Saturday, November 12, 2016

Milliyetçiliği Algılama Ölçeği

Milliyetçiliği Algılama Ölçeği
Toplumsal şiddet nedenlerinden birisi ırkçılıktır ve en tehlikeli ırkçılık gizli olanıdır. Bu nedenle zararlı yapıdaki milliyetçilikle, faydalı milliyetçilik farkını netleştirmek ve tanıma yeteneğini ölçmek gerekiyor.
Not: Türk tanımlaması model alınarak hazırlanmış bir ölçektir, kişiler kendi milliyetlerine göre isim değiştirebilirler. Kendisini anlama kapasitesi olmayanlar bu testi sinirlenip yarım bırakabileceklerdir.
1- Milliyetçilik en kutsal bir duygudur, milliyetçilik hislerim hak hukuk düşüncemden önce gelir.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir, duruma göre
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum
2- Milliyetçilik damardaki kana ve soya bağlı bir duygudur.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum. 
3- Milliyetçilik toprak ve vatanla ilgili coğrafi kökenli bir duygudur.
a) Kesinlikle doğru ve katılıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle yanlış soy’a yönelik bir duygudur
4- Benim ırkımdan birisi suç işlerse onu korumam gerekir.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
5) Benim ırk ve soyumdan birisi başka bir ırk ve soydan birisi ile  kavga ederse haklı haksız önemsemem kendi adamımı korurum. 
a) Kesinlikle yanlış ve haklı olanı anlamaya çalışırım
b) Fark etmez duruma göre davranırım
c) Kesinlikle kendimden olanı korurum.
6) Hasta olduğum zaman benim milliyetimden bir doktor ararım, uzmanlık ve ehil olup olmaması ikinci plandadır.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru katılıyorum.
7) Alışveriş yaparken, saatimi tamir ettirirken kendi milliyetimden işyeri ararım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
8 ) Tarihte etnik temizlik yapılmasının doğru olmasa bile gerekli olduğunu düşünmüşümdür.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
9) Hitlerin Yahudi ırkına karşı uyguladığı soykırım ve tasfiye uygulamalarında yöntemini yanlışta bulsam gerekçesinin haklı olduğunu düşünmüşümdür.
a) Kesinlikle hem gerekçe hem yöntem yanlış idi ve katılmıyorum
b) Gerekçede haklı ama yöntemde hatalı idi
c) Kesinlikle doğru yapmıştır ve katılıyorum.
10) Osmanlının Ermeni, Rum gibi azınlıklara yumuşak davranmasını ve onlara fırsat vermesini yanlış bulmuşumdur.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum Osmanlı doğru davranmıştır
b) Olabilir
c)Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
11) Ben Osmanlının yerinde olsam bir tane Rum ve Ermeni bırakmazdım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum
12) Bir köyde birkaç terörist olsa o köyü bombalamayı zorunlu görürüm. Ölen masumlar için üzülürüm ama kesin çözümün köyü bombalamak olduğuna inanırım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.

13) Vatan ve devletin bekası için bazı insanların feda edilebileceği ve öldürülebileceğini savunurum.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir, şartlara göre değişir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
14) Vatan ve devlet kutsaldır, kutsalın bekası için hukukun rafa kaldırılabileceğini savunurum
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum
b) Olabilir, şartlara göre değişir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
15) Kendisini Türk hissetmeyen Kürt,Rum,Ermeni,Yahudi,Arab kökenli komşumu yabancı olarak görürüm ve benimle eşit haklara sahip olmasından rahatsız olurum.
a) Kesinlikle yanlış, rahatsız olmam
b) Olabilir
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum.
16) Milliyet duygusu din duygusundan önce gelir.
a) Kesinlikle yanlış önce insanlık hukuku sonra milli ve dini hukuk gelir
b) Her iki duygu birlikte olursa tercih ederim ve öncelik veririm
c) Kesinlikle doğru,milliyetçilik esastır.
17) Uluslararası bir firmada yönetici olsam kendi ırkımdan dinimden ve cemaatimden insana torpil yaparım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, liyakat esastır
b) Olabilir, tercih ederim
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm.
18) Devlet yöneticisi olsam kendi milliyetimden ve cemaatimden olan insana öncelik veririm. Liyakat ve ehliyet ikinci planda sadakat birinci plandadır.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, liyakat esastır
b) Olabilir, tercih ederim
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve önceliği hakkı olarak görürüm
19) Milliyetçilik, hemşehricilik ve bölgecilik doğal bir duygudur. Hukuken ve yasalar önünde ayrıcalık yapılmaması gerektiğini biliyorum ama gizlice onlara özel muamele yaparım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, liyakat esastır
b) Olabilir, tercih ederim
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm.
20) Benim milli ve cemaat değerlerimi benimseyen insanları diğer insanlardan üstün görürüm, onların hatalarını örtmeye iyi yönlerini büyültmeye çalışırım.
a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, insanlık esastır
b) Olabilir, tercih ederim
c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm
Değerlendirme:  
a)lar 1, b) ler 2, c) ler 3 puandır.
20 puana kadar almışsanız milliyetçilik anlayışınız sağlıklıdır
20-40 arası almışsanız kafanız karışık demektir veya çıkarınızı milliyetinizden daha çok seviyor olabilirsiniz.
40-60 arası puan almışsanız milliyetçilik anlayışınız ırkçılık düzeyinde demektir. Kendinizi değiştirmezseniz bulunduğunuz ortamda bölen ve çatışma çıkaran bir kimlik sergilemiş olursunuz.

KAYNAK: http://www.asder.org.tr/makaleler/item/894-milliyetciliginiz-irkcilik-sinirinda-mi-test

Sunday, November 6, 2016

İki Farklı Ekim



Piotr Arşinov, Ukrayna'da Mahno ile birlikte savaşmış anarşistlerden biriydi. Bu makalesi ilk kez Ekim 1927 tarihinde yayımlandı.

İşçi ve köylülerin 1917'de gerçekleştirdikleri muzaffer devrim, Bolşeviklerin tarihinde Ekim Devrimi olarak resmileştirilmiştir. Bunda bir haklılık payı var, ama bunun tamamen gerçeği yansıttığı doğru değil. 1917 Ekimi'nde, Rusya'daki işçiler ve köylüler, kendi devrimlerinin gelişimi önündeki muazzam bir engeli aşmasını bildiler. Kapitalist sınıfın hâlihazırda gerçekliğini yitirmiş iktidarını feshettiler; ne var ki, bundan daha önce, onlar en az bununla eşdeğer öneme sahip, hatta belki bundan daha esaslı olan bir başka şeyi başarmışlardı. Kapitalist sınıfın elinden ekonomik iktidarı alarak ve kırsal kesimde büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyarak, fabrikalardaki üretim üzerinde mutlak kontrolü değilse bile, şehirlerde özgür ve kontrol dışı [uncontrolled] çalışma hakkını elde etmişlerdi. Dolayısıyla, devrimci işçilerin kapitalizmin temelini yıkmaları Ekim'den daha önce gerçekleşmişti. Sistemden artakalan şey, yalnızca üstyapıdan ibaretti. İşçilerin kapitalistlerin mülklerine el koyması deneyimi yaygın olarak yaşanmamış olsaydı, burjuva devlet aygıtının yıkılması -siyasal devrim- başarılamazdı; mülk sahiplerinin direnişi çok daha güçlü olurdu. Öte yandan, Ekim'deki toplumsal devrimin amaçları kapitalist iktidarın yıkılmasıyla sınırlı değildi. İşçilerin önünde, toplumsal özyönetim alanında yaşanacak uzun bir pratik gelişim dönemi uzanıyordu; ne var ki, devrimi izleyen yıllarda bu deneyim başarısızlığa uğrayacaktı.
Dolayısıyla, Rus sosyalist devrimi bir bütün olarak düşünüldüğünde, Ekim yalnızca bir aşama olarak karşımıza çıkıyor --ama bunun güçlü ve belirleyici bir aşama olduğu doğru. Ekim'in kendi başına toplumsal devrimin bütününü temsil etmiyor olmasının nedeni de bu. Muzaffer Ekim günleri düşünülürken, Rus toplumsal devriminin belirlediği bu tarihsel koşulların dikkate alınması gerekiyor.
Bunun kadar önemli bir diğer özgül durum, Ekim'in iki anlama sahip olması: bunlardan birincisi, toplumsal devrime katılmış emekçi yığınların ve onlarla birlikte Anarşist-Komünistlerin ona atfettikleri anlam; diğeri ise, iktidarı toplumsal devrim özleminin elinden çalan, onun daha sonraki gelişimine ihanet ederek onu boğan siyasal partinin ona atfettiği anlam. Ekim'in bu iki yorumu arasında büyük bir uçurum var. İşçi ve köylülerin Ekimi, eşitlik ve özyönetim adına asalak sınıfların iktidarının bastırılmasıdır. Bolşevik Ekim ise, iktidarın devrimci "intelligentsia"nın (aydınkesim) partisi tarafından ele geçirilmesi, onun 'Devlet Sosyalizmi'nin ve yığınları yönetmek üzere başvurduğu 'sosyalist' yöntemlerin toplumsal devrimin yerine ikame edilmesidir.

