AKP FAŞİZMİ:
Sermayenin en saldırgan kesiminin iktidarı --AKP’nin 'Kristal Gecesi'--AKP
ırkçılığı: 'Farkçı-Irkçılık'--‘’Üst-akıl’’-‘’Taşeron akıl'' ve 'millet aklı'
--AKP’nin çözüm süreci, Sunni İslam federasyonuna tabidir..
Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana yeni bir sürecin köşe taşlarını döşüyor. En
önemli hamlesini 1923 Cumhuriyeti’yle bağlarını kopardığını simgesel şekilde
Çankaya’yı reddedip 1150 odalı sarayına taşınarak gösterdi. Selçuklu-Osmanlı
tarzından esinlenen mimarisi, modern teknoloji donanımlı akıllı binaları, büyük
toplantı salonları, hitabet meydanları ile Ak Sarayın. israfın uç bir örneği
olmasının ötesinde başka bir anlamı var.
Tıpkı Roma
imparatorluğundan esinlenen, Romalıları arı ırk kabul
edip ‘ecdadı’ sayan onların stillerini örnek alarak neoklasik yapıların
yapılmasını teşvik eden
Adolf Hitler gibi, Erdoğan da Osmanlı imparatorluğuna hayranlığını -
Osmanlıcayı zorunlu ders haline getirerek de- ortaya koyuyor. Nazi Almanyası
gibi, Yeni Türkiye de ideolojisinin ruhuna uygun totaliter ve anıtsal yapılar
inşa etmeyi ‘’itibar’’ kaynağı sayıyor..
Alman Der Spiegel
dergisi Ak Saray’a ilişkin haberinde “Binada gizli kaçış tünelleri, dinlenmesi
mümkün olmayan odalar, nükleer ve kimyasal saldırılara karşı güvenli sığınak
olduğunu” yazmıştı; yalanlanmadı..
Neden 1150 oda
sorusunu yanıtlayan Erdoğan ‘’O ofisler yeni teşkilat şemamızla
personelimizin çalışabilecekleri, hizmet üretebilecekleri mekanlar olarak
kullanılacak" diyerek başkanlık sistemini fiilen kurmakta olduklarını
ima etti. Siyasi danışmanı eski ulaştırma bakanı Binali Yıldırım, ‘Şu anda
fiilen yarı başkanlık sistemi var’ diyerek bu süreci teyit etti.
Yeni teşkilat
şeması devletin yeniden örgütlenmesi demek.. Şimdiden, başbakanlığı işlevsiz kılan,
iç güvenlik, dışişleri, savunma, yatırımlar ve enerji gibi temel konular için
başkanlıklar oluşturuldu..
Belli ki, devleti
tek bir şefin sultası altına almanın yanısıra, iç savaşı hesap eden , onun korkusuyla yapılan bir planlama
var ortada..Aksaray bir faşist devlet merkezi olarak inşa edildiği kadar, aynı
zamanda bir korkunun da abidesidir.
AKP FAŞİZMİ:
SERMAYENİN EN SALDIRGAN KESİMİNİN İKTİDARI
Tarihteki faşist
rejimler, verili toplumsal yapılara, o toplumların tarih ve kültürlerine bağlı
olarak, gelişme özellikleri ve ideolojik biçimlenişleri (faşizm, nazizim,
falanjizm) bakımından farklılık gösterirler. Ama bunların ortak yanı
karşı-devrim olarak gerçekleşmeleridir.
İtalya ve
Almanya’da devrimlerin yenilgisi ile, İspanya’da cumhuriyetçi halk cephesi
iktidarının Hitler ve Mussolini’nin desteklediği Falanjistlere karşı iç savaşı
kaybetmesinin ardından faşist rejimler gelip yerleşti.
Işçi sınıfı ve
emekçileri dizginsiz bir sömürüye tabi kılmak için, işçi ve işvereni bir araya
getiren ve böylece sınıf çatışmasını zorla bastırmanın aracı olan korporatist
devlet. işletmedeki işçileri şirketin çıkarlarıyla bütünleştiren dikey
(hiyerarşik) sendikacılık, faşist rejimlerin diğer önemli özelliği.
Türkiye’de ise, 12
Eylül öncesi devrimin imkanları varken bu imkanı gerçekleştirme iradesinin
yokluğu nedeniyle faşist darbeye yenildik. Devrim tehlikesini bertaraf eden12
Eylül rejiminin kurduğu sistem devam ediyor.. Darbeciler, bu sistemle sivil
faşizmin yolunu döşedi.. Darbenin yaratığı kurumlarla birlikte, dünyanın hiç
bir demokratik ülkesinde olmayan yüzde-on seçim barajı bu yolun en belirleyici
güvencesini oluşturdu..
