Saturday, September 29, 2012
Modern Tiyatro ile Şark Dişçisi
Modern tiyatronun Osmanlı toplumuna girişinde en etkili zümre hiç şüphesiz Ermeniler olmuştur. Venedik’te Sivas kökenli bir İstanbul Ermenisi olan Miğhitar önderliğinde başlatılan Ermeni Aydınlanmasının dünya çapındaki etkileri Osmanlı topraklarına da ulaşmakta gecikmedi. Bu aydınlanmanın bir uzantısı olan kültür de İstanbul’da Osmanlı Ermeni tiyatrosunun, Hamlet, Macbeth, Kral Lear gibi Shakespeare ile çağdaş olarak gelişmesini sağlamıştır. 18. Yüzyılın sonlarından itibaren yurt dışında kurulan Mıkhitaryan okullarında düzenlenen müsamereler zamanla İstanbul’a taşınmış ardından Mıkhitaristler, 1810 İstanbul’unda iki okul kurarak klasik Ermenice ile yazılmış trajediler sahnelemeye başlamışlardır. Bu oyunların ağır etkilerini dağıtmak için de kısa komediler, vodviller sergilenmekteydi. Bu Katolik Ermeni okullarında sergilenen oyunlardan etkilenilerek diğer Ermeni okullarında da tiyatro oyunları sahnelenmeye başlandı. 1850’lere gelindiğinde artık Ortaköy, Hasköy gibi bazı yerleşim merkezlerinde semt tiyatroları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar belli bir seyirci potansiyeline sahipti ve düzenli olarak temsiller vermekteydiler. Ermeni tiyatrosunun profesyonelleşmesi 1860 itibariyle başlamıştı. Bu girişimleri geliştiren ve Venedik’te temelleri atılan Ermeni tiyatrosunun İstanbul’a taşınmasında öncü isim olan Mıgırdiç Beşiktaşlıyan gibi Sırabiyon Hekimyan da Mıkhitaryan okullarından mezun olmuşlardı. Dolayısıyla Ermeni tiyatrosunun oluşumunda Mıkhitaryan etkisi çok güçlüdür. 1869-1870 döneminde Gedikpaşa Tiyatrosu ortaya çıkmıştır. Hagop Vartovyan ya da Türkçe olarak bilinen adıyla Güllü Agop Türkçe temsiller vermeye başlamış ve bu konuda saraydan 10 yıllık bir tekel koparmayı başarmıştır.
Bu dönemde Ermeni tiyatrolarının repertuarlarının büyük kısmı trajedilerden oluşmaktaydı. 3 birlik kuralı olan trajedi; mekan, zaman ve olayın tek olması temeline dayanır. Bir nevi hayatta bir düzen varsa tiyatroda da olmalıdır görüşü benimsenmiştir. Örneğin Oidipus Hikayesi’ne bakıldığında; kişi kötü kaderinden kaçmaya çalışsa bile kaçamaz. Trajedi de melodramı doğuran bir türdür.
Ermeni Tragedyasının Akıbeti
İlk dönem için güçlü bir tiyatro yazımından söz etmek zor olabilir; ama zamanla bir oyun yazarlığı geleneği ortaya çıkmaya başlar. Yazılan oyunların büyük bölümü sadece el yazması kopyalardan ibaret olup, çoğu hiçbir zaman basılmamıştır. Ermeni tiyatrosunun emekleme çağında yazılan trajedilerin sayısının yüzlerce olduğu tahmin edilir; ancak bunlardan sadece sekiz-on tanesi günümüze ulaşmıştır. Birçok oyun sahnelendikten sonra kaybolup gitmiştir. Bu oyunların adlarından yola çıkarak konuları tahmin edildiğinde; konuların çoğunun Ermeni tarihiyle bağlantılı olduğu görülür.
Modern Osmanlı tiyatrosunun ilk dönemindeki anlatıyı anlayabilmek için, dönemde vurgulanan “melodramatik muhayyile”yi göz ardı etmemek gerekir. Kan, gözyaşı, entrika, intihar ve ölüm gibi estetik hissiyatların temel kurucusu olan bu muhayyile, okuru yahut izleyiciyi karşı konulamaz bir sarhoşluğa davet eder. Yüceltilen genelde aşkın öznesi olan sevgili ya da vatan; mekanizmayı işleten de kurban olma eylemidir. Kurban olarak kendi benliğinden aşkı ya da vatanı uğruna vazgeçen öznenin bu davranışı romantik tavırla yüceltilir. Ancak unutulmamalıdır ki ortada Türk milliyetçiliğiyle sınırlanamayan ve çok çeşitli konumları kapsayan bir ‘Milli Akım’ vardır. Edebiyatçılar ve kültürel alandaki diğer oyuncular, milliyetçi olsun ya da olmasınlar ulusu tahayyül etmek ve oluşturmaya çalışırlar. Bu yüzden kurban edilen ya da kurban olunan değer genellikle vatan aşkıdır.
Tiyatroda Demokrasi Şöleni
Ancak bir süre sonra bu tarihsel dramlar, yerini daha farklı bir türe bırakmaya başlar. Olaylar zamanla daha sıradan olmakla beraber demokratikleşir. Bu durum iktidarı eleştirme imkânı açar. Kendisi de çok sayıda tarihsel dram yazan Bedos Turyan, 1871 yılında yazdığı Tiyatro ya da Sefiller adlı oyunun ön sözünde artık günlük hayatı anlatan oyunlar yazmanın zamanı geldiğini belirtir; çünkü gündelik gerçekçiliğin ele alınması, farklı toplumsal gruplardan insanların temsiliyetlerini mümkün kılmak açısından önemlidir. Turyan’ın bu talebinin en net uygulayıcısı olarak Hagop Baronyan kabul edilebilir. Kendisi edebi kariyerine tiyatro oyunları (mizahî üslupla) yazarak başlamıştır. Tiyatroyu tercih etmesi tesadüf değildir. Bu ilk eserler yazıldığı sırada Osmanlı Ermeni tiyatrosu belli atılımlarını çoktan gerçekleştirmiş ve Osmanlı başkentinde modern tiyatronun temellerinin atılması sağlanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı devletinin ve halkalarının büyük bir dönüşüm geçirdikleri bir dönemde yaşayan; edebiyat, yayıncılık ve tiyatro alanlarında faaliyet gösteren Hagop Baronyan kendi döneminin en önemli tanığı olmasını sağlayacak eserlere imza atmıştır. Ermeni aydınlanmasının altın çağını yaşadığı bir dönemde İstanbul’a gelmiş, o aydınlanmanın en önemli nimetlerinden yararlanmıştır.
Şarklı bir oyun yazarı Hagop Baronyan
Hagop Baronyan, döneminde hemen hemen tüm yazarların etkilendiği 18. yüzyıl Fransız trajedi yazarlarından (özellikle Victor Hugo) etkilenmeyip, büyük komedi yazarlarından Carlo Goldoni ve Moliére’den beslenmiştir. Sadece mizah türünde yazması bakımından da Ermeni Edebiyatı’nda ilktir. Komedi; farklı bir zihniyet dünyasıdır. Eleştiriyi devam ettirilebilir kılar. Bu tarzda yazmasında elbette sınıfsal kaygılar da etkili olmuştur.
Modern gerçekçilikle beraber tiyatro oyunları da iç mekanlardan ziyade meydanlara, lokantalara, otel yahut kahvehanelere; yani ekonomik ve kültürel alış-verişin iç içe geçtiği yerlere taşınır. Goldoni gibi, Baronyan’ın tiyatrosunda da yaşamın tüm bu yenilikleri; özellikle modern kamusal alan, yeni kültürel ve ekonomik alışveriş biçimleriyle öncelik taşımaktadır. Fakat bu olası nitelikler, gündelik gerçekçiliği göz önüne seren komedinin melodramın ahlaki tekelciliğinin aksine tam bir özgürlük vaat ettiği anlamına gelmez. Bunun en önemli sebebi, Osmanlı 19. yüzyılında yazılmış pek çok komedinin ahlakçılık noktasında melodramları aratmamasıdır. Örnek olarak da dönemin en önemli Ermeni mizahçısı kabul edilen Hagop Baronyan gösterilebilir; çünkü onun için son söz her zaman ahlakındı, hem hayatta hem de edebiyatta.
Baronyan’ın bu tutumu, 1869’da yayınlanmış yanlış karı-koca hikayesini ele alan Şark Dişçisi, oyununda da görülür. Oyun yazıldığında Ermeni Anayasası’nın ilanının üzerinden yaklaşık beş yıl geçmiştir ve işlerin çok da yolunda gitmediğini düşünen Baronyan; oyundaki dişçi Taparnigos ile damat adayı Markar arasında geçen bir diyalog ile görüşlerini ifade ederek içinde bulundukları olumsuz duruma eleştiri getirir. Ancak Baronyan Şark Dişçisi’nde milli olanın yüceltilmesi derdinde değil, toplumsal değişimin küçük insanların hayatını nasıl köklüce değiştirdiğini anlamanın peşindedir. Böylece oyun, belli bir ideolojinin savunucusu olmadan durumları eleştirerek anlamaya çalışan bir kulvar açar. 19. Yüzyıl Ermenice tiyatro bağlamında daha iyi konumlandırabilmek adına Şark Dişçisi oyununu daha yakından bakmak faydalı olacaktır.
Hagop Baronyan’ın bu komedisinde, görücü usulü evlilik ve sadakat konusu ele alınır. Oyunda, aile ilişkilerinin yozlaştığı, tarafların birbirinin kuyusunu kazdığı bir ortamda, eşler, eski ve yeni âşıklar, çocuklar ve nişanlılar arasındaki ilişkilerin iç içe geçmesi üzerine yaşananlar aktarılır. Kitabın başkahramanı olan dişçi Taparnigos, kırk beş yaşında olmasına rağmen kendisinden on beş yaş büyük Marta ile evlenir. Evliliğinin sebebi Taparnigos’a göre, genç yaşta karısına âşık olması; Marta’ya göre ise kendi mal varlığıdır. İlk perdeden itibaren aralarında geçen tartışmalar tekrarlar halinde Marta’nın zenginliğini kocasının yüzüne vurması (özellikle “Benim paramla adam oldun” demesi) ve Taparnigos’un da karısının yaşını hatırlatmak için “bunak, deli, huysuz” gibi isimlerle hitab etmesi ile gösterilir. Bu çiftin aynı zamanda Yerenyag adında bir kızları vardır. Yerenyag, yeteri kadar Batılı olmadığını düşündüğü Markar ile nişanlıdır. Markar ile kendi rızasıyla nişanlı değildir; onunla olmasındaki en önemli etken ailesidir. Yerenyag da bu beraberliği çekilebilir kılmak için nişanlısını gizli gizli Levon ile aldatır.
Şarklı dişçinin trajikomik hikâyesi
Taparnigos kızının gönül ilişkisini asla onaylamaz; ancak her gece “diş çekmeye gidiyorum” bahanesiyle Sofi ile aldatır. Sofi, yetmiş yaşında olan tüccar Bay Tovmas’ın karısıdır. Kocasıyla arasında otuz yaş fark olduğundan dolayı onunla mutlu değildir; dolayısıyla kocasının yanında “dişim ağrıyor” numarası yaparak hemen her akşam Taparnigos’u çağırır. Bay Tovmas’ın sarhoş olmasını sağlayıp, Taparnigos’la beraber vakit geçirmekte hiç bir sakınca görmez. Marta altmış yaşında olmasına rağmen Taparnigos’un her gece evden gitmesinin normal olmadığını anlayabilecek zekaya sahiptir. Yani kocasının kendisini aldattığının farkındadır. Ancak kendisini aldattığı kadının kendi sevgilisi Tovmas’ın karısı olduğunu çok daha sonra öğrenecektir. Taparnigos, Marta, Yeranyag, Tovmas, Sofi ile bareber Taparnigos’un uşağı Nigo ve Tovmas’ın uşağı Giragos da oyuna dâhil olarak eğelenceli bir oyununun parçaları olurlar.
Baronyan ‘Milli’ ya da ‘Tarihsel’ anlayıştan uzak olan bu oyunda, duygusal alanın ‘piyasa’ olarak algılanmasını sağlar. Karakterler farklı açılardan benzer şekilde ters düşürülürek durum komedisi yoluyla aile düzenlerindeki çarpıklık gösterilir. Ancak bu çarpıklık gösterilirken belli bir ideolojinin savunuculuğu yapılmaz. Geleneksel aile kurumundaki görücü usulü evlilik ve sadakatsizliğin ortaya çıkardığı sonuçlar dönemin mizah ustası Hagop Baronyan’ın kaleminden okunmaya değer. Aras Yayınları tarafından basılan Şark Dişçisi’ni okurken eğer topluluk içindeyseniz kahkahalarınızı gizlemeye çalışacaksınız, çünkü Baronyan’ın zekasıyla beraber ahlakçı tutumuna da insanın kendisini kaptırmaması işten bile değil!
