Türk-Yunan nüfus mübadelesinin 88. yılında Çalı Harmanı adlı romanıyla karşımıza çıkan Akın Üner; tarihî, insani ve sosyoekonomik birçok sonuçları olan bu büyük olayın dizi film olabileceğini söylüyor.
MEHMET YILMAZ
30 Ocak 1923, Türk-Yunan nüfus mübadelesinin imzaya konulduğu tarih. Bu anlaşmayla, yaklaşık 2 milyon insan ata topraklarını terk edip mübadil oldu.
O insanların torunlarından biri olan Akın Üner, Samsunlu bir elektronik mühendisi. Mübadeleye dâhil olan Türk ve Rumların Samsun-Sarışaban hattındaki hikâyelerinden başarılı bir roman çıkardı ortaya. Biz de ‘Çalı Harmanı’ adlı bu romandan hareketle 88. yılında mübadeleyi konuştuk.
-Türk-Yunan mübadelesi denince insanların aklına Türkiye’deki Rumlarla Yunanistan’daki Türklerin yer değiştirmesi geliyor sadece.
Nüfus mübadelesi, uluslararası bir anlaşmadır. 30 Ocak 1923’te imzalanmış, bilahare Lozan Anlaşması’nın bir ek protokolü olarak onaylanmıştır. İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri hariç Türkiyeli Ortodokslar ile Yunanistanlı Müslümanlar karşılıklı olarak zorunlu yer değiştirmeye tabi tutulmuşlardır. Tarih kitaplarında işte bu kuru bilgiler yazar. Oysa dünya tarihinin en büyük nüfus takası olan bu anlaşmanın insani, tarihî ve sosyoekonomik pek çok sonucu vardır.
-Mübadillerin en yoğun yerleştiği yerlerden biri de Samsun. Hangi bölgeden gelmişler buraya?
Samsun’a 22 bin dolayında mübadilin yerleştiği resmî kayıtlarda yer alıyor. Çok büyük ekseriyetle Samsun’a yerleşen mübadillerin, Yunanistan’ın Kavala, Sarışaban ve Drama bölgelerinden gelenlerden oluştuğunu görüyoruz. İstisnai olarak Kayalar, Adalar, Yanya ya da Sarıgöl civarından gelenlere de rastlıyoruz. Drama ve Kavalalıların Samsun’a gelmesi rastlantı değil. Çünkü o bölgeler de tıpkı Samsun gibi tütüncü coğrafyası. Samsun’daki reji binasının neredeyse aynısı Kavala’da da var. Kavala’da bir tütün müzesi de bulunuyor ve müzenin en nadide parçaları Türklerden kalan belgeler... Benim hem anne hem de baba tarafından büyüklerim, Kavala ile Sarışaban kazası, Muratlı köyünden. Samsun’un Tekkeköy ilçesi Çırakman köyüne yerleştirilmişler.
-Son yıllarda iki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi çerçevesinde karşılıklı olarak mübadil torunları ata topraklarına gidip geliyor. Siz de gidebildiniz mi Sarışaban’a?
Mübadeleden sonra iki ülkenin vatandaşları yaklaşık 50 yıl kadar ata topraklarını neredeyse hiç göremedi. Uluslararası ilişkilerin bozuk olması kadar ekonomik sebepler de buna pek izin vermedi. 70’lerdeki Kıbrıs gerginliği, bu süreci daha da uzattı. 90’lardan sonra mübadillerin ata topraklarına seyahatleri sıklaştı. 2000’lerden sonra da Türkiye’de mübadil Rumları, Yunanistan’da ise mübadil Türkleri görmek sıradanlaşmaya başladı. 2003’te kurulan ve ilk başkanı olduğum Samsun Mübadele Derneği, İstanbul’daki Lozan Mübadilleri Vakfı ile birlikte her yıl birkaç gezi tertip ediyor ata topraklarına. Ben bu vesile ile iki kez gidip gördüm dedelerimin bıraktığı yerleri.
-Neler hissettiniz?
Evlerinin yıkıntılarını gördüm, üzerine okul ve kilise inşa edilen caminin olduğu yerleri gezdim hüzünle. Tamamen dümdüz edilmiş Müslüman mezarlıklarının yerlerini bulmaya çalıştım. Çok gözyaşı döktüm. Bazı duygular vardır, sözle tarif edilemez; yaşamak lazım.