Ekim'de İşçiler
Şubat Devrimi, çeşitli devrimci partileri hazırlıksız yakaladı; ayak sesleri işitilen devrimin muazzam toplumsal karakterinin bunlarda gözle görülür bir şaşkınlık yarattığı çok açıktı. Başlangıçta, Anarşistler dışında, hiç kimse buna inanmak istemedi. Devrimin yaklaştığını anlayan ve her zaman işçilerin en radikal özlemlerine ifade kazandıran Bolşevik Parti bile, burjuva demokratik devrim hedefinin sınırları ötesine geçemedi. Bunlar, Rusya'da gerçekte neyin yaşandığını kendi kendilerine sormaya ancak partinin Nisan konferansında başladılar. Her şey yalnızca Çarlık rejiminin yıkılmasından mı ibaretti? Yoksa devrim daha da ileri giderek kapitalizmin yıkılmasına doğru mu ilerliyordu? Bu sorgulama sonradan, Bolşevikleri hangi taktiklere başvurulması gerektiği sorusuyla karşı karşıya getirdi. Lenin, devrimin toplumsal karakterini diğer Bolşeviklerden daha önce kavradı ve iktidarı ele geçirmek gerektiğini vurgulamaya başladı. Lenin, sanayi ve tarım burjuvazisinin temellerini her geçen gün daha çok aşındıran işçi ve köylü hareketindeki niteliksel sıçramayı gördü. Bolşevik Parti, söz konusu soruların yanıtları üzerinde Ekim günlerinde bile tam bir fikir birliğine ulaşamamıştı. Parti, bütün bu süre boyunca, yığınların toplumsal sloganları ile, kendisinden doğup gelişmiş olduğu toplumsal-demokratik devrim anlayışı arasında gidip geldi. Küçük burjuvazi ile büyük burjuvazinin bir Kurucu Meclis'in toplanması taleplerine karşı çıkmayan Parti, yığınları kendi kontrolü altına almak için elinden geleni yaptı, onların giderek genişleyen adımlarına yetişmek için çabaladı.
Bu dönem boyunca, işçiler, soldaki ve sağdaki düşmanlarını amansız biçimde güçten düşürerek coşkun bir şekilde sürekli ileri atıldılar. Büyük toprak sahipleri, toprakların doğrudan yeniden-bölüşümüne girişmiş olan ve toprak ağalarıyla barış içinde bir arada var olma sözünü işitmek bile istemeyen isyancı köylülerden kaçarak, ülkenin dört bir yanında kırsal kesimi terk ediyorlardı. Şehirlerde, işçilerle işletme sahipleri arasındaki ilişkide de hızlı bir değişim yaşanıyordu. Yığınların olağanüstü kolektif yaratıcılığının bir ürünü olarak, sanayinin tüm kollarında işçi komiteleri kuruldu; bunlar, üretime doğrudan müdahale ediyor, işletme sahiplerinin uyarı ve tehditlerine aldırmayarak onları üretim sürecinin dışına itiyorlardı. Böylece, işçiler, ülkenin çeşitli bölgelerinde sanayinin kamulaştırılmasına giriştiler.
Eşzamanlı olarak, tüm devrimci Rusya, özyönetim organları işlevi görmeye başlayan çok geniş bir işçi ve köylü sovyetleri ağıyla kuşatıldı. Sovyetler geliştiler, varlıklarını korudular ve Devrimi savundular. Kapitalist yönetim ve düzen, içi boşalmış da olsa, ülkedeki varlığını hala sürdürüyordu; fakat bunun yanı sıra, işçilerin özyönetim organlarından oluşan muazzam bir toplumsal-ekonomik sistem doğuyordu. Sovyetlerden ve fabrika komitelerinden oluşan bu rejim, daha ortaya çıkışından itibaren, mevcut devlet sistemini ölümle tehdit etmeye başlamıştı. Burada açıkça vurgulamak gerekir ki, sovyetlerin ve fabrika komitelerinin doğuşu ve gelişmesi, otoriter ilkelerle hiçbir ilintiye sahip değildi. Aksine, bunlar, sözcüğün tam anlamıyla, yığınların toplumsal ve ekonomik özyönetim organlarıydılar -asla devlet iktidarının organları değil. Sovyetler ve fabrika komiteleri, yığınları yönlendirme arayışı içinde olan devlet aygıtına karşı çıkıyorlar, kendilerini onunla girişecekleri son savaşa hazırlıyorlardı. "Fabrikalar işçilere, toprak köylülere!" Bu, fabrika komiteleri ile ekonomik ve toplumsal sovyetler temeli üzerinde yükselen yeni bir toplumsal sistem adına mülk sahibi sınıfların devlet aygıtını parçalamak üzere birleşen şehir ve kırlardaki devrimci yığınların sloganıydı. İşçilerin Rusyası'nın bir ucundan diğerine yayılan bu slogan, sosyalist-burjuva koalisyon hükümetine karşı doğrudan eylemi derinden etkiledi.
Yukarıdaki paragraflarda açıklandığı gibi, işçiler ve köylüler, Rusya'nın sanayi ve tarım sisteminin bütüncül yeniden inşasına Ekim 1917'den önce başlamışlardı. Tarım sorunu, yoksul köylüler tarafından henüz daha Haziran-Eylül 1917 arasında kalan dönemde fiili olarak çözüme kavuşturulmuştu. Şehirlerdeki işçiler ise, toplumsal ve ekonomik özyönetim organlarını fiilen yaşama geçirmişler, üretim işlevlerini devletin ve işletme sahiplerinin elinden almışlardı. İşçilerin Ekim Devrimi, hâlihazırda yenilgiye uğratılmış ve örgütsüz hale getirilmiş mülk sahibi sınıfların devlet iktidarını yıkarak, kendi devrimleri önünde duran son ve en büyük engeli de ortadan kaldırdı. Sürecin bu son aşaması toplumsal devrimin önünde geniş bir ufuk açtı; onu, işçiler tarafından daha önceki aylarda işaret edilmiş toplumun sosyalist yeniden inşasına giden yol üzerine yerleştirdi. Bu, işçilerle köylülerin Ekimi idi ve sömürülen işçilerin kapitalist toplumun temellerini tamamen yıkmaya, eşitlik, bağımsızlık, şehir ve kırdaki proletaryanın özyönetimi ilkelerine dayalı bir işçi toplumunun inşasına yönelik güçlü bir girişimini ifade ediyordu. Bu Ekim, kendi doğal sonucuna ulaşamadı. Kendi diktatörlüklerini giderek ülkenin bütününe yayan Bolşeviklerin Ekimi tarafından şiddete dayalı bir yoldan kesintiye uğratıldı.
Bolşevik Ekim
Bolşevikler de dahil olmak üzere, tüm devletçi partiler, Rus Devrimi'ni, önceki rejimin yerine sosyal-demokratik bir rejimin ikame edilmesiyle sınırlandırdılar. Bolşevikler, ancak tüm Rusya işçi ve köylüleri tarım ve sanayi burjuvazisinin düzenini sarsmaya başladığı, toplumsal devrim kendisinin geri çevrilmesi olanaksız tarihsel bir gerçek olduğunu kanıtladığı zaman devrimin toplumsal karakterini ve bunun gerektirdiği taktik değişiklikleri tartışmaya başladılar. Parti içinde, yaşanmakta olan olayların niteliği ve yönelimi konusunda, Ekim'e gelindiğinde bile tam bir fikir birliği sağlanmış değildi. Dahası, Ekim Devrimi ve bunu takip eden gelişmeler, Parti Merkez Komitesi'nin iki eğilime bölündüğü koşullarda yaşandı. Merkez Komitesi'nin Lenin'in başında bulunduğu bir grubu toplumsal devrimi önceden görüp iktidarı ele geçirmeye hazırlık önerisinde bulunurken, Zinovyev ve Kamenev'in liderliğindeki diğer eğilim, toplumsal devrime yönelik bir girişimi maceracılık olarak niteleyerek reddediyor, en sonunda Bolşeviklerin oturacağı bir Kurucu Meclis çağrısında bulunuyordu. Sonuçta Lenin'in bakış açısı diğer eğilim üzerinde hakimiyet kurdu; Parti, yığınların Geçici Hükümet'e karşı son ve belirleyici bir mücadeleye girişecekleri olasılığını dikkate alarak elindeki güçleri buna hazırlamaya başladı.
Parti, fabrika komitelerine ve işçi sovyetleri vekillerinin arasına sızmaya girişti; kendisine bu özyönetim organlarının faaliyetlerini kontrol etme olanağı verecek bir etki gücüne ulaşabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Ne var ki, Bolşeviklerin sovyet ve fabrika komitesi anlayışı ve bu organlara yaklaşımı, yığınların sahip oldukları anlayıştan esaslı biçimde farklıydı. İşçiler söz konusu kurumları toplumsal ve ekonomik özyönetim organları olarak görürlerken, Bolşevik Parti, bunları, sendeleyen burjuvazinin elinden iktidarı kapmanın ve bu iktidarı Parti'nin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanmanın birer aracı olarak görüyordu. Böylece, devrimci yığınların Ekim anlayışı ve yaklaşımı ile Bolşevik Parti'nin anlayışı arasındaki muazzam farklılık gün ışığına çıkmaya başladı. Birinci anlayış ve yaklaşıma göre, Ekim, hâlihazırda kurumsal bir yapı kazanmış işçi ve köylü özyönetim organlarının güçlendirilip genişletilmesiyle mevcut iktidarın yenilgiye uğratılması sorunuydu. İkincisine göre ise, bu, iktidarı ele geçirmeye ve tüm devrimci güçlerin Parti'ye tabi kılınmasına giden yolda söz konusu organları birer basamak olarak kullanma meselesiydi. Bu ayrılık, Rus Devrimi'nin daha sonraki gelişimini belirleyen ölümcül bir rol oynadı.
