-kemiğe bürünebilmiştir. Türkiye tarihindeki ilk anarşist dergi olma niteliğini taşıyan Kara, hem sürekliliği hem de zengin içeriğiyle bugün bile özlemle anılan tarihsel izler bırakmıştır. Kasım 1987’de 12. ve son sayısını yayımladıktan sonra kapanan dergide son sayılara kadar “anarşizm” yerine ısrarla “liberter” sözcüğünün kullanılmış olması, döneminin baskıcı ortamından “sıyrılma girişimi” olarak düşünülmelidir. Kara’yı yine İstanbul’da yayımlanan Efendisiz takip etmiştir; bu dergi de, 1988-1989 arasında ancak altı sayı yayımlanabilmiştir.

1992’de İzmir’de yayımlanmaya başlanan Amargi dergisi ise, anti-militarizme odaklanan bir perspektifle 1994 yılına kadar (13 sayı) yayınlarını sürdürmüştür. Aynı yıl Antalya’da basılmaya başlanan Coelacanth dergisi, yayınlarını bir yıl sonra bitirirken, 1992 yılının sonunda İstanbul’da en uzun soluklu anarşist dergilerden birisi olan Ateş Hırsızı çıkmaya başlamıştır. Toplumsal devrimci anarşizmden ilkelci-bireyci bir çizgiye doğru evrilen Ateş Hırsızı, çok-dilli yayınlarına 1999 yılında çıkan 10. sayısı ile son vermiştir.

İlk sayısı 1994 Mayısı’nda Ankara’da yayımlanan Apolitika, anarşistlerin ilk “platform” dergisi olarak değerlendirilebilir. İkinci sayıdan itibaren İstanbul’a taşınan teorik tartışmalar odaklı derginin, 7. (ve son) sayısı 1997 sonunda yayımlanmıştır. Apolitika’nın boşluğunun, Mart 2001’de yayınlanmaya başlanan Kara MecmuA’ya kadar tam olarak doldurulamadığı söylenebilir. Küreselleşme karşıtı mücadelenin yaygınlaşmasıyla birlikte, 2000’lerin başından itibaren hissedilir biçimde yükselen anarşist hareket içindeki çeşitli eğilimleri yansıtan Kara MecmuA, Mayıs 2006’da çıkan 11. sayıdan sonra yayınını sonlandırmıştır.

1990’ların sonlarından itibaren ise, İstanbul merkezli bir grup, gençlik radikalizmine dayalı bir çizgide çıkarmaya başladıkları çeşitli yayınlarla sesini duyurmaya çalışmıştır. Kasım 1999’de birinci, Mayıs 2000’de ikinci sayısı yayımlanan Anarşi’nin dışında, 15 Şubat 1999’dan itibaren yayımlanmaya başlayan Efendisizler’de de, (özellikle ilk birkaç sayısından sonra) büyük ölçüde bu grubun etkisi hissedilmektedir. 2000 yılı sonlarına kadar 14 sayı yayımlanan Efendisizler’de anarşist aktivizme odaklı anti-kapitalist bir perspektif göze çarpmaktadır. Nisan 2002 ile 1 Ocak 2006 arasında toplam 68 sayı yayımlanmış olan Özgür Hayat gazetesi de aynı çizginin devamıdır ve en çok sayıda basılan Türkçe anarşist basılı yayın olma niteliğini taşımaktadır. On-beşer günlük periyotlarda yayımlanan Özgür Hayat, küresel kapitalizm karşıtı mücadeleye eko-anarşist bir çerçeveden yaklaşmaktadır. Birçok anarşist ve anti-otoriter çevrenin, 2001 Şubat ayında gerçekleşen bir şiddet olayı nedeniyle, sözü edilen grupla iletişimi kestiğini vurgulamak gerekir.

1996’dan sonra, anarşizme entelektüel-teorik eksenden yaklaşan bir kolektif, İstanbul’da, aynı adı taşıyan (Karaşın) dergileriyle ortaya çıkmıştır. İki sayı yayımlanan dergiyi 1998-1999’da üç sayı çıkan Gazete Karaşın takip etmiştir. Aynı yıllarda klasik anarşist metinlerin fotokopi-betiklerini çoğaltan kolektif, 2004’ün Kasım ayında oldukça zengin bir akademik-teorik içeriğe sahip olan Siyahi dergisini çıkarmaya başlamıştır. Güncel anarşist siyaset-felsefesi ve modernizm karşıtı özgürlükçü yaklaşımlar üzerinde duran Siyahi 9. sayısını 2007 yazında yayımlamıştır. Benzeri özgürlükçü-entelektüel bir çizgide, 2007’de Ankara’da çıkmaya başlayan tesmeralsekdiz dergisinin 4. sayısı ise 2009 Mayısı’nda basılmıştır.

Anarşist/anti-otoriter sanat ve kültüre odaklanan yayınların geçmişi, ilk anarşist dergi Kara’nın kapanmasından sonra iki sayı yayımlanan Kara Sanat dergisine kadar uzanmaktadır. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, aralarında Varlık ve Kavram Karmaşa dergilerinin de olduğu çeşitli yayınlarda yazı ve şiirleri yayımlanan anarşist/anti-otoriter yazarların yeniden bir araya gelişi, Mayıs 2003’te ilk sayısı yayımlanan İmlasız ile gerçekleşmiştir. Kayseri’de basılan dergi, Temmuz 2004’de yayımlanan sekizinci sayısından sonra kapanırken, yerini Kasım 2004’te tek sayı çıkan Post-İmlasız’a bırakmıştır. Aynı çizgiyi izleyen Bireylikler’in, Mart 2010’da yayımlanan 31. sayısıyla kanıtlandığı şekilde, başarılı bir süreklilik yakaladığı görülmektedir.

Sınıf hareketi ve emek mücadelesi merkezli bir perspektifi benimseyen anarşistlerin 1990’lı yılların sonları ve 2000’li yılların başlarından itibaren yayın faaliyetlerini yoğunlaştırdığı görülmektedir. Bu anlamda ilk derginin, solun devrimci geleneği ile anarşizmi harmanlama çabasıyla, 1990’ların sonlarında Ankara’da 4 sayı yayımlanan Anarşi dergisi olduğu söylenebilir. Ardından gelen ilk özgürlükçü komünist yayın, İstanbul’da Nisan 2004’te yalnızca tek sayı yayımlanan Liberter dergisidir. Aynı kentte Mayıs 2005 ile Ekim 2006 arasında 5 sayı çıkan Kara Kızıl Notlar dergisi anarko-komünizm alanındaki teorik boşluğu doldurma işlevini üstlenmiştir. 2007 başında çıkmaya başlayan aylık dergi Mülksüzler ise, özgürlükçü komünistler dışında bağımsız bir sınıf hareketinden yana olan aktivistlerin katılımıyla emek mücadelelerine odaklanmıştır. Mülksüzler, 2007 yılının Ekim ayında çıkan dokuzuncu sayısından sonra yayınlarına son vermiştir. Ankara’daki süreç ise, ilk sayısı 2005 sonunda yayımlanan ve 3 sayı çıkan Proleter Teori A dergisi ile devam etmiştir. Mayıs 2009 tarihli birinci sayısından sonra, 2009 Sonbaharı’nda ikinci sayısı çıkan Emeğin Özgürlüğü de Ankara’da basılmaktadır.

Ekolojist-yeşil yaklaşımlarla anarşizm arasında bağlantı kuranların çıkardığı yayınların geçmişi ise, 1990’ların sonlarına uzanmaktadır. 1999’dan itibaren 3 sayı çıkan Kara Toprak gazetesinin ardından, 2000’de tek sayı çıkan Vejetaryen’i takip eden Vegananarşi 2003’e kadar 5 sayı yayımlanmıştır. 2’şer sayı çıkan Yabanıl ve Vahşiye Dönüş, tek sayı çıkan Son Durak vb. fanzinler de, anarşizmle ilkelci düşünceyi birlikte ele alan yaklaşımların ürünü olarak değerlendirilebilir. Uygarlığa Karşı Vahşinin Günlüğü adıyla 2004’ten itibaren haftalık yayınlanan bülten ise 2005’teki 53. sayısı ile yayınını sonlandırmıştır. Öte yandan, Bookchinci “toplumsal/sosyal ekoloji” düşüncesinin yansıması olarak sunulan özgürlükçü görüşler, Bahar 2002’den Yaz 2007’ye kadar 6 sayı yayımlanan Toplumsal Ekoloji dergisinde teorik zeminde ifade edilmiştir. 2003 yılından itibaren yayımlanmaya başlanan kitap formatındaki Üç Ekoloji dergisinin ise, “Yeşiller”e daha yakın durmakla birlikte, özgürlükçü/anti-otoriter düşünce bağlamında da önemli bir zemin yarattığı söylenebilir.

Özgürlükçü yaklaşımların ifadesini bulduğu bir başka alan, Negri’nin geliştirdiği görüşlerin etrafında şekillenen ve “otonom Marksizm” olarak nitelendirilen küresel kapitalizm karşıtı eleştiri geleneği olmuştur. Bu görüşlerin ifadesini bulduğu ilk yayın, 2002 sonundan 2010 Nisan ayına kadar 21 sayı çıkan Otonom dergisidir. Aynı sürece paralel olarak, 2002’den bu yana onlarca kitaptan oluşan bir yayın külliyatı ortaya koyan Otonom Yayıncılık ve Şubat 2004’ten itibaren 2007 sonuna kadar 7 sayı yayımlanan Conatus Çeviri Dergisi de bu hareketin ürünleridir.

Anarşist/anti-otoriter düşüncenin önemli bileşenlerinden birisi olan cinsiyetçilik karşıtlığı da çeşitli bağımsız yayınların ortaya çıkışında dikkate değer bir rol oynamıştır. Bu anlamda öncelikle eşcinsel hareketin ilk ve en uzun soluklu yayını olan Kaos GL dergisini anmak gerekir. 1994 Eylül ayından itibaren kesintisiz her ay yayımlanan Kaos GL, başlangıçtaki “kayıtsız”, anti-otoriter formatından 1999 sonlarında “yasal” formata geçmesi ve eşcinsel hareketin de yaygınlaşmasıyla birlikte yavaş yavaş uzaklaşırken, sürekli yayın niteliğini halen korumaktadır. Aynı grubun 2001’de üç sayı çıkardığı Parmak gazetesini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Eşcinsel hareketinin özgürlükçü yayınları dışında, az sayıda anarka-feminist yayın da bulunmaktadır. Bunlar arasında, 1990’lı yılların sonlarında Ankara’da iki sayı yayımlanan Dokunduran Çüksüzler ile bir diğer fanzin Benzine’yi anmak gerekir.

