19/08/2012
Libya'da olduğu gibi, sivilleri koruma ve kitlesel katliamları önleme amacıyla Suriye'ye doğrudan müdahale etmek, kaçınılmaz ve haklı mıdır? Bunun gerekli olduğunu savunanlar, sırtlarını 'haklı savaş' kuramına dayıyor
Savaşın haklısı olur mu?
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları raportörleri, Beşar Esad rejimine bağlı güvenlik güçlerinin savaş suçları yanında, insanlığa karşı suç işlediklerini iddia eden ön raporlarını sundu. Esad diktatörlüğüne karşı silahlı mücadele yürütenlerin de savaş suçu işlemekten geri kalmadığının altını çiziyorlar. Bu değerlendirmelere bakarak, “iki taraf da savaş suçu işliyor, iki taraf da haksız” demek, çatışan tarafları suç ve sorumlulukta eşitlemek mümkün mü?
Nedenini sonra açıklamak üzere, hemen yanıtlayalım: Hayır, mümkün değil. Bugün Suriye’de çarpışan taraflar iki eşit gücü temsil etmedikleri gibi, yaşanan insanlık dramının oluşumunda aynı insani, siyasal ve hukuki sorumluluğa sahip değiller. BM raportörleri de, hükümete sadık güvenlik güçleri ve milislerin (Şabiha milisleri) yaptıklarını hem savaş suçu hem de “insanlığa karşı suç” olarak niteliyor. Sivil halkın kitlesel katliamı, yargısız infaz, işkence, yağma, yıkım suçlarının bir devlet politikası olduğunu, bu nedenle rejimin yöneticilerinin bu suçları doğrudan işleyenler kadar suçun sorumluluğunu paylaştığını belirtiyorlar.
Birinci derece sorumlu
Buna karşılık direnişçilerin işledikleri savaş suçlarının daha hafif kaldığını ve doğrudan bu suçları işleyenlerin sorumlu olduğunu söylüyorlar. Özetle, bir yanda insanlığa karşı suç işleyen bir devlet politikasını yürüten yöneticiler ve onların emri altında bunları hayata geçiren silahlı güçler var. Diğer yanda ise, bunlara karşı direnirken savaş suçu işleyen silahlı direniş güçleri. Beşar Esad yönetiminin Suriye’de yaşanan kanlı gelişmelerden birinci derecede sorumlu olduğunu, ileride Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak olanların Esad’ın kendisi ve katliam emirlerini veren ve yerine getiren sorumluları olacağını gizlememeli bu mükatele tablosu.
Bu durumda, Libya ’da olduğu gibi, sivilleri koruma ve kitlesel katliamları önleme amacıyla Suriye’ye doğrudan müdahale etmek, kaçınılmaz ve haklı mıdır? Bunun haklı ve gerekli olduğunu savunanlar, geleneksel “haklı savaş” kuramına sırtlarını dayıyor. Günümüzde “haklı savaş” doktrininin BM ilkeleri çerçevesinde “sivil halkı koruma sorumluluğu” olduğunu söylüyorlar. Suriye’ye müdahalenin “haklı”, çünkü müdahale nedeninin “doğru” olduğunu, Libyalılar gibi Suriyelilerin bu müdahaleyi talep ettiğini belirtiyorlar. Müzakere girişimlerinin hepsinin başarısız kalmasının ve rejim güçlerinin katliamlara fütursuz biçimde devam etmesinin bu “haklı müdahale/savaş”a yeterli ahlaki ve hukuki meşruiyet sağladığını iddia ediyorlar. Ve uluslararası müdahalenin gecikmesinin insani ve ahlaki bedelinin, “haklı ve doğru nedenler”le müdahale etmenin ahlaki ve insani bedellerinden çok daha ağır olacağını ilave ediyorlar.
Haklı savaş korosu
Bosna’da, Irak ’ta, Kosova’da, Libya ’da yapılan “haklı müdahale”nin benzerini talep eden bir “haklı savaş” korosu var. “Haklı savaş” ne kadar haklıdır sorusunun sorulmasını pasifizm, korkaklık, insani acılara karşı duyarsızlık, egoizm olarak değerlendiriyor bu koronun assolistleri.