Şark Dişçisi dendiğinde akla tabii ki de sadece yazılı metin gelmemekte. Bu sene (2012) de Şehir Tiyatroları’nın Muhsin Ertuğrul Sahnesinde yazılışından yüz kırk üç yıl sonra tekrar görücüye çıkan bu müzikal oyun, kentteki kültürel zenginliğin derinliklerine ışık tutan bir yoğunluktaydı. Eser, onlarca yıl önce yazılmış olmasına rağmen, göründüğü kadarıyla güncelliğini korumakta. Bunu tiyatro salonunu tüm kapasitesiyle izleyiciyle doldurabilmesinden de anlayabiliyoruz. Oyun, üç saatlik süresine rağmen sürekli kahkahalar ve alkışlarla izlendi. Oyunu yöneten Engin Alkan, çevirmen Boğos Çalgıcıoğlu’un başarısı yadsınamaz. Oyuncuların İstanbullu Ermenilerin konuşma tarzını öğrenebilmek için yaptıkları da aşikâr ve ayrıca takdir edilecek türden. Selim Atakan’ın müziği, Selçuk Borak’ın koreografisi, Cem Yılmazer’in ‘sahne ve ışıklandırma’sı, Tomris Kuzu’nun kostüm tasarımıyla oldukça başarılıydı. Başta Taparnigos rolündeki Çağlar Çorumlu, Sofi rolündeki Sevinç Erbulak olmak üzere oyuncuları ve orkestra içtenlikli bir çabayla ortaya beğenilesi bir oyun çıkarmışlar. Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde oynanan bu oyunu, (Şehir Tiyatroları’nın günümüzdeki konumuna bakıldığında) tekrar sahnede görebilmeyi ümit etmekteyim.
KAYNAKLAR
Baronyan, Hagop. Şark Dişçisi. İstanbul: Aras, 2012.
Köroğlu, Erol. “Ulusu Sokaktan Tahayyül Etmek: Ömer Seyfettin’in Öykülerinde Milliyetçilik, Gündelik Hayat, Duygular.” , 137-155.
Uslu, Mehmet Fatih. “Hukuksuz Aşk, Terazisiz Adalet: Bağdasar Ağpar’ın Komik Trajedisi.” : 205-214.
Uslu, Mehmet Fatih. “19. Yüzyıl Osmanlısında Tarihsel Dram ve Kamusal Alan.” : 291-305.
Güllü, Fırat. “ Vartovyan Kumpanyası ve Yeni Osmanlılar: Osmanlıya Has Çokkültürlü Bir Politik Tiyatro Girişimi’’:23-62.
Hagop Baronyan, Şark Dişçisi, (İstanbul: Aras, 2012), s.16.
Mehmet Fatih Uslu, “Hukuksuz Aşk, Terazisiz Adalet: Bağdasar Ağpar’ın Komik Trajedisi”: 205-214, 205.
Erol Köroğlu, “Ulusu Sokaktan Tahayyül Etmek: Ömer Seyfettin’in Öykülerinde Milliyetçilik, Gündelik Hayat, Duygular,” 137-155, 140.
Hagop Baronyan, Şark Dişçisi,s.167
A.g.e., s. 61.
Wednesday, September 26, 2012
Susturulanlar, Susturanlar: Şener Özmen’in “Shut Up!”ı Üzerine
“Çağın en karmaşık yerinde durduk
Biri bizi yazsın, kendimiz değilse
Kim yazacak,
Sustukça köreldi
Kaba günü yonttuğumuz ince bıçak” (Gülten Akın)
Slogan atan genç eylemci kadının ağzı gözaltına alınırken güvenlik
güçleri tarafından kapatılır. Siyasal iktidarın taşıyıcılığını yapan ve
temsilini üstlenen kolluk kuvvetleri, masum kalabalıklara evvela ‘dağılın, seyredilmeye değer hiçbir şey yok’ diye seslenir. Şehrin gözle görülür
bir yerinde anormal bir durum hâsıl olmuş, gündelik hayatın akışı kısa
bir süreliğine askıya alınmıştır, ama şimdi her şey kontrol altındadır.
“Dağılın!” ikazı Demoklesin kılıcı gibi âdeta yeryüzünü kesip biçer. Ne
var ki, bakışlara müdahalede bulunan iktidar aynı zamanda kulaklara da
müdahale eder: ‘işitilmeye değer de bir şey yoktur.’ Zira eylemci
kadın hâlâ direnmektedir, ağzı kapatılmasına kapatılmıştır ama
kelimeler kırılarak, ufalanarak da olsa dökülmeye devam eder: in-san…
lık… on… uru…. faşizm… yene… Cümleler genellikle tamamlanamaz. Anlamlar
boşlukta tozuyarak dağılıp gider. Sesler artık anlamlı bir dizgeden
ziyade homurtuyu yahut bağrışı andırır. İktidar büsbütün susturamasa
bile en azından dili parçalayacaktır. Eylemci kadın parçalanmış dili ile
kalabalıkların arasında saçlarından sürüklenerek polis aracına
fırlatılır; son bir kez camlar arkasından dünyaya (kamuya) bu kez
parmakları ile (parmaklar, aslında tüm beden o eşikte dilin işlevini
üstlenmiştir) seslenmeye çalışır, neden sonra parmaklar acımasızca
kırılır.
* * *
İktidarın en haşmetli mahareti susturmasıdır. Fiili varlığını
susturma üzerine kurmuştur demek mübalağa olmasa gerek. İktidarın
susturma pratiklerine maruz kalmak için ille de eylemci olmak
gerekmiyor. Sözgelimi yoksul bir asker anası, oğlunun cenaze töreninde
devletlû mateme uyup da “vatan sağ olsun” demek yerine, devlet erkânına
var gücüyle “oğlumu siz öldürdünüz” dediği anda dudakları mühürlenir:
Tahammülsüzlük. Makul olmayan “şehit anası” palas pandıras tören
alanından uzaklaştırılır. Susturma işlemini asker ve polis gibi ara figürler
gerçekleştirmez yalnızca. Şöyle ki, öğretmen öğrencisi, gardiyan
mahkûmu, patron işçisi, doktor hastası, hâkim sanığı, anne çocuğu, abi
kardeşi üzerinde benzer bir susturma işlemi uygular, iktidar
gösterisinde bulunur. Tüm ara figürlerin müşterek noktası ise, toplumsal
ve bireysel tahakkümü kılı kırk yararak tesis ediyor olmalarıdır.
Çocuklar ebeveynlerine itaatsizlik edip hadlerini aştıklarında derhal
susturulur. Ast, üstüne herhangi bir soru yönlettiğinde disiplinsizlik
suçu işler. Davasına sonuna kadar inanmış militanın aklına soru
işaretleri düştüğünde özeleştiri adı altında nedamete davet edilir.
Velhasıl, kadınlar erkeklerin, küçükler büyüklerin, bilgisizler
bilgililerin, güçsüzler güçlülerin karşısında susmakla
yükümlüdürler. Toplum (hele de bizimkisi gibi Doğu toplumları) susma
hususunda terbiye edilmiştir. “Söz gümüş ise sükût altındır” lafzı
boşuna söylenmemiştir. Altın ve gümüş hiyerarşisinde saklı olan
zihniyet, disiplinci toplumsal ve kültürel yapılanmayı tartışmaya mahal
bırakmayacak şekilde ele verir. Sükût kelimesi -ilk elden- cahilce ya da
akılsızca konuşmamaya, yani “sessiz kalmaya” göndermede bulunur.
Akıldan nasibini almadıkça konuşmanın anlamı yoktur. Sözü gümüş, sükûtu
altın olarak değerlendiren ve suskunluğu salık veren özne, konuşan bir
merci olarak kendisini otorite pozisyonuna çoktan yerleştirmiştir. Ama
susturulma ayrı, sessiz kalma apayrı bir durumdur. Sessizlikte öznenin
iradesi devrededir, buna mukabil, suskunlukta dışarıdan yöneltilen bir
zor(lama) vardır. Siyasal iktidar -Foucault’nun kavramsallaştırması
olan- “hakikat rejimini” umumi sükût üzerine bina eder; rejimi oluşturan
sınırlandırılmış dil (hukuki ve siyasi terminoloji) muhataplarından
onay bekler, bu icazet ancak zor ve korku aracılığıyla temin edilebilir.
Sınıflı ve devletli uygarlığın en önemli unsurlarından biridir bu zor.
Birileri emir verir, birileri de söz konusu emirlere şartsız koşulsuz
biat eder. Egemen siyasetin alâmetifarikası siyasal alanda konuşmayı bir
ayrıcalık (gücün ve iktidarın tezahürü) haline getirmiş olmasıdır.
Siyasi bütünün yöneten ve yönetilen, ezen ve ezilen, sömüren ve
sömürülen gibi ikiliklerden hareketle kurulan kadim yapısı,
sürekliliğini konuşabilenler ve susturulanlar ikiliği ile
tamamlamaktadır.
Siyasal İktidar ve Söz
Diyarbakır’da güncel sanatla iştigal eden Şener Özmen, konuşma ve
sus(turul)ma arasındaki diyalektiği olanca çıplaklığı ve hatta şiddeti
ile gözler önüne sermektedir. Özmen’in “Shut Up!” (Kapatın Çenenizi!)
adlı düşünceyi tetikleyen çalışması hakkında yorumda bulunmadan önce,
kanaatlerimizin boşa düşmemesi için teorik sayılabilecek bir çerçeve
çıkarmamız gerekiyor.1
Şu sorularla başlayalım: Susturma “anı”nı kurucu bir iktidar anı olarak
tanımlamak mümkün müdür? Susturma sürecinde “aracıların” konumu nedir?
Susmanın ve konuşmanın sınırları nasıl, dahası ne adına, ne türden
meşruiyet noktalarına atıfla belirlenir, sınırlar hangi durumlarda
geçersizleşir, hangi durumlarda kendilerini yeniden üretir? Sessizliğin
bozulması siyaseten ne anlama gelir? Siyasal iktidarı söz karşısında bu
kadar çok korkutan şey nedir? Ağızdan çıkan söz her an maskeleri
parçalayabilir, toplumsalda infial de yaratabilir, soğuk canavarı tüm
keskinliği ile ifşa da edebilir… Bütün bunlar olasıdır. Nitekim hiçbir
iktidar –en demokratiği bile- kendi sınırlarını –kutsallarını- aşındıran
fikirlere ve eylemlere tahammül edemez. Bu nedenle muhtemel ifşaatların
önünün alınabilmesi için türlü hukuki ve siyasi tertibatlar yürürlüğe
sokulmuştur. Söz ve Yasa arasında ilişki kurulmuş, Yasa sözü –sözün
etkilerini- bin bir kurnazlıkla ele geçirmiştir. Modern siyasi
yapılanmada sözün sınırları rikkatle çizilmiştir, sınırın bir yakasında
-hoşgörü söylemine dolayımlanan- katlanılabilir olan sözler, öte
yakasında ise hiçbir surette tasvip edilmeyen, kapatılmış, inkâr edilmiş
sözler vardır. Bastırılmış, yadsınmış sözlerin ıslah edilmiş kulaklar
tarafından işitilmemesi gerekir, büyük bir sansür mekanizması bu hayati
görevi anbean yerine getirmektedir. Günümüzün liberal demokrasilerinin
burjuvaca “ifade özgürlüğünün” işlevi, hâlihazırdaki sınırları muhafaza
etmekten ibarettir, zira kamusal alanda asla tartışılmaya açılamayacak,
açıldığı zaman patlamaya hazır “hassasiyetleri” kaşıyan kimi dogmalar
(Türkiye özelinde Ermeni meselesi gibi) mutlaka mevcuttur.
Söylenebileceklerin ve söylenemeyeceklerin sınırlarını mahut dogmalar
tesis etmektedir. Kaşındığı takdirde söylemsel çatlaklara yol açan
mevzularda susmak en geçerli stratejidir. Dogmalar yahut tabular
hakkında uluorta konuşanların (Hrant Dink örneğinde olduğu üzere) erken
öten Galya horozları misali boyunları vurulmakta, türlü cezalara maruz
kalmaktadırlar. Ortaçağın en yaygın cezalandırma pratiklerinden biri
dillerin kesilmesiydi; bugün modernite koşullarında diller farklı
şekillerde kesiliyor. Susturmanın ustası olan siyasal iktidar elbette
konuşturmanın da bir o kadar ustasıdır. Kaldı ki, susturma ve konuşturma
arasındaki gerilim sanıldığı üzere asimetrik değil, simetriktir.