Anti-militarizm de, Türkiye’deki anarşist/anti-otoriter hareketin temel eksenlerinden birisini oluşturmaktadır. Bu bağlamda birkaç yayından söz edilebilir: 1990’lı yılların başında İzmir’de basılan Amargi’nin dışında, 2000-2003 arasında Ankara’da 7 sayı yayımlanan Oldsletter ile ağırlıklı olarak anti-militarizm ve vicdani red konularının işlendiği 1998’den sonra İstanbul’da 3 sayı yayımlanan Nisyan dergisi.

Anarşist/anti-otoriter yayınların önemli bir bölümü İstanbul’da çıkartılmakla birlikte, başta Ankara ve İzmir olmak üzere çeşitli kentlerde yayımlanan çok sayıda dergi ve fanzinin olduğunu vurgulamak gerekir. Bunlardan Ankara’da yayımlananlar arasında, 2000’li yılların başında 3 sayı çıkan An Kara Fanzin, birer sayı yayımlanan İnat ve İsimsiz dergileri ve hAber isimli anarşist bülten sayılabilir. 2008’in Ocak ayında yayımlanmaya başlanıp aynı yılın Aralık ayına kadar 7 sayı çıkan aylık Ahali gazetesi ise, Ankara’da çıkartılan en uzun soluklu anarşist/anti-otoriter yayın unvanını Oldsletter’la paylaşmaktadır. Bu kentteki anarko-fanzin kültürü esasen çok daha gerilere uzanmaktadır; 1990’ların ikinci yarısında çıkan Provokatör dışında, kAtrAn, Şeker-Deterjan-Çaput-Şişe isimleriyle devam eden fanzin dizisi bu kapsamda sayılabilir. Ankara’nın yanı sıra, İzmir de zengin bir yayıncılık geçmişine sahiptir. 2000’li yılların başında A4 Asimetri Yeraltı Yayın adıyla pek çok anarşist klasik metin “kitapçık” formatında basılırken, 2004 başından itibaren 14 sayı çıkan anarşist bülten Anarşizmir’in yanı sıra, Afanzin, İçtepi, Karakuşi, Kara Cüce vb. çok sayıda dergi ve fanzini anmak gerekir. Anadolu’nun çeşitli kentleri de anarşist fanzin yayıncılığı açısından oldukça faaldir: Konya’da 1990’lı yılların ortalarında çıkartılan Dış Mihrak, Malatya’da 2002’den sonra 3 sayı çıkan Özgür KarArt, 2003’te Çorlu’dan yayımlanan Çorlu’dA, Biga’da çıkan Acunsal Titreşim akla gelenlerden yalnızca birkaçıdır.

Kuşkusuz, burada adı anıl(a)mayan fanzin, dergi, gazete vb. pek çok başka anarşist/anti-otoriter yayın olduğunu belirtmek gerekir. Özellikle İstanbul’da basılan bu yayınlar arasında, Kara Gazete, OtonomX, Sert İtham, Kontra Atak, Virüs, Uçurum, Yangın, Nebula, Afutbol, Lafanzin, Underground Poetix sayılabilir. Güncel yayınlar arasında ise, ilk sayısı 2009 yazında, ikinci sayısı ise 2009 Aralık ayı sonunda basılan, haber, yorum ve tartışma dergisi Asiye göze çarpmaktadır.
İnternet
İnternet üzerinden yapılan yayıncılık ve haber faaliyetleri, Türkiye’deki anarşist/anti-otoriter harekette önemli bir yer tutmaktadır. İnternetin yaygınlaşmaya başladığı 1990’lı yılların ikinci yarısından sonra, gerek e-mail grupları, gerek haber ve forum siteleri anarşistlerin sıklıkla kullandığı iletişim araçları arasına girmiştir. Çeşitli grup ve örgütlenmelerin yanında, çoğu dergi, fanzin ve gazetenin kendi internet sitesi bulunmaktadır. Ancak ne yazık ki bu sitelerin çoğu, söz konusu yayın veya örgütlenme faal olduğu sürece varlıklarını koruyabilmiştir.

Anarşist haber siteleri (ve aynı zamanda anarşist yayınlar) arasında en uzun soluklu olanı, 2000 yılı Mart ayından beri faaliyet gösteren A-infos Türkçe haber servisidir: http://www.ainfos.ca/tr Türkiye’deki anarşist etkinlikler, haberler ve makalelerin dışında, çeşitli dillerden haber çevirileri de yayımlayan A-infos’un, bu topraklardaki anarşist/anti-otoriter hareketin aynası olduğu söylenebilir.

Küreselleşme karşıtı eylemlerin gelişimine paralel olarak, bağımsız bir alternatif haber/duyuru ağı olarak ortaya çıkan Indymedia’nın İstanbul kolu İstanbul Indymedia - http://istanbul.indymedia.org, 2003’te ağırlıklı olarak anti-otoriterlerin oluşturduğu bir grup tarafından kurulmuştur. Sağ-kolonu haber ve duyurulara ayrılan site, muhalif örgütlenmelerin açık iletişim platformu olarak önemli bir işlev görmektedir.

Anti-militarist yayıncılık alanındaki önemli bir boşluk, elektronik alada uzun zamandır faal olan Savaşkarşıtları - http://www.savaskarsitlari.org sitesi tarafından doldurulmaktadır. Ağırlıklı olarak vicdani ret haber ve duyurularına yer veren site, anti-militarist/vicdani ret hareketinin kapsamlı bir kronolojisini içermektedir.

Anarşist/anti-otoriter teorik metin arşivlerinin derlendiği dikkat çekici birkaç siteden daha söz etmek yerinde olacaktır. Bu anlamda, kolektif bir emeğin ürünü olan Anarsi.org - http://www.anarsi.org sitesi, son yıllarda pek fazla güncellenmese de, “Tarihte Bugün” bölümü ve geniş arşivi ile göze çarpmaktadır. Çoğu kendi imzasını taşıyan, çok geniş bir çeviri-makale arşivine sahip olan Anarşist Bakış sitesi ise, bir süredir internet erişimini yitirmiş olsa da, basılı ve elektronik ortamdaki çok sayıda yayına teorik malzeme sağlamıştır. Eski anarşist dergilerin bir kısmını bir araya getiren Anarsi.net sitesi, 2006 yılında açıldıktan bir süre sonra yayınlarını sonlandırmıştır. Otonomcu Marksist kuramın teorik tartışmalarını içeren kapsamlı bir arşivi olan Körotonomedya - http://www.korotonomedya.net da önemli sitelerden birisidir.

Forum sayfaları, zaman zaman dozu kaçan tartışmalara sahne olmakla birlikte, iletişim ve deneyim paylaşımı anlamında önemli bir boşluğu doldurmuştur. Farklı sunucular üzerinden 2000’li yılların başından beri yayın yapan Aforum (eski adıyla Anarşi Forum), oldukça uzun süreden beri anti-otoriterler ve bağımsız/özgürlükçü sosyalistler arasında açık bir tartışma alanı oluşturan Sanal Molotof Mesaj Panosu, özellikle 2000’li yılların ilk yarısında yoğun tartışmalara sahne olan Kara MecmuA Mesaj Panosu ve anarko-komünistlerin tanışma-iletişim alanı Kara Kızıl Forum akla gelen başlıca forum siteleri arasındadır.

Yalnızca elektronik ortamdan takip edilebilen birkaç anarşist yayın da bulunmaktadır. Bunlar arasında 2006 sonu ile 2007 başı arasında 3 sayı yayımlanan, E-dergi PAN ile 2004 – 2007 arasında 13 sayı çıkan Koyaanisqatsi fanzin sayılabilir. İlk sayısı 2008 Aralık’ta çıkan, çeviri ağırlıklı Sanal Teorik E-dergi’nin 5. sayısının yakında çıkması beklenmektedir: http://www.sanalteori.net/

İnternet üzerinden radyo yayıncılığı da, Türkiye’deki anarşistlerin ilgi alanları arasındadır. Deneme yayınlarına 2005 yılında başlayan Mülksüzler Radyo deneyimi sonlandıktan sonra, 2009 yazından itibaren yayın yapmaya başlayan Anarşi Radyo kesintili de olsa faaliyetlerini sürdürmektedir: http://anarsiradyo.org
Teşekkür
Eren Barış, Kürşad Kızıltuğ, Süreyyya Evren, Gün Zileli, Emine Özkaya, Ali Erol ve Halim Şafak, yazdıklarıyla, söyledikleriyle bu makalenin şekillenmesine fazlasıyla katkıda bulundular. Öte yandan, burada anlatılmaya çalışılan “öykü”, en az onlar kadar, İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Kayseri, Malatya, Sivas, Tekirdağ, Adana, Mersin, Uşak vb. kent ve kasabalardaki anarşist/anti-otoriter birey ve kolektiflerin yaşamöyküsünü içeriyor; onlar da büyük bir “teşekkür”ü hak ediyorlar.
Bitirirken
Fark edileceği üzere, bu makale, kapsamı itibariyle epeyce geniş bir alana yayılma talihsizliğiyle karşı karşıyaydı. Bu nedenle, bilinçli-bilinçsiz burada ismi anıl(a)mayan bütün yayın sahiplerinin “affına sığınıyorum”.

Umarım, bu görünür ol(a)mayanı görünür kılmaya çabası, bu topraklarda hak ettiği karşılığı bulur.


(*) Bu yazı, 17 Nisan 2010 tarihli Birgün gazetesinin Pazar Eki'nin "Anti-Otoriter Düşünce" üzerine hazırladığı dosyada kısaltılmış haliyle yayımlanmıştır.