Faşist rejimlerin
bir başka temel özelliği sermayenin en saldırgan kesiminin iktidarı olarak
gündeme gelmesidir.. Ya da 12 Eylül’ün diğer bir başat nedeni olan, işbirlikçi
büyük sermayenin, emperyalist sistemin isterlerine tabi olarak, yeni bir
sermaye birikim stratejisine gereksinim duyması ve bunun için de, emekçi
sınıfların örgütlü gücünü ve direnişini açık zorla tasfiye edilmesi
ihtiyacıdır. 24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül askeri faşizmiyle hayata
geçirilebilmiştir.. Brezilya (1964), Şili (1973), Arjantin (1976) askeri faşist
darbeleri aynı kategoridendir. Hepsi uluslararası sermayenin dayattığı
neo-liberal politikaların açık zorla uygulanmasına dayanır.
AKP iktidarı
Anadolu sermayesi (veya yeşil ya da islami sermaye) diye
adlandırılan ticaret sermayesinin ekonominin bütün alanlarında hakimiyet
mücadelesine dayanıyor.. Bu sermaye, kendi rakiplerini rekabetle değil, devlet
mekanizması ile tasfiye ediyor. Bugüne kadar sermayenin el değiştirmesi TMSF ve
BDDK yoluya gerçekleşti. Cem Uzan, Halis Toprak, Mehmet Emin Karamehmet, Dinç
Bilgin, Aydın Doğan gibi işadamlarının mallarına TMSF ve BDDK yoluyla el
koyuldu. İhaleye çıkartılan firmaları hep Erdoğan'ın damatları, çocukları ya da
yandaşı ya da İmam Hatip'ten sınıf arkadaşı, hemşehrisi, veyahut eşi ve
kendisinin akrabalık bağı olduğu iş adamcıkları aldı. Ceplerinde para
olmayan bu adamlara devlet bankalarından halkın parası kredi olarak aktarıldı.
Firmalar bir bir Erdoğan'ın yakın avanesine ihale yoluyla verildi.
Çarpıcı bir örnek
verelim.. 18 Mayıs 2013’te Mehmet Emin Karamehmet'in patronu olduğu
Çukurova holdingin 440 milyon dolar borcundan kalan 75 milyonun ödenmemesi
nedeniyle, TMSF tarafından Skyturk360, Show TV, Akşam Gazetesi ve BMC
şirketlerine el konuldu. 950 milyon lira değer biçilen ve otomotiv sektöründe
dünyanın 4'üncü büyük üreticisi BMC, 751 milyon TL’ye Emine Erdoğan’ın kuzeni
Etem Sancak’a satıldı. Sancak, Skyturk360 ve Akşam gazetesini de satın alan
kişiydi..
TMSF’nin,
sermayenin el değiştirmesinde hukuk dışı zorun bir aracı olarak rol oynadığını
gösteren başka bir örnek.. TMSF, bankacılık krizinde el koyduğu Erol Aksoy’un
Boğazköy’deki-bugünkü değeri 100 milyon TL olan- 55 bin metrekarelik arsasına
2008’de 37 milyon 72 bin lira değer biçiyor. 2011’de 27 milyon TL düşürüp 10
milyon 789 bin TL.ye BİM’e satıyor. Aksoy ihalenin iptali davası
açıyor ve kazanıyor. Ama TMSF’den “Kamuya olan güven zedelenir” denilerek,
mahkeme iptal kararında ‘Arsanın değerini düşürmek kamuyu zarara sokar’
demesine ragmen “Mahkeme kararını uygulamayacağız” cevabını alıyor. (1)
Kısacası arsa, değerinin onda-bir fiyatına, neredeyse bedavaya, İslamcı BİM’e
verilmiş oluyor..
Kamu
kuruluşlarının özelleştirmelerle yine aynı çevrelere, kısmen Arap sermayesi
ortaklıklarıyla peşkeş çekilmesi ise ayrı bir başlık konusudur..
Cumhuriyet
tarihinde, 1942 yılında Varlık Vergisi Kanunu ile gerçekleştirilen transferden
sonra en büyük servet ve sermaye transferidir bu. Resmi gerekçesi,
"olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek"
olarak dile getirilen bu kanunu, faşist Şukrü Saraçoğlu hükümeti Ermenilere,
Yahudilere ve Rumlara uygulamıştı. Gayri resmi açıklamasında ise şöyle diyordu:
‘’Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız.
Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını
Türklerin eline vereceğiz." (2)
Şimdi aynı şeyi bu
kez sermayeyi ‘İslamileştirmek’ adına yapıyorlar..
AKP’NİN ‘KRİSTAL
GECESİ’
Bugün bunun da
ötesine geçip ‘el koyma’yı açık bir yasa haline getirdiler. AKP’nin meclisten
geçirdiği yeni yargı kanununda yer alan ‘makul şüphe’ sadece siyasi
faaliyetlere değil, sermayenin diğer kesimlerine de yöneliktir. Yani makul
şüphe ile bir işverenin mal varlığına el konulabilecek, hapse atılabilecek.