Siyasal iktidar dilsizleştirebildiği gibi istediği vakit dillendirebilir
de. Sözgelimi, icabında ama yalnızca icabında kişileri söyleme
zorlayabilir –Foucault’nun tabiri ile “söyleme kışkırtabilir”-, itiraf
bekleyebilir. Ama hangi dinamiklerin etkisiyle oluşursa oluşsun her
türden söyleme kışkırtma hamlesi neticede muayyen bir kural ve düzen
içinde cereyan eder. Neyi, nerede ve ne zaman konuşmamız gerektiğine
karar veren güç odaklarının kurumsallaşmasından, bunların meşruiyet
kazanmasından söz ediyoruz.
İfadesiz Bırakılanlar: Zoe ve Bios İkiliği
Siyasal yapılanmanın sürekliliğini sağlamak için, iktidar
tarafından “düşünce”, “özgürlük” ve “ifade” arasındaki ilişkileri
düzenleyen devasa bir hukuki teçhizat yaratılmış; kurallar manzumesi
kaleme alınmıştır. Gelgelelim modern siyasal iktidarların bu üç kavram
karşısında bir türlü baş edemedikleri bir dertleri var. “Düşünce
özgürlüğü”nden dem vuran hukuk devletinin, “düşünce nedir?” sorusu
karşısında eli böğründe kalır. Otoriteler konuşma edimi ve dil
hususunda genelgeçer bir fikre ve uygulamaya sahip değillerdir. Üstelik
düşünceler sınırları mütemadiyen aşıp geçersizleştirmektedir; kuralları
her defasında yeniden tanımlayan istisnalardan ötürü içtihatlar yamalı
bohça haline gelmiştir. Modern hukukun ve siyaset tarzının düşünce
bahsindeki sancılı açmazını bir tarafa bırakalım, zira bu açmazı
çözümlemeye çalışırken kısır bir döngüye kapılmamak işten bile değil.
Meselenin temellerini modern öncesi toplumsal ve siyasal koşullarda
aramalı. Hannah Arendt’in belirttiği üzere, siyaset düşüncesinde pek çok
“ilki” başlatan Platon, bizce “düşünce” sorunsalının da başlatıcısıdır.
Theiaitetos adlı diyalogundan: “Öyle ki, ben düşüncelere sahip
olmaya konuşmak diyorum ve düşünceye dille ifade edilen şey diyorum.”
Düşüncenin ve konuşmanın ne olduğuna ilişkin geleneksel ve modern
mülahazalar işte bu tanımın etrafında döner. Tanımı kıyısından
köşesinden kurcaladığımızda toplumsal hayatın örgütlenmesinde
susturulanların ve konuşanların yerleri daha sarih bir biçimde
açığa çıkacaktır. Özellikle “yerler” diyoruz çünkü Ranciere’nin altını
çizdiği gibi siyaset mekânın düzenlemesi ve yerlerin tayin edilmesi
işlemidir. Toplumsal ve siyasal hayatta konuşabilenlerin ve susanların
birbirlerinden tamamen farklı yerleri vardır. Platon’a göre, konuşmak
düşüncelere sahip olmanın göstergesidir. Tek başına konuşma (monolog) ve
düşünme mümkün değildir, bunun için en az iki kişiye, dolayısıyla
toplumsala ihtiyaç vardır. Düşünce dil aracılığıyla ya da doğrudan dilde
dışavurulan tinselliktir. Özne konuşarak zihnindeki düşünceleri dışa
vurur ve dünyaya açılır. Açıldığı dünya ise içinde konuşmada eşitliğin
tesis edildiği (isegoria) kamusal dünyanın ta kendisidir.
Siyasette zor ya da şiddetin değil ama ikna yönteminin kapısı bu kısmi
eşitlik sayesinde açılır. Yasa’nın kuruluşunda ve siyasetin icrasında
rasyonel sayılabilecek mutabakatçı söylem, rıza üretimini sağlar.
Yurttaş eşitler arasındadır, konuştukları karşı (dinleyen) tarafta belli
bir etki uyandırmakta, kısacası söyledikleri anlaşılmaktadır.
Anlaşılırlığı mümkün kılan unsur, konuşmanın logostan (akıldan)
pay alarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Sarf edilen tüm kelimeler şeffaf
ve açıktır. Karşılıklı diyalogu olanaklılık düzlemine çeken dinamikse
bir gösteri ve görünme mekânı olarak kamusal alandır. Makul söz ancak kamusal alanda boy atabilir. Yurttaşlar (polites) karar alma süreçlerine –siyasete- konuşmanın ve işitmenin spesifik bir dengede devindiği site (polis) içinde iştirak edebilir. Platon’un takipçisi Aristoteles, Politika’da, polisi
insanın kendini gerçekleştirebileceği “en iyi” örgütlenme biçimi olarak
sunar. Aristoteles’in “en iyi hayat” söylemi de hatları kalın
çizgilerle çizilmiş olan bir sınır durumuna işaret etmektedir. Zira bios ve zoe arasında kodları geçirimsiz ayrımlar yapılmıştır. Şöyle ki, üreme ve gündelik hayatın devamlılığı zoe’nin alanına girerken, iyi yaşamı siyaseten ve hukuken kurma ve çekip çevirme işi ise bios’un alanına girmektedir. Hane ya da aile, yani özel alan zoe’nin, kamusal hayat ise bios’un
tasarrufundadır. Konuşmadan men edilenlerin mekânı, içinde aklın değil
ama duyguların, düzenin değil ama kaosun, mantıklı taleplerin değil ama
bitip tükenmeyen şikâyetlerin yahut sızlanmaların yer aldığı zoe’dir. Zoe’de
konuşma söz konusu olamaz; insana has kelimeler değil, hayvansı
bağrışlar işitilebilir. Şeffaflıktan ve açıklıktan ziyade karanlıklar ve
müphemlikler bölgesidir. Aristoteles’te yurttaş statüsüne sahip özne,
konuşma imtiyazı sayesinde bios’un aktif bir parçası olarak politik bir hayvan mertebesine yükseltilmiştir. İnsandan ziyade hayvani bir varoluşa sahip olanlarınsa bios’tan,
yani siyaset dünyasından dışlanmaları, uzak tutulmaları gerekir.
Çalışma da dahil olmak üzere kaba ve alelade olan ne varsa işte bu
dilsizlikle malul hayvansı hayata ilişkindir. Zoe’ye
kapatılanların kara yazgısı ebediyen susmaktır. Kadınlar, çocuklar,
yabancılar, yaşlılar, engelliler, köleler, hülasa topyekûn olarak
“aşağıdakiler” susmak ve verilen komutları dinlemekle tanımlanmışlardır.
Susmayıp da konuşmak istediklerinde, onlara tahsis edilen yerlerinden
firar etmeye teşebbüs etmişlerdir ki, bu teşebbüsün sonu ekseriyetle
hüsranla neticelenir: topuklar kırılır, diller koparılır. Kapatıldıkları
dehlizlere yeniden ve daha bir hırpalanarak yollanırlar.
Dil(sizler) ve Umut
Yerler ve işler arasındaki iktidar ilişkilerinden hareketle şu
sonucu çıkarmak mümkün: Modern dönemin kamusal alan özel alan, devlet ve
toplum, yurttaş ve insan, devlet ve sivil toplum gibi ayrımları -içleme
ve dışlama mekanizmaları benzer bir mantıkla işleyen- modern öncesi
siyaset ve iktidar pratiklerinin bakiyesidir. Dil olanağından ve konuşma
araçlarından yoksun bırakılıp, insan ve hayvan arasında bir ara bölgeye
yerleştirilenler, günümüzün çeşitlilik arz eden zoe’lerine
kapatılmış varlıklardır. Mahpuslar, mülteciler, banka önlerinde boylu
boyunca uzanmış evsiz barksızlar, fahişeler, deliler, proleterler,
yoksul Kürtler, hastalar ve sefiller, ayyaşlar ve tinerciler, oradan
oraya gezinen avareler, disiplinsiz askerler, kısacası günümüzün camdan
steril dünyasında birer leke gibi durarak hiçbir surette “norma”
uymayanlar, ortaçağ zindanlarını çağrıştıran kör kuyulara
tıkıştırılmışlardır. Bu lanetli, izbe kuyular huzursuzluğun ve dehşetin
kıvamlandığı mekânlardır. Siyasal iktidar kendi şaheseri olan bu
huzursuzluğun sonuna kadar farkındadır. Zira insan görünümlü ama insan
olmayan varlıklar, hayvani koşullarından sıyrılarak kamusal dünyaya
insan olarak açılmak istediklerinde, bunu kimileyin hoyratça kimileyin
çaresizce şiddete başvurarak, kendi usullerince dile getirmeye
çalıştıklarında, sınırların bekçileri tarafından okkalı bir “Shut Up!”
ile karşılanmaktadırlar. Şener Özmen’in çalışması2
ilk bakışta umutsuzmuş gibi görünse de, siyasal iktidarın bir parçası
olan kişinin yeraltındakileri susturmaya çalışıyor olması, hayatın devam
ettiğine ve umudun varlığına tekabül eder. Siyasal iktidar mutlak
suskunluğu ve hareketsizliği sağlayamaz. Mutlak suskunluk ancak ölüm söz
konusu olduğunda geçerli olabilir. Aşağıdakiler, yeraltında da olsalar,
hâlâ konuşmaya, birilerini amansızca rahatsız etmeye devam
ediyorlardır. Kaşlarını çatarak “susun!” çeken özne, kurucu bir iktidar
anını yeniden üreterek, belki o eşikte aşağıdakileri anlık olarak
susturabilir. Ne var ki, kaşların çatılması huzursuzluk ve acı söz
konusu olduğunda kifayetsiz kalır. O kuyulardan şu ya da bu şekilde
çıkılacaktır. Karanlık dehlizlerdeki hayatları bir ucundan diğerine kat
eden homurtuların, inlemelerin bir sonu vardır muhakkak. Modern siyasal
iktidarların zoe’dekilerin ıstırabını sözümona teskin eden temsil sistemi de düşüncenin, konuşmanın ve ifadenin gücünü sağaltan geçici bir çözümden ibarettir. Zoe’dekiler adına konuşmanın bir yalan olduğunu, en iyi zoe’dekiler
bilmektedir. Her türden temsiliyet bağının kesilerek, herkesin
öncelikle ve sadece kendi adına konuştuğu bir dünya, içinde ulusal,
cinsi, sınıfsal önyargıların olmadığı, tüm imtiyazların buharlaştığı,
hakiki bir demokrasinin egemenliğini ilan ettiği bir dünya olacaktır.
Adından bu kadar çok sık söz edilmesine rağmen, demos henüz
doğrudan konuşmamış, aslında konuşturulmamıştır. Siyaseten saf dışı
edilenlerin, adı anılmayanların konuştuğu ve kendi sözlerini kurdukları
gün, verili iktidar kodları yıkılmış demektir. Elbette demokrasi
ikametgâhının kuruluşu yeraltındakilerin kireç beyazı suretlerini gün
ışığına kavuşturacak “an”a, “an”ların zincirlenişine bağlıdır: umut,
isyan ve devrim “an”larına.
Zeus’un Uzantısı Hermes ya da Yasa’nın Kılıçları
Yeraltındakilerin yeryüzüne çıkışını önlemeye çalışan figürler,
siyasal iktidar açısından elzemdir. Güvenlik ve istikrar bu aracılar
sayesinde sağlanmaktadır. Şener Özmen’in fotoğrafında dikkat çektiği iki
dünya arasındaki sınırda konumlanmış olan özneyi nasıl
tanımlayabiliriz? Bu ara figürün aydınlatılması, hakkında kelam
edilmesi gerekiyor. Zira iktidar ilişkilerinde çok önemli bir konuma
sahip: İki hareketi aynı anda gerçekleştiriyor. Aşağıdakilere “susun”
derken, eşanlı olarak beridekilere de “durun” diyor. Kimleri sustururken
kimleri durduruyor? Yeryüzündekilerle yeraltındakilerin karşılaşmasını
neden önlemek istiyor? Hem susturmaya hem de durdurmaya gücü var mıdır
sahiden? Hangi odağın temsilini üstlenmiştir? Kurucu iktidar anı, polis’ten
farklı olarak medeniyet dışı bir mekânda, doğada gerçekleşiyor. Bu
mekânsal durum iktidarın her tarafa taştığının, her yeri kuşattığının
göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu paradoksal durumu yalnız
başına siyaset düşüncesinin açıklığa kavuşturması çok zor ya da daha
doğrusu, kavramların imgeleri yakalaması ve birtakım kategoriler
aracılığıyla onları belli bir paradigma içine yerleştirmesi mümkün
değil. İmgesel olana yine imgesel olanla karşılık vermek, yolumuzu
açabilir diye düşünüyoruz. O halde bir imge-kişiliği devreye sokalım:
Hermes.
