“Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın, kendimiz değilse
Kim yazacak,
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak” (Gülten Akın)
Slogan atan genç eylemci kadının ağzı gözaltına alınırken güvenlik
güçleri tarafından kapatılır. Siyasal iktidarın taşıyıcılığını yapan ve
temsilini üstlenen kolluk kuvvetleri, masum kalabalıklara evvela ‘dağılın, seyredilmeye değer hiçbir şey yok’ diye seslenir. Şehrin gözle görülür
bir yerinde anormal bir durum hâsıl olmuş, gündelik hayatın akışı kısa
bir süreliğine askıya alınmıştır, ama şimdi her şey kontrol altındadır.
“Dağılın!” ikazı Demoklesin kılıcı gibi âdeta yeryüzünü kesip biçer. Ne
var ki, bakışlara müdahalede bulunan iktidar aynı zamanda kulaklara da
müdahale eder: ‘işitilmeye değer de bir şey yoktur.’ Zira eylemci
kadın hâlâ direnmektedir, ağzı kapatılmasına kapatılmıştır ama
kelimeler kırılarak, ufalanarak da olsa dökülmeye devam eder: in-san…
lık… on… uru…. faşizm… yene… Cümleler genellikle tamamlanamaz. Anlamlar
boşlukta tozuyarak dağılıp gider. Sesler artık anlamlı bir dizgeden
ziyade homurtuyu yahut bağrışı andırır. İktidar büsbütün susturamasa
bile en azından dili parçalayacaktır. Eylemci kadın parçalanmış dili ile
kalabalıkların arasında saçlarından sürüklenerek polis aracına
fırlatılır; son bir kez camlar arkasından dünyaya (kamuya) bu kez
parmakları ile (parmaklar, aslında tüm beden o eşikte dilin işlevini
üstlenmiştir) seslenmeye çalışır, neden sonra parmaklar acımasızca
kırılır.
* * *
İktidarın en haşmetli mahareti susturmasıdır. Fiili varlığını
susturma üzerine kurmuştur demek mübalağa olmasa gerek. İktidarın
susturma pratiklerine maruz kalmak için ille de eylemci olmak
gerekmiyor. Sözgelimi yoksul bir asker anası, oğlunun cenaze töreninde
devletlû mateme uyup da “vatan sağ olsun” demek yerine, devlet erkânına
var gücüyle “oğlumu siz öldürdünüz” dediği anda dudakları mühürlenir:
Tahammülsüzlük. Makul olmayan “şehit anası” palas pandıras tören
alanından uzaklaştırılır. Susturma işlemini asker ve polis gibi ara figürler
gerçekleştirmez yalnızca. Şöyle ki, öğretmen öğrencisi, gardiyan
mahkûmu, patron işçisi, doktor hastası, hâkim sanığı, anne çocuğu, abi
kardeşi üzerinde benzer bir susturma işlemi uygular, iktidar
gösterisinde bulunur. Tüm ara figürlerin müşterek noktası ise, toplumsal
ve bireysel tahakkümü kılı kırk yararak tesis ediyor olmalarıdır.
Çocuklar ebeveynlerine itaatsizlik edip hadlerini aştıklarında derhal
susturulur. Ast, üstüne herhangi bir soru yönlettiğinde disiplinsizlik
suçu işler. Davasına sonuna kadar inanmış militanın aklına soru
işaretleri düştüğünde özeleştiri adı altında nedamete davet edilir.
Velhasıl, kadınlar erkeklerin, küçükler büyüklerin, bilgisizler
bilgililerin, güçsüzler güçlülerin karşısında susmakla
yükümlüdürler. Toplum (hele de bizimkisi gibi Doğu toplumları) susma
hususunda terbiye edilmiştir. “Söz gümüş ise sükût altındır” lafzı
boşuna söylenmemiştir. Altın ve gümüş hiyerarşisinde saklı olan
zihniyet, disiplinci toplumsal ve kültürel yapılanmayı tartışmaya mahal
bırakmayacak şekilde ele verir. Sükût kelimesi -ilk elden- cahilce ya da
akılsızca konuşmamaya, yani “sessiz kalmaya” göndermede bulunur.
