Felsefe neden öğrenilmelidir? Kısa bir cevap verecek olursak; felsefe, bilinçli ya da bilinçsiz olarak sahip olduğumuz entelektüel kapasitenin bir parçasıdır ve felsefe öğrenerek bu kapasitemizin farkına varabiliriz. Bunu, şöyle bir dilemma ile örneklendirebiliriz: Bazıları insan hayatına kastetmemeleri gerektiğine inanırlar, ama aynı zamanda ülkelerini savunmaları gerektiğine de inanırlar. Peki o halde bir savaş durumunda bu insanlar ne yapmalıdırlar? Şayet orduya katılacak olurlarsa başka insanları öldürmemeleri gerektiği ilkesine zıt düşmüş olurlar. Katılmadıkları zaman da, ülkelerini savunma gerekliliği ilkesine ters düşmüş olurlar. Bu dilemmanın bir çözümü var mıdır? Bu ilkelerden biri örnekte verilen diğerinden daha temel kabul edilebilir mi ve şayet edilebilirse neye dayanarak kabul edilecektir? Bu şahıslar, aynı zamanda belli bir durumda yapılacak askeri bir hareketin ne ölçüde insan hayatını kurtaracağını hesaba katmalı ve ilkelerini derinlemesine sorgulamalıdırlar. Bir kişi ne kadar çok felsefî düşünürse, o derecede kendini bu sorularla kuşatılmış bulacaktır.
Bu tarz soru ve cevaplarla gelen felsefî ön kabuller, farkına varsak da varmasak da günlük hayatın her alanında karşımıza çıkabilir. Bunları anlamak ve bunlarla uğraşmak bir açıdan hem kişiseldir çünkü kendimizi keşfetmeye çalışırız, hem de evrenseldir mümkün olduğunca hakikati yakalamaya çalışırız. Bu şekilde bir çalışma felsefîdir; böylelikle başkalarının düşündüklerinden ve söylediklerinden ders alabiliriz. İşte felsefe öğrenmemizin nedeni budur.
Şunu da sorabiliriz: Felsefe bize ne öğretebilir? Zaten bilim bugün bize bilebileceğimiz her şeyi öğretmiyor mu ? Ve üstelik bilimin, yargı ve değerlerin nedenlerini veremediği zamanlarda da yasalara başvurarak, bu normatif problemleri çözebiliriz. Örnek olarak toplumumuz zaten ırkçılığı yasaklamıştır, o halde burada felsefeye gerek var mıdır? Fakat tam tersine, ırkçılığın yasal olduğu bir toplumda yaşamış olsaydık böyle bir ayrımcılığa saygı duymak zorunda mı olacaktık? Bunu yapmak istemediğimiz takdirde ırkçılığı yasaklayan uluslararası insan hakları kriterlerine başvurabilirdik. Peki insan hakları kriterlerini reddedenleri nasıl ikna edebiliriz? Bu durumda dayanak bulabilmek için daha ileri gider ve dini kanaatlere yada aşikar olduğunu düşündüğümüz temel adalet ilkelerine başvurabiliriz. Peki farklı dini kanaatlere sahip olan ya da başka ilkeleri ön plana çıkaranları nasıl ikna edebiliriz.