Bolşeviklerin Ekim Devrimi'ndeki başarısı (yani, kendilerini bir anda iktidarda bulmaları ve bundan sonra bütün devrimi kendi partilerine tabi kılmaları), yığınların toplumsal devriminin ve toplumsal kurtuluşunun yerine bir Sovyet iktidarını ikame etme konusundaki yetenekleriyle açıklanır. İlk bakışta, bir Sovyet iktidarını sovyetlerin iktidarı olarak düşünmek mümkün olduğu için, bu iki fikir birbiriyle çelişkili değilmiş gibi görünüyordu; bu, Sovyet iktidarı fikrinin Devrimin sovyet iktidarı yerine ikame edilmesini kolaylaştırdı. Ne var ki, kendi gerçekleştirimleri ve yol açtıkları pratik sonuçlar itibarıyla, bu iki fikir birbiriyle şiddetli bir çatışma içindeydi. Bolşevik devlet içinde cisimleşmiş Sovyet iktidarı, bütünüyle, iktidarın halkın yaşamının esasını oluşturan en temel ve en güçlü öğeyi (irdelediğimiz bu tarihsel olay açısından toplumsal devrimi) kendi otoritelerine tabi hale getiren bir avuç bireyin elinde yoğunlaştığı geleneksel bir burjuva iktidarına dönüştü. Bu yüzden, Bolşevikler, yönetsel organlarını kendi tekellerine geçirdikleri 'sovyetler iktidarı'nın yardımıyla, bütüncül bir iktidar kurdular ve devrimci toprakların bütünü üzerinde kendi diktatörlüklerini ilan edebildiler. Bu, onlara, Rus Devrimi'nin rotasını tümden değiştiren kendi doktrinleriyle ve Devrim'in özüne aykırı düşen kendi önlemleriyle hemfikir olmayan işçi hareketi içindeki diğer devrimci akımları boğazlama olanağı kazandırdı. Başvurdukları önlemlerden biri, 'Savaş Komünizmi' yıllarında emeğin militarizasyonu idi -milyonlarca dolandırıcının ve asalağın huzur, lüks ve aylaklık içinde yaşayabilmesini sağlayan işçilerin militarizasyonu. İkinci bir önlem, Parti'nin köylüleri güvenilmez, Devrime yabancı unsurlar olarak gören politikası sonucu kışkırtılmış olan kentle kır arasındaki savaşımdı. Nihayet, diğer bir önlem, liberter düşüncenin, toplumsal fikir ve sloganları Rus Devrimi'nin gücünü oluşturmuş, toplumsal bir devrime yönelmiş Anarşist hareketin boğazlanışıydı. Diğer önlemler, bağımsız işçi hareketinin yasaklanmasını ve genel olarak işçilerin konuşma özgürlüğünün bastırılmasını içeriyordu. Bütün bunlar, emekçi yığınların yaşam ve düşünce tarzından işçilerin eylemlerine varıncaya kadar her şeyi belirleyen tek bir merkeze indirgenmişti.
Bu, Bolşeviklerin Ekim Devrimi idi. Devrimci "intelligentsia"nın onyıllardır peşinden koştuğu ideal, şimdi, Tüm Rusya Komünist Partisi formunda, bu Ekim içinde cisimleşiyordu. Bu ideal, işçiler açısından yol açtığı yıkıcı sonuçlara rağmen, egemen "intelligentsia"yı tatmin eder; bunlar, şimdi on yıllık iktidarlarını gösterişli tantanalarla kutlayabilirler.
Anarşistler
Devrimci Anarşizm, 1905 Devrimi sırasında olduğu gibi, Ekim Devrimi'nin ilk günlerinden itibaren işçi ve köylülerin toplumsal devrimi fikrini yücelten yegane siyasal-toplumsal akımdı. Gerçekte, Anarşistler bu süreçte çok büyük bir rol oynayabilir, yığınların başvurduğu mücadele araçları işlevi görebilirlerdi. Benzer şekilde, Devrim'in ruhuyla ve yönelimiyle son derece uyumlu biçimde iç içe geçebilecek başka hiçbir siyasal-toplumsal kuram olamazdı. 1917'de işçilerin Anarşist konuşmacılara ilgi ve güven duyması ender olarak yaşandı. Şunu söylemek mümkün: İşçilerin ve köylülerin devrimci potansiyeli, Anarşizmin ideolojik ve taktik gücü eşliğinde, hiçbir şeyin karşı koyamayacağı bir gücü temsil edebilirdi. Ne yazık ki, bu kaynaşma gerçekleşmedi. Yalıtık durumdaki bazı Anarşistler zaman zaman işçiler arasında yoğun bir devrimci faaliyet yürüttüler; ancak, daha sürekli ve koordineli eylemleri yönlendirecek büyük çaplı bir Anarşist örgüt yoktu (Nabat Konfederasyonu ve Ukrayna'daki Mahnovşçina dışında). Ancak bu tür bir örgüt Anarşistleri ve milyonlarca işçiyi bir araya getirebilirdi. Böylesine önemli ve avantajlı bir devrimci dönem boyunca, Anarşistler, yığınsal siyasal eyleme uyarlanmak yerine, kendilerini küçük grupların faaliyetleriyle sınırlandırdılar. Anarşizmin ortak taktiklerini ve politikasını geliştirme sorununu öne çıkarmayı amaçlayan girişimler yerine, kendi içlerindeki çekişmelere gömülmeyi yeğlediler. Bu eksikliğin bir sonucu olarak, Devrim'in en önemli anlarında kendi kendilerini eylemsizliğe ve yalıtılmışlığa mahkûm etmiş oldular.
Anarşist hareketin yıkıma yol açan bu durumunun nedenleri, Anarşistlerin içinde bulundukları dağınıklıktan, örgütsüzlükten, ortak bir taktikten yoksun olmaktan kaynaklanıyordu -bunlar, Anarşistler arasında her zaman ilkeler olarak öne çıkarılan, onların net bir biçimde toplumsal devrime uyarlanmalarına olanak sağlayacak tek bir örgütsel adım atmalarına engel olan şeyler. Kendi demagojileri, düşüncesizlikleri ve sorumsuzluklarıyla bu durumun yaratılmasına katkıda bulunmuş olanları kınamak gerçek bir yarar getirmez. Fakat emekçi yığınları yenilgiye, Anarşistleri ise uçurumun kenarına sürükleyen bu trajik deneyimin dersleri bugünden itibaren özümsenmelidir. Şu ya da bu yoldan Anarşizm içindeki kaos ve karışıklığı kalıcılaştırmayı sürdürenlere, Anarşizmin yeniden inşasını ya da örgütlenmesini engelleyenlere, diğer bir deyişle, eylemleri emeğin kurtuluşu hareketi ile Anarşist-Komünist toplumun inşasına yönelik çabalara aykırı düşenlere karşı savaşmalı ve onları acımasızca teşhir etmeliyiz. Emekçi yığınlar Anarşizme değer veriyor ve içgüdüsel olarak Anarşizme doğru çekiliyor; ne var ki, bu yığınlar, Anarşizmin kuramsal ve örgütsel tutarlılığına ikna olmadıkları sürece, Anarşistlerle birlikte faaliyet yürütmeyecekler. Bu tutarlılığı gerçekleştirmek için elden gelen her çabayı göstermek, her birimize düşen zorunlu bir görev.
Çıkarsamalar ve Perspektifler
Geride kalan on yıllık dönemdeki Bolşevik pratik, Bolşeviklerin Parti diktatörlüğünün karşı-devrimci rolünü açıkça gösteriyor. Bu diktatörlük, her geçen yıl işçilerin toplumsal ve siyasal haklarını biraz daha kısıtlıyor, onların devrimci başarısını biraz daha yok ediyor. Bolşevik Parti'nin 'tarihsel misyonu'nun tüm anlamını yitirdiğine, Rus Devrimi'ni kendi nihai hedefine ulaştırmaya girişeceğine hiç kuşku yok: hedef, ücretlileri köleleştiren, yani, sömürücülerin iktidarını pekiştiren ve sömürülenlerin sefaletini arttıran bir Devlet Kapitalizmi. Kendi iktidarını şehir ve kırlardaki emekçilere zorla dayatan sosyalist "intelligentsia"nın bir parçası olarak Bolşevik Parti'den söz ederken, onun merkezi yönlendirici çekirdeğini kast ediyoruz; bu çekirdek, kökeni, oluşumu ve yaşam tarzı açısından işçi sınıfı ile hiçbir müşterekliğe sahip olmadığı halde, Parti'nin ve halkın yaşamını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar kontrol ediyor. Bu çekirdek, ondan hiçbir beklentisi olmayan proletaryanın üzerinde nüfuzunu muhafaza etmeye çalışacaktır. Komünist gençlik de dahil olmak üzere, Parti tabanındaki militanlar bunlardan farklı bir niteliğe sahip görünüyorlar. Parti tabanındaki kitle, Parti'nin olumsuz ve karşı-devrimci politikalarına pasif bir şekilde katıldı; bu kitle, işçi sınıfının içinden gelmesi dolayısıyla, işçi ve köylülerin gerçek Ekimi'nin ayırtına varma kapasitesine sahip. Bu kitlenin içinden işçilerin Ekimi için mücadele edecek pek çok savaşçı çıkacağından kuşkumuz yok. Bunların işçilerin Ekimi'nin Anarşist karakterini hızla özümseyeceklerini ve onun yardımına koşacaklarını umalım. Kendi saflarımızda, elden geldiğince onun bu karakterine işaret edelim ve büyük devrimci başarılarını yeniden zapt etmede ve onları korumada yığınlara yardımcı olalım.
Çeviri: Anarşist Bakış