Akıldan nasibini almadıkça konuşmanın anlamı yoktur. Sözü gümüş, sükûtu
altın olarak değerlendiren ve suskunluğu salık veren özne, konuşan bir
merci olarak kendisini otorite pozisyonuna çoktan yerleştirmiştir. Ama
susturulma ayrı, sessiz kalma apayrı bir durumdur. Sessizlikte öznenin
iradesi devrededir, buna mukabil, suskunlukta dışarıdan yöneltilen bir
zor(lama) vardır. Siyasal iktidar -Foucault’nun kavramsallaştırması
olan- “hakikat rejimini” umumi sükût üzerine bina eder; rejimi oluşturan
sınırlandırılmış dil (hukuki ve siyasi terminoloji) muhataplarından
onay bekler, bu icazet ancak zor ve korku aracılığıyla temin edilebilir.
Sınıflı ve devletli uygarlığın en önemli unsurlarından biridir bu zor.
Birileri emir verir, birileri de söz konusu emirlere şartsız koşulsuz
biat eder. Egemen siyasetin alâmetifarikası siyasal alanda konuşmayı bir
ayrıcalık (gücün ve iktidarın tezahürü) haline getirmiş olmasıdır.
Siyasi bütünün yöneten ve yönetilen, ezen ve ezilen, sömüren ve
sömürülen gibi ikiliklerden hareketle kurulan kadim yapısı,
sürekliliğini konuşabilenler ve susturulanlar ikiliği ile
tamamlamaktadır.
Siyasal İktidar ve Söz
Diyarbakır’da güncel sanatla iştigal eden Şener Özmen, konuşma ve
sus(turul)ma arasındaki diyalektiği olanca çıplaklığı ve hatta şiddeti
ile gözler önüne sermektedir. Özmen’in “Shut Up!” (Kapatın Çenenizi!)
adlı düşünceyi tetikleyen çalışması hakkında yorumda bulunmadan önce,
kanaatlerimizin boşa düşmemesi için teorik sayılabilecek bir çerçeve
çıkarmamız gerekiyor.1
Şu sorularla başlayalım: Susturma “anı”nı kurucu bir iktidar anı olarak
tanımlamak mümkün müdür? Susturma sürecinde “aracıların” konumu nedir?
Susmanın ve konuşmanın sınırları nasıl, dahası ne adına, ne türden
meşruiyet noktalarına atıfla belirlenir, sınırlar hangi durumlarda
geçersizleşir, hangi durumlarda kendilerini yeniden üretir? Sessizliğin
bozulması siyaseten ne anlama gelir? Siyasal iktidarı söz karşısında bu
kadar çok korkutan şey nedir? Ağızdan çıkan söz her an maskeleri
parçalayabilir, toplumsalda infial de yaratabilir, soğuk canavarı tüm
keskinliği ile ifşa da edebilir… Bütün bunlar olasıdır. Nitekim hiçbir
iktidar –en demokratiği bile- kendi sınırlarını –kutsallarını- aşındıran
fikirlere ve eylemlere tahammül edemez. Bu nedenle muhtemel ifşaatların
önünün alınabilmesi için türlü hukuki ve siyasi tertibatlar yürürlüğe
sokulmuştur. Söz ve Yasa arasında ilişki kurulmuş, Yasa sözü –sözün
etkilerini- bin bir kurnazlıkla ele geçirmiştir. Modern siyasi
yapılanmada sözün sınırları rikkatle çizilmiştir, sınırın bir yakasında
-hoşgörü söylemine dolayımlanan- katlanılabilir olan sözler, öte
yakasında ise hiçbir surette tasvip edilmeyen, kapatılmış, inkâr edilmiş
sözler vardır. Bastırılmış, yadsınmış sözlerin ıslah edilmiş kulaklar
tarafından işitilmemesi gerekir, büyük bir sansür mekanizması bu hayati
görevi anbean yerine getirmektedir. Günümüzün liberal demokrasilerinin
burjuvaca “ifade özgürlüğünün” işlevi, hâlihazırdaki sınırları muhafaza
etmekten ibarettir, zira kamusal alanda asla tartışılmaya açılamayacak,
açıldığı zaman patlamaya hazır “hassasiyetleri” kaşıyan kimi dogmalar
(Türkiye özelinde Ermeni meselesi gibi) mutlaka mevcuttur.
Söylenebileceklerin ve söylenemeyeceklerin sınırlarını mahut dogmalar
tesis etmektedir. Kaşındığı takdirde söylemsel çatlaklara yol açan
mevzularda susmak en geçerli stratejidir. Dogmalar yahut tabular
hakkında uluorta konuşanların (Hrant Dink örneğinde olduğu üzere) erken
öten Galya horozları misali boyunları vurulmakta, türlü cezalara maruz
kalmaktadırlar. Ortaçağın en yaygın cezalandırma pratiklerinden biri
dillerin kesilmesiydi; bugün modernite koşullarında diller farklı
şekillerde kesiliyor. Susturmanın ustası olan siyasal iktidar elbette
konuşturmanın da bir o kadar ustasıdır. Kaldı ki, susturma ve konuşturma
arasındaki gerilim sanıldığı üzere asimetrik değil, simetriktir.