Halbuki Suriye konusunda tartışılması gereken tam da bu “haklı savaş” kavramı. Ortaçağda ilk kez dile getirilen, dini düşünceden ve doğal hukuk kuramından türeyen “haklı savaş”, bir kalemde çöpe atılabilecek bir kavram değil elbette. Ama son derece riskli, savaş karşıtı pozisyondan savaşçı şahin pozisyonuna devrilmesi her an mümkün olan bir tez bu. Bu tezi tarihi örnekleri içinde incelemiş ve tartışmış olan Michael Walzer, Haklı Savaş Haksız Savaş başlıklı kitabını 1977’de yayımladı. Türkçesini 2006’da Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi bastı. Walzer, Vietnam Savaşı sonrasında, pasifist olmayan bir savaş karşıtı konum geliştirmek amacıyla kitabı kaleme almıştı. İlkesel olarak savaşa değil, belirli savaşlara karşı çıkan, şiddeti ahlaki-konumsal denebilecek nedenlerle sınırlayan bir gerçekçi ahlak tavrını savunur. 1999’da kitabın yeni baskısına yazdığı özsözde, 1980’ler ve 1990’larda ABD ’nin yaptığı haksız askeri müdahaleleri (Grenada ve Panama) ele alırken, “insancıl müdahale” bayrağının çoğunlukla emperyalist yayılmanın gerekçesi oluşunu hatırlatır. Birkaç zor soru sorar. “Müdahale etmeden önce, ne kadar süre insanların acı çektiğini izlememiz gerekir?” Bu sorunun şimdilik tatmin edici yanıtı yok. Tibet, Doğu Türkistan veya Çeçenistan’da devlet politikası olarak yapılan katliamlara karşı bir şey yapamazken, “hangi hakla Bosna, Kosova veya Libya ’ya müdahale ediliyor?” sorusuna evrensel geçerliği olan bir kesin yanıt vermek mümkün değil. Ama Tibet veya Çeçenistan’da insanları koruyamıyorsak, o zaman ahlaki tutarlılık adına Kosova veya Sudan’a da müdahale edemeyiz demek doğru olur mu?
Bugün Suriye’ye acil dış müdahaleyi savunanlar da, durumun Libya ile aynı olduğunu, dün Bingazi neyse bugün Halep’in de tam o olduğunu iddia edip, ahlaki tutarlılık ilkesini öne sürüyor. Halbuki Libya ’daki durumla Suriye’deki durum aynı değil. Libya konusunda BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı bir karar vardı. Bugün sinik nedenlerle de olsa, Çin ve Rusya vetosu böyle bir kararı engelliyor. Ayrıca Batılı devletlerin müdahaleye istekli oldukları da şüpheli. Diğer taraftan “haklı savaş” kavramının katı ahlakçı yorumu, bu kavramın bir başka boyutunu, müdahalenin sonuçlarının şimdikinden daha fazla insani bedele yol açmaması ilkesini gizliyor.
Belirsiz sınır
Afganistan ve Irak örnekleri, insancıl müdahale ile emperyalist/kolonyalist bir uygarlaştırıcı müdahale ve işgal girişimi arasındaki sınırın belirsiz olduğunu gösterdi. Müdahale olursa aynı risk Suriye için de kısmen geçerli değil mi?
Suriye’de rejim giderek uluslararası desteğini yitiriyor. Birkaç gün önce İslami Konferans Teşkilatı üyeliğini askıya aldı. Eylül ayında BM ’de Suriye’de işlenen insanlığa karşı suçlarla ilgili bir karar alınması ihtimali yüksek. Suriye’de rejimin iç dinamiklerle değişmesini, muhalefete yardım edilmesini, insanlığa karşı suç işleyenleri şimdiden tespit ve ilan ederek uluslararası ceza yargılamasının caydırıcılığının sağlanmasını savunmak, “Suriye’de kardeşlerimizi zalimlerin pençesine terk etmek” demek değil. Unutmayalım ki, başka her yerde olduğu gibi, Suriye’de de bir dış askeri müdahale, halkın bir kesimi tarafından kurtarıcı, diğer kesimi tarafından saldırgan olarak algılanacak. İnsancıl amaçlı askeri müdahale pratikleri yeni zamanların yaygın savaş biçimi haline dönüşüyor. Eğer savaşı ve şiddeti ilkesel olarak benimsemiyorsak, haklı savaş fikrinin modern versiyonu olan insancıl müdahale konusunda da ilke önce savaşa ve şiddete başvurmamanın tüm yollarını denemek olmalı değil midir?