Sunday, November 18, 2012

BERTOLT BRECHT VE EPİK TİYATRO




      Tarihsel olarak epik tiyatro, ilkin Antik Yunan tiyatrosunda ortaya çıkmıştır. Ancak günümüzde epik tiyatro denildiğinde ilk akla gelen Bertolt Brecht'tir. Bu nedenden dolayı, günümüzde, epik tiyatroya ilişkin her türlü eleştiri ve değerlendirme, ilkin Bertolt Brecht tiyatro kavrayışıyla işe başlamak durumundadır.
      Genel olarak tiyatronun tarihine bakıldığında, Antik Yunan'dan günümüze kadar geçen ikibin beşyüz yıllık bir geçmişe sahip olduğu görülür. Ve tüm bu tarih boyunca, tiyatro anlayışı, Antik Yunan tiyatro anlayışı temelinde gelişmiştir.
      Antik Yunan'da Aristoteles'in tiyatroya ilişkin anlayışı, bu tarihsel süreçte belirleyici bir yere sahip olmuştur.
      Bu klâsik tiyatro anlayışı, tiyatro izleyicisini alabildiğine duygulandırma, oyundaki kahramanla özdeşleştirme, sahnelenen eyleme katma şeklinde tanımlanabilir. Bu tiyatro anlayışı, kaçınılmaz olarak, oyuncuların da, rollerini ellerinden geldiğince canlandırmasını, oynadığı kişiyi "yaşamasını" ister ve buna göre tiyatro oyuncusunu yönlendirir.
      Böylece klâsik tiyatro anlayışı, tiyatronun "büyüsü"nü izleyiciye inandırma temelinde gelişir ve izleyiciyi arındırır. Yani, günlük yaşamın değişik sorunlarıyla yüzyüze kalmış izleyiciyi, bu sorunlardan uzaklaştırır ve oyun aracılığıyla onun günlük yaşamdan elde etmiş olduğu "olumsuz", "kötü" yanlarından arındırılır. (Catharsis)
      Bu bağlamda klâsik tiyatro anlayışı, dramatiktir ve dramatuj oyunun sahnelenmesinde belirleyici bir yere sahiptir.
      Bu tiyatro anlayışı, kendi içinde değişik yorumlamalara ve alt biçimlere ayrılmakla birlikte, genel olarak günümüzdeki klâsik tiyatro oyunlarının temelini oluşturmaya devam etmektedir. Ve en üst boyutuna Shakespeare oyunlarıyla ulaşmıştır.
      Dramatik tiyatroda, oyun, anlatılan eylem "canlandırılır", dolayısıyla oyuncu bu "canlandırma"nın en temel öğesi olarak mümkün olduğu kadar oynadığı rolle özdeşleşerek, onu en "inandırıcı" bir biçimde izleyiciye sunmak durumundadır. Böylece, izleyici, bu "canlandırma"nın etkisiyle oyunun içine katılır ve kendisi "tiyatronun büyülü havası" içinde oyunla özdeşleşir. Ancak, izleyici burada salt edilgen durumundadır ve olayın içinde yaşayan salt bir "göz" olarak olay içinde, eylemde vardır. Bunun sonucu olarak, dramatik tiyatro, izleyicide değişik duygular uyandırır ve oyun, olayları "gelişim", "düğüm" ve "sonuç" olmak üzere üç bölüm halinde sunar. Oyunda tüm olaylar, bu üçlü içinde ele alınarak izleyiciye sunulur.
      Epik tiyatroda ise, oyun, işlenen konunun, eylemin öyküsüdür, anlatımıdır. Dolayısıyla, izleyici, olayın eleştirici bir gözlemcisi olarak ele alınır ve oyun dokusundaki eylemi "yargılar". Böylece, epik tiyatro oyuncusu, oynadığı rolle kendisini özdeşleştirmez. O, bir Hamlet'tir, Hamlet'i oynar ve aynı zamanda Hamlet'i eleştirir. Brecht'in deyişiyle, oyuncu, toplumla, doğayla olan ilişkilerini iyice bilmek, tanımak zorundadır. Kendi çağının bilimini, bu bilimin gerektirdiği insan bağlantılarını eylem alınında, uygulama alanında bir bir, deneye deneye öğrenmeli, kurmalıdır.
      Brecht, kendi tiyatro oyuncularına şöyle demektedir:

          "Yapacağınız iş, güç de olsa, onu kolaylaştırmağa, rahatça yapmağa bakın. İlkin, durmasını, yürümesini öğrenin sahnede. Bir kör her gün geçtiği yolları nasıl bellerse, siz de öylece belleyin bu işi; rahat olun. Rolünüzü ezberlerken, ne denmek istendiğini anlayın önce. Söyleyeceğiniz sözlerin tadına önce siz varın; metni hamur gibi yoğurmayı bilin. Ritmik olması gerekir, el kol oynatışlarınızın! Plastik değerlerin ortaya çıkmasına önem verin. Gövdenizin dizginleri elinizde olmalı; bile isteye yapın yaptığınızı.
          Yapmacık davranışlarla savaşmayı bilmeliyiz. Gerçek, inandırıcı bir olayı göstermek istiyorsak, kaçınmalıyız yapmacıktan. Perde açılır açılmaz, oyuncu -nedense- pek önem verir kendisine, sesi olabildiğince yüksek, davranışları ivecen olur. Onun bu sinirli durumu seyirciye de geçer. İlk dakikaların heyecanı, sanatçının insan yanını alıp götürüyor çoğu kez. Seyirci bu ilk dakikaları yadırgıyor, sahnede gördüklerini yaşama uyduramıyar; oysa düpedüz yaşayışı sermeli önümüze.
          Konuşmaya önem verin; açık seçik, anlaşılır biçimde konuşun, insan gibi. Sahne dili dediğimiz şeyi ters yönden almayın; soğuk, yapmacık bir dille konuşmayın. Neyi anlatmak istiyorsunuz? Yazarın ne demek istediğini önce siz anlayın ki, karşınızdakine anlatabilesiniz. Halkın konuştuğu dile kulak verin, o dilden yararlanmayı bilin.
          Durmadan sahnenin göbeğine yönelmeyin. Kendinizi göstermek kaygısıyla öbeklerden, kümelerden ayrılmayın. Konuşacağınız kişinin yanına doğru yaklaşmayın her zaman; konuşacağınız kişinin yüzüne her zaman bakmak gerekmediği gibi, her zaman da bakmadan konuşmayın. Hızlı konuşurken bağırmayın. Bir diziye göre olmalı davranışlarınız, iç içe değil. Karşıtlıkları ortaya çıkarmayı bilin. Yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışın, ama kendi bilgilerinizi, kendi deneylerinizi de hiçe saymayın, onları da katın."

      Brecht'in oyunculara bu söyledikleri, aynı zamanda klasik tiyatro oyunculuğunun karşıtıdır.
      Brecht tiyatrosu olarak epik tiyatro, klasik tiyatronun her yönden karşıtı olarak gelişmiştir. Oyunun sergilenişinden, oyuncuların rollerini oynayışına, sahne düzenine, dekoruna kadar karşıt niteliktedir.
Doğal olarak, Brecht tiyatrosu, oyunun sahneye konuluşunda da klasik tiyatrodan ayrılır. Brecht tiyatrosunun sahneye koyma anlayışı şu başlıklar altında toplanabilir:
      — Gerçekçi ayrıntılar ile "şematize edilmiş" tarih arasındaki yabancılaşma uzaklaşma;
      — Dekor ile oyuncu arasındaki yabancılaşma, uzak-durma;
      — İzleyici ile gösteri arasında uzaklaşma: orkestra çukurunun dolması, yok edilmesi;
      — Pankartlarla eylemin daha önceden gösterilmesi, şaşırtmacanın bırakılması;
      — Yerin ve tarihsel zamanın belirtilmesi;
      — Platonun görünür ışıklarla aydınlatılması;
      — Dekorların esinlemeye değil, göstermeye dayanması;
      — İnsan ile dünya bağlantısını somutlayan, nesnelleyen nesnelerin çokluğu, bolluğu;
      — Oyunun planlara bölünmesi:
            a) Bayağı konuşma planı,
            b) Cafcaflı, tumturaklı konuşma planı,
            c) Türküler, şarkılar planı.

Thursday, November 15, 2012

Ötekileştiren zihniyet muhafazakarlık

Türkiye'de çoğu konuyla ilgili yapılan her tartışma bir şekilde ona çıkıyor. Hakkında anketler yapılıyor ve bu anketlerin kimi zaman birbirini çürüten, kimi zaman destekleyen nitelikteki sonuçları günlerce tartışılıyor. Muhafazakârlık, kendi başına bir sorun değil, ama bir politikayla birleştiğinde bir anda "yüzde 50'yi" bile azınlık haline getirebiliyor.


Eğitimde “imam hatipleşme” artıyor. Sanayide taşeronlaşma... Zaten bilimsel üretim açısından pek de “velut” olmayan eğitim kurumları iyice zapturapt altına alınmış durumda. Sosyal politikalar çoktan “hayır işi”ne dönüştürüldü. “Azınlık”ların “güvercin tedirginliği” artadursun, geçen ay linç edilme tehlikesi yaşayan Malatya’nın Sürgü köyündeki Alevi ailenin “can korkusu”nu artık daha da çok taşıyor milyonlarca Alevi. Her gün neredeyse en az bir kadının öldürüldüğü Türkiye’de, bu cinayetler katliam boyutuna ulaştı bile. Bu yetmiyormuş gibi, şimdi bir de hükümet dizilerdeki evlilik dışı ilişkilere el attı, beyazperdenin “namus”unu bırakın, reklam bilbordlarındaki kadınların etek boyları bile onlardan soruluyor, modanın parlayan yüzünde bile “muhafazakâr”lığın yansımaları okunuyor. Muhafazakârlaşmanın neo-liberal politikalarla birlikteliğinin yarattığı bu sıkıştırılmışlığın arasında muhalif seslere düşense, faili meçhullerle değil belki ama “hukuki infazlar”la dört duvar arasında kaybedilmek oluyor.

Son yıllarda yaşamımıza iyice ağırlığını koyan muhafazakâr politikaların hem teorisine kafa yoran hem de bu politikaları hayatın içinde yaşayanlarla konuştuk. Feminist hareketin önemli isimlerinden, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Aksu Bora, Kürt sorunu üzerine çalışmalarıyla tanınan İsmail Beşikçi, Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, Apoyevmatini gazetesinin genel yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis, KAOS GL sözcüsü Remzi Altunpolat, gazeteci-yazar Dilek Zaptçıoğlu, gazeteci-yazar Ragıp Duran, modacı Yıldırım Mayruk, Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker ve oyuncu Mahir Günşiray anlatıyor.


