Namus üzerine fark edebildiğimiz şeylerden bir tanesi ötekinin erotikleştirilmesi gibi geliyor bana. Kanun, yasa, hukuk denen şey —bu ister devletin yasası olsun ister Birleşmiş Milletler’in ister aşiretin yasası olsun— fetişleştiriliyor. Nükhet, Yılmaz Erdoğan’ın Sıla dizisi örneğini verdi. Burada töre bir kitaba indirgeniyor. “Töre böyle istiyor. Ne yaparsın?” deniyor. Burada unutulan bir şey var. Biz 83 yıldır modern hukukla yaşıyoruz. Modern hukukta da bir kitap var. Hiçbir zaman modern hukukta da gidip sadece kitaba bakılarak karar verilmez. Modern hukuk da her zaman bir strateji ve mücadele alanıdır. Her kanun textinin bir sürü anlamı var. Anayasa bir şey der; genel kanunlar başka bir şey der; yönetmelikler başka bir şey der; hukukçuların kanaatleri başka bir şey der; yerelde var olan kültürel kavramlar başka bir şey der. Her hukuk kararı bunların mücadelesidir. Bunu sık sık unutuyoruz. Sanki modern hukuk da, aşiret de tek bir şey demiş gibi hareket ediyoruz. Bunların hepsini kültür olarak tanımlamak ve kültürü bir mücadele alanı olarak görmek gerekir. Benim kültürle ilgili çalışmam kültürü bir mücadele alanı olarak tanımlamamla başlar. Kültür, ben ve öteki kavramları üzerinden dönen bir mücadele alanıdır.
“Bu bizim geleneğimiz” demek güç toplama mekanizmasıdır. Ben seni ezmek istiyorum; ama açıkça ben “seni ezmek istiyorum” demiyorum. Ama “geleneğimiz bu” diyorum. Bu, Max Weber’in çok bahsettiği gibi geleneksel baskınlık kurma yöntemi. Eskiden gelip çok uzun zamanlara kadar devam edecek olan ve senden benden bağımsız olduğu varsayılan bir gelenek hayal etmek. Kültürün stratejisini, kültürün bir mücadele alanı olduğunu gelenek siliyor. Bu, bütün toplumlarda olan bir baskınlık kurma yöntemi. Modern toplumlarda yeni bir baskınlık kurma yöntemi bulmak gerekiyor. Bu sefer hukuk bunun yerine geçiyor, — yine senden benden bağımsız olarak. Biz kamusal akılla birtakım şeylere karar veriyoruz. Kanun ise hepimizin kamusal akılla kabul ettiği ortak duruşumuzu simgeliyor. Modernlikten sonra hepimiz akıllı insanlar olmaya başladık. Akıl üzerinden egemenlik kurmaya ve aydınlanmaya başladık. Bunun en güzel egemenlik kurma yöntemi olduğuna inandık. Bu egemenlik kurma yönteminin temel taşı dışarıda bir hukuk. İlişkilerden, ilişkilerin stratejikliğinden, ilişkilerin iktidarından bağımsız bir hukuk. Bunun bizden bağımsız olduğunu akıl üzerinden kuruyoruz.
Hukuku bir çeşit baskınlık kurma yöntemi; geleneği de başka bir baskınlık kurma bağlamı olarak düşünebiliriz. Bu ortamlarda gelenek denildiğinde aslında iki şey söyleniyor. İki fantezi var: Bir tanesi geçmişten şimdiye kadarki devamlılık. Biz çok uzun zamandan beri aynı şeyi yapıyoruz düşüncesi. Kürtler üzerinden namusu tartışırken yaşanan savaşları, zorunlu göçleri hesaba katmıyoruz. Orada üretim biçimleri değişiyor. Ama bu değişimleri göz önüne almıyor namus kavramını değiştirmiyoruz; orada öylece duruyor.
İkincisi ise grup aidiyeti. Sen sensin, ben de benim. Hukukla yaşayanlar ya da gelenekle yaşayanlar gibi ayrımlar oluyor. Gelenek nedir sorusu kadar bana ilginç gelen diğer bir soru da ne zamandan beri geleneğin bu iki fanteziyi birleştirmeye başladığı sorusu. Geleneğin ne olduğunu ben tam olarak bilebileceğimizden emin değilim. Çünkü bu iki fantezi ile kuruluyor. Bu iki fantezi her zaman değişik baskınlık kurma yöntemlerinin üzerinde yükseldiği majör fanteziler. Ne zaman biz bu fantezilere gerek duyuyoruz ve ne zaman bu fantezileri değişen şekillerde uyguluyoruz. Gelenek meselesinin iki temel taşı; grup aidiyeti ve geçmişten beri devamlılık.