Muhtemel bir cevap, söylesi bir düşünce sayesinde mümkün olabilir: Bilmek ile bildiğimize inanmak arasındaki fark, bir şeyin doğru ve gerçek olduğunu iddia etmek için yeterli sebeplere sahip olmakla olmamak arasındaki ayrımdan ileri gelir. Bu durumda kimi normların evrensel anlamda bağlayıcı olup olmadıklarını ne ölçüde bilebileceğimiz meselesi, söz konusu normların evrenselliklerini öne sürmek için yeterli nedenlere sahip olup olmadığımız sorununa dönüşür. Ancak bu nedenler, kişisel değildir. Şayet bir neden geçerliyse herkes için geçerlidir. Ve aynı şekilde nedenin geçerliliği, onu ortaya atan kişinin kim olduğundan bağımsızdır. Bizi bilgiye ulaştırdığını iddia edebileceğimiz bir neden, dolayısıyla, karşı kanıtlar ve kritik sorgulama karşısında da sağlam dayanaklara sahiptir. Sadece farklı görüşlere sahip insanlar tarafından açıkça sorgulanabilen iddialar, geçerli kabul edilebilir. Bu bize makul bir iddianın ne olabileceği konusundaki bir görüşe dair ipucu verir; bu görüş, aynı zamanda felsefî/etnik sorunları da içinde barındırır. (Artık neye göre bir şeyin ne olduğu ve ne olması gerektiği arasında ayırım yapmak daha kolaylaşır.) Bilim, bir şeyin ne olduğunu açıklar ve tasvir eder, fakat ne olması gerektiğini açıklayamaz. Şu şekilde bir ayırım alda yatkındır: Mesela bilim nasıl öğrendiğimizi açıklar, fakat neden öğrenmek zorunda olduğumuzu değil. Bunun anlamı şudur: Bilim, herhangi belli bir amacı gerçekleştirmek istiyorsak, neden amaç hakkında bir şey öğrenmek zorunda olduğumuz sorusuna bir cevap sunabilir. Örneğin bir sınavı kazanmayı garanti altına almak gibi. Ve biz şayet belli bir işi istiyorsak, neden o sınava girmek zorunda olduğumuzu açıklayabiliriz. Fakat bu zorundalık, meseleleri başka amaçlara ulaşmayı sağlayan araçlar olarak kabul edilebilecek göreceli amaçlara yöneliktir. Ki bunlar da başka amaçlara ulaşmak için sadece bir araçtır. Ve bizim neden böylesi bir araç-amaç dizisinde, nihai amacı tercih etmek zorunda olduğumuz sorusu bilim tarafından cevaplanamaz.
Bütün bunlara rağmen bilim, durumun gerçekte ne olduğunu açıklığa kavuşturarak, tutumlarımız ve eylemlerimiz üzerinde büyük bir etki gösterebilir. Yani bizi güdeleyen etmenler, eylemlerimizin sonuçları ve muhtemel alternatifler. Daha da ötesi bilim, insanların sözlerinde ve eylemlerinde açığa çıktığı üzere, neyin doğru ve güzel olduğuna inandıklarını açığa vurur ve bu sayede de, toplumda normların nasıl işlediğini gösterir. Fakat normlarla alakalı bütün bu söylenilen gerçeklerden, belli normların evrensel anlamda bağlayıcı olduğu gerçeği çıkmaz.
Bu yüzden, örnek olarak sosyal antropologlar, bir toplumdaki normları tanımladıklarında, bu normları o toplum için 'bağlayıcı' olarak ele alırlar. Bundan da, farklı bir toplumda yaşayan bizler için, bu normların bağlayıcılığı olduğu anlamı çıkmaz. Dahası o toplumda yaşayan insanlar açısından bağlayıcı olduğuna inanılan bu motivasyonların, gerçekten de savunulabilir olduğu anlamı da çıkmaz, mesela yağmur Tanrısına yapılan insan kurbanı ritüeli gibi. Yine başka bir örnekle, fiziksel ve zihinsel olarak özürlü bebekleri teşhir eden bir toplumun normlarını, geçerli olarak kabul etmeksizin anlayabiliriz. Belli normların bağlayıcı bir işlev gördüklerini kabul etmek, bunların evrensel olarak geçerli olduklarını kabul etmekle aynı şey değildir.
Burada bu problemlere daha fazla girmeyeceğiz, Sadece günlük hayatımızdaki normatif problemlerin, bizi nasıl farklı disiplinlere ve felsefeye doğru çektiğine işaret etmek istiyoruz. Bu sayede, felsefe yapmanın anlamı daha iyi anlaşılabilir.