Doç. Dr. Aksu Bora’ya göre iktidar, koyun sürüsünü güden ‘adil çoban’ rolü oynuyor

AKP ‘büyük şeytan’ değil ama başarılı bir aktör

Feminist hareketin önemli isimlerinden, Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Aksu Bora. Haliyle muhafazakâr politikalar, AKP’nin icraatlarını yakından takip ediyor. İçinden geçtiğimiz dönemi daha önce Nazi dönemi Almanyası’nda gördüğümüzü söylese de, AKP’yi çok da gözümüzde büyütmememiz gerektiğini de ekliyor, çünkü ona göre, “bu yaşananlar onların çapını aşıyor”…

- Türkiye’de çoğu konuyla ilgili yapılan her tartışma bir şekilde ona çıkıyor. Hakkında anketler yapılıyor ve bu anketlerin kimi zaman birbirini çürüten, kimi zaman destekleyen nitelikteki sonuçları günlerce tartışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, sizce Türkiye giderek daha mı muhafazakârlaşıyor?

Ümit Kıvanç’ın güzel bir saptaması vardır: Türkiye bir riya toplumudur. Hayatımda tanıdığım en ahlaklı ve ahlak meselelerini ciddiye alan adamlardan olduğu için, riya toplumu olmayı korkunç bir şey olarak görür. Bana ise en kötüsüne gitmeyi önleyen bir şey gibi gelir, ama evet, bence de Türkiye bir riya toplumu. Dolayısıyla, o anketleri pek ciddiye almamak daha doğru; yanıtlayanların aklında ne olduğunu hiç bilemezsiniz! Yani Türkiye’nin gittikçe muhafazakârlaştığı kararına varmak kolay değil, ama siyasal merkezin giderek sağa, daha da sağa, daha daha sağa kaydığını söyleyebiliriz. Bu da muhafazakâr politikalar anlamına gelir.

Hak aramak tehdit oldu

- Peki, bunların yarattığı tehlike en çok nerede kendini gösteriyor?

Bir tehlikeden söz edeceksek, bu politikaların yarattığı risklerle başlamamız doğru olur: Toplumu adil çoban(lar) tarafından idare edilecek bir koyun sürüsü olarak görmekten tutun da her türlü hak arayışını iktidarına bir tehdit olarak algılayıp cezalandırmaya kadar, son derece antidemokratik bir yönetim anlayışı; sosyal politikaların giderek daha fazla hayır işi zihniyetine oturması. “Kutsal aile” anlayışı bütün bu silsilede beni en çok rahatsız edeni. Hem riyanın büyüğü, hem bu kutsiyetin yükünün tamamen kadınların sırtında olduğunu bildiğim için. Kadınlar, kendilerinin, kızlarının, gelinlerinin... namusuna sahip çıkarak, hayat boyu ücretli ve ücretsiz çalışarak, kazandıklarına el konmasına göz yumarak, kocalarının her türlü keyfini kollayarak, bu riyanın yükünü taşırlar.

- Başbakan’ın üç çocuk emri, kürtaj yasağı, hükümetin dizilerde dahi evlilik dışı ilişki yaşayan çiftleri eleştirmesi... Bunlar hayatta nasıl tezahür ediyor?
Kürtaj yasağı, sezaryenle doğumun cinayet olarak nitelendirilmesi, en az üç çocuklu ailenin idealleştirilmesi… bütün bunları biz Nazi dönemi Almanyası’nda da görmüştük, 1940’lar Türkiyesi’nde de. Şimdi ise trajedinin fars halini izliyoruz. Bana öyle geliyor ki, asıl yaratılmak istenen ideolojik iklimle ilgili bir söylem bu: Hayatın nasıl yaşanması gerektiği belli, bu kalıbın dışına çıkmak, dinen de ahlaken de uygun değil, devlet olarak bunun takipçisi olacağız. Tamamen sürü/çoban algısı. Ne var ki, -ya da “çok şükür ki!” mi demeliyim bilmem!-, riya burada da devreye giriyor: üçüncü sayfa haberleri, itiraf.com gibi dehlizler, hepimizin “bir tanıdığının” başına geldiğini bildiğimiz bazı şeyler sürünün pek de çobanın istediği gibi davranmadığını gösteriyor. Her şeyi yapabilirler, yeter ki söylemesinler!

Kadın haklarına tahammül yok

Bu adamlar taşralı, sağcı ve piyasacı adamlar. Kadınların eşitlik yolunda attıkları her adım onlara ters gelir tabii, çünkü eşitliğe inanmazlar.

- Türkiye’de hükümetlerin hiçbir zaman doğru kadın politikası olmadı, ancak AKP’nin muhafazakâr politikaları kadınların derin mücadeleyle elde ettiği kazanımlara bile tahammül edemiyor artık. Siz bu gidişatla devam edilirse nasıl bir gelecek tablosu görüyorsunuz?

Bu adamlar taşralı, sağcı ve piyasacı adamlar. Kadınların eşitlik yolunda attıkları her adım onlara ters gelir tabii, çünkü eşitliğe inanmazlar. Ama doğrusunu isterseniz, AKP karşıtlığının onları olduklarından daha etkili, daha güçlü gösterdiği düşüncesindeyim.

Adamlar politikayı biliyor, süreçleri yönetebiliyor ya da yönetiyor gibi yapıyor, ama Türkiye’nin dünya küresel sisteminin bir parçası olduğunu unutmadan başka yerlerde olup bitenlerle görmeye çalıştığınızda, AKP’nin bir tür “büyük şeytan” olmaktan çok, akıllı bir aktör olduğunu fark ediyorsunuz.

Kadın hakları konusunda onların da bir fikri ve politikası var, bu daha önceki hükümetlerden tamamen farklı değil, ama görebildiğim kadarıyla güçlü bir kadın örgütlenmeleri var, kadın seçmenlerle yakın temas halindeler. Gelecek seçimlerde daha fazla kadın milletvekili çıkaracaklarını düşünüyorum mesela. Yani, kadın haklarının tırpanlanması meselesinde haklısınız, ama bunu tek boyutlu ve tek yönlü bir karanlık gidişat olarak görmek mümkün değil.


Dönüşümün köşe taşları

FIRAT KOZOK


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “usta”, AKP’nin de “ustalık dönemi” diye nitelendirilen 12 Haziran seçimleri sonrasında Türkiye’nin demokratik ve laik kimliği hızla erozyona uğradı. İktidar, “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimin aksını bozdu, ülkede alkol ve kürtaj yasağı en önemli gündem maddeleri haline geldi. Kritik konularda Diyanet’ten görüş alınırken muhalif sesler göz göre göre susturuldu.

İşte 12 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye’nin gündeminde günlerce tartışılan konulardan bazıları:

Kesintisiz eğitim parçalandı: Hükümet muhalefetin tüm itirazlarına rağmen eğitimde 4+4+4 sistemini öngören kesintili eğitim modelini yasalaştırdı. Yasayla ilköğretim kurumları, 4 yıllık zorunlu ilkokullar, 4 yıllık zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam hatip ortaokullarından oluşan bir yapı ortaya çıktı. Önümüzdeki yıldan itibaren Kuranıkerim ve Peygamberin hayatı, ortaokul ve liselerde seçmeli ders olarak okutulmaya başlanacak.

Kutlu Doğum şova döndü: Her yıl nisan ayında yapılan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri 2012’de şov aracına dönüştürüldü. Okullarda ilahi yarışmaları düzenlendi. Din görevlileri ilköğretim okullarını ziyaret ederken iller birbirleriyle yarıştı.

Öğrencilere umre turu: Diyanet’in dindar nesil projesinin bir diğer adımı da ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerine özel umre programı oldu. Yüzlerce öğrenci, veli ve öğretmen Mekke ve Medine turuna çıkarıldı.

Diyanet’ten kürtaj fetvası: Hükümet dindar yurttaşların kürtaj konusundaki desteklerini alabilmek için Diyanet’i de devreye soktu. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, kürtaj konusunda “Dinen meşru bir sebep olmadıkça çocuğu aldırmak haramdır” fetvasını verdi.

İçki yasağı: Afyon Valiliği yayımladığı bir genelgeyle, kent içindeki parkların yanı sıra kent dışındaki piknik alanlarında da içkiyi yasakladı. Yükselen tepkiler üzerine geri adım atan valilik, yasağın piknik alanlarını kapsamadığını açıkladı. Son alkol skandalı da Santraistanbul müzik festivalinde yaşandı. İki günlük müzik festivalinde işletmeler anlaşmaya rağmen alkollü içki vermeyince, kapıda 6 liraya bira satıldı. Olayın ardından sponsor festivalden adını çekti, sonra da Alperenler tekbir getirerek alanı bastı.

Gençlik kampları harem-selamlık: Hükümet, bugüne kadar kızlı-erkekli kamp yapan gençlerin ayrı dönemlerde kamp yapmasına karar verdi.

Televizyon dizisine rekor ceza: Hükümetin alkol takıntısı televizyon dizilerine de yansıdı. Milyonların beğenisini toplayan Behzat Ç. adlı diziye alkolü özendirdiği gerekçesiyle 273 bin TL para cezası kesildi.

Tiyatro özele teslim: Başbakan Erdoğan, partisinin gençlik kolları büyük kongresinde yaptığı konuşmasında şehir tiyatrolarının özelleştirileceğini açıklayarak yeni bir skandala imza attı. Erdoğan’ın, “Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde devletin tiyatro işlettiği görülmemiştir, ben de o yüzden Kadir Bey’i tebrik ediyorum. Yeni bir teklif getireceğim tiyatroları özelleştireceğiz” sözlerinin ardından Bakanlar Kurulu, özelleştirme için hemen düğmeye bastı.

Çizgi roman bile sansürlendi: Bir yayınevi Zülfü Livaneli’nin kitabını “Harem” adıyla çizgi roman yaptı. Tanıtım için afişler bastırıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, metroya asılacak afişleri müstehcen olduğu gerekçesiyle geri çevirince, afişler sansürlenerek yenilendi.

Camilere vergi dopingi: Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Yasa ile Bazı Yasalarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yasa Tasarısı’yla, yapılan bağış ve yardımların vergiden düşürülebildiği okul, hastane ve öğrenci yurdu gibi yapılar arasına camiler de eklendi.