Feminizm, erkekler ve kadınların iki ayrı grup olduğunun ötesinde bir yeri teorize etmeye çalışıyor. Sadece erkeklerin kadınları nasıl ezdiğini değil kadınların kadınları ve erkeklerin erkekleri nasıl ezdiğini sorunsallaştırıyor. Kadın erkek ilişkiselliğinin aynı anda başka şekillerde başka yerlerde başka iktidarları nasıl meşrulaştırdığı ve yeniden ürettiği ve de bunun dönüş yolu olarak başka yerlerde yeniden üreyen iktidarların ekonominin, devletin kadın erkek ilişkilerini nasıl kurduğu ile ilgileniyor. Bu ikisi arasında ilişkiyi devamlı sorguladıkça güçleniyor. Bu ana fikirden hareketle kimlerin konuyu namus cinayeti kimlerin gelenek diye tanımladığını araştırıyorum bir süredir. İngilizce basılan makalemde farklı kurumların, —Avrupa Birliği, uluslararası kurumlar, AK Parti— nasıl farklı şekillerde geleneği kullandığını ve her birinin geleneği farklı şekillerde kullanarak kendine nasıl bir müdahale alanı yarattığını tartışıyorum. Feminist Yaklaşımlar‘a yazdığım makale sürecinde yoğun ve yorucu bir hukuk reform döneminde olduğumuzu gördüm. Modern ve onun tarafından baskı kuracağımız bu hukuku hiçbir şekilde anlayamıyoruz. Üç sene içersinde her şey o kadar çok değişmişti ki o makalenin aynısını tercüme edemeyip yeni bir makale yazmam gerektiğini düşünmüştüm.
Türkiye’de kuralların dönüşümüne bakmaya ihtiyaç duyuyorum. Kuralları ne üzerinden kuruyoruz ve bunu kurarken kadınları ve ötekileri nasıl tanımlıyoruz ve bunlar arasındaki ilişkiler nasıl? Bir zamanlar farkındaysak namus cinayeti denen şeyle bu kadar ilgilenmiyorduk. Konuyla bu kadar çok ilgilenmemiz en fazla 10 yıllık bir şey. Şu anda baktığımızda konu üzeri araştırma raporları, romanlar var. Konu sürekli medyada yer alıyor. Konu üzerine sürekli bir söylem üretme ve bunu duyma ihtiyacı var. Hatta bugün burada toplanmamız da buna örnek. Biz bu konuyu bileceğiz ve bunu çözeceğiz gibi bir arzumuz var. Bu yeni bir arzu. Eskiden bu arzunun başka bir konfigürasyonu şekillenmişti. Eskiden gelenek vardı. Bizden uzaktaydı. Orada bir köy var uzakta; gitmesek de görmesek de.
Hiçbir zaman gitmeyeceğimiz, çoğu zaman isim bile vermeyeceğimiz, isim bile verme ihtiyacı duymayacağımız ötekiler vardı. Onlara en fazla doğulu denirdi. O doğulunun hangi doğulu olduğu Süryani mi Kürt mü, Arap mı; nerden gelip nereye gittiği ile ilgilenmezdik. Zaten bilmek istemiyoruz. Bu konuda bilgi yok değil. Bilgi istenirse, üzerine iktidar kurulursa olur. Ama o konuda bir bilme olayımız yoktu.
Eskiden de kadınlar öldürülüyordu. Peki o zamanki denklem neydi diye düşünüldüğünde kalkınmacı devletin kuralsallığının bir zaman hayali olduğunu görüyoruz. Orada ötekiler var ve bu ötekilerin bir şekilde problemleri var. Ama varolduğumuz şu anda onlar için bir şey yapmamıza ya da onların isteklerini duymamıza gerek yok. Çünkü biz devlet ve millet olarak zaten ilerliyoruz. İlerlediğimizde de zaten bu sorun çözülecek. Bu, zaten feministlere de çok tanıdık gelen bir akıl yürütme. Ben ilk feminist olduğumda da kadın olarak bir şey söylediğimde hep bu cevapla karşılaştım. Şu anda sorun çıkartmayın nasılsa bir gün gelecek bunlar çözülecek. Şimdiki zaman, devletin ve milletin dolayısıyla o devlet ve milletin içinde durabilenlerin daha kolay paylaştığı bir zaman oluyor. Ötekilerin ihtiyaçları geleceğe havale ediliyor. Şimdiyle ilgili bir hak istenmiyor. O zamanlar başka bir toplumsal pazarlık da olduğunu unutmamak lazım: O da asimilasyon. Kalkınmacı devlet Kürtlere, fakirlere, Araplara, dindarlara asimilasyon sözü veriyordu. Kendi kültürünü al evinde yaşa ve bu kültürünle kamusal alana çıkma. Bu kültür Türk —sünni, Balkan, batılı bir kültür— olsun. Bu kültüre nötr diyelim ve hiç kimsenin kültürüymüş gibi yapalım. Sen de kendi kültürünü unut. Bunu unutursan ben de kendi kurumlarımı sana açarım. Devletin eğitim tekeli olduğu, devletin ana işveren olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Dolayısıyla siz bunları unuttuğunuz zaman ya da bunları kısıtlı bir şekilde yaşamaya karar verdiğiniz zaman en azından kamusal alanda yer alabilme sözü verilebiliyordu. Turgut Özal’ın başbakan olmasını belki sosyolojik olarak mümkün kılan şey buydu.