Siyasal iktidar dilsizleştirebildiği gibi istediği vakit dillendirebilir
de. Sözgelimi, icabında ama yalnızca icabında kişileri söyleme
zorlayabilir –Foucault’nun tabiri ile “söyleme kışkırtabilir”-, itiraf
bekleyebilir. Ama hangi dinamiklerin etkisiyle oluşursa oluşsun her
türden söyleme kışkırtma hamlesi neticede muayyen bir kural ve düzen
içinde cereyan eder. Neyi, nerede ve ne zaman konuşmamız gerektiğine
karar veren güç odaklarının kurumsallaşmasından, bunların meşruiyet
kazanmasından söz ediyoruz.
İfadesiz Bırakılanlar: Zoe ve Bios İkiliği
Siyasal yapılanmanın sürekliliğini sağlamak için, iktidar
tarafından “düşünce”, “özgürlük” ve “ifade” arasındaki ilişkileri
düzenleyen devasa bir hukuki teçhizat yaratılmış; kurallar manzumesi
kaleme alınmıştır. Gelgelelim modern siyasal iktidarların bu üç kavram
karşısında bir türlü baş edemedikleri bir dertleri var. “Düşünce
özgürlüğü”nden dem vuran hukuk devletinin, “düşünce nedir?” sorusu
karşısında eli böğründe kalır. Otoriteler konuşma edimi ve dil
hususunda genelgeçer bir fikre ve uygulamaya sahip değillerdir. Üstelik
düşünceler sınırları mütemadiyen aşıp geçersizleştirmektedir; kuralları
her defasında yeniden tanımlayan istisnalardan ötürü içtihatlar yamalı
bohça haline gelmiştir. Modern hukukun ve siyaset tarzının düşünce
bahsindeki sancılı açmazını bir tarafa bırakalım, zira bu açmazı
çözümlemeye çalışırken kısır bir döngüye kapılmamak işten bile değil.
Meselenin temellerini modern öncesi toplumsal ve siyasal koşullarda
aramalı. Hannah Arendt’in belirttiği üzere, siyaset düşüncesinde pek çok
“ilki” başlatan Platon, bizce “düşünce” sorunsalının da başlatıcısıdır.
Theiaitetos adlı diyalogundan: “Öyle ki, ben düşüncelere sahip
olmaya konuşmak diyorum ve düşünceye dille ifade edilen şey diyorum.”
Düşüncenin ve konuşmanın ne olduğuna ilişkin geleneksel ve modern
mülahazalar işte bu tanımın etrafında döner. Tanımı kıyısından
köşesinden kurcaladığımızda toplumsal hayatın örgütlenmesinde
susturulanların ve konuşanların yerleri daha sarih bir biçimde
açığa çıkacaktır. Özellikle “yerler” diyoruz çünkü Ranciere’nin altını
çizdiği gibi siyaset mekânın düzenlemesi ve yerlerin tayin edilmesi
işlemidir. Toplumsal ve siyasal hayatta konuşabilenlerin ve susanların
birbirlerinden tamamen farklı yerleri vardır. Platon’a göre, konuşmak
düşüncelere sahip olmanın göstergesidir. Tek başına konuşma (monolog) ve
düşünme mümkün değildir, bunun için en az iki kişiye, dolayısıyla
toplumsala ihtiyaç vardır. Düşünce dil aracılığıyla ya da doğrudan dilde
dışavurulan tinselliktir. Özne konuşarak zihnindeki düşünceleri dışa
vurur ve dünyaya açılır. Açıldığı dünya ise içinde konuşmada eşitliğin
tesis edildiği (isegoria) kamusal dünyanın ta kendisidir.
Siyasette zor ya da şiddetin değil ama ikna yönteminin kapısı bu kısmi
eşitlik sayesinde açılır. Yasa’nın kuruluşunda ve siyasetin icrasında
rasyonel sayılabilecek mutabakatçı söylem, rıza üretimini sağlar.
Yurttaş eşitler arasındadır, konuştukları karşı (dinleyen) tarafta belli
bir etki uyandırmakta, kısacası söyledikleri anlaşılmaktadır.