* * *
Tanrıların habercisi Hermes, yolda meyve bahçesi ile uğraşan yaşlı
bir adama rastladığında, ona şu nasihati verir: “Eğer bol meyve almak ve
zengin olmak istiyorsan bak fakat görme, işit fakat dinleme, seninle
ilgisi olmayan şey hakkında susmayı söylemeye tercih et”. Zenginliğin ve
zenginlikle birlikte gelecek olan iktidarın (boş zamanın ve yurttaş
olmanın) altın kuralı duyu organlarının bilinçli olarak
işlevsizleştirilmesidir. Kişi bakacak fakat görmeyecek, işitecek fakat
dinlemeyecektir. İktidarın uygulamaları söz konusu olduğunda da geçerli
olan bir nasihattir bu. Bu temel ilkeyi salık veren zeki ruh kimdir?
Haberci Hermes, Titanların soyundan gelen su perisi Maia’nın ve
Titanları Tartarosa’ya (yeraltı ülkesine) hapseden Zeus’un oğludur. Asli
işlevi Tanrılar dünyası ile insanlar dünyası arasında habercilik
yapmaktır. Çizilmiş sınırlar Hermes nezdinde hükümsüzdür, farklı
dünyalara kolaylıkla giriş-çıkış yapar. Sınırın iki yakasında da sözü ve
iktidarı geçer akçedir. Dünyalar arasında bu itibarla mekik dokur ve
Tanrıların tartışmasız en kurnazlarından biridir.
Tanrıların sergiledikleri eylemlerin dahi bir karşılığı vardır.
Eylemler kendi sonuçlarını kaçınılmaz olarak doğurur. Maia ve Zeus
birbirlerinin acımasız düşmanlarıdır. Haberci Hermes, ataları yeraltına
hapsedilen Maia soyundan geldiği için ezilen konumundadır. Fakat bu duruma tezat teşkil eder şekilde atalarını yeraltına hapseden Zeus’un oğlu olduğu için de aynı anda ezen
konumundadır. Birbirine temelden karşıt olan iki pozisyonu
bulunmaktadır. Ezen ve ezilen kişilikleri Hermes’te iç içe geçmiştir. Bu
çifte kişiliği modern toplumun imaj, güç ve zenginlik ilişkilerine
tercüme edelim: Hermes emir kuludur ama kendisi de emir verir. İktidarın
sahibi değildir fakat ondan pay almıştır. Yasa’nın yaratıcısı değildir
ama taşıyıcısı ve denetleyicisidir. Bu gibi niteliklerinden ötürü,
iktidar yapılanmasında dişli işlevi gören bürokratları, kolluk
kuvvetlerini, hukukçuları, doktorları, mühendisleri, reel siyasetçileri,
Gramsci’nin tabiri ile “teknokrat entelektüelleri” andırmaktadır
diyebiliriz. Tüm bu ara tabakalar (sınıfsal olarak “orta sınıf”) uçlar
arasında denge kurmakla yükümlüdür. Sistemin bekası, bu orta tabaka
mensuplarının varlığına bağlıdır. İçlerinden bazıları şiddet araçları
ile donatılmışlardır. Yasa’ya ve Kılıç’a eşit uzaklıktadırlar ama
ikisine de malik değillerdir. Zira sözün ve Yasa’nın kullanımını
tekelinde bulunduran, kılıcın kullanıcısını da tayin etmektedir. Kılıcın
kullanımı kuraldan taştığında, yani kör ve kontrolsüz şiddete
başvurulduğunda “sorumluluktan” akıllıca sıyrılırlar (Jitem gibi
para-militer yapıları hatırlayalım!). Nihayetinde yukarıdan gelen
talimatları yerine getirmişlerdir, kötülüğün sıradanlığı en çok
bu kişiliklerde açığa çıkmaktadır. Gelgelelim, bu orta tabaka mensupları
her an bir yerden bir başka yere savrulabilir, yıkılabilir ya da
tersine yükselebilirler.
Yeryüzünde edebi ve metafizik bir eşitlik olamayacağı için
-Deleuzecü bir yaklaşımla- Hermes’lerin vaziyetini “arada olma hali”
üzerinden tartışabiliriz. Hangi konum daha trajiktir: yeraltındakilerin
ve yeryüzündekilerin hiç değilse tanımlanmış mevkileri vardır ama
Hermes’in konumu ve belki de esas sıkıntısı hiçbir yere sahip
olmamasıdır. Göçebe bir haldedir. Bizce esas tedirgin olan aşağıdakiler
ya da yukarıdakiler değil, Hermes’in ta kendisidir. Düşünce dünyasında
olduğu gibi duygu dünyasında da muazzam bir parçalanmayı beraberinde
getirir bu “arada olma hali”. “Arada olma haline” S. Freud’un “ben”
kavramından hareketle açıklık kazandırılabilir. Şöyle ki, Freud’a göre,
“ben” aslında “ben olmayan”, kamu yararına oluşturulmuş kültürel bir
kişiliktir. “Ben”, ilkel benlik, yani kamusal olmayan kişilik ile
üst-benlik ya da kişinin toplum içerisinde sahip olacağı yeri oluşturan
mekanizma arasında kurulan kişilik demektir. Bu yüzden kişinin sınırları
sahip olduğu “kişilik” ya da anlatımlar dâhilindedir. Kişi kendine özgü
olduğunu düşündüğü anlatımları sayesinde toplumsal yapının bir parçası
haline gelmiştir. Modernizmin en büyük yaratımlarından biri olan
“bilinçdışı” da, kişinin toplumsal hayata karşı geliştirdiği direncin
mahsulü olan “içsel dünya” olarak tanımlanmıştır. Bu içsel dünyanın tam
olarak ne olduğu hakkında modern söylencelerden ve rüya yorumlarından
başka veri yoktur elimizde. Fotoğraftaki kişi de, önünde sonunda -her ne
kadar eylemini yalın doğada gerçekleştiriyor olsa da-, kamusal yarar
adına oluşturulmuş bir kişiliktir. Duyguları ve fikirleri, kısacası
benliği kendine ait değildir.
Yaşantının en ihmal edilen yönü insan tekinin neyi yaşaması
gerektiği üzerinedir. Derrida “fikirlere değil, duyumlardan gelen
şeylere sahibiz” der. Derrida bunu söyleyerek, bizim aslında düşünme
edimini gerçekleştirmediğimizi, sadece duyumlarımızı adlandırdığımızı,
kavramaya çalıştığımızı vurgulamaktadır. Lacan’a göre, çağımızın sihirli
kelimesi olan “bilinçdışı” kavramı tıpkı “bilinç” gibi “oluşturulmuş”
ve “üretilmiştir”. Lacan tarafından bilinçdışının salt bireysel bir
fenomen olmadığına, tersine toplumsal olarak üretildiğine işaret
edilmesi, insani olan her şeyin kurgusal olduğunu, oluşturulduğunu ifade
etmektedir. Bu minvalde medeniyetin gelişimi ve serpilmesi insani duygu
ve düşünce dünyasının kavramlarla değişimidir. Yaratılan her kavram
kişiye teatral bir yaşantının kapılarını aralamaktadır. Post modern algı
bu olayı daha da karmaşıklaştırmıştır. Yaşamı metin düzlemine
yerleştirip sonsuz olasılıkların gerçekleşebileceği, kurgusal bir
yapboza çevirmiştir.
Fotoğrafta gücün sembolü olan takım elbiseyi giyen kişi (burada
Nietzsche’nin ünlü deyişini, “kamburun sırtından kamburunu alırsan,
kişiliğini de almış olursun” hatırlamak gerekir) dünyada yapması
gerektiğini düşündüğü şeyi yapmaktadır. Aynı zamanda hangi tarafa ait
olduğunu da açıkça belli etmektedir. İnsani duygularından sıyrılmıştır.
İcraatları esnasında ondan “insani” bir eylemde bulunmasını beklemek
yanlıştır. Duygular insanın sahip olduğu ya da içinde bulunduğu konum
itibari ile farklılık gösterebilir. Ne var ki, belirleyici olan tek bir
şey vardır: iktidar mekanizması tarafından verilen görevi istenildiği
şekliyle yerine getirebilme düşüncesi. Bir başka ifadeyle, asa kime
verilmişse Musa da o olmak zorundadır. Yeraltındakiler, yani bozguna
uğratılanlar, tutsak edilenler, muhtemelen esaretlerini nasıl sona
erdirecekleri üzerine konuşuyorlardır. Fakat bu konuşma birilerini
rahatsız etmiş ya da tehdit olarak görülmüş olmalı ki bir aracı, Hermes
tarafından uyarılmaktadırlar. Hermes tutsakları ünlemli bir Shut Up! ile
susturmaya çalışmaktadır. Öte yandan, yeryüzü krallığında hükümranlığı
ellerinde tutanlar ya da konuşma edimine hâkim olanlar, elde ettikleri
bu hakları için, her an savaşmaya hazırdırlar. Takım elbiseli Hermes
ezenlere, iktidara, Zeus ve yandaşlarına mı dur çekmektedir acaba?
Yeraltında mahzur kalanları yeryüzündekilerin gazabından korumak mı
istemektedir? Kim bilir?
Hermes bu anlaşılmaz yönünden ötürü anti-Prometheusçu bir
anti-kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Hermes, yani arada bulunan bu
zavallı kişi, “hepimiz kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayalım!” parodisini
canlandırma kaygısı taşımıyor. Bilakis herkesin içinde bulunduğu
koşulları kabullenmesi ve bu koşulları bahane ederek ses çıkarmaması
gerektiğini vurguluyor. Elbette yeraltındakiler geçici bir süreliğine de
olsa susar, yeryüzündekilerin öfkesi yatışır; Hermes’in görevi bu her
an bozulmaya meyyal dengenin yeniden tesis edilmesiyle sona erer.
1
Şunu peşinen belirtmeli ki, Şener Özmen’in “Shut Up!”ını siyasal bir
referans ağı içinde kalarak değerlendirmeye çalışacağız. Güncel sanat
tartışmalarında her ne kadar siyasetten imtina ediliyor, yanı sıra,
sanat, sanat içindir ya da sanat toplum içindir gerilimi saf dışı
ediliyor olsa da, Özmen’in fotoğrafının siyasal olana estetik
güzergâhlardan geçerek bağlanan bir mahiyeti bulunmaktadır. Alegorik
niteliği de haiz güçlü bir imgesele yaslanmaktadır çalışma. İmgelerin
estetikte olduğu gibi, siyaset düşüncesinde de birtakım tezahürleri
vardır. Estetik ve siyasal olan arasındaki rabıtanın doğası gereği,
siyasal olan ve estetik arasında birbirlerini dışlayan bir çatışmadan
ziyade çakışma söz konusudur. Gerek Siyasalın Kıyısı’nda gerekse Estetiğin Huzursuzluğu’nda
Rancière siyaseti “duyumsanabilir olanın paylaşımı” olarak tanımlar.
Siyaset mekânın düzenlemesi ve yeniden düzenlenmesi sanatıdır. Estetik
de siyasette geçerli olan bu paylaşım sürecine bağlıdır, zira o da tıpkı
siyasette olduğu gibi imgelere, imajlara yaslanarak, açıları ve
perspektifleri devreye sokarak mekânı ve mekânın parçalarını (eşyaları,
canlıları) yeniden örgütler. Dolayısıyla, siyaset ve estetik arasında
ihmal edilemeyecek türden geçişkenlikler ve paralellikler mevcuttur.
Kuşkusuz fotoğrafa ilişkin söyleyeceklerimiz “yorum” kapsamındadır zira
sanatta hakikat iddiasında bulunmak, yani eserin kendisi hakkında “en
doğru” saptama budur demek, hem düşüncenin hem de eserin tükenişine
karşılık gelir. Sanatın siyasal olana estetik aracılığıyla bağlanımı
esnasında, özgürleştirici bir etkiye sahip olmasının ön koşulu sürekli
genişleyen ve çoğalan anlamlara sahip olması; “içeriğinin”
sabitlenmemesidir.
