Tuesday, January 19, 2016

AKP FAŞİZMİ: Sermayenin en saldırgan kesiminin iktidarı


AKP FAŞİZMİ: Sermayenin en saldırgan kesiminin iktidarı --AKP’nin 'Kristal Gecesi'--AKP ırkçılığı: 'Farkçı-Irkçılık'--‘’Üst-akıl’’-‘’Taşeron akıl'' ve 'millet aklı'  --AKP’nin çözüm süreci, Sunni İslam federasyonuna tabidir..
Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana yeni bir sürecin köşe taşlarını döşüyor. En önemli hamlesini 1923 Cumhuriyeti’yle bağlarını kopardığını simgesel şekilde Çankaya’yı reddedip 1150 odalı sarayına taşınarak gösterdi. Selçuklu-Osmanlı tarzından esinlenen mimarisi, modern teknoloji donanımlı akıllı binaları, büyük toplantı salonları, hitabet meydanları ile Ak Sarayın. israfın uç bir örneği olmasının ötesinde başka bir anlamı var.
Tıpkı Roma imparatorluğundan esinlenen, Romalıları arı ırk kabul edip ‘ecdadı’ sayan onların stillerini örnek alarak neoklasik yapıların yapılmasını teşvik eden Adolf Hitler gibi, Erdoğan da Osmanlı imparatorluğuna hayranlığını - Osmanlıcayı zorunlu ders haline getirerek de- ortaya koyuyor. Nazi Almanyası gibi, Yeni Türkiye de ideolojisinin ruhuna uygun totaliter ve anıtsal yapılar inşa etmeyi ‘’itibar’’ kaynağı sayıyor..
Alman Der Spiegel dergisi Ak Saray’a ilişkin haberinde “Binada gizli kaçış tünelleri, dinlenmesi mümkün olmayan odalar, nükleer ve kimyasal saldırılara karşı güvenli sığınak olduğunu” yazmıştı; yalanlanmadı..
Neden 1150 oda sorusunu yanıtlayan Erdoğan ‘’O ofisler yeni teşkilat şemamızla personelimizin çalışabilecekleri, hizmet üretebilecekleri mekanlar olarak kullanılacak" diyerek başkanlık sistemini fiilen kurmakta olduklarını ima etti. Siyasi danışmanı eski ulaştırma bakanı Binali Yıldırım, ‘Şu anda fiilen yarı başkanlık sistemi var’ diyerek bu süreci teyit etti.
Yeni teşkilat şeması devletin yeniden örgütlenmesi demek.. Şimdiden, başbakanlığı işlevsiz kılan, iç güvenlik, dışişleri, savunma, yatırımlar ve enerji gibi temel konular için başkanlıklar oluşturuldu..
Belli ki, devleti tek bir şefin sultası altına almanın yanısıra, iç savaşı hesap eden, onun korkusuyla yapılan bir planlama var ortada..Aksaray bir faşist devlet merkezi olarak inşa edildiği kadar, aynı zamanda bir korkunun da abidesidir.
AKP FAŞİZMİ: SERMAYENİN EN SALDIRGAN KESİMİNİN İKTİDARI
Tarihteki faşist rejimler, verili toplumsal yapılara, o toplumların tarih ve kültürlerine bağlı olarak, gelişme özellikleri ve ideolojik biçimlenişleri (faşizm, nazizim, falanjizm) bakımından farklılık gösterirler. Ama bunların ortak yanı karşı-devrim olarak gerçekleşmeleridir.
İtalya ve Almanya’da devrimlerin yenilgisi ile, İspanya’da cumhuriyetçi halk cephesi iktidarının Hitler ve Mussolini’nin desteklediği Falanjistlere karşı iç savaşı kaybetmesinin ardından faşist rejimler gelip yerleşti.