Anlaşılırlığı mümkün kılan unsur, konuşmanın logostan (akıldan)
pay alarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Sarf edilen tüm kelimeler şeffaf
ve açıktır. Karşılıklı diyalogu olanaklılık düzlemine çeken dinamikse
bir gösteri ve görünme mekânı olarak kamusal alandır. Makul söz ancak kamusal alanda boy atabilir. Yurttaşlar (polites) karar alma süreçlerine –siyasete- konuşmanın ve işitmenin spesifik bir dengede devindiği site (polis) içinde iştirak edebilir. Platon’un takipçisi Aristoteles, Politika’da, polisi
insanın kendini gerçekleştirebileceği “en iyi” örgütlenme biçimi olarak
sunar. Aristoteles’in “en iyi hayat” söylemi de hatları kalın
çizgilerle çizilmiş olan bir sınır durumuna işaret etmektedir. Zira bios ve zoe arasında kodları geçirimsiz ayrımlar yapılmıştır. Şöyle ki, üreme ve gündelik hayatın devamlılığı zoe’nin alanına girerken, iyi yaşamı siyaseten ve hukuken kurma ve çekip çevirme işi ise bios’un alanına girmektedir. Hane ya da aile, yani özel alan zoe’nin, kamusal hayat ise bios’un
tasarrufundadır. Konuşmadan men edilenlerin mekânı, içinde aklın değil
ama duyguların, düzenin değil ama kaosun, mantıklı taleplerin değil ama
bitip tükenmeyen şikâyetlerin yahut sızlanmaların yer aldığı zoe’dir. Zoe’de
konuşma söz konusu olamaz; insana has kelimeler değil, hayvansı
bağrışlar işitilebilir. Şeffaflıktan ve açıklıktan ziyade karanlıklar ve
müphemlikler bölgesidir. Aristoteles’te yurttaş statüsüne sahip özne,
konuşma imtiyazı sayesinde bios’un aktif bir parçası olarak politik bir hayvan mertebesine yükseltilmiştir. İnsandan ziyade hayvani bir varoluşa sahip olanlarınsa bios’tan,
yani siyaset dünyasından dışlanmaları, uzak tutulmaları gerekir.
Çalışma da dahil olmak üzere kaba ve alelade olan ne varsa işte bu
dilsizlikle malul hayvansı hayata ilişkindir. Zoe’ye
kapatılanların kara yazgısı ebediyen susmaktır. Kadınlar, çocuklar,
yabancılar, yaşlılar, engelliler, köleler, hülasa topyekûn olarak
“aşağıdakiler” susmak ve verilen komutları dinlemekle tanımlanmışlardır.
Susmayıp da konuşmak istediklerinde, onlara tahsis edilen yerlerinden
firar etmeye teşebbüs etmişlerdir ki, bu teşebbüsün sonu ekseriyetle
hüsranla neticelenir: topuklar kırılır, diller koparılır. Kapatıldıkları
dehlizlere yeniden ve daha bir hırpalanarak yollanırlar.
Dil(sizler) ve Umut
Yerler ve işler arasındaki iktidar ilişkilerinden hareketle şu
sonucu çıkarmak mümkün: Modern dönemin kamusal alan özel alan, devlet ve
toplum, yurttaş ve insan, devlet ve sivil toplum gibi ayrımları -içleme
ve dışlama mekanizmaları benzer bir mantıkla işleyen- modern öncesi
siyaset ve iktidar pratiklerinin bakiyesidir. Dil olanağından ve konuşma
araçlarından yoksun bırakılıp, insan ve hayvan arasında bir ara bölgeye
yerleştirilenler, günümüzün çeşitlilik arz eden zoe’lerine
kapatılmış varlıklardır. Mahpuslar, mülteciler, banka önlerinde boylu
boyunca uzanmış evsiz barksızlar, fahişeler, deliler, proleterler,
yoksul Kürtler, hastalar ve sefiller, ayyaşlar ve tinerciler, oradan
oraya gezinen avareler, disiplinsiz askerler, kısacası günümüzün camdan
steril dünyasında birer leke gibi durarak hiçbir surette “norma”
uymayanlar, ortaçağ zindanlarını çağrıştıran kör kuyulara
tıkıştırılmışlardır. Bu lanetli, izbe kuyular huzursuzluğun ve dehşetin
kıvamlandığı mekânlardır. Siyasal iktidar kendi şaheseri olan bu
huzursuzluğun sonuna kadar farkındadır. Zira insan görünümlü ama insan
olmayan varlıklar, hayvani koşullarından sıyrılarak kamusal dünyaya
insan olarak açılmak istediklerinde, bunu kimileyin hoyratça kimileyin
çaresizce şiddete başvurarak, kendi usullerince dile getirmeye
çalıştıklarında, sınırların bekçileri tarafından okkalı bir “Shut Up!”