AKP’lilerin ‘peygamber dostu bir yargı’ (yani İslami yargı) diye anlattığı bu
hukuk anlayışıyla, kendilerine göre dost olmayan kesimler cezalandırılacak,
işine, evine, malına, sermayesine el konulacak.. Bu yöndeki ilk örneğin Zaman
Gazetesi ve STV’ye yapılan polis baskınları ve tutuklamaların ardından
yaşanması muhtemeldir..
Bu yasayla tamamen
devre dışı bırakılan hukukun yerini ideolojik-politik kriterler alacaktır.
Faşizmin pratğini bundan daha somut bir uygulama anlatamaz. Çünkü faşist
diktatörlüklerin temel bir özellği de hukuk tanımazlıklarıdır, hukukla kendini
sınırlamayan, dolayısıyla, açık bir diktatörlüktür.
Varlık Vergisi,
hukuk ve yasa ile maskelenmiş azınlıklara yönelik bir sermaye transferiydi..
Menderes iktidarının organize ettiği 6-7 Eylül pogromu ise, Hitleri'n Kristal
gecesi'ni andırır.
9 kasım 1938
gecesi Alman nazileri yahudilere ait ev, işyeri ve sinagoglara kanlı bir
saldırı düzenler.. Gerekçe Paris'teki Alman Büyükelçili'ğini basan bir
Yahudinin, önüne çıkan ilk kişi olan büyükelçi yardımcısını vurmasıdır.
Goebbels, bunun planlı bir Yahudi komplosu olduğu ve Alman ırkının öcünü alması
gerektiği, olayların çıkması halinde ise müdahale etmeyecekleri propagandası
ile kitleleri provoke eder. Ardından saldırı gerçekleşir. Gecenin sonunda 99
yahudi öldürülmüş, 7500 işyeri yağmalanmıştir.
6-7 Eylül olayları
da Selanik’teki Atatürkün evine bomba atıldı yalan haberinin yayılması üzerine
aynı şekilde gerçekleşti. Rumlara yönelik misilleme sözkonusuydu ama Ermeniler
ve yahudiler de hedef alınmıştı. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir
sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin
bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.
Maraş Katliamı da
aslında bir ‘Kristal gece’ydi.. Katliamda Alevilerin evleri ve işyerleri de
yağmalandı. Özellikle Ecevit’in uyguladığı tarım destekleme politikası ile
zenginleşen kırsal alandaki Aleviler Maraş merkeze göçerek kent içi ekonomik
etkinliği ele geçirmişlerdi. Alevilerin hem zenginleşmesi, hem de sosyal yaşama
katılması zengin sunnileri ‘tedirgin’ etmişti. Tedirginlik zaman zaman “Maraş
sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. Katliam öncesi kenti gezen
ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck, “Yakında Aleviler size yiyecek
ekmek bile vermeyecekler!” diyecekti…
Kadroları böyle
bir gelenekten süzülüp gelen AKP iktidarı, daha ileri bir adım atarak,
çıkardığı yargı ve güvenlik yasalarıyla, bu provokasyon örneklerini resmi
devlet poltikası düzeyine taşıyor. 6-7 Eylül olaylarında Seferberlik Tetkik
Kurulunun (özel harp), Maraş katliamında kontrgerillanın rolü hatırlanırsa,
IŞİD içinde birlikleri olan Özel Harp dairesinin provokasyonları ihtimal dışı
değildir..
AKP IRKÇILIĞI:
FARKÇI-IRKÇILIK
Faşizmin diğer bir
özelliği olan ırkçılık ise, AKP için farklı bir çervede sözkosudur. Bugün
kapitalist dünyada, özellikle Avrupa’da uzunca bir süredirbiyolojik ırkçılığın
yerini sosyo-kültürel-simgesel farklılıkların doğallaştırılmasına dayalı bir
ırkçılık almaktadır., Samuel Huntington’ınMedeniyetler Çatışması’da öne
sürdüğü, Soğuk Savaş sonrasında,1990 'lı yıllardan itibaren uluslararası
ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik
ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığı ve 21. yüzyılda da bu trendin
devam edeceği yolundaki –Bush dönemi politikasına yön veren- tezi bu
doğallaştırmanın önemli bir etkeni olmuştur. Sovetler Birliği'nin yıkılması
için ABD ve NATO’nun uygulamaya soktuğu yeşil kuşak projesinden deneyim kazanan
emperyalizm, bu kez medeniyetler çatışması tezinden hareketle BOP çerçevesinde Ilımlı
İslam projesini gündeme soktu.