İngilizce Orijinali:
Related Link: http://www.nestormakhno.info/english/two-octobers.htm

Thursday, October 20, 2016

ALGI(LA)MAK Irkçılığın kötü yanı

Herkül Millas
Emailmillas@otenet.gr
Irkçılığın zaten iyi yanı yok ama kötü yanının bir de daha kötü bir yanı var: Fark edilmemesi, gizli kalması. Irkçı görüşlere karşı farklı tezlerinizi savunabilir ve ırkçılığı teşhir edebilirsiniz, ama ırkçı olan biri kendini ‘insancıl’, ‘demokrat’, ‘hoşgörülü’ diye gösteriyorsa işiniz zordur. İki aşamadan geçmek durumunda kalırsınız. Önce onun söz ve davranışlarının gerçek yanını kanıtlamanız ve ancak ondan sonra ırkçılığına karşı çıkmanız gerekir. Bu yüzden, açıksözlü ırkçılar bana daha... (şimdi ne desem?) ... kolay hasım, daha çekilir gelir!
Kendini başka türlü gösteren ırkçılar ille de ikiyüzlü, yalancı, kurnaz değildir. Genellikle böyle insanlar samimi olarak ırkçı olmadıklarına inanırlar. “Ben iki şeye tahammül edemem, biri ırkçılıktır öbürü de Yahudilerdir” fıkrası gibidir bu insanlar. Son birkaç aydır Yunanistan’da böyleleri çoğaldı: “Ben ırkçı değilim ama şu Almanları hiç sevmiyorum, Nazi gibiler” ve benzeri laflar, ırkçılık ifadesi sayılmıyor. “Bizde ırkçılık yoktur” lafı da yine aynı türden, başka bir ırkçı ifade; “Herkeste olabilir ama bizim gibi üstün ulus veya din grubunda olmaz!”
1997’de Yunanistan’da yayımlanan bir araştırma, bu alanda çok ilginç bir durumu göstermiş. Soru sorulan kişiler ırkçı eğilimler sergilemelerine karşın, ülkeye gelmiş olan Afrikalı, Asyalı ve Balkanlı işçiler için kullanılan aşağılayıcı ifadeleri (‘hırsız’, ‘tembel, ‘pis’, vb) ırkçılık saymışlar. Ancak Batı Avrupalılar için kullanılan aşağılayıcı ifadeleri (‘barbar’, ‘duygusuz’, ‘soyguncu’ vb) ırkçılık saymamışlar. Araştırmacıların vardıkları sonuç şöyle: ‘Kendimiz’e göre daha aşağı algıladığımız kimselere ve gruplara yöneltilen ırkçılığı görebilirken, ‘biz’e göre daha üstün ve ‘biz’im kimliğimize tehdit olarak algıladığımız kişi ve gruplara karşı yöneltilen ırkçılık görülememekte, sezilememekte ve kabul edilememektedir. (Üst/ast ilişkisinden değil, üst/alt algılamasından söz ediliyor.)
Yani karşımıza oldukça kötümser bir tablo çıkıyor. Irkçılığın kötü bir şey olduğuna inanan ve hele bunu her fırsatta söyleyenler bile ırkçı olabiliyor. Hem kendi iyi niyetlerine rağmen ırkçı olabiliyorlar, hem de –en acıklı olanı da budur– bu hallerinden şüphe bile etmiyorlar. Bu tür ‘gizli ırkçılığın’ örnekleri her an karşımıza çıkıyor ama bunları biz ‘bilgi’ veya ‘aklıselim’ olarak algılıyoruz. Bu algıyı ‘biz’ çifte standart, önyargı ve stereotip olarak yeniden üretiyoruz.

Tarihçilikte rastlanan klasik bir ırkçılık yöntemi, ‘biz’ ve ‘ötekiler’in karşılaştırılması, ve mutlu sonla biten filmlerle olduğu gibi, en sonunda yine ‘bizler’in daha iyi olduğunun ‘kanıtlanması’dır. “Irkçılık bize Batı’dan gelmiştir” lafı Türkiye’de çok yaygındır; Yunanistan’da “Demokrasi sözü Yunanistan’da doğmuştur” sözü sık duyulur. Bu laflar doğrudur ama ima ettikleri ‘bizim üstünlüğümüz’ görüşü yanlıştır. Hatta bir paradoks içerir bu söylem: Suçlayıcı havası ‘kendi’ yanımızın eksikliklerini kanıtlar. Ya nereden gelecekti ırkçılık? Tabii ki Batı’dan gelecekti, son yüzyıllarda hemen hemen her şeyin oradan geldiği gibi. Modern devlet, eşitlik, hukuk, insan ve kadın hakları gibi kavramlar ve uygulamalar da Batı’dan geldi. Aydınlanma da, endüstri devrimi de, uzay ve bilgisayar çağı da Batı’dan geldi. ‘Biz’ de özenerek aldık bunları. Ama hoşumuza gittikleri için alıp kullandıklarımızı unutup, aldığımıza pişman olduklarımız için “Ötekinden geldi, haşa bizde öyle şey ne arar!” deme kolaylığına ve seçmeci yaklaşımına sığındık. Faturayı yine günah keçisine çıkarıyoruz. Yunanlılar da ‘demokrasi’nin topraklarında yeşerdiğini söylerken haklıdırlar, ancak yine seçmeci bir yöntemle aynı yerde çıkan başka kelimeleri unutuveriyorlar: diktatörlük, tiranlık ve riya.
Kendi ırkçılığımızı, aynen önyargılarımızda olduğu gibi, kendimiz göremeyiz. Birileri gösterse de pek kabul etmeyiz. Ama tam olarak çaresiz de değiliz. Eğer gruplar içinde algıların ve kimliklerin nasıl oluştuklarını anlamışsak (işin bu yanı aslında basittir, uygun bir eğitim işidir, ama bu eğitim de pek enderdir!) her birimizin önyargı ve ırkçılık mikrobunu almış olduğumuzu peşinen kabul etmemiz gerekir. Bu çok önemli adımdan sonra, ikinci adım daha kolaydır. ‘Kendimiz’i ve ‘bizim grubu’, kıyaslamalardan sonra ‘öteki’ne göre daha başarılı, daha ahlaklı, daha insaflı, daha alçakgönüllü vb. gördüğümüzü hissettiğimizde ırkçılık yaptığımıza hükmetmemiz iyidir. Irkçılık etmiyor da olabiliriz ama ediyor olma ihtimalimiz oldukça yüksektir. Tam tersine, ‘kendi’ tarafımızda eksiklikler görüyorsak, doğru yolda olma ihtimalimiz oldukça yüksektir. Tabii, ihtimallerden söz ediyoruz; bazen insanlar aşağılık duygusuyla, ‘kendi’nde, var olmayan kusurlar da görebilir. Ama genel olarak ‘öteki’ne göre ‘biz’de üstünlük görüyorsak, bütün grupların aynı biçimde hissettiğini bilmemizde yarar vardır; herkes kendini ve kendi grubunu aynen öyle üstün görür.

Bunların ışığında ırkçılığın tanımını yapmaya çalışalım. Irkçılık, bir gruba zaman içinde değişmez özellikler yakıştırmaktır. Kilit kelime ‘değişmez’dir. Örneğin, genelleme olarak “Almanlar Nazi idi”, “Biz çok güçlüydük” gibi sözler doğru olsa bile, bu özellikler kuşaktan kuşağa zaman içinde değişmeyen bir ‘öz’ olarak algılanıyorsa, bu ırkçılıktır. Bu algı ister ‘öteki’ne karşı olsun, ister ‘biz’den yana, değişmezliktir sorun olan. ‘Irk’ kelimesi de bu anlama gelir: Tarih içinde süregelen belli özelliklere sahip olan grup! Tabii, ırkçılığın milliyetçilikle yakınlığı hemen belli oluyor. Ama ‘bizim millet’in, ‘bizim taraf’ın, ‘bizim takım’ın böyle üstün özellikleri olmadığını kabul etmek ne kadar zor, değil mi! Zamanla geri olanın yükseleceğini, tepelerde olanın yok olacağını kabul etmek, bugünün insanına ne kadar ters geliyor! İşte ırkçılık bazen böyle, milliyetçiliğin arkasına da saklanır.

Saturday, September 10, 2016

Fehim Taştekin Yazdı: Fırat Kalkanı Operasyonu Kürt-Arap İttifakını Bozar mı?