ile karşılanmaktadırlar. Şener Özmen’in çalışması2
ilk bakışta umutsuzmuş gibi görünse de, siyasal iktidarın bir parçası
olan kişinin yeraltındakileri susturmaya çalışıyor olması, hayatın devam
ettiğine ve umudun varlığına tekabül eder. Siyasal iktidar mutlak
suskunluğu ve hareketsizliği sağlayamaz. Mutlak suskunluk ancak ölüm söz
konusu olduğunda geçerli olabilir. Aşağıdakiler, yeraltında da olsalar,
hâlâ konuşmaya, birilerini amansızca rahatsız etmeye devam
ediyorlardır. Kaşlarını çatarak “susun!” çeken özne, kurucu bir iktidar
anını yeniden üreterek, belki o eşikte aşağıdakileri anlık olarak
susturabilir. Ne var ki, kaşların çatılması huzursuzluk ve acı söz
konusu olduğunda kifayetsiz kalır. O kuyulardan şu ya da bu şekilde
çıkılacaktır. Karanlık dehlizlerdeki hayatları bir ucundan diğerine kat
eden homurtuların, inlemelerin bir sonu vardır muhakkak. Modern siyasal
iktidarların zoe’dekilerin ıstırabını sözümona teskin eden temsil sistemi de düşüncenin, konuşmanın ve ifadenin gücünü sağaltan geçici bir çözümden ibarettir. Zoe’dekiler adına konuşmanın bir yalan olduğunu, en iyi zoe’dekiler
bilmektedir. Her türden temsiliyet bağının kesilerek, herkesin
öncelikle ve sadece kendi adına konuştuğu bir dünya, içinde ulusal,
cinsi, sınıfsal önyargıların olmadığı, tüm imtiyazların buharlaştığı,
hakiki bir demokrasinin egemenliğini ilan ettiği bir dünya olacaktır.
Adından bu kadar çok sık söz edilmesine rağmen, demos henüz
doğrudan konuşmamış, aslında konuşturulmamıştır. Siyaseten saf dışı
edilenlerin, adı anılmayanların konuştuğu ve kendi sözlerini kurdukları
gün, verili iktidar kodları yıkılmış demektir. Elbette demokrasi
ikametgâhının kuruluşu yeraltındakilerin kireç beyazı suretlerini gün
ışığına kavuşturacak “an”a, “an”ların zincirlenişine bağlıdır: umut,
isyan ve devrim “an”larına.
Zeus’un Uzantısı Hermes ya da Yasa’nın Kılıçları
Yeraltındakilerin yeryüzüne çıkışını önlemeye çalışan figürler,
siyasal iktidar açısından elzemdir. Güvenlik ve istikrar bu aracılar
sayesinde sağlanmaktadır. Şener Özmen’in fotoğrafında dikkat çektiği iki
dünya arasındaki sınırda konumlanmış olan özneyi nasıl
tanımlayabiliriz? Bu ara figürün aydınlatılması, hakkında kelam
edilmesi gerekiyor. Zira iktidar ilişkilerinde çok önemli bir konuma
sahip: İki hareketi aynı anda gerçekleştiriyor. Aşağıdakilere “susun”
derken, eşanlı olarak beridekilere de “durun” diyor. Kimleri sustururken
kimleri durduruyor? Yeryüzündekilerle yeraltındakilerin karşılaşmasını
neden önlemek istiyor? Hem susturmaya hem de durdurmaya gücü var mıdır
sahiden? Hangi odağın temsilini üstlenmiştir? Kurucu iktidar anı, polis’ten
farklı olarak medeniyet dışı bir mekânda, doğada gerçekleşiyor. Bu
mekânsal durum iktidarın her tarafa taştığının, her yeri kuşattığının
göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu paradoksal durumu yalnız
başına siyaset düşüncesinin açıklığa kavuşturması çok zor ya da daha
doğrusu, kavramların imgeleri yakalaması ve birtakım kategoriler
aracılığıyla onları belli bir paradigma içine yerleştirmesi mümkün
değil. İmgesel olana yine imgesel olanla karşılık vermek, yolumuzu
açabilir diye düşünüyoruz. O halde bir imge-kişiliği devreye sokalım:
Hermes.