Bu farkçı-ırkçılık* insan
uygarlığını oluşturan kültürlerin çok sesli birliğine karşı daha büyük bir
tehlikedir. Eş zamanlı olarak, farklı medeniyetlerin var olduğu kurgusu tek bir
dünya kapitalist sisteminin varolduğu gerçekliği ile bağdaşmaz. Batı sadece
mevcut (burjuva-) uygarlığın aktüel temsilcisi, öncüsüdür. Bütün farklı
kültürler dünya kapitalist sistemi tabanında tek bir uygarlık çatısı (batı
kültürünün ve burjuva ideolojisinin hegemonyası) altında çelişkin bir
eklemlenme içinde ve etkileşim halindedirler. Farklı kültürleri farklı
uygarlıklar olarak kurgulamak ister istemez kapitalizm-öncesi dünyanın kültürel
kodlarını bugüne taşıma sonucunu verir. Başka bir anlatımla, tek bir
dünya sisteminin varolmadığı koşullarda mümkün olan ama bugün kültürel
kalıntıya / mirasa dönüşmüş uygarlıklara fiili bir kimlik atfetmek, dünya
ölçüsünde gericiliği yaygınlaştırmak, egemen kılmaktır. Bu bakımdan, Lenin’in,
emperyalizmin ayırd edici eğilimlerinden biri olarak analiz ettiği siyasal
gericilik, eğilim olmaktan çıkmış, günümüzde tayin edici temel bir
karakteristik halini almıştır. ‘Yeni orta çağ’ nitelemesi tam da bu bağlamda
anlam kazanır.
Bir ırka
üstünlük atfetmekle, belirli bir kültüre ya da din veya mezhebe mutlak doğruluk
ve üstünlük atfetmek arasında özde bir bir fark yoktur. Batının, klasik
sömürgecilik döneminde olduğu gibi, kendisini yeniden üstün bir konuma
oturtması, karşı-eşbiçimini de doğurmaktadır. Sovyetler Birliği’nin, sosyalist
bir uygarlığı temsil etmekten çok, modernizmi aşmak yerine onun bir versiyonu
olarak kalması, Afganistan işgali gibi emperyal politikaları, Batılı
modernleşmeyi örnek alan bölgedeki yönetici sınıfların başarısızlığı ile
birlikte, moderniteyi topyekün reddeden bir ortam oluşmasına yaradı. İran İslam
devriminin alternatif bir uygarlık iddiası ile ortaya çıkması bu ortamın bir
sonucudur. İran’ın devrimi ihraç etme girişimleri ile birlikte, emperyalizmin Büyük
Ortadoğu Projesi devreye girmiş ve mezhep çatışmasını kışkırtan bir yol
izlemiştir. Bu da sonuçta Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da inanç ve kültür
farklılıklarına dayalı islamcı ırkçılığı gündeme getirmiştir. IŞİD’in vahşet
içeren çizgisi bunun en sert örneğidir.
AKP, özellikle
Alevilere yönelik asimilasyon politikalarıyla bu çizgiyi şimdilik daha
yumuşak bir biçimde uyguluyor. Diğer yandan bu tür bir (farkçı-) ırkçılık,
AKP’ye, biyolojik ırkçılığın temsicisi MHP’ye karşı, kendi kültürel / mezhepçi
ırkçılığını perdeleme imkanı vermekte ve hegemonik bir üstünlük
sağlamaktadır.
‘’ÜST-AKIL’’-‘’TAŞERON
AKIL’’ VE ‘’ MİLLET AKLI’’
Yakın zamanda
Erdoğan’ın kimi tespitleri ve argümanları ulusal ve global medyada alay konusu
oldu.. Bilimi ve aklı rehber edinenler, tarihi bilenler için bu açıklamalar
elbetteki komik. Ama Erdoğan’ın, Amerika kıtasını ve dünyanın yuvarlak olduğunu
müslümanların keşfettiğini ileri sürmesi, gündemi kaçaksaray gibi konulardan
uzaklaştırma amacı taşımakla birlikte asıl olarak, konuştuğu platform dikkate
alındığında (1. Latin Amerika Ülkeleri Müslüman Dini Liderler Zirvesi), hem
dünya müslümanlarının liderliğine soyunma (‘’Türkiye İslam dinin
sancaktarlığını yapıyor’’) ve hem de kendi tabanına özgüven aşılama amacı
taşıyor.
Osmanlının gerileme
döneminde Batı karşısındaki yenilginin yarattığı eziklik, 20.yüzyılın başında
batıyla özdeşleşme stratejisiyle aşılmak istendi. 1923 devrimi bunu hedefledi.
Ancak modernleşme politikalarının sentezleyici olmaktan çok ‘kendini yoksayarak
öteki (Batı) olma’ anlayışı ile pratikleşmesi, toplumsal bir şizofreniye, ikili
bir kültüre de yol açtı. Bu ikilik şimdi yine benzer bir anlayışla aşılmak
isteniyor. Bu kez, modernleşmeyi yok sayarak kendisi olma şeklinde. Bu, topluma
deli gömleği giydirmek demek..