-Romanınızdan anladıklarımdan biri de şuydu: Sarışaban-Samsun mübadilleri ile Selanik-İzmir mübadilleri aynı kültürden değil. Aralarında bir fark var mı ve homojen bir mübadil kültüründen söz edebilir miyiz?
Yaşanan acılar kuşkusuz ortak... Ama kültürel açıdan ortak yönler olsa da aslında farklılıklar çok daha fazla. Bırakın Selanik ile Sarışabanlılar arasındaki kültürel farkları, Sarışaban’ın kendi köyleri arasında bile ister istemez detaylarda görebileceğiniz farklar var. Bu, Osmanlı’nın Rumeli’deki iskân politikalarından kaynaklanıyor kısmen. Bence mübadelenin aslında Türk-Rum eksenli bir göç anlaşması değil, din eksenli bir anlaşma olduğu da unutulmamalı. Yörük ya da Türkmen kökenli mübadiller kadar Pomak, Arnavut, Zenci, Arap, Çerkez, Makedon, Çingene olup da mübadeleye uğrayan çok sayıda Rumeli göçmeni var. Osmanlı’nın çok büyük bir imparatorluk olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla sofra, musiki kültürü, folklor ve dil özellikleri aslında çok zengin. Öte yandan, Balkanlar’ın en büyük liman kenti olan ve bir anlamda bir dünya kenti niteliği taşıyan Selanik merkezinden gelen mübadiller ile tütüncülükle uğraşan Sarışabanlılar arasında doğal olarak bazı kültürel farklılıklar vardır. Ancak altını çizmek isterim ki aralarındaki kültürel farklar ne olursa olsun, Türkiye’de yaşayan tüm mübadiller Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene’ diye özetlediği ana çerçeve içinde kendilerini tanımlarlar.
-Romanda bir esas kahraman yok.
Aslında bu romanın iki kahramanı var; mübadeleyi yaşayan Rumeli Müslümanları ve Anadolu Ortodoksları. Rum mübadillere ilişkin öykü, Samsun’da başlayıp Selanik’e ve oradan da Serez’e uzanıyor. Türk mübadillere ilişkin öykü ise Sarışaban-İskeçe-Selanik ekseninde anlatılıp mübadele gemilerinde sona eriyor. Birbiriyle dolaşmayan iki ayrı öykü anlatılıyor aslında. İstenirse kolayca eski Samsunlu Rumların öyküsünü anlatan bir roman ve eski Sarışabanlı Türk mübadillerin öyküsünü anlatan ikinci bir roman olarak iki ayrı kitap hâline de dönüştürülebilir. Ama o zaman mübadeleyi anlatmış olmazdık. Mübadele, birbirinden yüzlerce kilometre ötede yaşayan, dinleri farklı, kültürleri farklı, sanatları farklı, hayata bakışları farklı iki toplumun yaşadığı ortak bir dram... Bir taraftan insanlar ve onların toprakları takas ediliyor; ama unutmamak lazım ki birbirlerini hiç tanımayan iki toplum, birbirlerine geçmişlerini de emanet ederek yer değiştiriyorlar. Samsunlu Rumların bıraktığı kiliseler, yel değirmenleri, konaklar ile Sarışabanlı Türklerin bıraktığı camiler, çeşmeler ve diğer mimari kültürel mirasın sadece birer taş yığınından ibaret olmadığını anlatmaya çalışıyoruz bu romanda. İki taraf, birbirlerinin yaşanmışlarına saygı duymaya çağrılıyor ve dramlarının ortak olduğu hatırlatılmaya çalışılıyor. Romanın bir esas kahramanı olsaydı bu kadar geniş bir perspektif çizemezdik çünkü.
-Eserde ‘insani’ açıdan bakmaya ve sadece bizim değil Rumların acılarını, memleket hasretlerini de anlatmaya çalışmışsınız. Karşı taraftan da görüştüğünüz insanlar var anladığım kadarıyla.