* * *
Tanrıların habercisi Hermes, yolda meyve bahçesi ile uğraşan yaşlı
bir adama rastladığında, ona şu nasihati verir: “Eğer bol meyve almak ve
zengin olmak istiyorsan bak fakat görme, işit fakat dinleme, seninle
ilgisi olmayan şey hakkında susmayı söylemeye tercih et”. Zenginliğin ve
zenginlikle birlikte gelecek olan iktidarın (boş zamanın ve yurttaş
olmanın) altın kuralı duyu organlarının bilinçli olarak
işlevsizleştirilmesidir. Kişi bakacak fakat görmeyecek, işitecek fakat
dinlemeyecektir. İktidarın uygulamaları söz konusu olduğunda da geçerli
olan bir nasihattir bu. Bu temel ilkeyi salık veren zeki ruh kimdir?
Haberci Hermes, Titanların soyundan gelen su perisi Maia’nın ve
Titanları Tartarosa’ya (yeraltı ülkesine) hapseden Zeus’un oğludur. Asli
işlevi Tanrılar dünyası ile insanlar dünyası arasında habercilik
yapmaktır. Çizilmiş sınırlar Hermes nezdinde hükümsüzdür, farklı
dünyalara kolaylıkla giriş-çıkış yapar. Sınırın iki yakasında da sözü ve
iktidarı geçer akçedir. Dünyalar arasında bu itibarla mekik dokur ve
Tanrıların tartışmasız en kurnazlarından biridir.
Tanrıların sergiledikleri eylemlerin dahi bir karşılığı vardır.
Eylemler kendi sonuçlarını kaçınılmaz olarak doğurur. Maia ve Zeus
birbirlerinin acımasız düşmanlarıdır. Haberci Hermes, ataları yeraltına
hapsedilen Maia soyundan geldiği için ezilen konumundadır. Fakat bu duruma tezat teşkil eder şekilde atalarını yeraltına hapseden Zeus’un oğlu olduğu için de aynı anda ezen
konumundadır. Birbirine temelden karşıt olan iki pozisyonu
bulunmaktadır. Ezen ve ezilen kişilikleri Hermes’te iç içe geçmiştir. Bu
çifte kişiliği modern toplumun imaj, güç ve zenginlik ilişkilerine
tercüme edelim: Hermes emir kuludur ama kendisi de emir verir. İktidarın
sahibi değildir fakat ondan pay almıştır. Yasa’nın yaratıcısı değildir
ama taşıyıcısı ve denetleyicisidir. Bu gibi niteliklerinden ötürü,
iktidar yapılanmasında dişli işlevi gören bürokratları, kolluk
kuvvetlerini, hukukçuları, doktorları, mühendisleri, reel siyasetçileri,
Gramsci’nin tabiri ile “teknokrat entelektüelleri” andırmaktadır
diyebiliriz. Tüm bu ara tabakalar (sınıfsal olarak “orta sınıf”) uçlar
arasında denge kurmakla yükümlüdür. Sistemin bekası, bu orta tabaka
mensuplarının varlığına bağlıdır. İçlerinden bazıları şiddet araçları
ile donatılmışlardır. Yasa’ya ve Kılıç’a eşit uzaklıktadırlar ama
ikisine de malik değillerdir. Zira sözün ve Yasa’nın kullanımını
tekelinde bulunduran, kılıcın kullanıcısını da tayin etmektedir. Kılıcın
kullanımı kuraldan taştığında, yani kör ve kontrolsüz şiddete
başvurulduğunda “sorumluluktan” akıllıca sıyrılırlar (Jitem gibi
para-militer yapıları hatırlayalım!). Nihayetinde yukarıdan gelen
talimatları yerine getirmişlerdir, kötülüğün sıradanlığı en çok
bu kişiliklerde açığa çıkmaktadır. Gelgelelim, bu orta tabaka mensupları
her an bir yerden bir başka yere savrulabilir, yıkılabilir ya da
tersine yükselebilirler.