Felsefe ve bilim arasındaki ilişkiye dair bu karışık konu ile ilgili kısa bir yorum daha eklemek istiyoruz: Bilimsel sonuçlar, söz konusu bilimsel projenin üzerinde temellendiği kavramsal ve metodolojik ön kabuller tarafından belirlenir. Bu noktayı pratikte de gözlemleyebiliriz; mesela hidroelektrik santralinin kurulması gibi bir konu, ekonomik ve ekolojik, teknolojik ve sosyolojik bakış açılarından yada farklı grupların bakış açılarından analiz edilebilir. Bu farklı bakış açılarının her biri, araştırılan konunun farklı yönlerinin altını çizmesinden dolayı; tek bir bakış açısı konu ile ilgili tüm gerçeği söylemez. îster bir hidroelektrik tesis inşa ettirmek olsun, isterse bir okul sistemini merkezileştirmek olsun meselenin gerçekte ne olduğunu anlamak için bununla ilgili farklı bakış açılarına aşina olmamız gerekir. Şayet, bakış açılarının analiz edilmesini felsefî bir düşünüş olarak adlandırırsak; değişik disiplinlerden kaynaklanan problemlerle yüzleştiğimizde, böylesi bir felsefî düşünüşün yararlı olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü bu bize, tek bir alanda uzmanlaşma yüzünden parçalanma tehlikesi ile yüz yüze olan bir medeniyette, genel geçer bir bakış açısını sürdürmemize yardım eder.
Biz bu girişte felsefî problemlerin nasıl doğduğuna işaret etmeye çalışırken merkezi felsefî problemlerin neler tarafından nitelendiği konusunda kendi anlayışımıza dayandık. Başkaları da elbette farklı mevzuları ve düşünüş biçimlerini ön plana çıkaracaklardır. Bu önemli bir noktadır; çünkü şimdi işaret edeceğimiz şey, bu yazım düzenini oluşturur: Doğal haklar sorunu ile birlikte, bilim ve bilimsel rasyonalitenin genişletilmesine vurgu yaparak, Batı felsefe tarihine bir giriş. Bu modelde birçok örgü vardır. Fakat bu ikisi en uzun ve en önemli olanlarıdır.
Felsefe tarihinin farklı sunumlarına bakarak, bazı iyi bilinen tuzaklardan kaçınmaya çalıştık. Bir felsefe tarihi her zaman yazarının akademik bakış açısını, geçmiş bilgisini, araştırma alanlarını ve kültürel yönelimini yansıtacaktır. Sonuç olarak her bir tarihsel sunum, önceden sahip olunan düşüncelerin perspektifini verir. Kaçınılmaz olarak herkes, tarihsel bağlamda önemli ve alakalı olduğu, gördüğü şeyi vurgulayacaktır. Hiç kimse Machiavelliyi, Marks'ı ve Heidegger'i tarafsız bir bakış açısıyla okuyamaz. Yazarların felsefe tarihini ya da herhangi bir tarihsel sunumu, edebî yönden ya da tanrının muradına göre yazabileceklerini düşünmeleri bir yanılsamadır. Bu, hoşlarına gitse de gitmese de, bütün felsefe tarihçilerinin kaderidir. Tarihçiler, kendilerini akademik ve kültürel ortamlarının üstüne çıkarabilecek Munchausenler değildir.
Geçmiş filozoflar, hakikati söylediklerini iddia etmişlerdir. Kendi zamanlarına meydan okudukları gibi, bugüne dahi meydan okumaktadırlar. İşte bu yüzden Platon'un ve Aristo'nun söylediklerini onaylamasak da, onlarla hesaplaşmak zorundayız. Bu, kendi bakış açılarımızı, onlarınkiler karşısında sorgulamamıza imkan veren bir diyalog kurabileceğimizi... Ve aynı zamanda, bir felsefecinin felsefe tarihinin, geçmişe ait fikirlerin ikinci el bir yapılandırmasından farklı olacağı anlamına da gelir.
Biz bir yandan, önceki filozoflarla aramızda bir diyalog kurmaya çalışırken; aynı zamanda, onları kendi önkabulleri temelinde de algılamaya çalışırız. Konuşan sesi sadece dinlemek değil, aynı zamanda ona cevap vermek de isteriz.
