Genel olarak
Marxist gelenek, devlet aygıtını kapitalin etkilediği üretim karşıtı bir fail
olarak işlev gören baskıcı bir oluşum olarak değerlendirir. Devlet denilen bu
baskı aygıtının ortadan kalkması içinde, proletarya tarafından
gerçekleştirilecek bir devrimi kaçınılmaz görür. Çünkü devrim, kapitalist bir
ekonominin özünde var olan çelişkilerin zorunlu sonucu olarak ortaya
çıkacaktır. Daha doğrusu devlet denilen baskı aygıtını ortadan kaldırmaya
yönelik faaliyetler, ampirik koşullar gerçekleştiği zaman ortaya çıkmaları
muhtemel olan şeyler değil, kesinlikle zuhur etmek zorunda olan değişimlerdir
(Cevizci 2009a:857). Oysa Stirner açısından bakıldığında devlet aygıtının
imgesinde oluşturulmuş ve açıkça devlet aygıtının kontrolünü ele geçirmeye
yönelik amaç taşıyan her türlü eylem, benzer şekilde baskıcı bir niteliğe
sahiptir. Bunun içindir ki, her türlü devrim hareketi kitleleri bir politik
taraf halinde bir araya topladığında etkisiz bir hale gelecektir. Çünkü bu
kitlesel hareket, direnç gösterilmesi gereken erk sisteminin bir parçası
(Goodchild 2005:196) veya onun devamı olmak zorundadır.
Çağdaş ve
yapısalcı düşünüşe paralel şekilde Stirner açısından da devrim, aynen devlet
gibi ve tüm önceki toplumsal ve ahlaksal sistemler gibi, kolektif bir bilince
ve bu bilinç için bireyden feragat etmesi gerektiğine seslenir. Stirner
devrimi, Üst-anlatıların bir diğer çeşitlemesi olarak görür. Her hangi bir fail
ya da organa itaat, şu veya bu adına ortaya atılan ahlak kurallarının
kutsiyetine duyulan bir inanışta farklı değildir. İtaat bekleyen her söylem,
isterse içerisinde yıkıcılık barındırsın, bireyin biricikliğini, kendiliğini ve
tekilliğini ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir ‘’amentü’’den başka bir şey
değildir. Bunun içindir ki, hem Marx’ın devrim düşüncesi hem Proudhon’un
karşılıkçılığı, birey üzerindeki talepleri nedeniyle Stirnerci savaşımda dinsel
öğretiler olarak görülür ve eleştirilir (Thomas 2000:164-165). Birey üzerindeki
her talebi bir tahakküm biçimi olarak görmede ‘her talep’ kaydı, nihai noktada
talepsizliği değil, talebin biçimini değiştirir. Aslında devrimde bir kurulu
sisteme karşı talebim değişmiş biçimidir. Düşünür bunun farkındadır, kıyasıya
eleştirir. Fakat talepsizlik bir boşluk değilse, adı konulmamış talebin yönü ne
olacaktır, sorusu askıda kalmaktadır.
Devrim
otoritenin yerini ve biçimini değiştirir ancak otoritenin kendisine hiçbir bir
şey yapmaz ve yapamazda Stirner’e göre. Çünkü devrim ya liberal devletin yerine
işçi devletini getirir veya getirmeyi hedefler ya da Tanrı’nın yerine insanı
koyar (Newman 1996a:118) ve ona tapar. Stirner’in diliyle ifade etmek
gerekirse, yani devrim, tahakkümsüz, otoritesiz ve tapınmasız bir hedef tayin
edemez. Mevcut tahakkümün ortadan kaldırılmasına yönelik olarak devrim, olan
tahakkümün üzerine saldırır, tahakkümün kendine değil. Bu durumda mevcut
bireysel iradeyi yok sayan egemen anlayış ortadan kalkacaktır ancak tahakküm
veya irade üzerine beyanın ortadan kalkması söz konusu olmadığı gibi, liberalin
tahakkümü gitmiş, işçi sınıfının tahakkümü gelmiş, Tanrı gitmiş, onun yerine
insan gelmiş olacaktır. Oysa olması gereken bireysel iradeyi yok sayan,
kendiliği engelleyen, fizyolojik bir varlık olan ego’nun oluş alanını daraltan
söylemlerin yok olmasıdır, değişmesi değil. Bunun için sosyalistlerin,
liberallerin, bir kısım anarşistlerin önerdiği devrim aracılığıyla tahakkümden
arınmak mümkün değildir. Bize bunu sağlayacak olan isyandır.
Devrim ve
isyanın eşanlamlı görülmemesi gerektiğini söyleyen Stirner, birincisinin
siyasal bir hareket olup devlet ya da toplumun devrilmesini içerdiğini,
ikincisinin bir fark ediş, uyanış anlamına geldiğini savunur. Devrim yeni
düzenlemeleri amaç edinir; isyan ise artık düzenlemelere izin verilmemesi
durumunu tanımlar. Devrimle kurulu düzen değişir; oysa isyanla kendilik ortaya
çıkar ve varoluş gerçekleşir. İsyan bir fark ediştir ve bu fark edişin sonucu
bütün diğer kurumlar bozulacak ve tükenecektir (Stirner 1995a:279-280). Yani
isyan artık hiçbir şekilde düzene sokulmaya izin vermemenin adıdır. Bu bireysel
isyanın yükselişin bir parçası olarak, insanlar devletin (bütün örgütlü
kurumların) son tahlilde bir yanılsama olduğunu kendi başlarına
keşfedeceklerdir (Thomas 2000:157).
Tüm yıkıcılık
iddia ve taleplerine karşın, devrimci örgütlenme, her şeyden önce bir
örgütlenme biçimidir. Karşı durulması ve yok edilmesi gereken ise zaten
örgütlenmenin her türlüsüdür çünkü her düzen bir tahakkümün ifadesi olmaya
mecburdur. Örgütlü bir düzenin tahakküm biçimlerini ürettiği ve en azından buna
açık olduğu, her devrimin ise birey üzerindeki talebi değiştirdiği görüşü bir
yere kadar sürdürülebilir bir yaklaşımdır. İsyanın duyarlılık, fark ediş olarak
bireyin kendine dönük yüzü elbette ki önemlidir. Fakat her fark edişin eyleme
dönüşen biçiminin muhtaç olduğu kelimeler ve araçlar ortada bir yerde duran
şeyler değildir. Fark edişi sunan her söz, farklı ilişkiler ağını devreye sokar
ve kendiliği sınırlar.
M. Hanifi
MACİT
Max
Stirner (Anarşist-Egoist-Nihilist) Kitabından alıntıdır.
(Etik
Yayınları–2010)