Yeryüzünde edebi ve metafizik bir eşitlik olamayacağı için
-Deleuzecü bir yaklaşımla- Hermes’lerin vaziyetini “arada olma hali”
üzerinden tartışabiliriz. Hangi konum daha trajiktir: yeraltındakilerin
ve yeryüzündekilerin hiç değilse tanımlanmış mevkileri vardır ama
Hermes’in konumu ve belki de esas sıkıntısı hiçbir yere sahip
olmamasıdır. Göçebe bir haldedir. Bizce esas tedirgin olan aşağıdakiler
ya da yukarıdakiler değil, Hermes’in ta kendisidir. Düşünce dünyasında
olduğu gibi duygu dünyasında da muazzam bir parçalanmayı beraberinde
getirir bu “arada olma hali”. “Arada olma haline” S. Freud’un “ben”
kavramından hareketle açıklık kazandırılabilir. Şöyle ki, Freud’a göre,
“ben” aslında “ben olmayan”, kamu yararına oluşturulmuş kültürel bir
kişiliktir. “Ben”, ilkel benlik, yani kamusal olmayan kişilik ile
üst-benlik ya da kişinin toplum içerisinde sahip olacağı yeri oluşturan
mekanizma arasında kurulan kişilik demektir. Bu yüzden kişinin sınırları
sahip olduğu “kişilik” ya da anlatımlar dâhilindedir. Kişi kendine özgü
olduğunu düşündüğü anlatımları sayesinde toplumsal yapının bir parçası
haline gelmiştir. Modernizmin en büyük yaratımlarından biri olan
“bilinçdışı” da, kişinin toplumsal hayata karşı geliştirdiği direncin
mahsulü olan “içsel dünya” olarak tanımlanmıştır. Bu içsel dünyanın tam
olarak ne olduğu hakkında modern söylencelerden ve rüya yorumlarından
başka veri yoktur elimizde. Fotoğraftaki kişi de, önünde sonunda -her ne
kadar eylemini yalın doğada gerçekleştiriyor olsa da-, kamusal yarar
adına oluşturulmuş bir kişiliktir. Duyguları ve fikirleri, kısacası
benliği kendine ait değildir.
Yaşantının en ihmal edilen yönü insan tekinin neyi yaşaması
gerektiği üzerinedir. Derrida “fikirlere değil, duyumlardan gelen
şeylere sahibiz” der. Derrida bunu söyleyerek, bizim aslında düşünme
edimini gerçekleştirmediğimizi, sadece duyumlarımızı adlandırdığımızı,
kavramaya çalıştığımızı vurgulamaktadır. Lacan’a göre, çağımızın sihirli
kelimesi olan “bilinçdışı” kavramı tıpkı “bilinç” gibi “oluşturulmuş”
ve “üretilmiştir”. Lacan tarafından bilinçdışının salt bireysel bir
fenomen olmadığına, tersine toplumsal olarak üretildiğine işaret
edilmesi, insani olan her şeyin kurgusal olduğunu, oluşturulduğunu ifade
etmektedir. Bu minvalde medeniyetin gelişimi ve serpilmesi insani duygu
ve düşünce dünyasının kavramlarla değişimidir. Yaratılan her kavram
kişiye teatral bir yaşantının kapılarını aralamaktadır. Post modern algı
bu olayı daha da karmaşıklaştırmıştır. Yaşamı metin düzlemine
yerleştirip sonsuz olasılıkların gerçekleşebileceği, kurgusal bir
yapboza çevirmiştir.
Fotoğrafta gücün sembolü olan takım elbiseyi giyen kişi (burada
Nietzsche’nin ünlü deyişini, “kamburun sırtından kamburunu alırsan,
kişiliğini de almış olursun” hatırlamak gerekir) dünyada yapması
gerektiğini düşündüğü şeyi yapmaktadır. Aynı zamanda hangi tarafa ait
olduğunu da açıkça belli etmektedir. İnsani duygularından sıyrılmıştır.
İcraatları esnasında ondan “insani” bir eylemde bulunmasını beklemek
yanlıştır. Duygular insanın sahip olduğu ya da içinde bulunduğu konum
itibari ile farklılık gösterebilir. Ne var ki, belirleyici olan tek bir
şey vardır: iktidar mekanizması tarafından verilen görevi istenildiği
şekliyle yerine getirebilme düşüncesi. Bir başka ifadeyle, asa kime
verilmişse Musa da o olmak zorundadır. Yeraltındakiler, yani bozguna
uğratılanlar, tutsak edilenler, muhtemelen esaretlerini nasıl sona
erdirecekleri üzerine konuşuyorlardır. Fakat bu konuşma birilerini
rahatsız etmiş ya da tehdit olarak görülmüş olmalı ki bir aracı, Hermes
tarafından uyarılmaktadırlar. Hermes tutsakları ünlemli bir Shut Up! ile
susturmaya çalışmaktadır. Öte yandan, yeryüzü krallığında hükümranlığı
ellerinde tutanlar ya da konuşma edimine hâkim olanlar, elde ettikleri
bu hakları için, her an savaşmaya hazırdırlar. Takım elbiseli Hermes
ezenlere, iktidara, Zeus ve yandaşlarına mı dur çekmektedir acaba?
Yeraltında mahzur kalanları yeryüzündekilerin gazabından korumak mı
istemektedir? Kim bilir?