80’den itibaren iki ana değişiklik görüyoruz. Bir tanesi özellikle Kürtlerin bu denklemi bozmak istemeleri, çok farklı şekillerde tanınmak istemeleri oldu. Diğeri ise buna paralel olarak gelişen neo-liberallik. Neo-liberalliği ekonomik ve sosyal rejim olarak düşünürsek asimilasyon kalkınmacılıkla beraber giderken asimilasyon sözü yerine başka bir şey geldi. O da çokkültürlülük. Asimilasyon modeli Kıta Avrupası, Fransa, Almanya gibi yerleşerek sömürgeleştirenlerin modeli. Çokkültürcülük de asimilasyon hayalinden farklı olarak başka bir hayal: Sen farklı bir kültürdensin, siz hepiniz farklı kültürler olarak evlerinizde oturun. Ben hukuk olarak sizi farklı kültürlerinizle evlerinizde tanıyacağım. Peki hukuk sen nesin? Aaa ben beyazmışım, erkekmişim. Çokkültürlülük, başka bir etnisitesi ve kültürü olanı unutmanın başka bir yolu.
Şu an Türkiye’deki tartışmada çokkültürlülük, asimilasyondan kurtulma olarak konuyor. Çokkültürlülüğün de bir şeylere kültür deyip bir başkasını kültür yapmama haliyle çalıştığı çoğu zaman unutuluyor. Çokkültürlülük hayali de asimilasyoncu hayal gibi farklı sömürgeleştirme biçimlerinde çok korkunç şeylerin altına imza atmış hayaller. Asimilasyonist hayal, Türkiye’de kalkınmacılığın çöküşüyle ekonomik ve sosyal olarak çöktü. Şu an nöbetleşe yoksullukta da görülen şey ister zorunlu göçle, ister ekonomik göçle gelenlerin daha önceki gibi ister devlete ister göçmen ağlarına eklenerek yükselebilecekleri bir şey yok. Şu anda daha sert bir kapitalizm var. Aşağıda olanların aşağıda kalacakları ve muhtemelen de birbirlerine düşülerek yönetilecekleri bir dönemde yaşıyoruz. Bunun yanında çokkültürlü hayal geldi. Çokkültürlü hayalde, asimilasyoncu hayalde olmayacak şey sen farklılığını söylediğinde ve farklılığını tasdiklediğinde sana hak verir. Sen hakikaten Kürtsen, Ermeniysen, Arapsan farklılığını tasdik ettirmen gerekecek ve hakkını alacaksın. Bizdeki durum ise hiçbir bağlamda, hiçbir zorunlu göç ne de genel şiddet bağlamında hiçbir konuda bırakın Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Bu bir ayrımcılıktır” dediği karar yok. Çokkültürlü olunuyor ama çok kültürlü olunan gruplara ciddi anlamda maddi bir hak verilmiyor. Kendi dillerinde konuşma hakkı açıkça verilmiyor. “Evet konuşabilirsiniz” denmiyor. Sadece konuşma hakkını yasaklayan negatifliklerin sadece bazıları kaldırılıyor. Türkiye’de her türlü ötekinin şu an bir limboda yani belirsiz bir alanda olduğunu düşünüyorum. İki sözleşmenin ikisinin de sözü yok. İki sözleşmenin ikisi de bazen kalkınmacı, bazen çokkültürlü oluyor ancak maddi bir söz üzerine basamıyor. Biz çokkültürlü isek ben öğrencilerime “Kimler Kürt, kimler Alevi?” diye niye soramıyorum? Çünkü aslında bu hala bir leke. Bunu sorduğumda öğrencimin rahatsız olacağını hissediyorum. Kürt birisi radikal çevrelerden uzaklaştığı anda hemen kendisine şunu sorması gerekiyor. Karşımdaki bana hangi denklemle yaklaşıyor. Kalkınmacı-asimilasyonist mi, çokkültürcü mü? Bunun ırkçılığın daniskası olduğunu düşünüyorum.