2
Özmen’in gerek “Shut Up”ını gerekse “Tractatus” gibi diğer çarpıcı
çalışmalarını sanatçının Kürt kimliğinden ve yaşadığı coğrafyadan
hareketle doğrudan Türkiye’nin Kürt meselesine bağlamak, sanatçıyı ve
eserini “yerele”, “yerel olana” sabitlemek anlamına gelmektedir. Dahası
bir çeşit “iç oryantalizm” olacaktır bu. Elbette Kürt meselesi ve
Kürdistan realitesi de estetik ve ideolojik olarak göz ardı edilemeyecek
unsurlardır. Ama sadece buraya odaklanmak, eserin evrenselleşme
kapasitesini baltalar. Cemil Meriç’in ironik bir tarzda belirttiği gibi,
“coğrafya kaderi”, “kültür kaderi”, “dil kaderi” gibi değiştirilemez
etmenler “üçüncü dünya ülkelerinde” sanat ve sanatçı üzerinde etkide
bulunur. Ama bu kaderlere saplanıp kalmanın sanatı kısırlaştıran,
düşünceyi donduran bir yanı vardır. Dolayısıyla, Özmen’in eserinin
çağrışımlarını çoğaltmak, düşünceye malzeme temin eden imgelerinin
peşinden sürüklenmek tek bir noktaya yaslanmaktan daha tutarlı bir yol
olarak görünmektedir bize. Bu nedenle, bu denemede Kürt meselesi,
bilinçli olarak arka planda tutulmuş, doğrudan göndermelerde bulunmaktan
ziyade imalarla izah edilmeye çalışılmıştır.
|
Saturday, September 22, 2012
Stanford Hapishane deneyi – Erich Fromm
İnsandaki Zalimlik
Üzerine Ruhbilimsel Bir Deney:
Stanford Hapishane
deneyi – Erich Fromm
Phillip Zimbardo,
kendi deyimiyle “iyi insanları kötü yerlere koyduğunuzda” neler olacağını merak
ediyordu. Çevremizden ne ölçüde etkileniyorduk? İçsel özelliklerimiz, örneğin
inançlarımız ya da tutumlarımız, bazı durumlardan sıyrılmamızda ve çevresel
etkenler ne olursa olsun kendi yolumuzda ilerlememizde ne derece etkindi? Bu
sorularla yola çıkan Zimbardo, cevapları bulabilmek amacıyla sonradan Psikoloji
literatüründe bir kilometre taşı olacak olan meşhur deneyini tasarladı.
Araştırmacılar hapishane yaşamının psikolojik etkileri üzerine yapılacak bir
deney için gönüllüler arandığına dair bir gazete ilanı yayımladı. Deneyde yer
alacak insanlara günlük 15 dolar ödenecek. Başvuruya cevap verenlerden 24 sağlıklı, zeki, normal üniversite
öğrencisi denek olarak seçiliyor. Bu 24 kişi rastgele iki gruba ayrılıyorlar.
12 kişi gardiyan, 12 kişi mahkum rolü oynayacak. Deney başlamadan önce rastgele
seçildikleri için gardiyanlar ve mahkumlar arasında hiçbir fark yok ama deney
ilerledikçe iki grup inanılmaz kişilik değişimleri yaşıyor. Doğrudan doğruya
zalimliğin nedenleri sorununu ele alan bu deneyi ve sonuçlarını değerlendiren
Erich Fromm’un ilgili makalesini aşağıdan okuyabilirsiniz.
Stanford Hapishane
deneyi – Erich Fromm
Deneyin amacı,
normal insanların belirli bir durum altındaki, yani bir «taklit tutukevi»nde
tutuklu ve gardiyan rollerini oynarkenki davranışlarını incelemekti. Deneyi
yapanların deneyle kanıtlandığına inandıkları genel tez, ahlâkları, kişisel
inançları ve değerleri ne olursa olsun, insanların birçoğuna, belki de
çoğunluğuna, içine itildikleri durumun gücünün hemen hemen her şeyi
yaptırabileceği ve (P.H.G. Zimbardo, 1972) daha özgül olarak da, bu deneyde
tutukevi koşullarının, «gardiyan» rolünü oynayan deneklerin çoğunu acımasız
sadistlere ve tutuklu rolünü oynayan deneklerin çoğunu da, birçokları birkaç
gün sonra salıverilmelerini gerektirecek ölçüde şiddetli aklî belirtiler.
Bu deneye ilişkin
ilk rapor kısa bir makalede P. G. Zimbardo tarafından 1972 yayımlandı bu rapor,
yazarın bana yazdığı gibi. Tutukevlerinin iyileştirilmesiyle ilgili Bir Kongre
Âlt-Kurul’una sunulan sözlü bir rapordan alınmaydı. Dr. Zimbardo. kısa
olmasından dolayı bu makaleyi, çalışmasının eleştirisi için yeterli bir dayanak
olarak görmemektedir. Dr. Zimbardo’nun isteğine uyuyorum; ama bunu üzülerek
yapıyorum, çünkü o makale ile daha sonraki makale arasında belirtmek istediğim
belirli uyuşmazlıklar bulunmaktadır. Dr. Zimbardo’nun ilk makalesine, çok
önemli iki noktayla ilişkili olarak yalnız kısaca değineceğim. Bu noktala’, (a)
gardiyanların tutumu ve (b) yazarların ana tezidir.
Aksi
belirtilmedikçe, aşağıdaki alıntılar. Dr. Zimbardo’nun. elyazması metnini bana
gönderme inceliğini gösterdiği ortak makaleden yapılmıştır.
Gerçekten, her iki
kümenin de tepkileri o denli yoğundu ki, iki hafta sürecek olan deney altı gün
sonra durduruldu.
Deneyin bu
davranışçı tezi kanıtladığından kuşkuluyum ve kuşkularımın nedenlerini ortaya
koyacağım. Ama ilk önce, ikinci makalede tanımlanan biçimiyle deneyin
ayrıntıları konusunda okuru bilgilendirmem gerek. Günde 15 dolarlık bir ödeme
karşılığında tutukevi yaşamına ilişkin bir ruhbilimsel incelemeye katılacak
erkek gönüllüler arayan bir gazete ilanı üzerine istekliler başvurdular. Yanıt
veren gönüllüler, (suça katılmaları da dahi!) ruh hastalığı kaynaklarıyla
ilgili olarak ailelerinin geçmişine, dünden bugüne bedensel ve zihinsel sağlık
durumlarına, önceki deneyimlerine ve davranışsal özelliklerine ilişkin geniş
kapsamlı bir anket doldurdular. Geçmişe ilişkin anketi dolduranların her biri,
iki deneyciden birisi tarafından görüşmeye alındı. Sonunda, (bedensel ve
zihinsel yönden) en tutarlı, en olgun ve topluma aykırı davranışlara en az
katılmış olduklarına karar verilen yirmi dört denek, incelemeye katılmak üzere
seçildi. Rastgele bir seçmeyle, deneklerin yansına «gardiyan» rolü, yarısına da
«tutuklu» rolü verildi.
Elemeden sonra
seçilen örnek denekler kümesine, «taklit tutukevinin başlamasından bir gün önce
bir dizi ruhbilimsel test uygulandı; ama deneyci-gözlemcilerin herhangi bir
yeğleme önyargısına kapılmalarına engel olmak için sonuçlar, inceleme
tamamlanıncaya dek çizelgelere geçirilmedi.» Deneyi yapanlara bakılırsa, olağan
insan yelpazesinin dışına çıkmayan ve hiçbir sadistçe ya da mazoşistçe eğilim göstermeyen
bireylerden oluşmuş bir örnek küme seçmişlerdi.
«Tutukevi»,
Stanford Üniversitesi’ndeki ruhbilim binasının bir zemin kat koridorunda
yaklaşık on buçuk metrelik bir bölmede kuruldu. Bütün deneklere, kendilerine
tamamen rastgele bir seçmeyle ya gardiyan ya da tutuklu rolü verileceği
anlatıldı, ve hepsi, iki hafta kadar günde 15 dolar karşılığında iki rolden
birisini oynamayı gönüllü olarak kabul ettiler, inceleme süresince kendilerine
verilen rolü yerine getirme konusunda belirttikleri «niyet» karşılığında
ödenecek parasal hak yanında en az düzeyde yeterli bir beslenme, giyinme,
barınma ve sağlık bakımını da güvence altına alan bir sözleşme imzaladılar.
Tutuklu rolü
verilenlerin gözetim altında tutulacaklarını göz önüne almaları gerektiği (çok
az gizlilik hakkına sahip oldukları ya da hiçbir gizlilik hakkına sahip
olmadıkları) . ve bedensel zarar dışında, bazı temel yurttaşlık haklarının
tutukluluk süresince askıya alınacağını göz önünde bulundurmaları gerektiği
sözleşmede açıkça belirtildi. Ne karşılaşabilecekleri şeyler konusunda başka
bilgi, ne de tutukluluk rolüne uygun davranış konusunda herhangi bir talimat
verildi. Bu işlem için gerçeklen belirlenen kişilere, deneyi başlatacağımız
belli bir Pazar günü kaldıkları yerlerde hazır bulunmaları konusunda telefonla
bilgi verildi.
Gardiyan olarak
belirlenen denekler, tutukevinin Müdürü (üniversitede öğrenim gören bir
araştırma yardımcısı) ve «Başdenetçi»si (başaraştırıcı) ile bir toplantıya
katıldılar. Bunlara, görevlerinin, «tutukevinin etkin biçimde işleyişi için
gerekli olan akla yatkın ölçüde düzenin sağlanıp sürdürülmesi» olduğu
anlatıldı.
Deneyi yapanların
«tutukevi»nden ne anladıklarına değinmek önemlidir. Onlar, bu sözcüğü, yasayı
çiğneyenlerin gözetim altında tutulduğu bir yer demek olan genel anlamında
değil, belirli Amerikan tutukevlerinde var olan koşullan betimleyen özgül bir
anlam da kullanıyorlar.
Niyetimiz, bir
Amerikan tutukevinin tam bir benzerini yaratmak değil, daha çok herhangi
birinin işlevsel bir temsilini yaratmaktı. Tinsel, ahlaksal ve uygulamaya
ilişkin nedenlerden dolayı, deneklerimizi uzun ya da belirsiz zaman dönemleri
süresince alıkoyamazdık; şiddetli bedensel ceza tehdidine asla başvuramazdık;
eşcinsel ya da ırkçı uygulamaların boy vermesine izin veremezdik; ne de
tutukevi yaşamının belirli başka özgül yanlarını aynen yaratabilirdik. Yine de
yeterince somut gerçekçiliğe sahip bir durum yaratabildiğimize inanıyorduk;
böylelikle rol-yapma katılımı, deneklerin yüklendikleri görevlerin yüzeysel
gereklerini aşarak, onların canlandırdıkları karakterlerin derindeki yapısına
kadar inebildi. Bu işi başarmak için, gerçek tutukevi yaşamındaki etkinliklere
ve deneyimlere işlevsel karşılıklar oluşturduk; deneklerimizde nitelik yönünden
benzer tepkiler —güç ve güçsüzlük, denetim ve baskı, doyum ve engelleme, keyfî
yönetim ve yetkeye karşı direniş, mevki ve sıradanlık, erkeksilik ve kadınsılık
duygudan— yaratacağı umulan karşılıklardı bunlar.
Okurun tutukevinde
uygulanan yöntemlere ilişkin tanımlamadan açıkça anlayacağı gibi, bu tanımlama,
deneyde uygulanan (ve yalnızca son sözcüklerde belli belirsiz ima edilen)
işlemi büyük ölçüde hafife almaktadır. Gerçek yöntemler, yalnızca gardiyanların
davranışından ileri gelmeyip, deneycilerin düzenlediği tutukevi kurallarının da
aracılık ettiği şiddetli ve sistemli aşağılama ve küçümseme yöntemleriydi.
«Tutukevi» terimi
kullanılarak, en azından Birleşik Devletler’deki —ve gerçekte başka herhangi
bir ülkedeki— bütün tutukevlerinin bu türden olduğu anlatılmak istenmiştir. Bu
ima, Birleşik Devletler’deki bazı Federal tutukevleri ve bunların öteki
ülkelerdeki benzerleri gibi, deneyi gerçekleştirenlerin taklit tutukevi
ölçüsünde kötü olmayan başka tutukevlerinin de bulunduğu gerçeğini gözardı
etmektedir.
«Tutuklular»a
nasıl davranıldı? «Tutuklu»lara, deneyin başlangıcı için kendilerini hazır
bulundurmaları söylenmişti.