Işçi sınıfı ve emekçileri dizginsiz bir sömürüye tabi kılmak için, işçi ve işvereni bir araya getiren ve böylece sınıf çatışmasını zorla bastırmanın aracı olan korporatist devlet. işletmedeki işçileri şirketin çıkarlarıyla bütünleştiren dikey (hiyerarşik) sendikacılık, faşist rejimlerin diğer önemli özelliği.
Türkiye’de ise, 12 Eylül öncesi devrimin imkanları varken bu imkanı gerçekleştirme iradesinin yokluğu nedeniyle faşist darbeye yenildik. Devrim tehlikesini bertaraf eden12 Eylül rejiminin kurduğu sistem devam ediyor.. Darbeciler, bu sistemle sivil faşizmin yolunu döşedi.. Darbenin yaratığı kurumlarla birlikte, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde olmayan yüzde-on seçim barajı bu yolun en belirleyici güvencesini oluşturdu..
Faşist rejimlerin bir başka temel özelliği sermayenin en saldırgan kesiminin iktidarı olarak gündeme gelmesidir.. Ya da 12 Eylül’ün diğer bir başat nedeni olan, işbirlikçi büyük sermayenin, emperyalist sistemin isterlerine tabi olarak, yeni bir sermaye birikim stratejisine gereksinim duyması ve bunun için de, emekçi sınıfların örgütlü gücünü ve direnişini açık zorla tasfiye edilmesi ihtiyacıdır. 24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül askeri faşizmiyle hayata geçirilebilmiştir.. Brezilya (1964), Şili (1973), Arjantin (1976) askeri faşist darbeleri aynı kategoridendir. Hepsi uluslararası sermayenin dayattığı neo-liberal politikaların açık zorla uygulanmasına dayanır.
AKP iktidarı Anadolu sermayesi (veya yeşil ya da islami sermaye) diye adlandırılan ticaret sermayesinin ekonominin bütün alanlarında hakimiyet mücadelesine dayanıyor.. Bu sermaye, kendi rakiplerini rekabetle değil, devlet mekanizması ile tasfiye ediyor. Bugüne kadar sermayenin el değiştirmesi TMSF ve BDDK yoluya gerçekleşti. Cem Uzan, Halis Toprak, Mehmet Emin Karamehmet, Dinç Bilgin, Aydın Doğan gibi işadamlarının mallarına TMSF ve BDDK yoluyla el koyuldu. İhaleye çıkartılan firmaları hep Erdoğan'ın damatları, çocukları ya da yandaşı ya da İmam Hatip'ten sınıf arkadaşı, hemşehrisi, veyahut eşi ve kendisinin akrabalık bağı olduğu iş adamcıkları aldı. Ceplerinde para olmayan bu adamlara devlet bankalarından halkın parası kredi olarak aktarıldı. Firmalar bir bir Erdoğan'ın yakın avanesine ihale yoluyla verildi.
Çarpıcı bir örnek verelim.. 18 Mayıs 2013’te Mehmet Emin Karamehmet'in patronu olduğu Çukurova holdingin 440 milyon dolar borcundan kalan 75 milyonun ödenmemesi nedeniyle, TMSF tarafından Skyturk360, Show TV, Akşam Gazetesi ve BMC şirketlerine el konuldu. 950 milyon lira değer biçilen ve otomotiv sektöründe dünyanın 4'üncü büyük üreticisi BMC, 751 milyon TL’ye Emine Erdoğan’ın kuzeni Etem Sancak’a satıldı. Sancak, Skyturk360 ve Akşam gazetesini de satın alan kişiydi..
TMSF’nin, sermayenin el değiştirmesinde hukuk dışı zorun bir aracı olarak rol oynadığını gösteren başka bir örnek.. TMSF, bankacılık krizinde el koyduğu Erol Aksoy’un Boğazköy’deki-bugünkü değeri 100 milyon TL olan- 55 bin metrekarelik arsasına 2008’de 37 milyon 72 bin lira değer biçiyor. 2011’de 27 milyon TL düşürüp 10 milyon 789 bin TL.ye BİM’e satıyor. Aksoy ihalenin iptali davası   açıyor ve kazanıyor. Ama TMSF’den “Kamuya olan güven zedelenir” denilerek, mahkeme iptal kararında ‘Arsanın değerini düşürmek kamuyu zarara sokar’ demesine ragmen “Mahkeme kararını uygulamayacağız” cevabını alıyor. (1) Kısacası arsa, değerinin onda-bir fiyatına, neredeyse bedavaya, İslamcı BİM’e verilmiş oluyor..