Taksim ve Çamlıca’ya cami: AKP tandansındaki partilerin yıllardır hayalini kurdukları Taksim’e ve Çamlıca’ya cami projeleri de AKP’nin “ustalık dönemiyle” hızlandı. Başbakan Erdoğan’ın, “Çamlıca Tepesi’ne dev cami” yapılacağını duyurması üzerine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı planı çıkardı. Bakanlığın imar planına göre yaklaşık 250 bin metrekarelik alana dev cami, dini tesisler ve işletmeler inşa edilecek. Sırada ise Taksim projesi var.


Yazıdizisinin ikinci bölümü yarın Cumhuriyet gazetesi ve haber portalında.

Saturday, November 10, 2012

Albert Camus'nün Caligula'sında Yaşam Ölüm Diyalektiği



Ümran Türkyılmaz


Yaşamın diyalektiğinde varoluşun özünü oluşturan ölüm, varoluş kaygısı ve yok olma korkusu ile kendini göstermektedir. Sonlu varoluşumuzla birlikte duyumsadığımız ölüm, yaşamın temel dinamiği ve insanoğlunun değişmeyen tek alınyazısı olarak yazarların önde gelen izleklerinden birini oluşturur. Ancak Albert Camus, ölüm düşüncesi ile yoğunlaşan yazarların önünde gelenlerdendir. Yaşama anlam ve ivme kazandıran ölümü varoluşsal bir olay olarak analiz eden Camus, varoluş-ölüm diyalektiğini yapıtlarında yoğun bir şekilde işlemiştir. Ona göre yaşam bir yok oluş yolculuğudur'. Bu yolculuğun son aşamasını oluşturan ölüm ise insanda uyumsuzluk duygusunu uyandıran, bununla birlikte yaşamı sorgulamaya yönelten ve bu sorgulamadan anlamsızlığın trajik bilincini ortaya çıkararak insanı yaşama karşı başkaldırmaya götüren önemli bir olgudur.
Albert Camus, yapıtlarında bir yandan yaşamın ölümle sonuçlanan anlamsızlığını vurgularken diğer yandan ölüme karşı başkaldırmayı ve yaşamı yüceltmeyi amaçlamıştır. Roger Quilliot, Camus'nün ölüm izleği üzerinde yoğunlaşarak yaşamı yüceltmesinin nedenini, 1936 ile 1938 yıllarında sağlığı ile ilgili büyük sorunlar yaşamış olmasına ve bu ürkütücü sağlık deneyimlerinden sonra Camus'nün yaşama aşkını ve tutkusunu farketmiş olmasına bağlar.
Camus'nün ölüme duyduğu bu ilginin kaynağını kendi yaşamında bulmak ve onu sık sık tehdit eden ölümün soğuk yüzüyle karşı karşıya gelmesine neden olan tüberküloz hastalığına bağlamak göz ardı edilemeyecek bir olasılıktır. Camus'nün yaşamı, o dönemde genellikle tedavisi olanaklı olmayan tüberküloz hastalığının neden olduğu korkunun baskısı altında geçmiş ve hastalığın krizleri Camus'de varoluşsal deneyimi zenginleştirmiştir.
"Ölümle ilgili bu sürekli tedirginliğin Camus'nun yaşamına ne zaman girdiğini bilmiyoruz. Ancak onun ölümünün gençliğinin ilerleyen döneminde nasıl üzerinde sallandığını somut olasılıklarla bilmekteyiz, çünkü bu dönemde yakalanmış olduğu tüberküloz hastalığının ilk krizleri ile karşı karşıya bulunmaktadır. Gençlik yıllarında hissettiği ölüm düşüncesi, hiç kuşku yok ki, saçmalık duygusunun özündeki keder ve karışık olarak yaşama olan tutkusunu arttıracaktır".
Sanat yaşamını ölüm izleği üzerine temellendiren Albert Camus, yapıtlarında tüm gücüyle bu korkuyu yok edebilme çabasını anlatmış ve varoluşun anlamını insanın sonlu bir varlık olduğu olgusunda yani ölümde aramıştır. Camus'ye göre, yaşamın ölümle sonuçlanan dramıyla baş edebilmek ve varoluşun derinliğine ulaşabilmek için savaşım vermek gerekmektedir. Nitekim sonlu bir varlık olduğunun bilinci ile acılar içinde kıvranan Camus'nun kahramanları da ölüme karşı başkaldırmaktadırlar. "Bu savaşım ölümü yenme ya da onun verdiği korku ve nefrete egemen olabilme arzusundan kaynaklanmaktadır".
Camus, ölüm izleğini insan yaşamının anlamsız olduğuna ilişkin düşüncesine paralel olarak geliştirmiştir. Nitekim ona göre yaşam ve ölümün zorunlu diyalektiği, insan yaşamını anlamsız kılmakta ve endişe yaratmaktadır. Tüm benliğini ölüme karşı duyduğu nefret ve korku duygulan saran Camus insanı, birdenbire başlayan ve aniden bitiveren yaşamın kaotik görünümü ile karşı karşıya gelerek kaçınılmaz bir şekilde çıkmaza doğru sürüklendiğini hissetmektedir. Camus'nun Caligula'sında ölüm, insanı her zaman tehdit eden trajik ve değişmeyen bir alınyazısıdır. Camus, tarihsel bir kişilik olan Roma İmparatorunun portresini çizerken gerçek yaşam öyküsünden esinlenmiştir. Latin tarihçi Suetone, Oniki Sezar'ın Yaşamı'nda.
(La vie des douze Cesars) Drusilla'nın ölümüyle çılgına dönen Caligula'nın tutumunu şöyle ifade etmektedir: "Drusilla'nın ölümüyle bütün mahkemeleri kapatan Caligula, acısına dayanamayıp aniden Roma'dan kaçtı ve Syracusa'ya gitti. Sonra saçı sakalı karışmış bir durumda geri geldi. Bu değişiklikten sonra bir süre gülmenin, ailece yemek yemenin ve yıkanmanın cezası ölüm oldu. Tebaası ve askerleri ile konuşurken hep 'Tanrıça Drusilla' üzerine ant içti".
Ölümlü olduğunu bilmesine karşın Caligula'nın ölümsüzlük arayışı, yalnızca kendisinin değil, aynı zamanda kendisi ile simgeleşen insanlığın da bir paradoksu olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenle ölümsüzlüğe ulaşma çabası insanın varoluşuna ilişkindir, çünkü insanoğlu ölüme yazgılı olduğunun farkında olan ve bunun üzerine bilinç geliştirebilen tek varlıktır.
Camus'nün de vurgulamış olduğu gibi yaşamın dinamiğini oluşturan ölüm, Caligula'da uyumsuzluk bilincinin gelişmesine neden olmuştur. Roma İmparatorunu harekete geçiren ölüm kaygısı, yaşamın sürekliliğinin elde edilebilmesi için yol gösterici bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece yaşam arzusuyla dolu olan insanın yitimli bir varlık olduğunu bilmesi ve ölüm bilincine sahip olması Caligula'yı uyumsuzluk duygusuyla karşı karşıya getirmiştir. Camus, bu uyumsuzluğu oyununda keskin bir şekilde dile getirmiş ve insanın temel varoluş sorunlarına değinerek Caligula'yı uyumsuzluk olgusu ile özdeşleştirmiştir. Varoluşun özünü içeren ve yaşamın diyalektiğinin temel öğesi olan ölüm, Roma İmparatorunun uyumsuzluğu keşfedişinde diyalektik olarak şu şekilde betimlenmiştir:
Ölumlu Caligula-Drusilla'nın beklenmedik ölümü-ölumsuz Caligula.
Yaşamın karşıtı olan ölüm, Caligula'yı yaşamın anlamı üzerinde sorgulamaya yöneltmiştir. Öleceğini bilen insan nasıl mutlu olur? Sorusunun yanıtsız kalması sonucunda uyumsuzluk bilincine ulaşan Caligula, Drusilla'nın ölümü üzerine mutlu olmadığını anlamıştır. Bu ayrım Caligula'nın uyumsuzluk üzerine bir bilinç geliştirmesi açısından şöyle yorumlanabilir: Bilinçsiz Caligula-Uyumsuz Caligula-Bilinçli Caligula.
Bu karşıtların diyalektik birlikteliğinden ortaya çıkan sentez, insanın her an için ölümsüzlüğü aradığını ifade etmektedir. Camus, Caligula'nın uyumsuzluk bilincine ulaşmadan önce uyumlu bir kişi olduğunu söylemektedir. Ancak hem sevgilisi ve hem de kızkardeşi olan Drusilla'nın ani ölümü, birdenbire hiçlikle karşılaşmanın vermiş olduğu korkuyla yaşamı parçalanan Caligula'da uyumsuzluk bilincini uyandırmış ve bu bilinç dönüşümü onu olumsuzlaştırmıştır. Drusilla'nın ölümü, Caligula'nın trajikdeneyimini hızlandıran bir etken olmuştur. Böylelikle yaşam-ölüm diyalektiği olarak yaşamı yeniden sorgulama zorunluluğunu duyumsamış olan Caligula'daki ölüm bilinci, onun yaşamının tüm akışını etkilemiştir.
Hiçlik duygusuyla birlikte ivme kazanan ölüm korkusunun yarattığı anlamsızlık, Caligula'da yeni değerlerin oluşmasına neden olmuştur. Bu aynı zamanda Caligula'nın uyumsuzluk bilinci geliştirmesi anlamına da gelmektedir. Drusilla'nın ölümünün Caligula'nın üzerinde yarattığı bunalım ile Camus, yitimli, geçici ve ölüme yazgılı bir varlık olan insanın yaşamının ne kadar ürkütücü olduğunu vurgulamaktadır. Bu vurgunun arka planını ise "insanlar ölüyor ve onlar mutlu değildir" düşüncesi şekillendirmektedir: "-Helicon: Öyleyse şu gerçek dediğin nedir, Caius?
-Caligula: İnsanlar ölür ve onlar mutlu değildir."
Hiçliğe doğru gidişe paralel olarak yalnızlığa sürüklenmiş ve yaşamın
anlamsızlaştığını duyumsamış olan genç imparator, ölüme karşı savaşımında bütün erkini kullanmıştır. Bunun için ölümü ve onu içinde barındıran dünyayı olumsuzlayarak ölüm olgusundan kaçabilmeyi düşlemiştir. Bu düşünceden hareket ederek dünyayı katlanılamaz bulan Caligula, içinde yaşadığı anlamsızlığı insanların hiçbir zaman ölmeyecekleri başka bir dünya yaratarak aşmak istemiştir. Camus, Caligula aracılığıyla bize sunduğu yaşam-ölüm diyalektiğinde ölümü yaşamın bir gölge oyunu olarak yansıtır.
Buna göre Caligula, ölümsüzlüğü simgeleyen Ay'ı elde edebilirse mutluluğa ulaşabilecek ve içinde bulunduğu yalnızlığı yok ederek uyumsuzluğu da yenecektir.
"-Caligula: Sadece olanaksız bir gereksinimi içimde duydum.
Olaylar hoşnut edici görünmüyor. (...) Böyle bir dünyaya katlanılamaz. Ay'a, mutluluğa ya da ölümsüzlüğe, belki çılgın olan ama bu dünyadan olmayan bir şeye -gereksinme duyuyorum".
Görüldüğü üzere Roma'nın tek egemeni, ölümsüzlüğü arzulamaktadır.