Tutuklu işlemi
uygulanmak üzere belirlenen deneklerin tümü, Pah Alto City Polis Müdürlüğünün
işbirliği ile, oturdukları yerlerde beklenmedik bir anda «tutuklandıklar. Bir
polis memuru, onları hırsızlık ya da silahlı soygun kuşkusuyla suçladı, yasal
haklarını bildirdi, bileklerini kelepçeledi, (çoğu kez komşuların meraklı
bakışları altında) baştan aşağı aradı ve bir polis arabasının arkasında
karakola götürdü. Karakolda, parmak izi alınması, kimlik dosyası hazırlanması
ve daha sonra bir gözaltı hücresine yerleştirilme gibi alışılmış işlemlerden
geçtiler. Her bir tutuklunun gözleri bağlandı ve daha sonra deneycilerden
birisi ve bir gardiyan tarafından arabayla taklit tutukevimize getirildi. Bütün
tutuklama işlemi boyunca, ilgili polis görevlileri, bu «tutuklama»nın taklit
tutukevi deneyiyle ilişkisini açıklığa kavuşturmak için sorulan soruları
yanıtlamaktan kaçınarak resmî, ciddî bir tutumla hareket ettiler.
Deneysel
tutukevimize gelindikten sonra her bir tutuklu soyunduruldu, bitten arındırıcı
bir ilaç (bir deodorant sprey) ile ilaçlandı ve bir süre için hücre avlusunda
tek başına çıplak olarak ayakta bekletildi. Daha önce tanımlanan üniforma
verildikten ve bir kimlik resmi («vesikalık resim») çekildikten sonra tutuklu
hücresine kondu ve sessiz durması emredildi.
Tutuklamaları
gerçek polis yerine getirdiği için (polislerin bu işleme katılmasının yasallığı
merak konusu olabilir,) denekler bunların gerçek suçlamalar olduğunu bildikleri
sürece, özellikle memurlar, tutuklama ile deney arasındaki bağlantıya ilişkin
sorulan yanıtlamadıkları için, denekler ne düşünebilirlerdi ki? «Tutuklama»nın
tutuklama olmadığını, polisin bu uydurma suçlamaları yapmakla ve yalnızca
deneye daha çok renk katmak amacıyla zor kullanmakla görevli olduğunu nereden
bilebilirlerdi?
«Tutuklular»ın
giysileri garipti.
Giysileri, önünde
ve arkasında bir numarası bulunan bol muslin tulumlardan oluşuyordu. Bu
«giysiler»in altına hiç iç çamaşırı giyilmiyordu. Ayak bileğine hafif bir
zincir ve bir kilit takılmıştı. Ayaklarına lastik terlikler giyiyorlardı ve
saçları, başlık biçimine sokulmuş bir naylon kadın çorabıyla örtülüydü…
tutukluların üniformaları, yalnızca tutukluları bireylikten çıkaracak biçimde
değil, aynı zamanda onları aşağılayacak ve onların bağımlılıklarının, boyun
eğmişliklerinin simgeleri olarak da işlev görecek bir biçimde düzenlenmişti.
Ayak bileğindeki zincir, sürekli olarak (hatta öteki ayak bileğine çarptığında
uykularında bile) onlara çevrenin eziciliğini anımsatan bir şeydi. Çoraptan
yapılma başlık, saç uzunluğu, rengi ve biçimiyle ilgili herhangi bir ayırt etme
öğesini ortadan kaldırıyordu (bazı «gerçek» tutukevlerinde ve askeriyede
saçların traş edilmesi de aynı işlevi görür). Bedene iyi oturmayan üniformalar,
tutukluların hareket ederken kendilerini bir garip hissetmelerine yol açıyordu.
Bu giysiler, iç çamaşırı olmaksızın giyildiği için, tutukluları, bir
erkeğinkinden çok bir kadınınkine benzeyen alışılmadık duruşlar almaya
zorluyordu — tutukluluğun ortaya çıkardığı, erkekçe gücün azalması sürecinin
bir başka yanıdır bu.
Deneyin altı günü
boyunca tutukluların ve gardiyanların bu duruma karşı tepkileri nelerdi?
Bu durumun
katılanlar üzerindeki etkisinin en canlı kanıtı, aşırı duygusal çöküntü,
ağlama, öfke ve şiddetli kaygı yüzünden serbest bırakılması gereken beş
tutuklunun ağır tepkilerinde görüldü. Deneklerin dördünde belirtilerin biçimi
birbirine çok yakındı ve hemen tutuklanmanın ikinci gününde başladı. Beşinci
denek, bedeninin bazı bölümlerini kaplayan ruhsal kökenli kızarıklık ve
beneklerden dolayı tedavi edildikten sonra serbest bırakıldı. Geriye kalan
tutuklulardan yalnızca ikisi, «kaçmama sözü verme»leri karşılığında
kazandıkları paranın geri alınmasını istemediklerini söylediler. Deney yalnızca
altı gün sonra, zamanı gelmeden sona erdiğinde, geriye kalan tutukluların
hepsi, beklenmedik iyi şanslarından dolayı çok sevinçliydiler.
Tutukluların
tepkileri birbirine oldukça yakın ve yalnızca yoğunluk yönünden farklı olduğu
halde, gardiyanların tepkisi daha karmaşık bir görünüm ortaya koymaktadır:
Buna karşılık,
gardiyanların çoğu, deneyin durdurulması kararından rahatsız olmuş gibi
göründüler ve bize öyle geldi ki, bunlar kendilerini rollerine yeterli derecede
kaptırmışlardı; bu yüzden, uyguladıkları aşırı denetim ve güçten o anda
hoşnuttular ye bundan vazgeçmeye istekli değildiler.
Yazarlar
«gardiyanlar»ın tutumunu şöyle tanımlıyorlar:
Gardiyanların
hiçbirisi, nöbetlerini yerine getirmek üzere işe zamanında gelmekten asla geri
kalmadılar ve gerçekte, bazı kereler, fazladan birkaç saat için gönüllü olarak
ve hiç yakınmadan —ek ödeme almaksızın— görev başında kaldılar.
Her iki denek
kümesinde de ortaya çıkan aşırı sinirsel tepkiler, işlerlikteki toplumsal
güçlerin etkinliğine tanıklık etmektedir; ama yine de, bu yepyeni deneyle başa
çıkma biçimlerinde ve bu deneye başarıyla uyum sağlama derecelerinde bireysel
farklılıkların olduğu görüldü. Tutukluların yarısı baskıcı ortama dayanabildi
ve gardiyanların tümü düşmanca bir davranışa başvurmadı. Bazı gardiyanlar sert
ama dürüsttü («kurallara göre oynadı;») bazıları, yaratıcı zalimlik veeziyetle
meşgul olmakta rollerinin çok ilerisine gittiler; öte yandan birkaç tanesi de
edilgen kaldı ve tutuklular üzerinde zoraki bir denetim kurmaya pek çaba
göstermedi.
Ne yazık ki,
«bazı», «biraz», «birkaç»tan daha kesin bir bilgi verilmiyor bize. Bu, kesin
sayılardan söz etmek çok kolay olduğu halde, gereksiz bir kesinlikten
yoksunlukmuş gibi görünmektedir. ilk yayında biraz daha kesin ve temelden
farklı sözler edildiği için, bu durum daha da şaşırtıcıdır. «Tutukluların
moralini bozma tekniklerinde epeyce yaratıcı olan» etken biçimde sadist
gardiyanların yüzdesi, o yayında yaklaşık üçte-bir olarak hesaplanmıştır.
Geriye kalanlar, sırayla (1) «sert ama dürüst» olanlar ya da (2) «kendilerine
ufak tefek iyiliklerde bulundukları ve arkadaşça davrandıkları için
tutukluların bakış açısıyla iyi gardiyanlar» olarak tanımlanan iki sınıfa
ayrılmıştır. Bu belirleme, daha sonraki raporda açıklanan «edilgen kalma ve
zoraki denetimi pek arzulamama» belirlemesinden çok farklıdır.
Böylesi
tanımlamalar, verilerin değerlendirilmesinde kesinliğin bulunmadığını ortaya
koymaktadır; deneyin en önemli teziyle bağlantılı olarak bu durumun meydana
gelmesi daha da üzücüdür. Yazarlar, bir tek yaratılan durumun bile, normal
insanları birkaç gün içersinde zavallı, uysal bireylere ya da acımasız
sadistlere dönüştürebildiğini deneyin kanıtladığına inanmaktadırlar. Deneyin
kanıtladığı bir şey varsa o da daha çok bunun tersiymiş gibi geliyor bana.
Deneyin ana düşüncesi uyarınca, küçültücü ve aşağılayıcı olması amaçlanan bu
taklit tutukevinin bütün havasına karşın (açıkçası gardiyanlar hemen bu havaya
kendilerini kaptırmış olsalar gerektir), eğer gardiyanların üçte-ikisi,«kişisel
zevkler»i için sadistçe hareketlere başvurmadılarsa. deney, daha çok, uygun
durumlar sağlanarak insanların kolayca sadist kişilere dönüştürülemeyeceğini
kanıtlıyormuş gibi görünmektedir.
Davranış ile
karakter arasındaki fark bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Sadistçe
kurallara göre davranmak başka şey, insanlara karşı zalim olmayı isteyip bundan
haz duymak başka şeydir. Bu ayrımın yapılmaması, tıpkı Milgram’ın deneyini
zedelediği gibi, bu deneyin de değerinden çok şey alıp götürmektedir.
Bu aynm, tezin
öteki yüzü için de geçerlidir; yani denekler arasında sadistçe ya da mazoşistçe
davranış eğiliminin bulunmadığını uygulanan bir dizi testin kanıtlaması, bir
başka deyişle, testlerin hiçbir sadist ya da mazoşist karakter özelliği ortaya
çıkamaması da bu ayrımla ilintilidir. Açığa vurulmuş davranışı ana veri olarak
gören ruhbilimciler söz konusu edildiğinde, bu vargı oldukça doğru olabilir.
Ama ruhçözümsel deneyim temel alınırsa, çok inandırıcı değildir. Karakter
özellikleri, çoğu kez bütünüyle bilinçsizdir ve dahası, geleneksel ruhbilim
testleriyle bu özellikler ortaya çıkarılamaz, konusal Algılama Testi (TAT) ya
da Rorschach Testi gibi yansıtıcı testler söz konusu edilirse, ancak bilinçsiz
süreçlerin incelenmesi alanında epeyce deneyimi olan araştırıcılar çok sayıda
bilinçsiz veriyi ortaya çıkaracaklardır.
«Gardiyanlar»a
ilişkin veriler, bir başka nedenden dolayı da kuşku götürür niteliktedir. Bu
denekler, aşağıyukan ortalama, normal insanları temsil ettikleri ve sadistçe
eğilimlere sahip olmadıkları anlaşıldığı için seçildiler. Bu sonuç ortalama bir
insan topluluğu içersinde bilinçsiz sadistlerin yüzdesinin sıfır olmadığını
gösteren görgül kanıtlarla çelişmektedir. Bazı incelemeler (E. Fromm, 1936; E.
Fromm ve M. Maccoby, 1970) bunu ortaya koymuştur ve usta bir gözlemci,
anketlere ya da testlere başvurmadan da bunu saptayabilir. Ama normal bir insan
topluluğu içersinde sadist karakterlerin yüzdesi ne olursa olsun, bu sınıfın
bütün bütüne bulunmayışı, bu sorunla ilgili testlerin amaca uygunluğunun kanıtı
değildir.
Deneyin ortaya
çıkardığı şaşırtıcı sonuçlardan bazılarının, belki de bir başka etkenle
açıklanması gerekir. Deneyciler, deneklerin gerçeklik ile oynadıkları rol
arasında ayrım yapmakta güçlük çektiklerini belirtiyor ve bunun, durumun bir
sonucu olduğunu kabul ediyorlar. Bu gerçekten doğrudur, ama deneyciler bu
sonucu deneye maletmişlerdir. Öncelikle, birçok olgu «tutuklular»in kafasını
karıştırmıştı. Onlara anlatılan ve böylelikle sözleşmeye temel olan koşullar,
karşılaştıkları koşullardan çok ama çok farklıydı. Kendilerini küçültücü ve
aşağılayıcı bir ortamda bulmayı ummamışlardı herhalde. Kafa karışıklığını
yaratan daha önemli bir etken de polisin işbirliği yapmasıdır. Polis
yetkililerinin böylesi bir deneysel oyuna katılmayı kabul etmeleri son derecede
alışılmamış olduğu için, gerçeklik ile rol-yapma arasındaki farkı
değerlendirmek, tutuklular açısından çok zordu. Tutukluların, tutuklanmalarının
deneyle bir ilişkisi olup olmadığını bile bilmediklerini ve bu bağlantı
hakkında sordukları soruları memurların yanıtlamayı reddettiklerini rapor
ortaya koyuyor. Hangi ortalama insan kafa karışıklığına kapılmaz ve deneye bir
şaşkınlık, oyuna getirilmişlik, umarsızlık duygusuyla girmez bu durumda?