Hermes bu anlaşılmaz yönünden ötürü anti-Prometheusçu bir
anti-kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Hermes, yani arada bulunan bu
zavallı kişi, “hepimiz kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayalım!” parodisini
canlandırma kaygısı taşımıyor. Bilakis herkesin içinde bulunduğu
koşulları kabullenmesi ve bu koşulları bahane ederek ses çıkarmaması
gerektiğini vurguluyor. Elbette yeraltındakiler geçici bir süreliğine de
olsa susar, yeryüzündekilerin öfkesi yatışır; Hermes’in görevi bu her
an bozulmaya meyyal dengenin yeniden tesis edilmesiyle sona erer.
1
Şunu peşinen belirtmeli ki, Şener Özmen’in “Shut Up!”ını siyasal bir
referans ağı içinde kalarak değerlendirmeye çalışacağız. Güncel sanat
tartışmalarında her ne kadar siyasetten imtina ediliyor, yanı sıra,
sanat, sanat içindir ya da sanat toplum içindir gerilimi saf dışı
ediliyor olsa da, Özmen’in fotoğrafının siyasal olana estetik
güzergâhlardan geçerek bağlanan bir mahiyeti bulunmaktadır. Alegorik
niteliği de haiz güçlü bir imgesele yaslanmaktadır çalışma. İmgelerin
estetikte olduğu gibi, siyaset düşüncesinde de birtakım tezahürleri
vardır. Estetik ve siyasal olan arasındaki rabıtanın doğası gereği,
siyasal olan ve estetik arasında birbirlerini dışlayan bir çatışmadan
ziyade çakışma söz konusudur. Gerek Siyasalın Kıyısı’nda gerekse Estetiğin Huzursuzluğu’nda
Rancière siyaseti “duyumsanabilir olanın paylaşımı” olarak tanımlar.
Siyaset mekânın düzenlemesi ve yeniden düzenlenmesi sanatıdır. Estetik
de siyasette geçerli olan bu paylaşım sürecine bağlıdır, zira o da tıpkı
siyasette olduğu gibi imgelere, imajlara yaslanarak, açıları ve
perspektifleri devreye sokarak mekânı ve mekânın parçalarını (eşyaları,
canlıları) yeniden örgütler. Dolayısıyla, siyaset ve estetik arasında
ihmal edilemeyecek türden geçişkenlikler ve paralellikler mevcuttur.
Kuşkusuz fotoğrafa ilişkin söyleyeceklerimiz “yorum” kapsamındadır zira
sanatta hakikat iddiasında bulunmak, yani eserin kendisi hakkında “en
doğru” saptama budur demek, hem düşüncenin hem de eserin tükenişine
karşılık gelir. Sanatın siyasal olana estetik aracılığıyla bağlanımı
esnasında, özgürleştirici bir etkiye sahip olmasının ön koşulu sürekli
genişleyen ve çoğalan anlamlara sahip olması; “içeriğinin”
sabitlenmemesidir.
2
Özmen’in gerek “Shut Up”ını gerekse “Tractatus” gibi diğer çarpıcı
çalışmalarını sanatçının Kürt kimliğinden ve yaşadığı coğrafyadan
hareketle doğrudan Türkiye’nin Kürt meselesine bağlamak, sanatçıyı ve
eserini “yerele”, “yerel olana” sabitlemek anlamına gelmektedir. Dahası
bir çeşit “iç oryantalizm” olacaktır bu. Elbette Kürt meselesi ve
Kürdistan realitesi de estetik ve ideolojik olarak göz ardı edilemeyecek
unsurlardır. Ama sadece buraya odaklanmak, eserin evrenselleşme
kapasitesini baltalar. Cemil Meriç’in ironik bir tarzda belirttiği gibi,
“coğrafya kaderi”, “kültür kaderi”, “dil kaderi” gibi değiştirilemez
etmenler “üçüncü dünya ülkelerinde” sanat ve sanatçı üzerinde etkide
bulunur. Ama bu kaderlere saplanıp kalmanın sanatı kısırlaştıran,
düşünceyi donduran bir yanı vardır. Dolayısıyla, Özmen’in eserinin
çağrışımlarını çoğaltmak, düşünceye malzeme temin eden imgelerinin
peşinden sürüklenmek tek bir noktaya yaslanmaktan daha tutarlı bir yol
olarak görünmektedir bize. Bu nedenle, bu denemede Kürt meselesi,
bilinçli olarak arka planda tutulmuş, doğrudan göndermelerde bulunmaktan
ziyade imalarla izah edilmeye çalışılmıştır.
|