Şöyle bir tasnif
yapıyor Erdoğan: Üst-akıl, taşeron akıl ve bu ikilinin karşısına
koyduğu millet aklı.. Bu millet de Sunni mezhebinden başkası değildir. Üst
akıl’dan kastedilen ise Batıdır. Taşeron akıl ise cumhuriyetçiler, demokratik
ve özgürlükçü bir moderniteden yana olan, Kürt özgürlük hareketi dahil seküler
temelli sol siyasi hareketler, kültürler.. Siyasi aklın (yani Erdoğan’ın)
entelektüel aklı öncelediğini belirten AKP’nin entelektülleri, ‘geleceğimizin
20. yüzyılın defterini dürmekten geçtiğini, bu vesayet dediğimiz üst aklı ve
onun içerideki gönüllü taşeronlarını silmekten, etkisizleştirmekten’ geçtiğini
yazabiliyorlar...20.ci yüzyılın defterini dürmek.. Nedir bu? Modernleşme ve
demokratikleşme yolunda atılan adımlar.. 1923 burjuva devriminin getirdikleri..
Laiklik, dil devrimi, modern eğitim, kadın hakları, seküler yaşam tarzına dair
ne varsa.. Bunların hepsi, şimdi ya tasfiye edilmekte ya da cendereye sokulmuş
durumda.
19. Milli
Eğitim Şurası’nın açılışında, “Bizim bazı sıkıntılarımız var hâlâ. Bu
sıkıntıları anaokulundan başlayarak bir hayat tarzı sunarak yeneceğiz”
sözleriyle “yeni nesil dizaynı” mesajı veren Erdoğan, hedefe somutluk
kazandıran şu sözlerle devam ediyor: ‘’İki yüz yıldır eğitimin formatlama
aracına dönüştüğü bir sistem ne yazık ki kendisine yabancı bireyler
yetiştiriyor ve bunu da cesaret edip hiç kimse sorgulamıyor, sorgulayamıyor.
İşte bizim en başta bu dönüşümü gerçekleştirmemiz gerekiyor.’’
Kapitalizmin
çözülme ve başkalaşım döneminde olduğu, burjuvazinin aydınlanmanın değerlerini
çoktan terkettği, kültürel değerleri pazar değirmeninde öğüttüğü, insani
erdemleri metelaştırarak yozlaşmayı derinleştirdiği, kısacası hem insanlığı hem
de doğayı kendisiyle birlikte yıkıma götürdüğü bir süreç yaşıyoruz. Bunu
burjuva uygarlığının, burjuva toplumunun çöküşü olarak da okuyabiliriz. İşte
Erdoğan’ın partisi ve medyasının propagandistleri bu çöküşü kullanıyorlar.
Tıpkı Hitler'in modernizmin ilk krizini kullandığı gibi. Bu bakımdan, nazizmin
siyasal ve ideolojik inşası ile siyasal islamın inşası arasında, tarihsel ve
toplumsal koşullar dışında pek fark yoktur.
Yaşadığımız şey,
açık faşizmin, faşist diktatörlüğün, faşist bir toplumun tedrici olarak inşa
edilmesi ve geliştirilmesidir. Siyasal İslam aslında geniş ortadoğu
toplumlarına özgü bir faşist harekettir. Neoliberal kapitalizme hizmet,
polis-devleti formu, lidere sorgusuz itaat, boyun eğmeyi empoze etmek için
kullanılan öncü kuvvetler kurmak, değerlerin zorla islamileştirilmesi,
muhalefete yönelik tasfiye politikaları ile faşizmin temel karakteristikleriye
uyuşur. AKP iktidarı, bu doğrultuda devleti yeniden biçimlendirmiştir. Geriye
devletin kabuğu, yani parlamenter demokrasinin karikatüre dönüşen varlığı,
sembolleri kalmıştır. Bunun yanısıra siyasal ve toplumsal muhalefetin
mevcudiyeti ve bu mevcudiyet içinde Kürt özgürlük hareketinin önemli bir engel
olarak özel konumudur..
AKP’NİN ÇÖZÜM
SÜRECİ, SUNNİ İSLAM FEDERASYONUNA TABİDİR
AKP, Kürt özgürlük
hareketinin bu konumunu bildiği için, çözüm sürecini, laik-cumhuriyetçi
çevrelerle Kürt özgürlük hareketinin iletişim kurmasını engellemekte bir silah
olarak da kullanmaktadır. Bu, Erdoğan’ın korkularından biridir ve bunu Gezi
isyanında ortaya koydu.. (‘Çok ilginç bakıyorsunuz terörist başının posteri,
yanında Atatürk ve yanında Türk Bayrağı. Ey ulusalcılar siz nasıl izlediniz
bunu..’ (3)
Bir yandan bayrak
indirme provokasyonları, öte yandan Dersim katliamını –‘devlet arşivlerini aç’
çağrılarına sessiz kalarak- ikide bir gündeme getirme, hem ulusalcı kesimi Kürt
Hareketine karşı provoke etme hem de Kürtlerin acılarını istismar etme.. Bu
oyun her zaman olduğu gibi, Kürt egemenleri ile birlikte yürütülüyor.
Genellikle AKP’nin aynı zamanda Kürt egemen sınıfını içeren bir ittifak olduğu
gözardı edilmektedir. Neo-Osmanlıcı bir çerçeveye oturtulan bu ittifak sadece
Türkiye Kürdistanı halkını sömürmekle kalmıyor, Güney Kürdistanı da (yeni-)
sömürgeleri haline getirmektedirler..