Cerablus’tan sonra El Rai’ye tankları sokan Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Halep’in kuzeyinde operasyonu genişletirken sahada bir başarı hikâyesine olan ihtiyaç artıyor. Türkiye’de iktidar çevrelerinin ihtiyacı olan hikâye Türk ordusunun Suriye’ye müdahalesinden sonra dengelerin değiştiği ve Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) dağılmaya yüz tuttuğuna dair bir gelişme olmalı.
Liva El Tahrir (Özgürlük Tugayı) SDG’den ayrılarak Türkiye’ye sığındı. Haber, iktidar medyasında Türk’ün şanına uygun bir formatta servis edildi:
“Amerika ve Batılı devletlerin PKK’ya silah yardımı yapabilmek için kurdurduğu Suriye Demokratik Güçleri’nde azınlıkta bulunan Arap unsurlar ile PKK arasındaki kriz tırmandı. ‘Türkiye ile savaşın’ baskısını yapan PKK’dan kaçan Liva El Tahrir grubundan 100 kişi ‘Türkiye’ye karşı savaşmayız’ diyerek örgütten ayrıldı. Grup sınırda TSK’ya teslim oldu.”
Arap medyasına yansıdığı kadarıyla ise şunlar yaşandı: Liva El Tahrir komutanı Ebu Muhammed Kafr-Zeta (Abdülkerim El Ubeyd) Halk Savunma Birlikleri’nin (YPG) diğer grupları SDG’nin karar mekanizmalarından dışladığını öne sürerek “SDG bütün Suriyeliler için olmalıydı fakat öyle görülüyor ki YPG buna karşı. YPG ile birlikte üç yıl savaştık. Şimdi bizi bitirmek istiyor” dedi.
Kafr-Zeta baskının kendileriyle sınırlı olmadığını da savundu: “Bütün gruplar YPG’nin baskısı altında. Liva El Sanadid, Liva Suvvar El Rakka ve Liva El Tahrir’e giden bütün yiyecek ve suyu kesti.”
Kafr-Zeta, SGD’nin ABD’nin gözetiminde yeniden yapılanması için 48 saat süre tanıyıp aksi takdirde ittifaktan ayrılacakları resti çekti. Bu açıklama üzerine YPG, Süluk’a bağlı Kuneytra köyünün etrafında Liva El Tahrir’e ait noktaları kuşattı. Amaç Kafr-Zeta’yı tutuklamaktı. Çıkan çatışmada Liva El Tahrir’den üç, YPG’den altı savaşçı öldü. Liva El Tahrir’in komutanlarından Ebu Ali çatışmanın Menbic’te ÖSO’ya karşı savaşmayı reddettikleri için çıktığını öne sürdü. Başka bir iddiaya göre çatışmaya misilleme olarak Liva Ahrar Rakka adlı başka bir grup, Ayn İsa çevresindeki beş köyden YPG’yi çıkarttı. Kafr-Zeta daha sonra adamlarıyla birlikte Tel Ebyad üzerinden Türkiye’ye sığındı ve Fırat Kalkanı operasyonuna katılmak üzere Cerablus’a geçti.
Liva Ahrar El Rakka Komutanı Ferhan El Asker çatışarak SDG’den ayrıldıklarına dair haberleri yalarlarken Kafr-Zeta’yı asılsız haber yaymakla suçlayıp ekledi: “İşgalci Türk devletine kendi vicdanını sattı.”
Suriye krizi patlak verdiğinden beri o kadar çok cepheleşme, ayrışma ve saflaşma yaşandı ki Türk ordusunun dengeyi bozduğu bir süreçte bazı grupların yer değiştirmesi şaşırtıcı olmaz. Ne de olsa ideoloji dışında bir yapıyı çekim merkezi yapan silah ve para!
Bu bağlamda YPG’nin motor gücü olduğu SDG’yi çekim merkezi yapan da şu faktörlerdi:
  • YPG’nin İslam Devleti (İD) ve diğer cihatçıların Rojava’ya saldırıları karşısında etkili bir savunma gücü olarak rüştünü ispatlaması.
  • KDP çizgisindeki Kürtlerle PKK çizgisindeki Kürtler arasındaki kavgalar bir yana Rojava’da oturtulan sistemin etnik ve dini grupları sisteme dahil etme konusunda gösterilen hassasiyet.
  • İD’den kurtarılan bölgelerin yerel unsurlara bırakılması.
  • Ve en önemlisi ABD gibi bir gücün SDG’nin arkasında durması. Buna fazla konuşulmayan Fransız ve İngiliz desteğini de eklemek lazım.
Bu dört faktörden bir ya da birkaçının geçerliliğini yitirmesi SDG’nin dağılmasını tetikleyebilir.
Elbette güncel gelişmeler ışığında şu an asıl belirleyici faktör Amerikan desteği. Türkiye’nin SDG ile çatışmamak kaydıyla Suriye’nin kuzeyinde 10-15 kilometrelik bir şeritte İD’den arındırılmış güvenli bölge oluşturulmasına yeşil ışık yaktığı anlaşılan ABD’nin AKP yönetimi ile Kürtler arasında denge tutturma çabası nedeniyle Amerikan desteğinin devam edip etmeyeceği konusunda bazı şüpheler oluştu. Ancak Amerikan yönetiminin hem sivil hem askeri kanadı, SDG’yi İD’le mücadelede en yetkin güç olarak niteleyip desteğin süreceğini açıkladı. Bu mesaj SGD’nin bütünlüğünün de garantisi. Bazı küçük gruplar Türkiye’nin oyununa dahil olsa bile Amerikan desteği sürdüğü müddetçe “SDG’nin ruhuna fatiha” okumak o kadar mümkün olmayabilir. Türkiye’nin operasyonu El Bab’a kadar genişletip Kilis ile Halep arasında bir güvenli koridor oluşturması halinde “Bizim asıl savaşımız Esad’la” diyen bazı saha unsurları Kürtlere sırtını dönebilir. Fakat bu senaryo üzerine bahse girmek için henüz çok erken ve önümüzde oyun bozucu çok sayıda etken duruyor. Mesela Türkiye’nin hedefindeki koridorun tam ortasında Tel Fırat bölgesi İD değil SDG’nin elinde. Bu bölgede SDG’nin önemli bileşenlerinden Ceyş El Suvvar bir bariyer gibi duruyor. Azez’in güneyinde varlık gösteren bu grup son günlerde birkaç mevzi daha kazandı. Al-Monitor’a konuşan kaynaklar, Ceşy El Suvvar’ın tekrar ÖSO’ya katılmasını olası görmüyor.
Liva El Tahrir’in kopardığı gürültü ve üretilen senaryoya dönersek, bir kere ayrılan grup lanse edildiği kadar kalabalık ya da vazgeçilmez bir unsur değil.
Al-Monitor’a konuşan Rojavalı kaynaklar, YPG’nin kurduğu ittifakın sağlamlığından emin. Rojava’daki özerkliğin alt yapısını oluşturan TEV-DEM’in yöneticilerinden Eldar Halil şu değerlendirmeyi yaptı:“Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmesi bizim ittifakımızı etkilemez. Biz kendi ülkemizde kendi topraklarımızı savunuyoruz. İşgalci olan biz değiliz. İşgalci bir güçle kendi evini savunan öz savunma güçleri arasında tercih yapacak bir grup çıkarsa da Suriyeliler bunu kabul etmez. Biz Menbic’te Menbic Askeri Konseyi ve SDG ile birlikte DAİŞ’i temizledikten sonra kentin yönetimini yereldeki insanlara bıraktık. İhtiyaç olursa tekrar gideriz. SDG’den kopmalar olmaz demiyorum. Bu mümkün. Ama önemi yok. Ayrılan bu grup zaten problemliydi. Başındaki kişi son zamanlarda Türkiye’nin ajanı gibi davranıyordu. Sonunda çekip gitti. Beraberinde gidenlerin sayısı 20’yi geçmiyor. Bunlar bizim ittifakımızı bozmaz”.
YPG’ye yakın başka bir kaynak ise “YPG ile çatışma olduktan sonra Türkiye’ye geçtiklerini söylüyorlar. Aslında çatışma yok, çatışma havası var. YPG ile çatıştıkları görüntüsü vermek için gürültü çıkartarak Türk ordusuna sığındılar. Bu durum karşısında grup kendi içinde de bölündü. Bazıları SDG’den kopma kararını kabul etmedi, bazıları geri döndü” ifadelerini kullandı.
Üç yıl önce Serekaniye’ye gelip YPG’ye ittifak kuran Liva El Tahrir, haziran 2015’te Tel Ebyad’ı İD’den kurtaran operasyonda yer almıştı. Bazı kaynaklara göre Liva El Tahrir, Tel Ebyad’da yönetimin askeri konsey yerine sivil meclise bırakılmasından rahatsızdı. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde kurulan ‘askeri konseyler’ bir nevi silahlı grupların gücü ellerinde tutmasına yarayan ve ‘savaş ağaları’ üreten bir modele dönüşmüştü. Rojava’da bu tür yapılanmalara izin verilmedi. Tel Ebyad gibi Ayn İsa’da da yönetim sivil meclise bırakıldı. Ayrıca YPG’nin profesyonel ordu düzeni Liva El Tahrir’i zorluyordu. PYD’nin Avrupa temsilcilerinden Zuhat Kobani de Liva El Tahrir’in ayrılmasını Türk istihbaratının ayartıcı çabalarına bağladı: “Ben satın alındıklarını düşünüyorum. Bizim için önemli bir kopma değil. Kendi aramızda bile çok gündem oluşturmadı. Savaş ortamında bu tür gel-gitler oluyor. Bir grup ayrılır başka bir grup gelir. Biz bunu ilk kez yaşamıyoruz. Cerablus operasyonuna katılanlar zaten Türk istihbaratının etkisi ya da güdümünde olanlar. El Bab’a doğru gittiklerinde oradaki yerel unsurlardan destek görmeleri zor”.
SDG’ye katılımın bir motivasyonu İD’e karşı mücadeleyse diğeri de ÖSO ile yaşanan çatışmalardı. SDG’nin bileşenleri arasında saf değiştirmek gibi kritik bir eşiğe gelenler olursa bunlar, Türkiye değil Suriye ordusunu tercih edebilirler. Suriye’nin doğu ve kuzeydoğusundaki Arap aşiretlerin oluşturduğu Sanadid, Şedadi ve Şaitat güçlerinin yanı sıra Hristiyanların kurduğu Süryani Askeri Meclisi gibi gruplar bir gün Kürtler dışında bir ittifaka mecbur kalırsa arayacakları güç Türkiye olmaz. Bunlar tarihsel olarak merkezle iyi geçinmiş aşiretler.
Daha önce Türkiye destekli gruplarla birlikte hareket eden Cephet El Ekrad (Kürtlerin Cephesi) da Kürtlere karşı bir oluşumda yer almayacağını ÖSO’dan ayrılarak göstermişti. Araplardan oluşan Liva Suvvar El Rakka (Rakka Devrimcileri Tugayı) da Türkiye’den koalisyonlar üzerinden destek gören Nusra Cephesi tarafından Rakka’dan atılınca YPG ile Fırat Volkanı adlı ittifakta yer almıştı. Bu grup da Türkiye’ye hayli mesafeli. Kürtlerle Arapları buluşturan itici faktör İD tehdidiydi. Ve bu gruplar İD, El Kaide ve Selefi cihadi örgütlerin palazlanmasından dolayı Türkiye’yi suçluyor. Bu grupta yer alan Türkmenlerin de ayartılması kolay olmayabilir. SDG’nin sözcüsü ve eski Selçuklu Tugayı Komutanı Talal Silo “Türkiye El Kaide bağlantılı Sultan Murat Tugayı’na destek verdi. Bizi ise DAİŞ saldırdığında yalnız bıraktı” diyen biri.
Özetle, Fırat Kalkanı operasyonunda Sultan Murat Tugayı, Şamlılar Cephesi, Feylak El Şam, Ceyş El Nasr, Ceyş El Tahrir, Hamza Fırkası, Liva El Mutasım, Nureddin Zengi Tugayı, 13. Tümen ve Liva Sukur El Cebel ile saf tutan Türkiye, Halep yolunda belki bunlara yenilerini ekleyebilir. Ama Liva El Tahrir vakalarının tekrarlanıp SDG’nin çökeceği senaryosu daha çok su kaldırır. TSK destekli grupların Secur (Sajur) Nehri’ni geçerek Menbic’e ilerlemesini engelleyen Amerikan freni, SDG’nin alternatif bir güç olarak varlığını sürdürmesi açısından önemini koruyor. Bu fren kalksa bile işlerin gazete manşetlerindeki gibi yürümesi mümkün değil. (Al Monitor)

Saturday, May 21, 2016

Neoliberalizm içimizdeki canavarı ortaya çıkardı.