Tıpkı ölümsüzlüğü dünyadaki her türlü hazza tercih etmeye hazır olan
Gılgamış veya Tanrılar tarafından bir kayayı dağın doruğuna çıkartmakla cezalandırılan Sisifos gibi. Ölümü Tanrıların insanlara verdiği bir ceza gibi gören ancak ölümü yenebildiği ölçüde ölümlülükten kurtulabileceğini düşünen Caligula, kendisini Tanrılarla özdeşleştirmiştir. Tanrılar nasıl güçlerini kullanarak insanları cezalandırıyorsa, o da erkini halkı üzerinde kullanmış ve kendisini Tanrıların yerine koyarak tıpkı onlar gibi rastlantısal ölümler yağdırmıştır. Özgürlükleri kısıtlayan yasaları yürürlükten kaldırarak düzenlemeler yapan Caligula, toplumsal yaşamın törelerine ve doğaya aykırı davranışlarda bulunmaktan hiç çekinmemiştir. Caligula, insanların ölüme yazgılı olduğunu, bunun erken ya da geç gerçekleşmesinin önemli olmadığını belirterek korkunç cinayetlerine dayanaklar oluşturmaktadır.
Bütün insanların öleceğini ancak bu olayın sadece bir zaman sorunsalı olduğunu düşünmektedir. Böylelikle oyunda cinayetlerini acımasızca gerçekleştiren ve giderek sıklaştıran Caligula'nın birdenbire kötülüklere ve zulme başlayarak bir canavara dönüştüğü görülmektedir. "Caligula felsefesini cesetlere dönüştürür. Bir zamanlar haksever bir kişi olmak istemiştir. Umarsız bir dünyada katışıksız biçimde kötü olma yürekliliğini bulur sonunda. Yurttaşlara acımadan eziyet eder. (...) Ama cinayetleri ve acımasızca aklına geleni yapması giderek sıklaştıkça, iğrençledir, bir canavar olur".
Caligula'daki bu değişimin nedeni nedir? Camus, Roma İmparatoruna bütün bu akıl almaz cinayetleri işleterek neye dikkatimizi çekmek istemiştir?
Bu duruma Caligula'nın düşüncelerinin arka planını oluşturan yaşantısından yola çıkarak yanıt verilebilir. Genç İmparatoru sevdiği insanın ölümünü gözlemlemesi olgusu harekete geçirmiştir. Drusilla'nın ölümü sonucunda hiçlikle karşılaşmış ve kendisini anlamdan yoksun bir dünyada bulmuş olan Caligula, diğer insanların yaşamına son vererek tıpkı Dostoyevski'nin Kirilov'unun kendini öldürerek insanları özgürleştirmesi gibi kendi özgürlüğünü başkalarının ölümünde bulmuştur. Böylelikle hem özgürlüğünü başkalarının ölümüyle temellendirmekte hem de yalnızlığını başkalarını öldürerek aşmaya çalışmaktadır:
"-Caligula: Öldürmediğim zaman kendimi yalnız buluyorum. Evreni kaplamaya, can sıkıntısını gidermeye canlılar yetmiyor. Tümünüz ötede oldunuz mu, bana bakamadığım ölçüsüz bir boşluğu duyuruyorsunuz. Ancak ölülerimin arasında iyiyim".
Caligula, halkına dünyanın düzeninin ne olduğunu anlatma görevini üstlenmektedir. Ölüm kaygısıyla yaşayan ve halkına ölümü dağıtan
İmparator, uyumsuzluk bilincini başkalarının trajik ölümünü gözlemleyen tebaasında uyandırmaktadır:
"-Helicon: Haydi Caius, çok iyi düzenlenen bir gerçek bu. Çevrene bir bak. Onların yemek yemelerine engel olmuyor bu gerçek.
-Caligula: Öyleyse çevremde her şey yalan ve ben gerçeğin yaşanmasını istiyorum! Onları gerçekler içinde yaşatabilme araçlarım var. Çünkü eksiklerini biliyorum, Helicon. Bilgisiz bırakılmışlar. Konuştuğu şeyin ne olduğunu bilecek bir eğitimciden yoksunlar".
Başkasının yok oluşuyla ölüm olayını gözlemleyen birey, bu noktada bilgi sahibi olsa bile ölüm daima bir başkasının ölümü olmaktaydı. Bu nedenle Caligula, başkalarını öldürerek hiçbir zaman ölümü deneyemeyeceği bilincine ulaşmaktaydı. Sonlu bir varlık olan Caligula'nın umutsuzluğu, sonsuz bir varlığa dönüşmeyi gerçekleştirememesinden ileri gelmekteydi.
"Caligula, gerçekleştirdiği katliamlarda ve yaptığı eylemlerde haksızlıklar zinciri oluşturduktan sonra, intiharın eşiğine gelerek sonunda kendi ölçüsüzlüğünün günah ödeyici kurbanı olmuştur". Geriye ölüm olayını öğrenmesinden başka bir şey kalmamıştır.
"-Helicon: Kendini koru, Caius; kendini koru!
Görülmez bir el Helicon'u hançerler. Caligula yeniden kalkar. Küçük bir sandalye alır, soluyarak aynaya yaklaşır. Kendine bakar, yalandan sıçrar, aynadaki ikili devinimin önünde bütün gücüyle sandalyesini fırlatır ve bağırıp çağırır.
-Caligula: Tarihe Caligula, tarihe.
(Ayna paramparça olur, aynı anda bütün çıkış geçitlerinden silahlı suç ortakları içeri girerler. Çılgın bir gülüşle onlarla karşı karşıya gelir. Yaşlı soylu kişi onun sırtına vurur, Cherea bütün öfkesiyle karşısına dikilir. Caligula'nın gülüşü hıçkırığa çevrilir. Tümü vurur. Son bir hıçkırıkla Caligula gülüp hırlayarak ulurcasına bağırır): -Hâlâ yaşıyorum!".
Caligula'nın bütün serüveni kardeşi ve sevgilisi Drusilla'nın ölümüyle başlamakta ve kendi ölümüyle de son bulmaktadır. Roma imparatorunun yaşamı sayısız ölümlerden oluşan bir yaşamdır. Yaşamının en büyük mutsuzluk kaynağı olan ölümü, tıpkı bir Tanrı gibi, buyruğu altındakilere uygulayarak onların bilinçlenmelerini ve başkaldırmayı gerçekleştirmelerini düşler ve sonunda bunu başarır da. Ölüm karşısındaki korku ve ona duyulan nefret, insanların Caligula'yı öldürmelerine neden olur. Öldürmenin çözüm olmadığını anlayan Caligula, kendisini öldürmeye gelen senatörlere karşı koymamıştır. Caligula'nın ölümü isteyişinin ve yenilgiyi kabulünün nedeni, ölümsüzlük arayışının çıkmazda oluşudur: "Hiçbir insanın kendini tek başına kurtaramayacağını ve hiçbir insanın insanlara karşı yürüyerek özgür olamayacağını öğrendiği zaman, Caligula ölüme boyun eğer".
Caligula, son gülüşünü kendisine yansıtan aynayı kırarak senatörlerin hançer darbeleri altında çöker. O, halkı üzerinde yaratmış olduğu uyumsuzluk yaşantılarından kaynaklanan kaygı ve düşmanlık duygularıyla öldürülür. Son nefesini verirken Caligula'nın "Hâlâ yaşıyorum" demesi ölümsüzlüğü yakalayabilme umudunu yitirmediğinin göstergesi olması açısından önemlidir. "Camus'nün Caligulası üst düzey bir intiharın ve trajik hataların hikayesidir. Roma İmparatoru, hiç kimsenin yalnız başına kurtulamayacağını ve özgür olamayacağını algıladığından kendi ölümüne razı olmuştur" . Caligula, başka insanları yok ederken aslında kendisini de yok etmektedir. İhtiyar senatör bir komplo düzenlendiğini Caligula'ya bildirdiğinde, onun önemsemeyişi, ölümünün bir üst düzey intihar olduğunun göstergesidir. Kendisini vebayla bir tutan Caligula, kanlar içindeki gülümseyen yüz ifadesiyle ölür. Morvan Lebesque, Caligula'yı tanımlarken şu ifadeleri kullanmaktadır: "Caligula, yaşam hırsının tahrip etmeye sürüklediği bir insan; kendisine duyduğu bağlılık yüzünden insanlara bağlı kalmayan bir adam.
Tüm değerleri reddeder. Eğer gerçeklik tanrıları yadsımaksa, onun yanlışlığı da insanları yadsımaktır. O, kendisini de birlikte tahrip etmeden hiçbir şeyin tahrip edilemeyeceğini anlamaz. Caligula, tüm yanlışlıkların en insanisinin ve yürek parçalayıcısının öyküsüdür".
Camus'nün ölüme başkaldıran uyumsuz kahramanı Caligula, ölüm bilincinin yaratmış olduğu anlamsızlık duygusunun sonunda ölüme karşı bir tavır almıştır. Caligula aracılığıyla ölümsüzlüğü yakalamak isteyen Camus, ölümün karşısında yaşamı yüceltmiştir. Her ne kadar yaşama anlam veremese de Camus'de yaşama arzusu, ölüme üstün gelmektedir. Yaşamının anlamsızlığına karşın tüm gücü elinde bulunduran İmparator, sevdiği insanın ölümü ile çılgına döner. Böylece umutsuz insan trajedisini yaşayan Caligula, yazgısını bilmesine karşın yine de ona karşı başkaldırır. Ölümle biten yaşamın anlamsız oluşu Caligula'nın başkaldırısına ivme kazandırır.
Caligula, bir yandan ölümün kaçınılmazlığını kabul ederken diğer yandan ona karşı başkaldırmaktadır. Böylece ölümün soğuk yüzünü ortaya çıkarmak isteyen Caligula, olanaksız olarak tanımladığı yerlere gitmek ve Ay'ı yakalamak arzusundadır. Caligula, ölüm ve yaşamın anlamsızlığına karşın insanoğluna başkaldırının yetkin bir örneğini sunmaktadır.
Caligula aracılığıyla ölümün anlamını sorgulayan Camus, ölümün "varoluşsal anlamı" üzerine etkin bir düşünce sistemi geliştirmektedir. İnsanın sonlu bir varlık oluşu, bir yandan onu hiçbir zaman çözüme ulaştıramayacağı "yaşamın anlamı nedir?" sorusuyla karşı karşıya getirirken diğer yandan "yaşama karşı başkaldırmayı" da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle Camus, varoluşumuzu Caligula'da olduğu gibi ölüm ile olan diyalektik bağ içerisinde değerlendirmektedir. Bu bağlamda ölüm "biyolojik olarak yok olma", "bitiş", "yok oluş" gibi olumsuz anlamlardan çok "yaşama anlam katan bir olgu" olarak karşımıza çıkmaktadır. Ölüm kaygısının yarattığı hiçlik ve bu hiçliğin neden olduğu uyumsuzluk, insanın yaşamı üzerinde daha üst bir bilinç geliştirmesine neden olmaktadır. Uyumsuzluğun bilinci olarak özetlenebilecek bu duygu ve düşünce boyutunda birey, artık ölüme olumlu bir anlam verecek ve yaşamın her an ölümün içinde yeniden oluşmak olduğunu görecektir. Camus'nün de Caligula aracılığıyla vurgulamaya çalıştığı gibi ölüm yaşamla, yaşam da ölümle gerçek anlamını bulacaktır.