Bu nedenle AKP
açısından çözüm süreci. emperyal heveslerinin ideolojik ifadesi olan
yeni-Osmanlıcı siyasetin temel bir bileşeni olarak işlemektedir. Kürt emekçi
halkını bu siyasete razı etmekten başka bir şey değildir. Rıza yoluyla olmazsa,
6-7 Ekim ayaklanmasından sonra devlet terörüne başvuracağını valilere gözaltına
alma yetkisi veren yeni kamu güvenliği paketiyle ilan etmiş bulunuyor.
Özellikle Gezi
isyanından itibaren artan bir ivmeyle faşist bir rejim inşa edilmekte olduğu
gün gibi açık. Ana doğrultusu bu olan bir devlet iktidarından demokratik
hamleler ummak paradoksal bir çelişkidir. Bu paradoksu gören Aysel Tuğluk,
AKP’inin, Kobani önlerinde ‘düştü, düşecek’’ diye rengini ve
çizgisini çok net sergilediği günlerde şu tespiti yapıyordu: ‘’AKP kesin
bir şekilde partner olmaktan çıkmıştır.. AKP çizgisi Türkiye’nin bütünü için şu
an yürürlükteki en büyük tehlikedir. Bizzat IŞİD ideolojisi ve yaşam
anlayışının AKP eliyle toplumun dokularına nüfuz etmesinden söz ediyorum. Bu
anlamda bölge için her türlü gericiliğin kaynağı haline gelen bu çizgiye tüm
kürt güçlerinin tutamak olmasına son verilmelidir.’’ (4) Aslında
KCK da uzun bir süredir durmun farkında. “Erdoğan sorunu çözecekmiş gibi
yaptı, hep bundan söz etti, ama hiçbir zaman çözüm sürecine
girmedi. Hep beklenti yarattı, oyaladı, zaman kazandı, kendi iktidar
amaçları için her şeyi kurban ettiler.” tespitini yapan Cemil Bayık,
müzakere sürecinin 15 Mart’a kadar, yani seçimlerden önce tamamlanması
gerektiğini belirterek, ‘’Öyle müzakereye başlayıp, zaman yetmedi, seçimlere
girdik, artık seçim ortamında müzakere yapılamaz, seçimlerden sonraya kalsın,
biçimindeki bir yaklaşımı biz kabul etmiyoruz. Eğer müzakereyi kabul etmezlerse
veya takvimlere göre yürütmezlerse bir politik oyalama, bir aldatma olarak
değerlendireceğiz ve bunu aynı zamanda bir savaş hazırlığı olarak
değerlendireceğiz.’’(5) dedi.
Yine de, resmen
savaşı başlatan taraf anlamına gelebilecek ‘’biz bu oyunda yokuz’’ demeden,
Kürt halkını bir beklenti içinde tutan genel politik hattan, çözümü faşizme
karşı ortak mücadele çerçevesine hızla taşıyan bir hata geçişin elzem olduğunu
söylemek durumundayız. Çünkü 15 Mart’ta bir ‘mucize’ olmayacağı gibi, akabinde
gündeme gelecek savaş konsepti de, bölünme paranoyasını körükleyecek çok daha
büyük bir şovenist dalga için gerekçe oluşturacaktır. Bir başka deyişle,
Erdoğan’ın –özellikle CHP’yi parçalamaya yönelik bir pazarlığa dayanan- Silivri
ulusalcılarıyla ittifakı genişleme imkanı bulabilecektir.
2023 hedefinin,
birleşik ya da federal İslam devletinin ilan tarihini ifade ettiği yeterince
açıktır. Bu, esasta sunni Türk-Kürt federasyonu olarak şekillenmektedir.
Erdoğan’ın bölgedeki en sağlam müttefikinin Barzani yönetimi olduğu bilinen bir
gerçek. Bu ittifakı Kobani savaşı bile sarsamadı, aksine Kobani’ye IŞİD’i
saldırtmakla, Rojava devrimini etkisiz kılmanın imkan ve araçlarını
geliştiriyorlar. PYD’yi sıkıştırıp Duhok anlaşmasına razı ettiler.. Rojava’da
Barzanici partiler, yönetimin eşit paydaşı oldu. Bu anlaşmayla ABD
öncülüğündeki koalisyon güçlerinin IŞİD mevzilerini bombalamaya başlaması
eşzamanlı oldu. Peşmerge güçleri Kobani’ye girdi.. Öte yandan IŞİD’in güneydeki
mevzileri de bombalanarak, Barzani’nin ilerlemesi ve güney Kürdistan’da
kontrolü elde etmesi sağlandı.. Kısacası, Rojava’daki kanton yönetimini IŞİD ve
işbirlikçi Kürtlerle birilikte yıkmak isteyen Erdoğan ve AKP’nin, Türkiye
Kürtleri için demokratik bir çözüm düşünebilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu Frankenstein'ın yaratığının normal insana dönüşümünü mümkün görmek
gibi bir şey olur.