Kimliklerimizi sarsılmaz ve harici baskılardan ziyadesiyle azade görme eğilimindeyiz. Ancak onlarca yıllık araştırmanın ve terapi deneyiminin ardından, ekonomik değişimin yalnız değerlerimizin değil kişiliklerimizin üzerinde de büyük etkisi olduğuna kanaat getirdim. Aman vermez “başarı” baskısı normatif hale geldikçe neoliberalizmin otuz yılı, serbest piyasa güçleri ve özelleştirme büyük kayıplara sebep oldu. Bunu şüpheyle okuyorsanız, size şöyle basit bir ifadeyle açıklayayım: meritokratik (liyakata dayalı) neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.
Artık bir kariyer yapabilmek için belirli karakter özellikleri gerekiyor. İlki, kendini ifade etme becerisi, amacı da olabildiğince fazla insanın beğenisini kazanmak. Temas yüzeysel olabilir, ancak bu günümüzdeki insanlar arasındaki etkileşimin çoğuna uygun düştüğü için fark edilmez bile.

Neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.
Kendi yeteneklerinizi övebildiğiniz kadar övmek önemli – çok fazla insan tanıyorsunuz, yığınla tecrübeye sahipsiniz ve yakın zamanda büyük bir proje tamamladınız. Sonra insanlar bunların daha çok havacıva olduğunu anlayacaklar, ama daha önce kandırıldıkları gerçeği başka bir kişilik özelliğine dikkat çekiyor: ikna edici bir şekilde yalan söyleyebiliyorsunuz, pek de suçluluk duymuyorsunuz. Bu yüzden asla kendi davranışlarınızın sorumluluğunu üstlenmiyorsunuz.
Üstüne üstlük, esnek ve fevrisiniz, her zaman yeni uyarıcılar ve mücadeleler için fırsat kolluyorsunuz. Pratikte tehlikeli davranışlara neden olabilir, ama aldırmayın, yaraları saracak olan siz olmayacaksınız. Bu listenin ilham kaynağı mı? Günümüzde psikopati konusunda en tanınmış uzman olan Robert Hare’in psikopati kontrol listesi.
Bu tasvir, elbette aşırıya kaçan bir karikatür. Yine de makro-sosyal seviyedeki finansal kriz (örneğin Eurozone ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar) neoliberal meritokrasinin insanları ne hâle getirdiğinin bir resmi. Dayanışma pahalı bir lükse dönüşüp geçici ittifaklara neden olurken, zihinlerin asıl meşgalesi daima vaziyetten rakibinize göre daha fazla kâr çıkarabilmek. İşletmelere ve şirketlere olan duygusal bağlılık gibi, çalışma arkadaşları arasındaki bağlar da zayıflıyor.
Zorbalık vaktiyle yalnız okullarda olurdu, artık işyerlerinin de ortak özelliklerinden biri. Bu, hüsranı zayıf olanın üzerine boca ederek etkisizce dışa vurmanın tipik bir belirtisi – psikolojide yönlendirilmiş saldırganlık olarak bilinir. Performans kaygısından tutun da tehdit oluşturan ötekinin yarattığı daha geniş sosyal fobilere kadar derinlere itilmiş bir korku hissi var.
İş yerindeki aralıksız değerlendirmeler bağımsızlığın azalmasına ve sıklıkla değişen harici normlara bağımlılığın artmasına neden oluyor. Bu da sosyolog Richard Sennett’in yerinde tanımıyla “çalışanların çocuklaşması” olarak sonuçlanıyor. Yetişkinler çocuk gibi feveran ediyor, ufak tefek şeyleri kıskanıyor (yeni bir ofis koltuğu aldı, ben almadım), beyaz yalanlar söylüyor, üç kağıda başvuruyor, başkalarının düşüşüyle keyifleniyor ve küçük intikam duyguları besliyorlar. Bunlar, insanların bağımsız düşünmesini engelleyen ve çalışanlara yetişkin gibi davranmayı beceremeyen bir sistemin eseri.
Oysa daha önemlisi, insanların özsaygılarının uğradığı hasar. Hegel’den Lacan’a filozofların da açıkladığı gibi, özsaygı daha çok başkalarının bizi onaylamasına bağlıdır. Bugünlerde çalışanların esas sorusunun “Bana kim ihtiyaç duyuyor?” olduğunu fark ettiğinde, Sennett de benzer bir sonuca varıyor. Sayısı giderek artan insanlar için cevap: hiç kimse.
Toplumumuz sürekli olarak yeterince gayret ederlerse herkesin başarılı olabileceğini ilan ediyor, bir yandan da imtiyazları destekliyor, iyice gerilmiş ve bitkin düşmüş yurttaşlara giderek artan oranda baskı uyguluyor. Giderek artan sayıda insan başarısız oluyor, aşağılanmış, suçlu ve mahcup hissediyor. Bize daima hayatımızın yönün belirmekte eskisinden çok daha özgür olduğumuz söyleniyor, oysa başarı anlatısına uymayan bir seçim yapmak için yeterince özgür değiliz. Dahası, başarısız olanlar sosyal güvenlik sistemimizi istismar eden “kaybedenler” ve “beleşçiler” olarak görülüyorlar.
“Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik”
Neoliberal meritokrasi bizi başarının kişisel gayrete ve yeteneklere bağlı olduğuna inandırdı, bu da sorumluğun yalnızca bireye ait olduğu ve bu hedefe ulaşmak için yetkililerin insanlara olabildiğince özgürlük tanımaları gerektiği anlamına geliyor. Sınırsız seçim özgürlüğü masalına inananlar için özerklik ve özyönetim en önde gelen politik bildirilerdir, bilhassa özgürlük vaat ediyormuş gibi görünüyorlarsa. Mükemmelleştirilebilir birey düşüncesiyle beraber Batı’da sahip olduğumuza inandığımız özgürlük günümüzün ve çağımızın en büyük yalanı.

Zygmunt Bauman
Sosyolog Zygmunt Bauman çağımızın paradoksunu kısaca şöyle özetledi: “Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik.” Dini eleştirebilmemiz, seks konusunda “bırakınız yapsınlar” anlayışından faydalanabilmemiz ve dilediğimiz siyasi akımı destekleyebilmemiz açısından gerçekten de öncesine göre daha özgürüz. Tüm bunları yapabiliyoruz çünkü artık ehemmiyetleri yok – böylesi özgürlük kayıtsızlığa yol açıyor. Öte yandan, gündelik hayatlarımız da Kafka’yı çaresiz bırakabilecek bir bürokrasiyle sürekli bir mücadeleye dönüştü. Ekmekteki tuz oranından şehirde kümes hayvanları yetiştiriciliğine kadar her şeyin bir yönetmeliği var.
Sahip olduğumuzu sandığımız özgürlük tek koşula bağlı: başarılı olmak zorundayız, yani kendimizi “geliştirmeliyiz”. Örnekler için uzaklara bakmanıza gerek yok. Ebeveynliği kariyerinin önüne koyan yetenekli bir kişi eleştiriye maruz kalıyor. İyi bir işe sahipken başka şeylere zaman ayırabilmek için terfiyi reddeden bir kişi aptal olarak görülüyor – o başka şeyler başarıyı garantilemeyecekse. Ebeveynleri, ilkokul öğretmeni olmak isteyen genç bir kadına ekonomi alanında yüksek lisans ile başlamasını salık veriyor – bir ilkokul öğretmeni mi, ne düşünüyor olabilir ki?
Kültürümüzdeki kaideleri ve değerleri güya yitirdiğimize dair bitmek bilmeyen ağıtlar yakılıyor. Yine de bu kaideler ve değerler kişiliğimizin olmazsa olmaz bir parçasını oluşturuyor. Dolayısıyla kaybolamazlar, sadece değişirler. Olan da tam olarak bu: değişen bir ekonomi değişen ahlak kurallarını yansıtıyor ve değişen kimliklere yol açıyor. Mevcut ekonomik sistem, içimizdeki en kötüyü ortaya çıkarıyor.
* Bu yazı, Paul Verhaeghe’nin theguardian.com’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.


Saturday, May 14, 2016

Stirner: Devrim ve İsyan

Genel olarak Marxist gelenek, devlet aygıtını kapitalin etkilediği üretim karşıtı bir fail olarak işlev gören baskıcı bir oluşum olarak değerlendirir. Devlet denilen bu baskı aygıtının ortadan kalkması içinde, proletarya tarafından gerçekleştirilecek bir devrimi kaçınılmaz görür. Çünkü devrim, kapitalist bir ekonominin özünde var olan çelişkilerin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Daha doğrusu devlet denilen baskı aygıtını ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetler, ampirik koşullar gerçekleştiği zaman ortaya çıkmaları muhtemel olan şeyler değil, kesinlikle zuhur etmek zorunda olan değişimlerdir (Cevizci 2009a:857). Oysa Stirner açısından bakıldığında devlet aygıtının imgesinde oluşturulmuş ve açıkça devlet aygıtının kontrolünü ele geçirmeye yönelik amaç taşıyan her türlü eylem, benzer şekilde baskıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun içindir ki, her türlü devrim hareketi kitleleri bir politik taraf halinde bir araya topladığında etkisiz bir hale gelecektir. Çünkü bu kitlesel hareket, direnç gösterilmesi gereken erk sisteminin bir parçası (Goodchild 2005:196) veya onun devamı olmak zorundadır.