Aslında bir tezat gibi gelecek belki ama Rumların yaşadıklarını tespit etmek Türklerinkine göre çok daha kolay. Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, Rumlar mübadeleye ilişkin ilk sivil toplum örgütlerini, ilk müzeleri, ilk kitapları, ilk sözlü tarih çalışmalarını 1930’larda oluşturmaya başlamış. Ellerinde çok önemli bir yazılı dokümantasyon ve arşiv var. Akademik çalışmalar da çok uzun yıllar önce başlamış ve devlet desteği görmüş. Buna karşın Türkiye’de sözlü anlatımlara ilişkin derlemeler neredeyse 2000’li yıllarda ancak başlamış. Türkiye’de ilk mübadele müzesi bile 2010’da kuruldu. Öte yandan Osmanlı devletinin son dönemlerinde bile detaylı adli kayıtlara ulaşabiliyorsunuz. Yunanların anlattığı öykülerin Türk adli kayıtları ile karşılaştırılıp üzerinde yorum yapılması mümkün oluyor. Rum ve Ortodoks kültürüne ilişkin detaylar ile mübadele yıllarında Yunanistan’daki siyasal ve sosyoekonomik durum hakkında, Türk vatandaşı ve İstanbul Rum’u olan değerli dostum Tanas Cımbıs’tan çok yardım aldım. Kendisine müteşekkirim.
-Romanın sonlarına doğru mübadele sözleşmesinden çok önce savaşın kaybeden tarafı oldukları için Rumların kaçıp Yunanistan’a geldiklerini ve yaklaşık bir yıl boyunca Türklerin evlerine yerleştirilip beraber oturtulduklarını görüyoruz. Kurulu düzene gelen Rumlara oranla bozulmuş bir ortama gitmek zorunda kalan Türklerin daha çok sıkıntı ile karşılaştıklarını söyleyebilir miyiz?
Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra çekilen Yunan ordusunun peşi sıra Anadolu Rumları Türkiye’yi terk etmeye başladı. İzmir, 9 Eylül 1922’de kurtarılmıştı; ama mübadele anlaşmasının yapıldığı 30 Ocak 1923’te Anadolu Rumlarının çoğu zaten gitmişlerdi. Giden Rumların sayısı yaklaşık bir buçuk milyonu buluyor. Yunanistan’ın bugün bile nüfusu 10 milyon! Şöyle bir düşünün, 1912’de Balkan Harbi, ardından Dünya Harbi, sonra onların küçük Asya bozgunu diye isimlendirdikleri Türk Kurtuluş Savaşı... Savaşı kaybeden ve bir anda nüfusu göçmenlerle ikiye katlanan bir ülke. Yunanlar, acil çözüm olarak Rum mübadilleri Türklerin evine yerleştirdiler. Böylece Türkleri taciz etmiş ve göçe zorlamış oluyorlardı. Rum mübadiller, Anadolu’dan çok düzensiz ve çok daha kötü koşullarda göç etmek zorunda kaldılar, ama orada kısa bir süre sonra Türklerin evlerine yerleştirilip yara sarma imkânı buldular. Türkler ise Rumlara göre çok daha düzenli sayılabilecek koşullarda mübadele edildiler; ama geldiklerinde burada Rumlara ait hemen her şey yakılıp yıkılmış olduğundan yıllarca çadırlarda yaşamak zorunda kaldılar. Kısacası Rumların gidişleri, Türklerin ise mübadele sonrası ilk yılları diğerine nazaran daha zordu diyebiliriz.
-Eserde, sanki mübadillerin “savaşın galibi olduğumuz için” topraklarında kalan taraf olması gerektiği ve bu nedenle yeni Türk devletinin doğru bir uygulama yap(a)madığı anlatılıyor. Böyle midir sizce de? Kalmalı mıydık orada?
Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan’da yaşayan Türklerin durumu, aslında işgal altındaki Ege Bölgesi’ndeki Türklerinkine benziyordu. İşgale karşı Kuvâ-yı Millîye hareketinin türevi olan direnişlere Rumeli’de de rastlıyoruz. 19. yüzyıl boyunca ve 20. asrın ilk döneminde Rumeli coğrafyasının bir göç gerçeği var: Eğer savaşı kaybedersen sürülürsün… Anadolu’daki zaferi coşkuyla karşılayan Rumeli Türkleri arasında ‘Savaşı biz kazandık, Anadolu Rumları da kaybedip sürgüne uğradı’ diye özetlenecek bir bakış hasıl olmuştu doğal olarak. Unutmamak lazım ki Selanik’in 600 senelik Türk idaresinden çıkıp Yunan işgaline uğramasının üzerinden sadece 10 yıl geçmişti. Kendisi de Selanikli bir paşa olan Atatürk’ün Lozan görüşmeleri sırasında kendi ata topraklarını da kurtaracağı beklentisi doğmuştu bile diyebiliriz. Ama Ankara hükümetinin meseleye duygusal bakma şansı yoktu. Çoğunlukla Rumların elinde olan Anadolu’daki zeytin, üzüm, tütün gibi değerli tarım ürünlerinin üretimi büyük ölçüde durmuştu. Kuyumculuk, marangozluk gibi zanaat alanlarında da Rumlarla beraber büyük boşluklar doğmuştu. Ya mübadeleyi kabul edip doğan boşluğu dolduracaktı ya da kaçan Rum göçmenleri geri çağıracaktı. Bugünkü modern zamanların değerleri ile bakıldığında “insanlar yerlerinden yurtlarından zorla sürülmüş olmaları nedeniyle mübadele bir insanlık suçudur” denilebilir. Oysa olaya yaşandığı dönemin koşullarıyla bakıldığında belki de yapılacak başka bir şey yoktu.