Kamu kuruluşlarının özelleştirmelerle yine aynı çevrelere, kısmen Arap sermayesi ortaklıklarıyla peşkeş çekilmesi ise ayrı bir başlık konusudur..
Cumhuriyet tarihinde, 1942 yılında Varlık Vergisi Kanunu ile gerçekleştirilen transferden sonra en büyük servet ve sermaye transferidir bu. Resmi gerekçesi, "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek" olarak dile getirilen bu kanunu, faşist Şukrü Saraçoğlu hükümeti Ermenilere, Yahudilere ve Rumlara uygulamıştı. Gayri resmi açıklamasında ise şöyle diyordu: ‘’Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz." (2)
Şimdi aynı şeyi bu kez sermayeyi ‘İslamileştirmek’ adına yapıyorlar..
AKP’NİN ‘KRİSTAL GECESİ’
Bugün bunun da ötesine geçip ‘el koyma’yı açık bir yasa haline getirdiler. AKP’nin meclisten geçirdiği yeni yargı kanununda yer alan ‘makul şüphe’ sadece siyasi faaliyetlere değil, sermayenin diğer kesimlerine de yöneliktir. Yani makul şüphe ile bir işverenin mal varlığına el konulabilecek, hapse atılabilecek. AKP’lilerin ‘peygamber dostu bir yargı’ (yani İslami yargı) diye anlattığı bu hukuk anlayışıyla, kendilerine göre dost olmayan kesimler cezalandırılacak, işine, evine, malına, sermayesine el konulacak.. Bu yöndeki ilk örneğin Zaman Gazetesi ve STV’ye yapılan polis baskınları ve tutuklamaların ardından yaşanması muhtemeldir..
Bu yasayla tamamen devre dışı bırakılan hukukun yerini ideolojik-politik kriterler alacaktır. Faşizmin pratğini bundan daha somut bir uygulama anlatamaz. Çünkü faşist diktatörlüklerin temel bir özellği de hukuk tanımazlıklarıdır, hukukla kendini sınırlamayan, dolayısıyla, açık bir diktatörlüktür.
Varlık Vergisi, hukuk ve yasa ile maskelenmiş azınlıklara yönelik bir sermaye transferiydi.. Menderes iktidarının organize ettiği 6-7 Eylül pogromu ise, Hitleri'n Kristal gecesi'ni andırır.
9 kasım 1938 gecesi Alman nazileri yahudilere ait ev, işyeri ve sinagoglara kanlı bir saldırı düzenler.. Gerekçe Paris'teki Alman Büyükelçili'ğini basan bir Yahudinin, önüne çıkan ilk kişi olan büyükelçi yardımcısını vurmasıdır. Goebbels, bunun planlı bir Yahudi komplosu olduğu ve Alman ırkının öcünü alması gerektiği, olayların çıkması halinde ise müdahale etmeyecekleri propagandası ile kitleleri provoke eder. Ardından saldırı gerçekleşir. Gecenin sonunda 99 yahudi öldürülmüş, 7500 işyeri yağmalanmıştir.
6-7 Eylül olayları da Selanik’teki Atatürkün evine bomba atıldı yalan haberinin yayılması üzerine aynı şekilde gerçekleşti. Rumlara yönelik misilleme sözkonusuydu ama Ermeniler ve yahudiler de hedef alınmıştı. 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5.317 mekân saldırıya uğramıştır.