Başkanlık
sistemini inşa etmeleri, 2023 hedefiyle dogrudan ilişkilidir. Başkanlık sistemi
ve Osmanlıcılık siyaseti, sunni federasyonun inşası için gerekli yapılar. İki
yüz yıllık modernleşme hareketinin reddi ise kurulacak rejimin ne olduğunu
gösteriyor.. İslamcı faşist diktatörlük, kurucu irade rolü oynayacak..
Dolayısıyla, seküler temelli Kürt özgürlük hareketinin bu denklemde yeri yok.
Bir yandan müzakere görüşmeleri sürdüren AKP’nin çözümü’nün bir aldatmaca
olduğu şurdan belli. Sözkonusu eğitim şurasında, tartışması dahi yokken
Osmanlıcanın zorunlu ders olmasına ‘’isteseler de, istemeseler de’’ mantığı
ile karar verildi. Peki, yıllardır tartışma gündeminde olan ve artık CHP’nin de
ciddi olarak üzerinde düşünmeye başladığı ana dilde eğitim konusunda adım
atmaya engel ne kalmıştı?
ANTİ-FAŞİST CEPHE
Acilen faşizme
karşı bir mücadele stratejisi geliştirilmesi kaçınılmazdır. Söylemeye gerek
yok, anti-faşist bir cephe inşa etmek ve barış sürecini de bu cephe siyasetinin
temel bir ögesi kılmak olması gerekendir. Barış süreci, bu noktadan sonra esas
olarak Türk halkının demokratik özerklik ve bu kez eşitlik temelinde demokratik
bir cumhuriyete ikna edilmesi süreci olarak işlemelidir.
HDP bir yandan
Türkiye partisi olma iddiası yolunda önemli adımlar atmıştır.. Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde izlenen hat, kapsayıcı ve etkili bir adımdı.. Ancak bunu
sürdürdüğünü söylemek zor. Parti olarak seçimlere katılacağını ve yüzde-10
seçim barajını aşacağını açıkladı. HDP şimdi anti-faşist bir strateji izlerse
gerçekten Türkiye partisi olabilir ve barajı aşabilir. Bu da faşist devletle
müzakere sürdürmeyi ana politkası olmaktan çıkarmayı gerektirir.
HDP şu ana kadar
demokratik özerklik-demokratik cumhuriyet formulasyonunu bir bütünlük olarak
pratiğe geçirmedi.. Demokratik cumhuriyet talebi havada duruyor.. Demokratik
cumhuriyet için HDP içindeki sosyalistlerin örgütlü olarak inisyatif alması
gerekir. Kürt hareketinin kendi özgül programı için DBP’yi kurması HDP’yi bir
cephe örgütü konumuna getirdi zaten.. Eksik olan HDP içindeki sosyalistlerin
örgütlülüğüdür.. Bu eksiklik şimdilik sosyalist bir koordinasyonla
doldurulabilir.. Anti faşist cephenin oluşmasında bu koordinasyon inisyatif
yüklenebilir, yüklenmelidir.
Demokratik
cumhuriyet, kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi esas alan bir
ideolojik siyaset geliştirmeyi gerektirir. Mesele sadece ulus-devleti aşmak
değildir. Laikliği, seküler toplumu bu çerçevede sahiplenmek.. Siyasi İslamla,
statükocu ulusalcılarla ideolojik mücadele ve samimi ulusalcıları, kemalistleri
kazanma mücadelesi.. Bunun için kurtuluş savaşındaki birliği savunmak gerekir.
İki halkın gönüllü birliğini tesis etmenin tarihsel dayanaklarından biri.
emperyalizme karşı verdikleri ortak mücadeledir. Cumhuriyeti tümüyle
olumsuzlayıcı bir tutum ne bilimsel olarak doğrudur, ne de bir fayda saglar. Bundan
nemalananın esas olarak siyasi islam olduğu artık anlaşılmalıdır..
Demokratik
özerkliği, ‘’Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun bir şekilde yeni bir
toplumsal sözleşme’’nin temel bir unsuru olarak parti programına
yazabiliyorsak, bunu politik bir düzeye de taşımak gerekir.. Kürt özgürlük
hareketinin lideri Öcalan, asli olarak Türk ve Kürt halkları olmak üzere
halkların ittifakıyla kazanılan kurtuluş savaşı, ’’emperyalizme ve
işbirlikçilerine karşı bir demokratik ulusal devrimdi.’’ tespitini yapar. ‘’Bu
devrime önderlik eden M. Kemal’in o dönemdeki bütün demeçleri bu gerçeği ifade
eder.’’ diye devam eden Öcalan, bir komplo ve darbe örgütü olarak
tanımladığı İttihat Terakki Cemiyeti’nin ‘1919-1922 ulusal devrimine nasıl
sızdıklarını, özellikle İngiliz hegemonyasıyla işbirliği içinde olanların
komplo, suikast ve darbelerini de çok iyi bilmek gerektiğine’’ işaret eder.(6)
Öcalan’ın bu tespitleri, demokratik ulus ve demokratik cumhuriyet taleplerine
tarihsel bir köken arayışını ifade eder ki, doğru olan da budur.