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 43,2(2003)109-118

Friday, November 9, 2012

Ölüm Orucundaki Beden Neler Yaşar?

Bianet – Şimdi 40′lı günlerdeyiz. Geri dönülmez günlerin eşiğindeyiz. Bu nedenle bu yöntem üzerine tartışanlar dahi tartışmayı bir kenara bırakıp talepler üzerine, açlık grevlerinin uzlaşmayla sonuçlanabilmesi üzerine düşünmeye.
11 yıllık hapishane yaşantım boyunca sayısız açlık grevine ve iki Ölüm Orucuna tanık oldum. Ölüm Orucu tutanların yanıbaşında, her gün biraz daha eriyen vücutlarının verdiği acıyı hafifletebilmek için nöbetler tuttum. Ben başuçlarındayken yaşamını yitirdi sevdiğim insanlar. Ölüm Orucundaki beden neler yaşar yakından tanığım. Öyle bir çırpıda yaşanmaz hiçbir şey.
Açlık grevlerinin ilk günleri oldukça zorlu geçer. Vücut kendisini açlığa ayarlarken zorlar insanı. Kusanlar, başı ağrıyanlar, başı aşırı dönenler olur. Genellikle ilk üç günden sonra alışır beden. Uzun süreli açlık grevlerinde ve ölüm oruçlarında 20′li günlerden sonra zorluklar geri gelmeye başlar. 30′lu günlerle beraber beden zayıf düşmeye başlar. Hareketler yavaşlar, baş dönmeleri artar. İçtiğin su ve eğer yapılan açlık grevi “menü”sünde varsa çay ve limonata tat vermemeye başlar, hatta mideni bulandırır.
Çok yavaş da olsa düzenli bir şekilde kilo vermeye devam edersin. Çünkü açlık grevinde en yoğun kilo verilen günler genellikle ilk günlerdir. 30′lu günlerle beraber tekrar ve düzenli kilo veriş başlar. 40′lı günler ise artık eşiktir. Doktorlar bilir; açlık grevlerinde önce vücuttaki yağlar enerji kaynağıdır ve ilk olarak onlar gider. Sonra sıra kaslara gelir. Kaslar erimeye başlar. Vücut yeterince enerji üretemediğinden 40′lı günlerde ise organlar iflas etmeye başlar. Vücut gerekli olan enerjiyi beyinden sağlamaya başlamıştır artık. İşte Wernicke Korsakoff diye bilinen hastalığın ölüm oruçlarındaki seyri de budur. Önce beden sonra bedenle beraber organlar ve beyin tükenir. Artık geri dönülemez noktaya gelindiğinde ise bedende ve beyinde hasarlar kalır. Kimileri ömürlerinin geri kalanı boyunca denge problemi yaşar ve yürüyemez, kimileri ise bedensel problemlerin yanı sıra zihinsel problemler yaşar son 10 yılını hatırlayamaz mesela.
Herkesin vücut direnci farklıdır. Ancak kusmalar 30′lu günlerle beraber tekrar başlar. Vücudun hareketleri artık ağırlaşmıştır. Daha yavaş hareket eder açlık grevindekiler. Ani hareketler baş dönmesiyle beraber düşmelere neden olabilir çünkü. Koğuş sistemindeyken açlık grevindekilerin kollarına girerek tuvalete çıkmalarına, kısa kısa da olsa volta atmalarına yardımcı olurdu yanındaki yoldaşları. F Tipi Hapishanelerde ve tecritte tutulanlar duvarlara tutuna tutuna tuvalete gidiyor, yürümeye çalışıyor olsa gerek.
Koğuşlardayken ölüm orucundakilerin ranzalarının hemen altında küçük leğenler olurdu. Kusacak gibi olan direnişçi başını yatağın kenarından uzatır ve yana çekilen leğene kusardı. 40′lı günlerden sonra dakikalarca süren o kusma sırasında başını öyle yatağın kenarında tutması bile zordur direnişçinin. Yanında birinin olması ve başını eliyle tutması gerekir. Acaba tecritte tutulanlar ne yapıyor şimdi. 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonunun ardından götürüldüğüm ve 6 yıl kaldığım F Tipi Hapishanelerde en çok yokluğunu hissettiğim şeylerden biriydi, migrenim tutup da yatakta kıvranmaya başladığımda başımı tutacak bir el. Bizi insan sıcağından, dost dokunuşundan mahrum bırakmışlardı. Bütün siyasi nedenleri bir yana bırakın insanı insan sıcağından mahrum etmenin kendisi bile o mekanları küfürle anmaya yeter.
50′li günlere gelindiğinde geri dönülmez bir yola girilmiştir artık. Vücut kendisini tüketmeye başlamıştır. Direnişçilerin bazıları yataklarından kalkamaz duruma gelir. Artık eskisi gibi su içemez, şeker alamaz duruma gelirler. Vücut kabul etmemeye başlar. Dışarıdan baktığında, dokunduğunda görür, hissedersin; kurudur artık derileri, bir kağıt, ince bir zar gibi gergin ve hassastır. Isladığımız havlularla vücutlarını siler, incitmekten korkarak hafif hafif masajlar yapardık. 50′li günlerin sonlarına doğru yatakta hareket etmek bile zorlaşmaya başlar. Bu ayrı bir zorluktur direnişçiler için çünkü hep aynı pozisyonda kalmak da zordur. Tüm kemiklerini, hissederler. Vücutlarındaki her bir kemik, bir saban olmuş artık erimiş olan bedenlerine batmaktadır.  Bu yüzden belli aralıklarla ve oldukça dikkatli bir şekilde vücutlarını yatakta çevirmek gerekmektedir. Ya tecrittekiler ne yapacak?
40′lı günlerle beraber vücudun iflasının bir başka göstergesidir hassaslaşan duyular. Bazı direnişçiler ışığa, bazı direnişçiler kokuya, bazı direnişçiler sese katlanamaz. Her biri için ayrı bir tedbir almak, ortamı ona göre hazırlamak gerekir. Sessiz, kokudan arındırılmış ve gerekirse pencerelerine iki kat perde gerilmiş bir ortam. Direnişçilerin bulunduğu koğuşa girmeden önce, dişlerimizi fırçaladığımızdan, ses çıkarmayan bir ayakkabı giydiğimizden, üstümüzün başımızın örneğin sigara kokmadığından emin olmaya çalışırdık. F Tiplerinde ve diğer hapishanelerde günde iki defa yapılan sayımlarda “infaz koruma memurları” nasıl davranıyor acaba?
50′li günlerle bilinci gidip gelmeye başlar artık direnişçilerin. Bazen kendilerini kaybederler. Kimisi 10 kimisi 20 yıl önceki bir ana geri döner. O anı yaşıyormuş gibi anlatmaya başlar. 60′lı günler bilincin bütün direnişçilerde bir bir kayıp gittiği günlerdir. Önce gidip gelen bilinç sonra daha uzun olarak gitmeye başlar. Sonra tamamen kapanır bilinç. Bu durumdayken yoğun bir ilgi gerekir. Artık içmedikleri suyu damlalıkla ağızlarına damlatırdık. Çatlayan dudakları için ıslattığımız mendilleri dudaklarının üzerine koyar ve nemini kaybetmesin diye belli aralıklarla o mendilleri ıslatırdık. Çünkü eğer orada kuruyuverirse çatlamış dudakların derisini soyabilir mendiller. Vücutlarını ıslak havlularla silmek, sağa sola çevirmek ve en önemlisi elinden tutmak, insan, dost, yoldaş sıcağını hissettirmek gerekir.
Bilinci tamamen kapanan direnişçinin birkaç günü vardır sadece… Soluk alışverişlerinin arası açılır, kısa ve kesik kesik soluk almaya başlarlar… Bilinci kapanıp da soluk alışverişleri değişmeye başladığında, başında bekleyen kişi olarak tek yapabileceğin acısını, ağrısın hafifletmeye çalışmaktır… 2000 yılında başlayan ölüm oruçlarında bilinci kapananlara zorla müdahale edildi hastanelerde ve onlarca direnişçi sakat bırakıldı. Çünkü o noktadan sonra hasarsız geri dönüş mümkün değildir.
Şimdi 40′lı günlerdeyiz. Geri dönülmez günlerin eşiğindeyiz. Açlık grevindeki mahpusların tecrit edildiği, kendilerine B vitamini verilmediği yönünde bilgiler ulaşıyor hapishanelerden dışarıya. Açlık grevi, ölüm orucu mahpusların son çare olarak başvurduğu bir direnme yöntemidir. Artık başka çare kalmadığında başvurulan yöntemdir. Bu nedenle bu yöntem üzerine tartışanlar dahi tartışmayı bir kenara bırakıp talepler üzerine, açlık grevlerinin uzlaşmayla sonuçlanabilmesi üzerine düşünmeye başlamalıdır. Çok geç olmadan…

1982, 1984 ve 1996 Ölüm Oruçlarında yaşanan süreç böyle gelişmişti. 2000 yılında başlayan Ölüm Orucunda ise B vitamini kullanıldığından, beden enerjiyi beyinden değil, dışarından alınan B vitamininden karşılamaya başlamış ve organların iflas ettiği süreç daha da uzun bir zamana yayılmıştı.