Nedenini sonra açıklamak üzere, hemen yanıtlayalım: Hayır, mümkün değil. Bugün Suriye’de çarpışan taraflar iki eşit gücü temsil etmedikleri gibi, yaşanan insanlık dramının oluşumunda aynı insani, siyasal ve hukuki sorumluluğa sahip değiller. BM raportörleri de, hükümete sadık güvenlik güçleri ve milislerin (Şabiha milisleri) yaptıklarını hem savaş suçu hem de “insanlığa karşı suç” olarak niteliyor. Sivil halkın kitlesel katliamı, yargısız infaz, işkence, yağma, yıkım suçlarının bir devlet politikası olduğunu, bu nedenle rejimin yöneticilerinin bu suçları doğrudan işleyenler kadar suçun sorumluluğunu paylaştığını belirtiyorlar.
Birinci derece sorumlu
Buna karşılık direnişçilerin işledikleri savaş suçlarının daha hafif kaldığını ve doğrudan bu suçları işleyenlerin sorumlu olduğunu söylüyorlar. Özetle, bir yanda insanlığa karşı suç işleyen bir devlet politikasını yürüten yöneticiler ve onların emri altında bunları hayata geçiren silahlı güçler var. Diğer yanda ise, bunlara karşı direnirken savaş suçu işleyen silahlı direniş güçleri. Beşar Esad yönetiminin Suriye’de yaşanan kanlı gelişmelerden birinci derecede sorumlu olduğunu, ileride Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak olanların Esad’ın kendisi ve katliam emirlerini veren ve yerine getiren sorumluları olacağını gizlememeli bu mükatele tablosu.
Bu durumda, Libya ’da olduğu gibi, sivilleri koruma ve kitlesel katliamları önleme amacıyla Suriye’ye doğrudan müdahale etmek, kaçınılmaz ve haklı mıdır? Bunun haklı ve gerekli olduğunu savunanlar, geleneksel “haklı savaş” kuramına sırtlarını dayıyor. Günümüzde “haklı savaş” doktrininin BM ilkeleri çerçevesinde “sivil halkı koruma sorumluluğu” olduğunu söylüyorlar. Suriye’ye müdahalenin “haklı”, çünkü müdahale nedeninin “doğru” olduğunu, Libyalılar gibi Suriyelilerin bu müdahaleyi talep ettiğini belirtiyorlar. Müzakere girişimlerinin hepsinin başarısız kalmasının ve rejim güçlerinin katliamlara fütursuz biçimde devam etmesinin bu “haklı müdahale/savaş”a yeterli ahlaki ve hukuki meşruiyet sağladığını iddia ediyorlar. Ve uluslararası müdahalenin gecikmesinin insani ve ahlaki bedelinin, “haklı ve doğru nedenler”le müdahale etmenin ahlaki ve insani bedellerinden çok daha ağır olacağını ilave ediyorlar.
Haklı savaş korosu
Bosna’da, Irak ’ta, Kosova’da, Libya ’da yapılan “haklı müdahale”nin benzerini talep eden bir “haklı savaş” korosu var. “Haklı savaş” ne kadar haklıdır sorusunun sorulmasını pasifizm, korkaklık, insani acılara karşı duyarsızlık, egoizm olarak değerlendiriyor bu koronun assolistleri.