Çağdaş ve yapısalcı düşünüşe paralel şekilde Stirner açısından da devrim, aynen devlet gibi ve tüm önceki toplumsal ve ahlaksal sistemler gibi, kolektif bir bilince ve bu bilinç için bireyden feragat etmesi gerektiğine seslenir. Stirner devrimi, Üst-anlatıların bir diğer çeşitlemesi olarak görür. Her hangi bir fail ya da organa itaat, şu veya bu adına ortaya atılan ahlak kurallarının kutsiyetine duyulan bir inanışta farklı değildir. İtaat bekleyen her söylem, isterse içerisinde yıkıcılık barındırsın, bireyin biricikliğini, kendiliğini ve tekilliğini ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir ‘’amentü’’den başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, hem Marx’ın devrim düşüncesi hem Proudhon’un karşılıkçılığı, birey üzerindeki talepleri nedeniyle Stirnerci savaşımda dinsel öğretiler olarak görülür ve eleştirilir (Thomas 2000:164-165). Birey üzerindeki her talebi bir tahakküm biçimi olarak görmede ‘her talep’ kaydı, nihai noktada talepsizliği değil, talebin biçimini değiştirir. Aslında devrimde bir kurulu sisteme karşı talebim değişmiş biçimidir. Düşünür bunun farkındadır, kıyasıya eleştirir. Fakat talepsizlik bir boşluk değilse, adı konulmamış talebin yönü ne olacaktır, sorusu askıda kalmaktadır.

Devrim otoritenin yerini ve biçimini değiştirir ancak otoritenin kendisine hiçbir bir şey yapmaz ve yapamazda Stirner’e göre. Çünkü devrim ya liberal devletin yerine işçi devletini getirir veya getirmeyi hedefler ya da Tanrı’nın yerine insanı koyar (Newman 1996a:118) ve ona tapar. Stirner’in diliyle ifade etmek gerekirse, yani devrim, tahakkümsüz, otoritesiz ve tapınmasız bir hedef tayin edemez. Mevcut tahakkümün ortadan kaldırılmasına yönelik olarak devrim, olan tahakkümün üzerine saldırır, tahakkümün kendine değil. Bu durumda mevcut bireysel iradeyi yok sayan egemen anlayış ortadan kalkacaktır ancak tahakküm veya irade üzerine beyanın ortadan kalkması söz konusu olmadığı gibi, liberalin tahakkümü gitmiş, işçi sınıfının tahakkümü gelmiş, Tanrı gitmiş, onun yerine insan gelmiş olacaktır. Oysa olması gereken bireysel iradeyi yok sayan, kendiliği engelleyen, fizyolojik bir varlık olan ego’nun oluş alanını daraltan söylemlerin yok olmasıdır, değişmesi değil. Bunun için sosyalistlerin, liberallerin, bir kısım anarşistlerin önerdiği devrim aracılığıyla tahakkümden arınmak mümkün değildir. Bize bunu sağlayacak olan isyandır.

Devrim ve isyanın eşanlamlı görülmemesi gerektiğini söyleyen Stirner, birincisinin siyasal bir hareket olup devlet ya da toplumun devrilmesini içerdiğini, ikincisinin bir fark ediş, uyanış anlamına geldiğini savunur. Devrim yeni düzenlemeleri amaç edinir; isyan ise artık düzenlemelere izin verilmemesi durumunu tanımlar. Devrimle kurulu düzen değişir; oysa isyanla kendilik ortaya çıkar ve varoluş gerçekleşir. İsyan bir fark ediştir ve bu fark edişin sonucu bütün diğer kurumlar bozulacak ve tükenecektir (Stirner 1995a:279-280). Yani isyan artık hiçbir şekilde düzene sokulmaya izin vermemenin adıdır. Bu bireysel isyanın yükselişin bir parçası olarak, insanlar devletin (bütün örgütlü kurumların) son tahlilde bir yanılsama olduğunu kendi başlarına keşfedeceklerdir (Thomas 2000:157).

Tüm yıkıcılık iddia ve taleplerine karşın, devrimci örgütlenme, her şeyden önce bir örgütlenme biçimidir. Karşı durulması ve yok edilmesi gereken ise zaten örgütlenmenin her türlüsüdür çünkü her düzen bir tahakkümün ifadesi olmaya mecburdur. Örgütlü bir düzenin tahakküm biçimlerini ürettiği ve en azından buna açık olduğu, her devrimin ise birey üzerindeki talebi değiştirdiği görüşü bir yere kadar sürdürülebilir bir yaklaşımdır. İsyanın duyarlılık, fark ediş olarak bireyin kendine dönük yüzü elbette ki önemlidir. Fakat her fark edişin eyleme dönüşen biçiminin muhtaç olduğu kelimeler ve araçlar ortada bir yerde duran şeyler değildir. Fark edişi sunan her söz, farklı ilişkiler ağını devreye sokar ve kendiliği sınırlar.


M. Hanifi MACİT
Max Stirner (Anarşist-Egoist-Nihilist) Kitabından alıntıdır.

(Etik Yayınları–2010)  

Wednesday, April 20, 2016

Anarşizm ve Tolstoy Halil İbrahim BİNİCİ


“Benim vicdanım bana aittir, benim adaletim bana aittir ve özgürlüğüm bağımsız bir özgürlüktür.”  Pierre Joseph Proudhon

Anarşizm ve Kısa Tarihi

Felsefi bir akım ve ideoloji olarak baktığımızda herhangi bir siyasal otoritenin varlığını kabul etmeyerek bireyin özgürlüğünün baskı altına alınmamasını savunan Anarşizm, insanların kendi kendilerini yönetme talebinde bulundukları yerlerde biçimlenmeye başlamıştır. Anarşizm,Sanayi Devriminin gerçekleşmesi sonucu emeğin sömürülmesi, siyasal iktidarların ve toplumun burjuvalaşması, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin artması, liberal fikirlerin ekonomik hayatın her alanında daha fazla görülmesi ve etkisinin günden güne arttırmasından kaynaklanan tahakküm ilişkilerine bir tepki olarak doğmuştur.[1] Böylece Anarşizm hem devleti hem de sermayeyi yıkmak gibi ikili bir meydan okuma özelliği kazanmıştır.[2]

Anarşizm’in temel felsefesinde iki ana akımın etkileri görülmektedir.Başlangıçtan beri liberalizmin özgür birey fikrinden beslenen ve bu birey anlayışını anarşist çıkarsamalar yapmayı mümkün kılacak şekilde uç noktaya taşıyan Godwin, Stirner gibi kuramcıların temsil ettiği liberteryen çizgide bir versiyonu varsa da, asıl güçlü ana damarın Sosyalizm ile çok yakın bir ilişki içerisinde geliştiği, hatta 19.yüzyıl sosyalist hareketinin önemli bir parçası olduğu söylenebilir.[3]Temel felsefi dayanak olarak – sol hegelcilik- aynı kaynaktan beslenen Sosyalizm ve Anarşizm arasında diyalektik farklar ise 1848 İhtilali ve 1871 Paris Kömüni’nin başarısızlığa uğranılmasından sonra daha açık bir biçimde görülmektedir. Marx ve Engels ayaklanmacıların devlet otoritesini ellerinde tutamamış olmaları ve sınıfsız bir yönetim oluşabilmesi için belirli bir zaman diliminde devlet otoritesine ihtiyaç duyulduğunu belirtmişlerdir.Anarşistler ise hatayı otoritenin tamamen yok edilemeyişinde aramışlardır. Toplumcu Anarşistlere göre, Marx’ın komünist toplumu (proleterya diktatörlüğü),otoritenin topyekûn ortadan kaldırılmasını değil, köklü bir değişimini anlatır.[4] Oysa, devlet hangi biçimi alırsa alsın a priori tahakkümdür.Nitekim, Bakunin, Marksizm’i “özgürlüksüz sosyalizm” olarak değerlendirmiş ve eleştirmiştir.[5] Bakunin ayrıca Uluslarası Emekçiler Birliği’nin (EUB) içinde Uluslararası İttifak adında ve EUB yöneticilerinin tanımadıkları gizli bir teşkilat kurmuş ve bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan anlaşmazlık, La Haye Kongresi’nde bölünmeye yol açmıştır[6] ve Marx 1872 de Bakunin’i 1.Enternasyonel’den attırmıştır.[7]

Anarşistler Kimdir?
Anarşizm’in en önemli kuramcısı Pyotr Alekseyeviç Kropotkin (1842-1921) ise “Anarşistler kimdir?” adlı savunmasında anarşistleri ve anarşizmi ,çalışmalarında insanın doğal olarak toplumsal olduğunu temel alarak açıklamıştır.

Kropotkin 1882 yılında Lyon’da yakalanarak mahkemeye çıkarılır. Duruşması sırasında şu açıklamayı yapar.

Anarşi nedir, anarşistler kimlerdir, bunu açıklayacağız:
Beyler, anarşistler düşünce özgürlüğünün her yerde vaz edildiği bir yüzyılda, sınırsız özgürlüğü salık vermenin görevleri olduğuna inanan yurttaşlardır. Biz özgürlük istiyoruz, yani tüm insanlar için, doğal imkansızlıklardan ve saygı duyulması gereken komşularının ihtiyaçlarından başka sınır olmaksınız, hoşuna giden her şeyi yapma; tüm ihtiyaçlarını tam olarak karşılama hakkını ve imkanını talep ediyoruz.

Biz özgürlük istiyoruz ve özgürlüğün varlığının, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister seçilmiş olsun ister dayatılmış, ister monarşist olsun ister cumhuriyetçi, hiçbir iktidarın varlığıyla bağdaşmadığına inanıyoruz. Başka deyişle, anarşistlerin gözünde kötülük, yönetimin herhangi bir biçiminde değildir. Kötülük, yönetim fikrinin kendisindedir, otorite ilkesinin kendisindedir.

Tek kelimeyle, insan ilişkilerinde sürekli olarak gözden geçirebilir ve feshedilebilir özgür sözleşmenin idari ve yasal vesayetin, dayatılan disiplinin yerine geçmesi; bizim idealimiz budur. Dolayısıyla anarşistler halka tıpkı Tanrı’dan vazgeçmeyi öğrenmeye başlaması gibi, yönetimden vazgeçmeyi öğretmeyi isterler. Halk mülk sahiplerinden vazgeçmeyi de öğrenecektir. Gerçekten de zorbaların en kötüsü sizi hapse tıkan değil, sizi aç bırakandır.