Ancak bir Batı Düşüncesi Tarihinin, Felsefe Tarihi ile ilgili mevcut incelemelerden ayrıştığı alanlar da mevcuttur. Modern çağın başlangıcındaki bilimsel devrimin mevcut dünya görüşüne meydan okuduğu, yeni epistemolojik ve etik sorunları gündeme getirdiği genelde kabul görür. Bu yüzden, bu tür felsefe tarihlerinde Copernic, Kepler ve Newton'un işlendiğini görürüz. Bu görüşe biz de katılıyoruz ve fakat aynı zamanda hûmaniter (konusu insan olan) bilimlerin yükselişe geçişinin ve sosyal bilimlerdeki devrimin de benzeri sorunları gündeme getirdiğine inanıyoruz. Dolayısıyla bu metinler, kendilerini sadece klasik doğa bilimlerinin dünya ve insan görüşümüz üzerindeki etkisini tartışmakla sınırlayan geleneksel ders kitaplarından bir adım öteye gidiyor. Darvin, Freud ve Weber'in isimleriyle birlikte anılan bilimler, önemli felsefî meydan okuyuşlarıdır aynı zamanda. Dolayısıyla okuyucu bu kitapta, hûmaniter bilimlerin, sosyal bilimlerin ve psikanalizin de eşit derecede ve yaygın bir şekilde işlendiğini görecektir.
İster sondan başlayın, isterse en başından, bu metinleri okumadan önce, felsefî bir metni farklı şekillerde okuyabileceğinizi aklınızda tutmanız, faydalı olacaktır:
1- Öncelikle söyleneni anlamaya çalışın. Burada önemli olan birinci el kaynaklardır. Fakat felsefî problemleri anlamak için, metindeki yorumları okumak da genelde faydalı olur. Bu yaklaşımda, birinci el kaynaklardan alman her bir metni, ait olduğu külliyatın bir parçası olarak değerlendirmek ve metni fikirler tarihine ait daha kapsamlı bir bakış açısıyla ele almak önem*lidir.
2- Bir metin, ait olduğu toplum tarafından şekillendirilir ve fakat belki de aynı zamanda kendi de o toplumu şekillendirir. Bu yüzden metni tarihsel bir bağlamda değerlendirmek de faydalı olur. Bu durum, sosyolojik ve psiko*lojik analizleri de içerebilir; mesela ailevi geçmişin, sosyal statünün ya da siyasi çıkarların, nasıl bilinçaltında, yazarları ve çağdaşlarını etkilediğini araştırmak gibi.
3- Gerçekte felsefî bir metnin asıl amacı şu ya da bu şekilde doğru olanı ortaya koymaktır. Metinlerdeki bu felsefî öz, sadece söylenenlerin ne derece gerçekten söylendikleri araştırılarak özümsenebilir. Bu da, metinle bir tür diyalog gerektirir. Burada, metindeki argümanlara ve bakış açılarına karşı kendi fikirlerinizi sorgularken, en iyi argümanlar işinize yarar. Felsefeciler, Hegel'in ne söylediğini keşfetmek ya da Hegel'in fikirlerinin kendi toplumu tarafından nasıl şekillendiğini açığa çıkarmakla tatmin olmazlar; O'nun fikirlerinin geçerli olup olmadığını ya da ne derece geçerli olduğunu bilmek isterler.
4- Felsefenin en temel görevi sorgulamaktır; bu aynı zamanda kendimiz için yapmamız gereken bir şeydir. Fakat diğerleri de, yol boyunca bize yardım edebilirler. Bir kitabın önüne ya da arkasına bakılarak bulunabilecek nihai bir cevap yoktur. Ancak Lao Tzu'nun da bir zamanlar söylediği gibi, "binlerce milli yolculuk, ilk adımla başlar."
Birbirimizi anlamamız için,
Aynı dili konuşmamıza gerek yok.
Ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız . . .(Kazım Koyuncu)