Maraş Katliamı da aslında bir ‘Kristal gece’ydi.. Katliamda Alevilerin evleri ve işyerleri de yağmalandı. Özellikle Ecevit’in uyguladığı tarım destekleme politikası ile zenginleşen kırsal alandaki Aleviler Maraş merkeze göçerek kent içi ekonomik etkinliği ele geçirmişlerdi. Alevilerin hem zenginleşmesi, hem de sosyal yaşama katılması zengin sunnileri ‘tedirgin’ etmişti. Tedirginlik zaman zaman “Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz” şeklinde dışa vurdu. Katliam öncesi kenti gezen ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck, “Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!” diyecekti…
Kadroları böyle bir gelenekten süzülüp gelen AKP iktidarı, daha ileri bir adım atarak, çıkardığı yargı ve güvenlik yasalarıyla, bu provokasyon örneklerini resmi devlet poltikası düzeyine taşıyor. 6-7 Eylül olaylarında Seferberlik Tetkik Kurulunun (özel harp), Maraş katliamında kontrgerillanın rolü hatırlanırsa, IŞİD içinde birlikleri olan Özel Harp dairesinin provokasyonları ihtimal dışı değildir..
AKP IRKÇILIĞI: FARKÇI-IRKÇILIK
Faşizmin diğer bir özelliği olan ırkçılık ise, AKP için farklı bir çervede sözkosudur. Bugün kapitalist dünyada, özellikle Avrupa’da uzunca bir süredirbiyolojik ırkçılığın yerini sosyo-kültürel-simgesel farklılıkların doğallaştırılmasına dayalı bir ırkçılık almaktadır., Samuel Huntington’ınMedeniyetler Çatışması’da öne sürdüğü, Soğuk Savaş sonrasında,1990 'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığı ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceği yolundaki –Bush dönemi politikasına yön veren- tezi bu doğallaştırmanın önemli bir etkeni olmuştur. Sovetler Birliği'nin yıkılması için ABD ve NATO’nun uygulamaya soktuğu yeşil kuşak projesinden deneyim kazanan emperyalizm, bu kez medeniyetler çatışması tezinden hareketle BOP çerçevesinde Ilımlı İslam projesini gündeme soktu.
Bu farkçı-ırkçılık* insan uygarlığını oluşturan kültürlerin çok sesli birliğine karşı daha büyük bir tehlikedir. Eş zamanlı olarak, farklı medeniyetlerin var olduğu kurgusu tek bir dünya kapitalist sisteminin varolduğu gerçekliği ile bağdaşmaz. Batı sadece mevcut (burjuva-) uygarlığın aktüel temsilcisi, öncüsüdür. Bütün farklı kültürler dünya kapitalist sistemi tabanında tek bir uygarlık çatısı (batı kültürünün ve burjuva ideolojisinin hegemonyası) altında çelişkin bir eklemlenme içinde ve etkileşim halindedirler. Farklı kültürleri farklı uygarlıklar olarak kurgulamak ister istemez kapitalizm-öncesi dünyanın kültürel kodlarını bugüne taşıma sonucunu verir. Başka bir anlatımla, tek bir dünya sisteminin varolmadığı koşullarda mümkün olan ama bugün kültürel kalıntıya / mirasa dönüşmüş uygarlıklara fiili bir kimlik atfetmek, dünya ölçüsünde gericiliği yaygınlaştırmak, egemen kılmaktır. Bu bakımdan, Lenin’in, emperyalizmin ayırd edici eğilimlerinden biri olarak analiz ettiği siyasal gericilik, eğilim olmaktan çıkmış, günümüzde tayin edici temel bir karakteristik halini almıştır. ‘Yeni orta çağ’ nitelemesi tam da bu bağlamda anlam kazanır.