Bugün AKP
faşizminin karşısına tarihsel kökeni bu olan bir demokratik cumhuriyet şiarıyla
çıkılmalıdır. Buna uygun bir ideolojik siyaset geliştirilmelidir. Açıkçası
cumhuriyetin kazanımları, komplekse kapılmadan sahiplenilmelidir. Bu faşizme
karşı ideolojik mücadelenin gereğidir. Eğitim sistemi tümüyle
sunnileştirilirken, okullar kuran kurslarına dönüştürülürken, Osmanlının son
yüzyılından bile daha geri götürülürken susulamaz. (Batıda okulların
İmam-Hatipe dönüştürülmesine aileler karşı çıkarken neden Doğudan bir ses
yükselmiyor?) Kaldı ki, AKP iktidarı Kürt illerinde gericiliğin önünü
alabildiğine açarak bu açılımdan Hizbullah partileşme fırsatını yakaladı, IŞİD
taban buldu. Şimdi de Hüda-Par’ı kürt halkının üzerine saldırtıyor..
Bu yönde atılacak
adımlar, Birleşik Haziran Hareketiyle stratejik güçbirliği yapmayı da
kolaylaştıracak, ulusalcı-kemalist çevrelerin şovenist eğilimlerini kısmen
yumuşatacak ya da ayrıştıracaktır. Diğer bir anlatımla, statükocu, eski düzen
yanlısı, faşizan ulusalcıların tecrit edilmesi de mümkün olacaktır. Türk
halkını, Kürt halkının haklı taleplerine karşı düşmanca bir tutumla manüpüle
eden; IŞİD’le PKK’yi, dahası Kobani’yi ve Rojova’yı IŞİD çetelerine karşı
savunan PYD ve YPG’yi de eşleştirip ‘yesinler birbirlerini’ diyen paranoid
siyasetin karşısına Kurtuluş savaşındaki birlikle karşı çıkalım. 1921
Anayasasını, Meclisin gizli oturumunda aldığı Kürtlere özerklik kararını
yüzlerine çarpalım.. Sonraki ihanetleriyle yüzleşmeye zorlayalım.
Bu cenah, tıpkı
komünistlere karşı izlediği düşmanca politkalarla Hitler nazizminin
yükselişinde önemli rol oynayan Alman sosyal-demokratlarının rölünü
oynamaktadır. Alman sosyal-demokrasisinin komünizm korkusu faşizm korkusuna
baskındı. Bunların da bölünme paranoyası faşizm korkusuna baskın. Ancak
sosyal-demokratlar kendi politikalarının altında bizzat kendileri kaldılar..
Öte yandan, Alman komünistlerinin 3. Enternasyonalin yalnış politikalarını
izleyerek sosyal demokratlara karşı sekter bir tutum almasının faşizmin işine
yaradığını da unutmayalım.
Öte yandan
Birleşik Haziran Hareketinin ortaya çıkması ve hızla örgütlenmesi olumlu bir
gelişmedir. Ama eğer politik bir varlık olarak etkinliğini sürdürecekse, Kürt
halkının taleplerini sahiplenmeli ve Kürt özgürlük hareketiyle yakınlaşmayı ve
dolaysıyla, HDP ile anti-faşist birliği hedeflemelidir. Bugün hiç bir
devrimci, sol bir talep, kurtuluş savaşı döneminde Mustafa Kemal’in, Kürtlere
muhtariyet (özerklik) vaadinden, bunu Meclis kararı haline getirmesinden daha
geri olamaz. Dolayısıyla bu birlik, işin bu noktasından tutulduğunda,
CHP’yi de anti-faşist cephenin içine çekmekte en büyük kaldıraç olacaktır..
Demokratik
cumhuriyete giden yol budur..
Dolayısıyla HDP
demokratik cumhuriyet hedefi ile ilgili. formülasyonun ötesinde, somut talepler
öne sürmelidir.. Daha açık bir ifadeyle Türkiye’nin bütünü için bir devrimci
geçiş programı inşa edilmelidir. Bu, Haziran Hareketiyle birlikte bir
cephe programı olarak da inşa edilebilir. Geçiş talepleri cephe siyaseti ile birleştirildiğinde
Türkiye’de bütünleştirici bir devrimci politik strateji gündeme girmiş
olacaktır.
-----------------------------------------------------
!. Çiğdem Toker,
Cumhuriyet, 27 Aralık 2014
2. Varlık Vergisi
ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yayınları
* Kavramı Fransız
marksisti Etien Balibar kullanıyor. Bkz. Irk-Ulus-Sınıf, Metis yayınları
3. 21 haziran
2013, Kayseri konuşması
6. Abdullah
Öcalan, Demokratik ulus çözümünde Demokratik kurtuluş ve özgür yaşam, http://www.demokratikmodernite.com/aocalan.html