-Romandaki Naim’in nikâhsız eşi Nermin ve doğmamış çocuğu orada kaldı. Karasu hattı doğru bir uygulama mı sizce?
Yunanların İstanbul Rumlarını mübadele dışı bırakma gayretlerinin karşılığında Batı Trakya Türkleri de mübadele dışı kaldı. Dedeağaç, İskeçe ve Gümülcine kentlerinde yaklaşık 120 bin kadar Rumeli Türkü yaşıyor hâlâ. O günkü şartlarda bir doğal sınır aranmış ve Karasu Irmağı mübadelenin sınırı sayılmış. Karasu Irmağı, öyle büyük akarsu da değil aslında. Karasu’nun hasbelkader batısında oturan köyler mübadele ile gitmişler, doğusunda oturanlar orada kalmışlar. Ama o kadar kolay bir şey değil: Misal, batıdakiler pazar yapmaya İskeçe’ye giderlermiş. Kız alıp verirlermiş, aynı türküleri söyler, aynı oyunları oynarlarmış. Mübadele olunca karşı tarafa gelin gidenler ana babalarıyla farklı ülkelerin vatandaşı hâline gelmekle kalmamış, bir daha görüşmemecesine yüzlerce kilometre uzağa savrulmuşlar. Romanda İskeçe’de kalan Nermin ve kızının dramı da böyle bir hikâye. Sorumsuz bir karakter olan Naim, Türkiye’ye giderken; ailesinin onaylamadığı karısı ise orada kucağında yeni doğan bebeğiyle birlikte kalıyor.
-Romanın ilk baskısını Samsun’da yerel bir basımevinde yaptırdınız. Ancak ikinci baskı için ulusal bir yayınevini düşünüyor musunuz?
Aslında ben profesyonel bir yazar değilim. Yüksek lisanslı bir elektronik mühendisiyim. Türkiye’deki yayınevleri yeni bir yazarın kitabını basma konusunda pek hevesli davranmıyor. Bunun için bir sene çaba gösterdim. Samsun’dan bu işleri takip etmek de kolay değil. En sonunda kendi imkânlarımla kitabı bastırdım. Ancak benim de beklemediğim bir ilgiyle karşılaştım. Kendisi de bir mübadil olan Hürriyet gazetesinin köşe yazarı Cüneyt Ülsever’in romanı gazetesinde tanıtması, ilgiyi daha da artırdı.
-Son dönemlerde, içerikleri tartışılsa da tarihî dizilerin sayısı epey arttı. Bunların içinde Balkanlar’ı konu alan Elveda Rumeli epey seyredildi. Romanınızdan hareketle mübadilleri anlatan bir sinema filmi ya da dizi çekilebilir mi?
Önemli yapım şirketlerinden biri, eserin TV dizisi olması düşüncesiyle benimle temasa geçti zaten. 2011 sonuna kadar kendilerine, bu konuda görüşme yapma yetkisi verdik. Projenin prodüksiyon aşamasına gelip gelemeyeceğini bilmiyorum; ama eğer TV kanallarından olumlu geri dönüş olursa sanırım çok farklı bir dizi film olacaktır. Şimdiye kadar mübadeleyi ele alan bir dizi film olmadı. Eğer gerçekleşirse, nüfuslarında çok sayıda mübadil olan iki ülke kamuoyu önünde mübadele yılları insani boyutlarıyla ve tarafsız biçimde sorgulanabilecektir.