 Bir ırka üstünlük atfetmekle, belirli bir kültüre ya da din veya mezhebe mutlak doğruluk ve üstünlük atfetmek arasında özde bir bir fark yoktur. Batının, klasik sömürgecilik döneminde olduğu gibi, kendisini yeniden üstün bir konuma oturtması, karşı-eşbiçimini de doğurmaktadır. Sovyetler Birliği’nin, sosyalist bir uygarlığı temsil etmekten çok, modernizmi aşmak yerine onun bir versiyonu olarak kalması, Afganistan işgali gibi emperyal politikaları, Batılı modernleşmeyi örnek alan bölgedeki yönetici sınıfların başarısızlığı ile birlikte, moderniteyi topyekün reddeden bir ortam oluşmasına yaradı. İran İslam devriminin alternatif bir uygarlık iddiası ile ortaya çıkması bu ortamın bir sonucudur. İran’ın devrimi ihraç etme girişimleri ile birlikte, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi devreye girmiş ve mezhep çatışmasını kışkırtan bir yol izlemiştir. Bu da sonuçta Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da inanç ve kültür farklılıklarına dayalı islamcı ırkçılığı gündeme getirmiştir. IŞİD’in vahşet içeren çizgisi bunun en sert örneğidir.
AKP, özellikle Alevilere yönelik asimilasyon politikalarıyla bu çizgiyi şimdilik daha yumuşak bir biçimde uyguluyor. Diğer yandan bu tür bir (farkçı-) ırkçılık, AKP’ye, biyolojik ırkçılığın temsicisi MHP’ye karşı, kendi kültürel / mezhepçi ırkçılığını perdeleme imkanı vermekte ve hegemonik bir üstünlük sağlamaktadır. 
‘’ÜST-AKIL’’-‘’TAŞERON AKIL’’ VE ‘’ MİLLET AKLI’’
Yakın zamanda Erdoğan’ın kimi tespitleri ve argümanları ulusal ve global medyada alay konusu oldu.. Bilimi ve aklı rehber edinenler, tarihi bilenler için bu açıklamalar elbetteki komik. Ama Erdoğan’ın, Amerika kıtasını ve dünyanın yuvarlak olduğunu müslümanların keşfettiğini ileri sürmesi, gündemi kaçaksaray gibi konulardan uzaklaştırma amacı taşımakla birlikte asıl olarak, konuştuğu platform dikkate alındığında (1. Latin Amerika Ülkeleri Müslüman Dini Liderler Zirvesi), hem dünya müslümanlarının liderliğine soyunma (‘’Türkiye İslam dinin sancaktarlığını yapıyor’’) ve hem de kendi tabanına özgüven aşılama amacı taşıyor.
Osmanlının gerileme döneminde Batı karşısındaki yenilginin yarattığı eziklik, 20.yüzyılın başında batıyla özdeşleşme stratejisiyle aşılmak istendi. 1923 devrimi bunu hedefledi. Ancak modernleşme politikalarının sentezleyici olmaktan çok ‘kendini yoksayarak öteki (Batı) olma’ anlayışı ile pratikleşmesi, toplumsal bir şizofreniye, ikili bir kültüre de yol açtı. Bu ikilik şimdi yine benzer bir anlayışla aşılmak isteniyor. Bu kez, modernleşmeyi yok sayarak kendisi olma şeklinde. Bu, topluma deli gömleği giydirmek demek..
Şöyle bir tasnif yapıyor Erdoğan: Üst-akıl, taşeron akıl ve bu ikilinin karşısına koyduğu millet aklı.. Bu millet de Sunni mezhebinden başkası değildir. Üst akıl’dan kastedilen ise Batıdır. Taşeron akıl ise cumhuriyetçiler, demokratik ve özgürlükçü bir moderniteden yana olan, Kürt özgürlük hareketi dahil seküler temelli sol siyasi hareketler, kültürler.. Siyasi aklın (yani Erdoğan’ın) entelektüel aklı öncelediğini belirten AKP’nin entelektülleri, ‘geleceğimizin 20. yüzyılın defterini dürmekten geçtiğini, bu vesayet dediğimiz üst aklı ve onun içerideki gönüllü taşeronlarını silmekten, etkisizleştirmekten’ geçtiğini yazabiliyorlar...20.ci yüzyılın defterini dürmek.. Nedir bu? Modernleşme ve demokratikleşme yolunda atılan adımlar.. 1923 burjuva devriminin getirdikleri.. Laiklik, dil devrimi, modern eğitim, kadın hakları, seküler yaşam tarzına dair ne varsa.. Bunların hepsi, şimdi ya tasfiye edilmekte ya da cendereye sokulmuş durumda.