Halbuki Suriye konusunda tartışılması gereken tam da bu “haklı savaş” kavramı. Ortaçağda ilk kez dile getirilen, dini düşünceden ve doğal hukuk kuramından türeyen “haklı savaş”, bir kalemde çöpe atılabilecek bir kavram değil elbette. Ama son derece riskli, savaş karşıtı pozisyondan savaşçı şahin pozisyonuna devrilmesi her an mümkün olan bir tez bu. Bu tezi tarihi örnekleri içinde incelemiş ve tartışmış olan Michael Walzer, Haklı Savaş Haksız Savaş başlıklı kitabını 1977’de yayımladı. Türkçesini 2006’da Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi bastı. Walzer, Vietnam Savaşı sonrasında, pasifist olmayan bir savaş karşıtı konum geliştirmek amacıyla kitabı kaleme almıştı. İlkesel olarak savaşa değil, belirli savaşlara karşı çıkan, şiddeti ahlaki-konumsal denebilecek nedenlerle sınırlayan bir gerçekçi ahlak tavrını savunur. 1999’da kitabın yeni baskısına yazdığı özsözde, 1980’ler ve 1990’larda ABD ’nin yaptığı haksız askeri müdahaleleri (Grenada ve Panama) ele alırken, “insancıl müdahale” bayrağının çoğunlukla emperyalist yayılmanın gerekçesi oluşunu hatırlatır. Birkaç zor soru sorar. “Müdahale etmeden önce, ne kadar süre insanların acı çektiğini izlememiz gerekir?” Bu sorunun şimdilik tatmin edici yanıtı yok. Tibet, Doğu Türkistan veya Çeçenistan’da devlet politikası olarak yapılan katliamlara karşı bir şey yapamazken, “hangi hakla Bosna, Kosova veya Libya ’ya müdahale ediliyor?” sorusuna evrensel geçerliği olan bir kesin yanıt vermek mümkün değil. Ama Tibet veya Çeçenistan’da insanları koruyamıyorsak, o zaman ahlaki tutarlılık adına Kosova veya Sudan’a da müdahale edemeyiz demek doğru olur mu?
Bugün Suriye’ye acil dış müdahaleyi savunanlar da, durumun Libya ile aynı olduğunu, dün Bingazi neyse bugün Halep’in de tam o olduğunu iddia edip, ahlaki tutarlılık ilkesini öne sürüyor. Halbuki Libya ’daki durumla Suriye’deki durum aynı değil. Libya konusunda BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı bir karar vardı. Bugün sinik nedenlerle de olsa, Çin ve Rusya vetosu böyle bir kararı engelliyor. Ayrıca Batılı devletlerin müdahaleye istekli oldukları da şüpheli. Diğer taraftan “haklı savaş” kavramının katı ahlakçı yorumu, bu kavramın bir başka boyutunu, müdahalenin sonuçlarının şimdikinden daha fazla insani bedele yol açmaması ilkesini gizliyor.
Belirsiz sınır
Afganistan ve Irak örnekleri, insancıl müdahale ile emperyalist/kolonyalist bir uygarlaştırıcı müdahale ve işgal girişimi arasındaki sınırın belirsiz olduğunu gösterdi. Müdahale olursa aynı risk Suriye için de kısmen geçerli değil mi?
Suriye’de rejim giderek uluslararası desteğini yitiriyor. Birkaç gün önce İslami Konferans Teşkilatı üyeliğini askıya aldı. Eylül ayında BM ’de Suriye’de işlenen insanlığa karşı suçlarla ilgili bir karar alınması ihtimali yüksek. Suriye’de rejimin iç dinamiklerle değişmesini, muhalefete yardım edilmesini, insanlığa karşı suç işleyenleri şimdiden tespit ve ilan ederek uluslararası ceza yargılamasının caydırıcılığının sağlanmasını savunmak, “Suriye’de kardeşlerimizi zalimlerin pençesine terk etmek” demek değil. Unutmayalım ki, başka her yerde olduğu gibi, Suriye’de de bir dış askeri müdahale, halkın bir kesimi tarafından kurtarıcı, diğer kesimi tarafından saldırgan olarak algılanacak. İnsancıl amaçlı askeri müdahale pratikleri yeni zamanların yaygın savaş biçimi haline dönüşüyor. Eğer savaşı ve şiddeti ilkesel olarak benimsemiyorsak, haklı savaş fikrinin modern versiyonu olan insancıl müdahale konusunda da ilke önce savaşa ve şiddete başvurmamanın tüm yollarını denemek olmalı değil midir?