Tutuklular niçin
hemen ya da bir-iki gün sonra işi bırakmadılar? Yazarlar, taklit tutukevinden salıverilme
koşullan hakkında «tutuklulara neler anlatıldığını gösteren açık bir bilgi
vermiyorlar. En azından eğer daha fazla kalmayı dayanılmaz bulurlarsa çekilme
hakkına sahip oldukları konusunda tutuklulara bilgi verildiğine ilişkin bir
söze rastlamadım. Gerçekte, bazı tutuklular kaçmaya kalkıştıklarında,
gardiyanlar bunlara zor kullanarak engel oldular. Öyle görünüyor ki,
gardiyanlarda, yalnızca salıverme kurulunun, onlara ayrılma izni verebileceği
izlenimi uyandırılmıştı. Bununla birlikte, yazarlar şöyle söylüyorlar:
İncelemenin en
dikkate değer olaylarından birisi, salıverme kurulunun bir oturumu sırasında
meydana geldi. Bu oturumda, baş deneyci, koşullu salıverilmeye uygun beş
tutukludan her birisine, koşullu olarak salıverilirse, bir tutuklu olarak kazandığı
tüm parayı geri vermek isteyip istemeyeceğini sordu. Beş tutukludan üçü «evet»
dediler, bunu yapmaya istekliydiler. İncelemeye katılmayı sağlayan asıl
özendiricinin para vaadî olduğuna ve bu tutukluların yalnızca dört gün sonra,
bundan bütünüyle vazgeçmeye hazır olduklarına dikkat ediniz. Daha şaşırtıcı
olarak da, bir karara varılmazdan önce, bu olanağın kurul üyeleriyle
görüşülmesi gerekeceği söylendiğinde her bir tutuklu sessizce kalktı ve bir
gardiyan eşliğinde hücresine götürüldü. Eğer bunlar, kendilerini, salt para
için deneye katılan «denekler» olarak görselerdi, artık incelemeye katılmayı
sürdürmek için herhangi bir özendirici kalmamıştı ve kendileri için çekilmez
hale geldiği açıkça belli olan bu durumdan istifa ederek kolayca kurtulabilirlerdi.
Ancak durumun onlar üzerinde sağladığı denetim o denli güçlüydü, bu taklit
çevrenin ulaştığı gerçeklik o denli inandırıcıydı ki, kalmalarını sağlayan asıl
ve tek güdünün artık geçerli olmadığını anlayamayacak haldeydiler ve
kendilerini alıkoyanların verecekleri bir «koşullu salıverilme» kararını
beklemek üzere hücrelerine döndüler.
Bu durumdan bu
denli kolaylıkla kaçabilirler miydi? Bu toplantıda tutuklulara neden «istifa
etmek isteyenler hemen ayrılabilir, ayrılanlar yalnızca ceza olarak parayı geri
verecekler», denmemiştir? Tutuklular bu duyurudan sonra da kalmaya devam etmiş
olsalardı, deneycilerin onların yumuşak başlılığı hakkındaki sözleri gerçekten
haklılık kazanırdı. Ama «bir karara varılmazdan önce bu olanağın kurul
üyeleriyle görüşülmesi gerekeceği» dile getirilerek, tutuklulara tipik
bürokratik yasak savıcı yanıt verilmiştir; bu yanıtla, tutukluların ayrılma
haklarının bulunmadığı üstü kapalı olarak belirtilmiştir.
Tutuklular bütün
bunların bir deney olduğunu gerçekten «biliyorlar mıydı? Eğer tutuklular ta
başından beri amaçlı olarak şaşırtıldılarsa ve artık neyin ne, kimin kim
olduğunu biliniyorlarsa, bu sorunun yanıtı, burada «bilme»nin ne anlama
geldiğine ve tutukluların düşünme süreçlerini nelerin etkilediğine bağlıdır.
Deneyin
kesinlikten ve sonuçların özeleştirel değerlendirmeden yoksun olmalarının yanı
sıra, bir başka başarısızlık daha deneye zarar vermektedir: Deney sonuçlarının
aynı tip tutukevi durumlarıyla karşılaştırılarak denetlenmemiş olması. En kötü
türden Amerikan tutukevindeki tutukluların çoğu kölecesine uysal mıdır ve
gardiyanların çoğu acımasız birer sadist midir? Yazarlar, taklit tutukevinde
elde edilen sonuçlanıl gerçek tutukevlerinde bulunan sonuçlara uygun olduğu
yolundaki tezin kanıtı olarak yalnızca bir tek eski hükümlünün ve bir tutukevi
papazının sözlerini örnek gösteriyorlar. Bu, deneylerin ana tezi açısından son
derece önemli bir sorun olduğu için, karşılaştırma yapmakta çok daha ileri
gitmeleri gerekirdi — örneğin, birçok eski tutukluyla sistemli görüşmeler
yapılmalıydı. Buna ek olarak, basitçe «tutukevlerinden söz etmek yerine,
Birleşik Devletler’de, bir örneğini’ yaratmaya çabaladıktan küçültücü tutukevi
tipine uyan tutukevlerinin yüzdesine ilişkin daha kesin veriler sunmaları
gerekirdi.
Yazarlann,
vargılarını gerçekçi bir durumla karşılaştırarak denetlememiş olmaları
özellikle üzücüdür; çünkü en kötü Amerikan tutukev-lerindeki durumdan daha
acımasız olan bir tutukevi durumuyla —Hitler’in toplama kamplarıyla— ilgili bol
miktarda veri vardır elde.
SS gardiyanlarını
kendiliğinden zalimliği söz konusu edilirse, sorun sistemli bir biçimde
incelenmemiştir. Gardiyanların kendiliğinden sadistliğinin —bir başka deyişle,
saptanmış programı aşan ve bireysel sadistlik tutkusunun güdülediği sadistçe
davranışın— oranı hakkında veri toplamak için gösterdiğim sınırlı çabalarım
sonucu, eski tutuklulardan yüzde 10 ile yüzde 90 arasında değişen tahminler
elde ettim; düşük tahminler daha çok eski siyasal tutuklulardan geldi.12
Gerçekleri saptamak için, Nazi toplama kamplan sisteminde gardiyanların
sergiledikleri sadistliğe ilişkin kapsamlı bir incelemeye girişmek gereklidir.
Böylesi bir incelemede birçok yaklaşım kullanılabilir. Örneğin:
Eğer gardiyanlar
sadistçe davranışta bulunarak kendilerini eğlendirmek isterlerse, elbette
herhangi bir ceza korkusu olmadan istediklerini yapabiliyorlardı. Bunun sık sık
meydana gelmemiş olması, gardiyanların bireysel sadistliği hakkında belli
sonuçlara götürebilir. Eğer tutukluların tutumu göz önüne alınırsa, toplama
kamplarından elde edilen veriler, çevrenin zorlayıcı etkisi sözkonusu olunca
bireysel değerlerin, aktörenin, inançların hiç fark etmediğini ileri süren
Haney, Banks ve Zimbar-do’nun ana tezini pek doğrulamıyor.
1. Eskiden toplama
kampında kalmış olanlarla yapılan —ve onların yaşlarına, tutuklanma
nedenlerine, tutukluluk sürelerine ve başka ilgili verilere ilişkin sözlerini
aktaran— sistemli görüşmeler ve eski toplama kampı gardiyanlarıyla yapılan
benzer görüşmeler.
2. Aşağıda
sayacaklarıma benzer «dolaylı» veriler: toplama kampına doğru uzun tren
yolculuğu sırasında yeni tutukluları «çökertmek» için en azından 1939′da
kullanılan, şiddetli bedensel acı verme (dövmeler, süngü yaralan), açlık, aşırı
aşağılamalar gibi sistemler. SS gardiyanları, hiçbir acıma duygusu
göstermeksizin bu sadistçe emirleri yerine getirdiler. Bununla birlikte, daha
sonra, tutuklular bir kamptan ötekine taşınırken, artık «eski tutuklu» olan bu
tutuklulara hiç kimse ilişmezdi (B. Bettelheim, 1960).
Tuesday, September 18, 2012
Amerika'nin 2012 yili siyasi bilancosu
Bulent ESINOGLU
Siyasi bilanco beklide cikarilmasi en zor bilancodur.
Somut askeri sonuclardan giderek, siyasi sonuclara bakarsak; Amerika Suriye'de istedigini buyuk olcude elde etmistir.
Once amaca bakalim.
Amerika'nin Suriye'yi istikrarsizlastirmadaki asil amaci neydi?
Birincisi, Israil'in guvenligini bulundugu yerden bir ust duzeye cekmekti.
Bu amacina, bizi de kullanarak buyuk olcude ulasmistir. Suriye'de Esad kalsa da, gitse de, Suriye'nin Israil'e tehdit olmasi artik imkansizdir.
Suriye'nin Lubnan Hizbullah'ina, birakin destek olmayi, Hizbullah Suriye'ye destek olmaya calismaktadir.
Suriye'nin Iran'dan koparilmasi amaci haric, Amerika Suriye'de diger amaclarina ulasmistir.
Suriye ile birlikte, nihai amaci olan Turkiye'yi bolme amacina da, Suriye'nin kuzeyini istikrarsizlastirarak bir olcude ulasmistir.
Zaten Suriye'ye Turkiye'nin silahli mudahalesini Ingiltere ve Fransa temelden karsidirlar. Girerse cikmaz gerekcesinden hareketle, Turkiye'nin mudahalesine karsidirlar.
Amerika ve Israil'in asil mudahale etmek istedigi ulke Iran'dir. Suriye'nin artik Iran'a bir hayri dokunmaz. Dokunamaz.
Onumuzdeki Pazar gunu gelecek olan, Amerikan Genelkurmay Baskani da, zaten esas olarak, Turkiye vasitasi ile Iran nasil istikrarsizlastirilabilir, onun gorusmelerini yapmak uzere Turkiye ‘de olacaktir.
Suriye'deki is artik tamamen ortulu savasin, Turkiye eliyle yurutulmesine terk edilmistir. Amerika icin, Esad'in Suriye'nin basinda olmasi veya olmamasi fark etmez.
Esad Erdogan icin onemlidir. Esad orada kaldigi surece, Erdogan statu kaybetmektedir.
Turkiye halkinin da, Suriye diye bir sorunu yoktur, ama Erdogan'in iktidarda kalip kalmamasinin ana parametresi olarak durmaktadir.
Simdi sira Iran'in Turkiye kullanilarak, istikrarsizlastirilmasindadir.
Calismalar da, Es Baskan'in Baku ziyareti ile baslamistir.
Amerika, Iran'daki Azerileri, Turkiye ve Azerbaycan vasitasi ile bir kiskirtilabilirse, Iran planinin onemli bir kismini halletmis olur.
Bunlar, Amerika'nin kazanclari ve kazanma yolunda olduklari siyasi adimlardir.
Simdi kaybettiklerini bir gozden gecirelim.
Amerika'nin en onemli kaybi dolardir.
Bildiginiz gibi, Rusya ve Cin aralarindaki ticareti kendi paralari ile yapmaya basladi.
Cin ve Rusya'nin dunyanin super gucleri oldugu dikkate alinirsa, dolar kullanmama veya az kullanma karari cok onemlidir.
Ama bunlardan daha onemlisi, Almanya ve Cin'in aralarinda yaptigi ticarette, Dolari cikarma karari almis olmalaridir.
Bunlarin anlami sudur; ulkelerde rezerv para olarak hep dolar kullanilmaktadir. Rezerv paralarin' %60'i dolardir.
Amerika'nin parasal genislemesinin onune konulan en buyuk engel budur. Eger, bu %60 degeri daha asagilara inerse, Amerika bir ekonomik felaket ile karsilasacak demektir.
Amerika'nin istedigi kadar dolar basamamasi demek, imparatorlugun sonu demektir.
Iran'in zaten dolar kullanmadigini biliyoruz. Buna bir de Brezilya'yi eklemek gerekir.
Amerika bu olumsuz durumu olumluya cevirebilmesi icin, muhakkak Iran'a bir mudahalede bulunmasi sarttir. Iran dunya petrolunun %10'unu uretir. Bu miktarin dolar ile satilip satilmamasi cok onemlidir.
Zaten Amerika'daki Yahudi lobileri de,
Amerikan devleti uzerindeki baskilarini bu yonde yapiyorlar.