 19. Milli Eğitim Şurası’nın açılışında, “Bizim bazı sıkıntılarımız var hâlâ. Bu sıkıntıları anaokulundan başlayarak bir hayat tarzı sunarak yeneceğiz” sözleriyle “yeni nesil dizaynı” mesajı veren Erdoğan, hedefe somutluk kazandıran şu sözlerle devam ediyor: ‘’İki yüz yıldır eğitimin formatlama aracına dönüştüğü bir sistem ne yazık ki kendisine yabancı bireyler yetiştiriyor ve bunu da cesaret edip hiç kimse sorgulamıyor, sorgulayamıyor. İşte bizim en başta bu dönüşümü gerçekleştirmemiz gerekiyor.’’
Kapitalizmin çözülme ve başkalaşım döneminde olduğu, burjuvazinin aydınlanmanın değerlerini çoktan terkettği, kültürel değerleri pazar değirmeninde öğüttüğü, insani erdemleri metelaştırarak yozlaşmayı derinleştirdiği, kısacası hem insanlığı hem de doğayı kendisiyle birlikte yıkıma götürdüğü bir süreç yaşıyoruz. Bunu burjuva uygarlığının, burjuva toplumunun çöküşü olarak da okuyabiliriz. İşte Erdoğan’ın partisi ve medyasının propagandistleri bu çöküşü kullanıyorlar. Tıpkı Hitler'in modernizmin ilk krizini kullandığı gibi. Bu bakımdan, nazizmin siyasal ve ideolojik inşası ile siyasal islamın inşası arasında, tarihsel ve toplumsal koşullar dışında pek fark yoktur.
Yaşadığımız şey, açık faşizmin, faşist diktatörlüğün, faşist bir toplumun tedrici olarak inşa edilmesi ve geliştirilmesidir. Siyasal İslam aslında geniş ortadoğu toplumlarına özgü bir faşist harekettir. Neoliberal kapitalizme hizmet, polis-devleti formu, lidere sorgusuz itaat, boyun eğmeyi empoze etmek için kullanılan öncü kuvvetler kurmak, değerlerin zorla islamileştirilmesi, muhalefete yönelik tasfiye politikaları ile faşizmin temel karakteristikleriye uyuşur. AKP iktidarı, bu doğrultuda devleti yeniden biçimlendirmiştir. Geriye devletin kabuğu, yani parlamenter demokrasinin karikatüre dönüşen varlığı, sembolleri kalmıştır. Bunun yanısıra siyasal ve toplumsal muhalefetin mevcudiyeti ve bu mevcudiyet içinde Kürt özgürlük hareketinin önemli bir engel olarak özel konumudur..
AKP’NİN ÇÖZÜM SÜRECİ, SUNNİ İSLAM FEDERASYONUNA TABİDİR
AKP, Kürt özgürlük hareketinin bu konumunu bildiği için, çözüm sürecini, laik-cumhuriyetçi çevrelerle Kürt özgürlük hareketinin iletişim kurmasını engellemekte bir silah olarak da kullanmaktadır. Bu, Erdoğan’ın korkularından biridir ve bunu Gezi isyanında ortaya koydu.. (‘Çok ilginç bakıyorsunuz terörist başının posteri, yanında Atatürk ve yanında Türk Bayrağı. Ey ulusalcılar siz nasıl izlediniz bunu..’ (3)
Bir yandan bayrak indirme provokasyonları, öte yandan Dersim katliamını –‘devlet arşivlerini aç’ çağrılarına sessiz kalarak- ikide bir gündeme getirme, hem ulusalcı kesimi Kürt Hareketine karşı provoke etme hem de Kürtlerin acılarını istismar etme.. Bu oyun her zaman olduğu gibi, Kürt egemenleri ile birlikte yürütülüyor. Genellikle AKP’nin aynı zamanda Kürt egemen sınıfını içeren bir ittifak olduğu gözardı edilmektedir. Neo-Osmanlıcı bir çerçeveye oturtulan bu ittifak sadece Türkiye Kürdistanı halkını sömürmekle kalmıyor, Güney Kürdistanı da (yeni-) sömürgeleri haline getirmektedirler..