Namus cinayetlerine dönecek olursam, şu anda namus üzerine bu kadar çok konuşuluyor olmasının nedeninin maddi bir hakka dönüştürülmemiş çokkültürlülük üzerinden konuşmamız olduğunu düşünüyorum. Her namus cinayetini konuştuğumuzda ırk ve sınıfı konuşmadığımız sürece bunun içerisinde yer alacağımızı düşünüyorum. Bunu da feminizm için problemli görüyorum. Feminizmin sözlerini ciddiye alıp onunla hareket edebilmeliyiz. Kürt hareketi içinde de kadınlar çok iş yapıyor. Dağda kadınlar var. İslamcı hareket içinde, Kemalist hareket içinde bütün işi kadınlar yapıyor. Baskın olan bütün hareketlerin içinde bütün işi kadınlar yapıyor. Ötekinin üzerine yeni bilgi üretme arzularımızla bir ötekine müdahale eden oluyoruz. Müdahale etmek için feministliğin yanında başka bir terim de kullanıyoruz. Feminist-Kemalist, feminist-İslamcı, feminist-Kürt… Böyle bir şeyin ikinci terimi olmak zorunda kalıyor kadınlık. Oysa ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet gibi bütün eşitsizlikleri beraber düşünüp feminizmin gücüne güvenerek sonuna kadar sorgulamak gerekir. Bu tartışma için Feminist Yaklaşımlar‘a çok teşekkür etmek istiyorum.
Feminizmle ilgili de bir şey söylemek istiyorum. Türkiye’de feminizm 80 sonrası, ara dönemde doğdu. Feminizmde iki ana dal var. Biri farklılık feminizmi, biri eşitlik feminizmi. Feminizm 80 sonrası doğduğunda tek farklılığı kadınlık olarak ortaya koydu. Yaptığı istemler olarak eşitlik feminizmidir. Kadınların erkeklerle eşit olmasını vurgular. Yasaları değiştirmek istemek buna bir örnek. Kemalizme bu kadar kolay eklemlenebilen akım eşitlik feminizmidir. Biz farklılıkları birbirimizle ve o farklılaşan kesimlerle konuşmalıyız. Farklılıkları tanıyan feminizmi kavramsallaştırmalı ve harekete geçirmeliyiz. Sadece kadın erkek farklılığını değil bütün farklılıkları eyleme döküp oradan dayanışmalar yaratmadıkça dünya kötülerin eline geçiyor.
Bu zamanda, bu çok kültürlü toplumsallıkta şöyle bir şey deniyor: “Bak, işte namus cinayetleri var, zaten farklılar.” Biz, gene egemen olanlar hatta çokuluslu bağlantılarla beraber şimdiyi paylaşıyoruz ve onlar, farklılıklarıyla düşüyorlar. Onlar geride kalmış, bir gün gelecek değil, onlar şimdi de varlar ama kendileri bu geleneklere, bu kötü şeylere, bu lekelere tutunarak şimdiki zamanda düşüyorlar. Namus cinayetinin bu olması bence çok ilginç. Mesela Gündüz Aktan, namus cinayetini töreye, töreyi Kürtlerin aşiret yapısına bağlıyor; aşireti de köleye bağlayarak olayı çözüyor. Ama Gündüz Aktan yalnız değil. Dolayısıyla bir strateji olarak namus cinayetlerinde nasıl farklı iktidar hükümlerinin kurulduğuna ve meşrulaştırıldığına bakmayı devamlı öneriyorum. Tabii bu namus cinayetleri ile ilgili bir şey yapmayalım demek değil ama bu tartışmayı açık tuttuğumuz sürece, zaten namus cinayetleriyle ilgili başka türlü baş etmeye çalışma yöntemleri bulabileceğimizi düşünüyorum. En önemlisi Nükhet’ten öğrendiğim, hattaFeminist Yaklaşımlar‘da vurguladığımın en başında “Biz, hepimiz bu namus, disiplin rejimi içerisinde yaşıyoruz” cümlesini hatırlamak. Biz uzaklarda birilerini ya da bizden çok farklı birilerini kurtarmak değil, biz hep beraber kurtulmaya çalışıyoruz. Feminizm bu…
12 Nisan 2008, Feminist Kadın Çevresi OfisiKültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi
Konuşmanın bu metni Amargi 15 (Kış 2009) sayısında “Dicle…” başlığıyla yayınlanmıştır. Son paragraflarda yapılan öneriye dayanarak mevcut başlık seçilmiştir. Feminisite’de aynı konuşmanın diğer konuşmalarla birlikte başka bir metni bulunabilir.