Eşitlik olmadan özgürlük olamaz! Sermayenin, her gün biraz daha yoksullaştıran bir azınlığın elinde tekelleştiği ve herkesin parasıyla ödenen kamu eğitimi de dahil hiçbir şeyin eşit olarak dağıtılmadığı bir toplumda özgürlük yoktur! Bizler, geçmiş kuşakların işbirliğinin ürünü olduğundan insanlığın ortak mirası olan sermayenin herkesin kullanımında olması gerektiğine inanıyoruz.

Tek kelimeyle, eşitlik istiyoruz: Fiili eşitlik; herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre. Özgürlüğün gerekçesi olarak, daha doğrusu temel koşulu olarak –işte bizim samimi olarak istediğimiz şey budur![8]

Tolstoy ve Hıristiyan Anarşizmi
Stefan Zweig, Tolstoy’u “günümüzün en tutkulu anarşisti ve anti-kolevtivisti” olarak tanımlamıştır.[9] Fakat Lev Tolstoy, kendisini anarşist olarak görmemekle beraber Hıristiyanlık yolundaki inancıyla ulaştığı “Aşk” kavramı dahilinde ve daha sonra da yorumladığı anarşizm prensipleriyle dikkate değer bir yerdedir. "Kutsal Kitab'ın Kısa Bir Yorumu" ve "Tanrı'nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir" adlı eserlerindeki açıkladığı felsefeler, onun dönemine çok benzer.Tolstoy’un anarşist düşüncelerin ilk oluşumu ise 1857’de Paris’te tanık olacağı bir idam sahnesinidir. Bu sahne karşısında derinden etkilenen Tolstoy, giyotinin kullanımında devletin itici güçlerini görmüş ve herhangi bir otoritenin varlığına karşıt söylemlerini geliştirmeye başlamıştır.Bir mektubunda Tolstoy şöyle yazıyor.

“Modern devlet (diye yazıyordu arkadaşı Botkin’e), yurttaşlarını sömürmeye, ama daha da önemlisi onların maneviyatını bozmaya yönelik bir komplodan başka bir şey değildir… Herkes için zorunlu olmayan, ama insanı ileri götüren ve daha uyumlu bir gelecek vaat eden ahlaki ve dinsel yasalarını anlıyorum. Ama politik yasalar bana öyle büyük yalanlar gibi görünüyor ki, aralarından birinin nasıl diğer birinden daha iyi ya da daha kötü olabileceğini anlamıyorum… Bundan böyle hiçbir yerde hiçbir hükümete hizmet etmeyeceğim.[10]

Hıristiyan anarşizminin tarihçesi, Orta Çağ'da Özgür Ruhun Dinsel İnançlara Aykırı Mezhebi (İng. heresy) hareketi, sayısız Köylü ayaklanmaları ve 16. yüzyıl Anabaptistler hareketine kadar uzanır.[11] Hıristiyanlık içindeki hürriyetçi gelenek 18. yüzyılda William Blake'in yazılarında tekrar yüzeye çıkar ve Adam Ballou,1854'te yazdığı"Practical Christian Socialism" adlı eserinde anarşist sonuçlara varır. Ancak Hıristiyan anarşizmi, gerçek anlamı ile anarşist hareketin bir parçası haline ünlü Rus yazarı Leo Tolstoy ile gelmiştir.Tolstoy’un dinsel anarşizminin temelini oluşturan “Aşk” kavramı ise Hz.İsa’nın öğretisinin “aklın kendisi” olduğunu, yaşamın gerçek anlamını ortaya koyan tek düşünce olduğu görüşüne göre şekillenmiştir. “kötüye karşı direnme” temel yasası ise Tolstoy’un Aşk kavramından türemiştir.Tolstoy, “kötüye karşı direnme” mesajını şöyle yorumlamaktadır:

“Kötüye karşı direnme göstermeme şu anlama gelir: Hiçbir zaman direniş gösterme, yani hiçbir zaman şiddet yoluyla cevap verme, bir başka deyişle aşka karşı olan hiçbir şey yapma.”[12]

Tolstoy’un bu temel yasasının biçimlenmesinde Tolstoy da bulunan güçlü Noblesse Obliga* etkisi görülmektedir. Bu etkiyi Tolstoy’un bir çok eserinde görmek mümkündür. Eserlerinde ağırlıklı olarak aristokrasi sınıfına yüz çevirmiş, mutluluğu Rusya’nın bozkırlarında bulan kahramanların hikayeleri görülmektedir.

Tolstoy’un dinsel anarşizminin gerektirdiği “kötüye karşı direnmeme” ilkesinin temelinde ilk görüşte anarşizm’e zıt olarak görülmekte olan anarko-pasifizm bulunmaktadır. Tolstoy dini anarşizm ile anarko-pasifizm’in kesiştiği noktada öğretilerini biçimlendirmiştir. Peter Marshall'ın belirttiği gibi 'anarşistlerin bireyin egemenliğine saygısı dikkate alınırsa, uzun dönemde şiddet değil, şiddet-karşıtlığı anarşist değerler tarafından ifade edilmektedir". Malatesta ise, " 'anarşizmin temel politik platformu şiddet'in insan ilişkilerinden soyutlanmasıdır' derken daha açık bir ifadeyle anarko-pasifizm, anarşizm ile bağıntısının güçlü temellere dayandığını belirtmektedir.

Tolstoy'un Government is Violence: essays on Anarchism and Pacifism[13] adlı kitabının giriş kısmında, şöyle yazılıdır: Tolstoy'un anarşiye ulaşmak için önerdiği araçlar, bugün sivil itaatsizlik ve şiddetsiz doğrudan eylem olarak aşina hale gelinmiş.

Tolstoy'un fikirleri İngilizleri Hindistan'dan kovmak için, halkından şiddet dışı direniş uygulamalarını isteyen Gandhi'yi derinden etkilemiş ve Tolstoy ile mektuplaşmışlardır. Bunun da ötesinde, Gandhi'nin bağımsız Hindistan'ı köylü komünleri federasyonu olarak tasavvur etmesi de Tolstoy'un özgür toplum görüşüne benzerdir. 1933'te ABD'de Catholic Worker adlı gazeteyi kuran, inançlı bir Hıristiyan pasifist ve anarşist olan Dorothy Day ve Catholic Worker Group yine Tolstoy'dan (ve Proudhon'dan) oldukça etkilenmişti. Tolstoy'un ve dinsel anarşizmin etkileri, Hıristiyanlık fikirlerini işçi sınıfı ve köylüler arasındaki toplumsal etkinlikler ile biraraya getiren, Latin ve Güney Amerika Liberation Theology hareketlerinde de görülebilir.

Gandhi, otobiyografisinde Tolstoy hakkında şöyle yazar, "Ciddi bir şüphecilik ve güvensizlik krizi içindeyken Tolstoy'un Tanrı'nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir kitabıyla karşılaşmam, ve onun etkisi altında kalmam bundan kırk yıl önceydi. O zamanlar şiddete inanan birisiydim. Onu okumam benim şüpheciliğimi tedavi etti ve beni ahimsa'nın (şiddetsizliğin) kararlı bir savunucusu haline getirdi... O, çağımızın ortaya çıkardığı en büyük şiddetsizlik önderidir."

Tolstoy’un “aşk”’nın en büyük örneklerinden biri olan Gandhi dünya üzerinde pasif direnişle ülkesinin bağımsızlığını kazanmasında büyük rol oynamıştır. Ne yazık ki Gandhi 30 ocak 1948 suikasta uğrayarak hayatını kaybetmiştir. Sivil itaatsizliğin temellerini atan Gandhi şiddetin kurbanı olmuştu.

Tolstoy bütün felsefesinin temel taşı için böyle bir örnek hayal edebilir miydi?


*Noblesse Oblige: yüksek toplumsal sınıfa, paraya, eğitime v.b sahip olan kişinin bu avantajları bunlara sahip olmayan insanlara yardım etmek için kullanılması gerektiği ilkesi.

[1] Emine Özkaya, “Klasik Anarşizm’den Modern Anarşizm’e”, Düşünen Siyaset, sayı 11(Lotus Yayınları,2002), s.101
[2]Nazlı Yücel, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 2009, Cilt:2, Sayı: 2, s.75-86
[3] Nafiz Tok, “Siyasal İdeolojiler”, Siyaset Bilimi, ed. Halis Çetin (Ankara: Orion Yayınları, Eylül 2011), s. 150.
[4] Robert Graham, Anarşizm, Özgürlükçü Düşüncelerin Belgesel Bir Tarihi, Çev. Nil Erdoğan, Mustafa Erata , (İstanbul: Versus Kitap,2007), s.231-232
[5] Saul Newman, Bakunin’den Lacan’a Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu, Çev. Kürşad Kızıltuğ (İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2006), s.58.
[6] Max Beer, Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Genel Tarihi, çev. Galip Üstün, (İstanbul: Kaynak yayınları 2012), s.552
[7] Henri Arvon, Anarşizm, çev.Ahmet Kotil, (İstanbul: İletişim Yayıncılık 2013), s.58
[8] Pyort Kropotkin, Anarşi Felsefesi-İdeali, çev.Işık Ergüden ,(İstanbul:Kaos Yayınları, 2001), s.109-110
[9] George Woodcock, Anarşizm- Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi, Kaos Yayınları 2. Baskı, Çeviren: Alev Türker, s.228
[10] A.g.e 230
[11] Lev Tolstoy (1882), State and Church, “This deviation begins from the times of the Apostles and especially from that hankerer after mastership Paul”
[12] Henri Arvon, Anarşizm, çev.Ahmet Kotil, (İstanbul: İletişim Yayıncılık 2013), s.66
[13] Leo Tolstoy, Phoenix Press, April 29,1990