Thursday, November 8, 2012

Pierre Joseph Proudhon



 
(15 Ocak 1809 - 19 Ocak 1865)

Fransız ekonomist ve düşünür. Kendini "anarşist" olarak adlandıran ilk kişidir ve ilk "anarşist düşünür olarak nitelenir.

Fransada bir köyde doğan ve çocukluğu çobanlıkla geçen Proudhon daha sonra kendini eğitime vermiştir.

Proudhon'un Hayatı

1809 Fransa doğumlu Pierre Joseph Proudhon yoksul bir ailenin oğludur ve yaşamı boyunca geçim sıkıntısı çekmiş, doymak bilmez bir öğrenme isteği içinde yaşamıştır. Anarşizm kuramcılarının arasında ayrı bir yeri vardır. Hayatın kendisinden, yaşama deneylerinden, pratikten çok şey öğrenmiş, anarşizm kendini bir eylem öğretisi olarak kabul ettirmek isteyince Proudhon'un yolundan gitmiştir. Bu öğretinin pratik yanına önem veren en önemli anarşist kuramcı Proudhon'dur.

Başkaldırma onu hiçbir zaman nihilizme itmemiştir. Tersine, halkın eski törelerini, çağdaş toplumun bozmaya çalıştığı değerlerini savunmak için başkaldırır. Böylece öğretisinin hem devrimci, hem de gelenekçi olan iki özelliği anlaşılmış olur.

Hegel gibi Proudhon da iki akımın doğmasına yol açmıştır: Sağcı Proudhon'culuk; Solcu Proudhon'culuk. Kendisine inananlar arasında tanrıtanımazlar olduğu gibi, hıristiyanlar da vardır; faşistler olduğu gibi sendikacılar da vardır.

Hepsi de Proudhon'u kendilerine göre yorumlamaktadır. Ama onun en belirgin özelliği Fransız halkının kahramanı olmasıdır.

Proudhon, 1840'ta kendisine büyük bir okur kitlesi kazandıran "Mülkiyet Nedir?" adlı broşürünü yazmış ve bu sorusunun yanıtını şöyle vermiştir: "Mülkiyet Hırsızlıktır!".

1844'te Paris'te Alman göçmenleriyle ilişki kuran Proudhon, Karl Marx'la da tanışmış, 1846'da "Sefaletin Felsefesi"ni yayınlamıştır. (Bilindiği gibi Karl Marx da bu kitaba karşı alaylı bir tonda "Felsefenin Sefaleti" adlı eleştirisini yazacaktır.)

1846'da Proudhon yeniden Paris'e yerleşti. 1848 Devrimi'nde orada kaldı ve devrimin temel düşüncelerinin kendi düşünceleriyle uyuşmadığını kavradı. 4 Temmuz 1848'de milletvekili seçildi. Millet Meclisi'nde verdiği bir söylevde halktan "burjuvazinin kurbanı" diye söz edince şimşekleri üstüne çekti.

Prens Başkan'a yönelttiği saldırıdan ötürü de 1849'da üç yıl hapis ve 3,000 Frank para cezasına çarptırıldı. Cezaevinde yattığı sırada "Bir Devrimcinin İtirafları" adlı yapıtını yazdı.

1858'de "Devrimde ve Kilisede Adalet" adlı yapıtında kiliseye çattığı için gene üç yıllık hapis cezasına çarptırıldı; bu yapıtı "dine ve ahlaka hakaret" sayıldı. Proudhon Belçika'ya sığındı. Genel Aftan sonra Paris'e döndü; 1864'te öldü.

Pierre Joseph Proudhon ve Anarşizm

Proudhon'un temel düşüncesi, adalettir. Proudhon'daki adalet düşüncesi, bireysel sınırları aşmakta, toplumsal yaşamı kapsamaktadır. Yalnız onun sözünü ettiği adalet, daha çok, tanrısal adalet olarak belirmektedir. "Toplumları yöneten bu adalettir, siyasal yaşamın merkezi de odur." Proudhon, bu adaletin gereklerinden hareket ederek özel mülkiyete karşı çıkar. Mülkiyet insanların zararınadır; çünkü işsizliği, üretim fazlasını, iflasları, yıkımları o doğurur. Proudhon, bir yandan özel mülkiyete karşı çıkarken bir yandan da, kolektif mülkiyet kavramını eleştirir. Ona göre, liberal rejimde güçlüler zayıfları sömürmekte, komünist rejimde ise zayıflar güçlüleri ezmektedir. Öyleyse mülkiyet olmamalıdır.

Proudhon'a göre, birbirlerinin özgürlüklerine saygılı insanlar arasındaki tek ilişki özgür biçimde yapılmış bir sözleşmenin getirdiği zorunluluklara dayanan ilişkidir. Kendi hukuk kurallarına göre kurulmuş olan ve bireylerin yetkisini aşan devlet her türlü meşru temelden yoksundur. Zaten otorite demek baskı demektir; üstün iktidar demek, mutlak iktidar demektir. Bu böyle kabul edilince otoritenin savunucuları ister tutucu olsunlar ister sosyalist bunun o kadar önemi yoktur. Proudhon "insanın insan tarafından yönetilmesi köleliktir" der ve ekler "parti olmamalı, otorite olmamalı, bunların yerine insanın ve yurttaşın mutlak özgürlüğü olmalı". Bu sözler Proudhon'un anarşizmini açık saçık ortaya koyan örneklerdir.

Proudhon'un iddialı anarşizmi, mülkiyet konusunda yazdıklarından da anlaşıldığı gibi temelsiz değildir. Anarşi "pozitif"tir. Bu anarşide "özgürlük, düzenin kızı değil, düzenin anasıdır".

Proudhon yaşamın temel kuralı olarak karşıtlığı, uzlaşmazlığı alır. Hegel'in çelişkilerin bir sentezde çözümlendiği konusundaki düşüncesine karşı çıkar. Proudhon "karşıtlık çözümlenmez" der. Ona göre devlet, birbirine karşı toplumsal güçlere egemen olmak için bütün özel girişimleri yok etmeye çalışmaktadır. Oysa her türlü dış müdahaleden, koruyucudan kurtulmuş bir toplumda denge kurulabilir. Pozitif Anarşi iktisadın siyasete üstünlüğü ile sağlanacaktır, hükümet iktisadi organizma içinde eriyip yok olacaktır.

Proudhon, ailenin, törelerin ateşli savunucusudur. Törelerin dokunulmazlığı, evliliğin kutsallığı, ailenin düzeni söz konusu olduğunda tutucudur. "Aile kurumuna yapılan her saldırı adalete karşı, halka, özgürlüğe ve devrime bir saldırıdır" der. Burjuvaziyi, ahlakı elinde tuttuğu için değil, onu özünden ayırdığı için eleştirir ve aileyi küçük düşürdüğü için suçlar.

Öte yandan adalete olan sarsılmaz inancı onu şiddete dayanan bir devrim önermekten de alıkoyar. Pozitif Anarşizm barışçı bir evrimciliği öngörür. Proudhon "kendi olanaklarımız ölçüsünde adaleti gerçekleştirerek bu evrimi hızlandırmak bizim elimizdedir" der.

Etkisi derin ve uzun süreli olan Proudhon "Anarşizmin babası" ve en etkili temsilcisi sayılır. Proudhon'un bireysel özerklik savunusu hala etkisini duyurmaktadır. Marksçılığa karşı çıkanlar için Proudhon'un düşünceleri dayanak olmuştur. Proudhon, sentezin karşısına dengeyi, zorlamanın karşısına özgürlüğü koyarak Karl Marks'tan ayrılır.

Pierre Joseph Proudhon ve Karl Marx'ın Karşılaştırılması

Ölümünden bir kaç ay önce kendisine de söylediğim gibi, klasik idealist geleneği sarsmak için sarfettiği tüm çabalarına rağmen, Proudhon yaşamı boyunca iflah olmaz bir idealist olarak kalıp incili, Roma Hukukunu ve metafiziği aşamadı. Proudhon'un en büyük talihsizliği onun doğa bilimlerini hiç okumamış ve böylesi yöntemleri benimsememiş olmasıydı. Proudhon dahiyane bir içgüdüye sahipti ve doğru yolu görüyordu, fakat, idealist düşünce metodu tarafından engellendiği için, her defasında eski hatalarına düşüyordu. Proudhon ebedi bir çelşkiydi; gayretkeş bir dahi ve idealist aldatmacalara karşı çıkan ama ne yazık ki kendisi bu aldatmacaların hakkından gelemeyen devrimci bir düşünür... Marx bir düşünür olarak doğru yoldadır. Marx, tarihteki hukuksal evrimin, ekonomik ilerlemenin nedeni değil, onun sonucu olduğu ilkesini tespit etti ki, bu önemli ve yararlı bir kavrayıştı. Bu yorumu yapan ilk kişi Marx olmamasına rağmen -aynı teori şu veya bu ölçüde Marx'tan önce başka bir çok kişi tarafından da formüle edilmişti- yine de ekonomik bir sisteme böylesin sağlam bir temel kazandırma onuru Marx'a aittir. Öte yandan, Proudhon özgürlüğü Marx'tan daha iyi anlayıp hissetti. Ona musallat olan metafizik doktrini bir yana bırakırsak, Proudhon içgüdüsel olarak devrimciydi; şeytana taparak anarşi ilan etti. Marx ta pekala çok daha rasyonel bir özgürlük sistemi oluşturabilirdi, ancak Marx özgürlük içgüdüsünden yoksundur, tepeden tırnağa otoriter biridir.
 
KAYNAK

Mikhail Bakunin, 1870
Sam Dolgoff'un Bakunin adlı kitabından alınmıştır
Çeviri Cemal Atila, KAOS Yayınları, 1998