Monday, September 17, 2012
Neden halâ Ece Ayhan? – Ragıp Duran
Ragıp Duran: Erdoğan gibi dindar bir düzenperver, Ece Ayhan’ın bu dizesini ağzına alamaz
Ece Ayhan’ın zaman geçtikçe kalıcılığının ortaya çıkması, değerinin artması, ününün yaygınlaşması herhalde bir tek nedenle açıklanamaz. Recep Tayyip Erdoğan’dan (Kendisi herhalde bilmez de cahil bir danışmanı yanlış bilse de ikide bir konuşma ve söyleşi metinlerine sıkıştırır) Ertuğrul Özkök’e, bir takım İslamcı dergilerden iktidar yanlısı liboş aydınlara kadar, bu ‘kötülük toplumunun’ çeşitli kalemleri, mensup olmadıkları bir zihniyete sahip çıkıp, Ece Ayhan’dan alıntı yapar.
Mesela, “Yalınayak Şiirdir”deki ‘Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim’ dizesi, son olarak Hürriyet’den Kanat Atkaya’nın teşhir ettiği üzere, Erdoğan gibi dindar, ahlâklı bir düzenperverin ağzına alabileceği bir dize değildir.
Neden halâ Ece Ayhan? – Ragıp Duran
Bugünlerde Cehennet’in Ceh kısmına yakın köşesinde/sokağında, Ece Ayhan’ın arada bir görüştüğü anardaşlarından biri de Léo Ferré olsa gerek. Çünkü sonuç olarak ikisi de sanatçıdır, ikisi de Tanrı ve Allah’la vakti zamanında bir güzel helalleşmişlerdir, ikisinin kafa ve gönlü kırmızı-siyahtır.
Leo Férré, “Zor Zamanlar”
(Les Temos Difficiles) adlı şarkısının sonunda, benim tamamen serbest çevirimle şöyle der:
Verlaine bin bir sıkıntı içinde göçtü gitti
Rembrandt öldüğünde peşinde yüzbir alacaklı
Beethoven sefalet ve rezalet içinde öldü
Benim bildiğim bu, aman unutma sakın
Eğlendirmek gerek dünyevi insanlığı
Verlaine liselerde yaşıyor
Rembrandt müzelerde ayakta
Beethoven hayranlarının gönlünde
Ne yapar sanıyorsunuz Tanrı her Pazar
Müzikşinaslığı tuttuğunda
Ece Ayhan, aramızdan ayrılışının onuncu yılında, ne kıyak ki, hâlâ dergilerde, kitaplarda, yazılarda, müziklerde, eş-dost sohbetlerinde. Her şaire, her yazara, her etikçiye nasip olmaz böyle bir ilgi, sadakat, vefa ve devam.
Kitapları 5-10 baskı yapmış bir yazardan, şairden söz etmiyoruz. Enis Batur’un Yapı Kredi Yayınlarından ayrılmasından sonra eski kitaplarının bile hiç biri yeni baskı yapmadı. Dolayısıyla genç okur kuşağının pek de adını duymadığı bir yazar Ece Ayhan. Ece Ayhan’ın zaman geçtikçe kalıcılığının ortaya çıkması, değerinin artması, ününün yaygınlaşması herhalde bir tek nedenle açıklanamaz. Recep Tayyip Erdoğan’dan (Kendisi herhalde bilmez de cahil bir danışmanı yanlış bilse de ikide bir konuşma ve söyleşi metinlerine sıkıştırır) Ertuğrul Özkök’e, bir takım İslamcı dergilerden iktidar yanlısı liboş aydınlara kadar, bu ‘kötülük toplumunun’ çeşitli kalemleri, mensup olmadıkları bir zihniyete sahip çıkıp, Ece Ayhan’dan alıntı yapar.
YALINAYAK ŞİİRDİR
1.Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim
Emrazı Zühreviye Hastanesi’ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır
Şeker atar hâlâ mazgallardan Cankurtaran’da
Acı Bacı’nın acı bilmez uçurtma çocuklarına
Yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz?
2.Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim
Babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede
Acaba halk nedir diye düşünür arada işittiği
Dudullu’dan tâ Salacak’a koşarak alkışlayalım
Fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları
Hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir?
Ece AYHAN
Mesela, “Yalınayak Şiirdir”deki ‘Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim’ dizesi, son olarak Hürriyet’den Kanat Atkaya’nın teşhir ettiği üzere, Erdoğan gibi dindar, ahlâklı bir düzenperverin ağzına alabileceği bir dize değildir. Erdoğan’ın ailesinde Sirkecili bir kadın yok. Bunu herhalde herkes biliyor. Keza babasının güllabici odunlarla dövülmediğini de… Hadi, ilk dizeden sonra gelen öyküyü bilmiyorsunuz, kabul diyelim, siz tüzüklerle çarpışarak büyümüş olsanız bile, ki o da tartışılır, bugün tüzükleri yazan kişilerin en tepedeki sorumlususunuz. Bir nevi tüzükçübaşı olmuşsunuz. Bugün milyonlarca insan sizin kaleme aldığınız tüzüklerle çarpışarak büyüyor, haberiniz var mı? Boş bir zamanınızda, Ece Ayhan’ın masa metaforunu inceleyin.
Leo Ferré de, bir şarkısında. De Gaulle’a hitaben “Paşam tatile çıktığınızda/ Size Fransa Tarihini anlatacağım/ Belki de anlarsınız” der.
Hakiki ve bağımsız üstelik de mutlaka biraz (Ne demek biraz? 250 gram mı?) anarşist sol da, Ece Ayhan’ı ata, lider, bayrak edinmeden, heykelini dikmeden şair ağabeylerine saygıyla sarılır, onu sever, korur, anlatır, toprağa atılan buğday tohumu gibi serper dağıtıt. Eyvallah, mille merci…
Leo Ferre’nin Verlaine, Rembrandt ve Beethoven için yanlıklarının bin mislini, Ece Ayhan hayatta iken çekti. İlhan Berk’e, Akif Kurtuluş’a yazdığı mektuplarda ve son olarak Eren Barış’ın Ece Ayhan Çağlar Anlatıyor kitabında. Ece Ayhan’ın yaşamını binbir badire ile nasıl atlattığını, atlatmaya çalıştığını, trajik bir şekilde okuduk. Bu yokluk, yoksulluk ve yoksunluk, Yunus Emre’nin tekkede çektiği gönüllü ve bilinçli belki de esas olarak ilahi çilesine benzemez. Çetin Attan söyler, yazar hep. Mealen: ‘Benim Batı’daki yazar kardeşlerim benden yüz kat daha iyi koşullarda yaşıyor. Orada toplum da devlet de yazara sahip çıkar. Burada sansür, yasak ve cezaevi, olmazsa iki kurşun sıkarlar beynine’.
Gerçi Ayhan abi de, sağlık durumunun kötüye gittiği dönemlerde, sanrılar içinde telefona sarılır dostlarından acil yardım isterdi. ‘Vuracaklar beni bunlar… Kürt Çiçeklerini yazdım diye… Bir de özgür Gündem’de köşem vardı ya…’.
Ama, hakiki okurda, ciddi insanda, yürekli kadın ve adamlarda, akıllı hayvanlarda, acıma duygusunun ötesinde, güçlüklere göğüs gerebilene karşı bir saygı, bîr hürmet vardır ya, takdir ederler böyle İnsanları. Bir başına ayaklanmıştır. Arkasında kimsesi yoktur. Kimsesizdir hatta yersiz ve yurtsuzdur (Hi Saidi). Önüne gelene postasını atar. Ata mata dinlemez. Babalardan sadece iskelebabasını bilir. Ordu, devlet, polis, asker, cop, gaz, kaba kuvvet iplemez. Başıbozuktur. Düzeltilemez, ehlileştirmek, iflah etmek, onarmak, reforme etmek mümkün değildir. Hatta onunla fazla temas ederseniz, siz de yavaş yavaş ona benzemeye başlarsınız. ‘Hakikaten yahu, bu devlet başımıza bela olmuş’ filan demeye başlarsınız ilk aşamada. Sonra Bakuninvâri fikirler yeşermeye başlar serebral saksınızda. Bu dikbaşlılık, bu otorite tanımazlık, Allahsızlık ve iktidarsızlık Özellikle Türkiye gibi bir memlekette pek nadir bir şey olduğu için özgündür, güzeldir, ilgi çeker ama hiçbir zaman moda olmaz, ayrıca kitleselleşmez yani popülaritesi neredeyse sıfırdır. Kara koyundur, sürüden ayrılmıştır, bir sürü İnsanı da çaktırmadan korkutur.
- Dikkat ettin mi Ece Ayhan’ın bizzat kendisi, şiir ya da düzyazılarında, ‘Babasını öldürmek’ dışında kendi babasından neredeyse ya hiç sözetmez ya da çok az…Sence neden?
- Bence cevap sorunun içinde. Baba katili olmadan babasını öldürmüşse neden söz etsin ki… İktidarın bir boyutu üstelik de bir açıdan geçmiştir Baba ya da Baba figürü. Çocuk ise gelecek. Dikkat et ne kadar çok çocuk imgesi ve çocuk vardır Ece’nin yazılarında.
- Bu bana başka bir şeyi hatırlattı.
- Neyi?
- Biri eski biri daha az eski iki Fransız şarkıcı. İkisi de anar. Brassens ve Renaud. Brassens’in hiçbir şarkısında çocuk ya da çocuk sevgisi yok. Zaten kendisinin de hiç çocuğu olmamış. Renaud’da ise, zaten iyi bir baba, çocuklarına bir sürü şarkı yazmış, olağanüstü bir çocuk sevgisi var.
Ece Ayhan’ı özgün ve önemli kılan bir unsur/boyut da kuşkusuz bu gelecek perspektifi. Esas olarak tarihe meraklı ama gelecek, her insanda, her sanatçı da olduğu kadar, belki de daha fazla onda da merak ve ilgi konusu.
Şeyh olmadan müride sahip olunmuyor, ya da lider olmadan kitlen olmuyor ya, Ece Ayhan, şeyh de olmadan, lider de olmadan, mürit ve gözü kapalı takipçisi olmayan, bir okur kitlesi oluşturdu. Bu kitlenin önemli bir özelliği de, herkesin kendi Ece Ayhan’ını tahayyül edip, yaratması ama İktidar karşıtlığı, İsyan, şiirin estetiği, tarihin çirkinliği ve toplumun kötülüğü temellerinde/özünde oluşan bir tahayyül ve yaratı bu.
Ece Ayhan, okudukça daha iyi anlıyor insan, aslında çokkatlı, çokamaçlı, çokmilliyetli, çokdinli, çokcinsiyetli bir şair. Bu yelpaze genişliği kaçınılmaz olarak, meraklı okur kitlesi İçindeki her bireye, Ece Ayhan’da kendisinden bir şeyler bulmasına yardıma oluyor. Evet hem bir yandan biz, Ece Ayhan okuru olarak, her bir dizede, her bir satırda, her bîr veciz cümlede kendimizden bir şey bulur gibi oluyoruz onun için sevip sayıyoruz Ayhan abimizi. Aynı zamanda da Ece Ayhan külliyatında okuduklarımızda, olmasını istediklerimiz var, bizim yazmak, görmek, yaşamak İstediklerimiz var, onun dünyasına girmek de İstiyoruz. Kısacası öykünüyoruz Ece Ayhan’a, Ece Ayhan figürlerine.
Ece Ayhan’ın, mesela Nazım Hikmet ya da Hasan Hüseyin gibi yüksek sesle okunan şairlerden biri olmaması da, okur İle Ayhan arasında daha İçten, daha yakın, daha sessiz, daha kişisel ama mutlaka daha derin bir İlişki kurulmasını sağlıyor.
Yazmakla bitmeyecek herhalde ama okur, Ece Ayhan’da geçmiş-bugün-gelecek üçlemesinin yanı sıra yerli-yabancı çelişmesini de okuyup çözebiiiyor-sa, ayrı bir zenginlik. 1954′deki üzünç Teyze, sakın Hrant’ın anneannesi olmasın? Rimbaud sevgisinin altında sanki biraz da Pir Sultan Abdal mı yatar? Bu sorulara en iyi yanıtlan herhalde tarihçi Cemal Kafadar verir ki, kendisi yakın bir zamanda lîmmy Hendrix İle Kaygusuz Abdal arasındaki alakayı keşfetmiştir!
Ece Ayhan’ın künyesinde, edebiyat, tarih, estetik, etik, müzik, sinema, kara mizah ve kısaca her cins karalık, şiir bilgisi ve belki de en önemlisi, özellikle bugün için en önemlisi, muhalefet ve isyan olmasa, Yalova köyünde toprağa dönüşünden on yıl sonra hâlâ bu kadar konuşulur, tartışılır mıydı?
Ragıp Duran
Duvar Dergisi
Subscribe to:
Posts (Atom)