Bu nedenle AKP açısından çözüm süreci. emperyal heveslerinin ideolojik ifadesi olan yeni-Osmanlıcı siyasetin temel bir bileşeni olarak işlemektedir. Kürt emekçi halkını bu siyasete razı etmekten başka bir şey değildir. Rıza yoluyla olmazsa, 6-7 Ekim ayaklanmasından sonra devlet terörüne başvuracağını valilere gözaltına alma yetkisi veren yeni kamu güvenliği paketiyle ilan etmiş bulunuyor.
Özellikle Gezi isyanından itibaren artan bir ivmeyle faşist bir rejim inşa edilmekte olduğu gün gibi açık. Ana doğrultusu bu olan bir devlet iktidarından demokratik hamleler ummak paradoksal bir çelişkidir. Bu paradoksu gören Aysel Tuğluk, AKP’inin, Kobani önlerinde ‘düştü, düşecek’’ diye rengini ve çizgisini çok net sergilediği günlerde şu tespiti yapıyordu: ‘’AKP kesin bir şekilde partner olmaktan çıkmıştır.. AKP çizgisi Türkiye’nin bütünü için şu an yürürlükteki en büyük tehlikedir. Bizzat IŞİD ideolojisi ve yaşam anlayışının AKP eliyle toplumun dokularına nüfuz etmesinden söz ediyorum. Bu anlamda bölge için her türlü gericiliğin kaynağı haline gelen bu çizgiye tüm kürt güçlerinin tutamak olmasına son verilmelidir.’’ (4) Aslında KCK da uzun bir süredir durmun farkında. “Erdoğan sorunu çözecekmiş gibi yaptı, hep bundan söz etti, ama hiçbir zaman çözüm sürecine girmedi. Hep beklenti yarattı, oyaladı, zaman kazandı, kendi iktidar amaçları için her şeyi kurban ettiler.” tespitini yapan Cemil Bayık, müzakere sürecinin 15 Mart’a kadar, yani seçimlerden önce tamamlanması gerektiğini belirterek, ‘’Öyle müzakereye başlayıp, zaman yetmedi, seçimlere girdik, artık seçim ortamında müzakere yapılamaz, seçimlerden sonraya kalsın, biçimindeki bir yaklaşımı biz kabul etmiyoruz. Eğer müzakereyi kabul etmezlerse veya takvimlere göre yürütmezlerse bir politik oyalama, bir aldatma olarak değerlendireceğiz ve bunu aynı zamanda bir savaş hazırlığı olarak değerlendireceğiz.’’(5) dedi. 
Yine de, resmen savaşı başlatan taraf anlamına gelebilecek ‘’biz bu oyunda yokuz’’ demeden, Kürt halkını bir beklenti içinde tutan genel politik hattan, çözümü faşizme karşı ortak mücadele çerçevesine hızla taşıyan bir hata geçişin elzem olduğunu söylemek durumundayız. Çünkü 15 Mart’ta bir ‘mucize’ olmayacağı gibi, akabinde gündeme gelecek savaş konsepti de, bölünme paranoyasını körükleyecek çok daha büyük bir şovenist dalga için gerekçe oluşturacaktır. Bir başka deyişle, Erdoğan’ın –özellikle CHP’yi parçalamaya yönelik bir pazarlığa dayanan- Silivri ulusalcılarıyla ittifakı genişleme imkanı bulabilecektir.
2023 hedefinin, birleşik ya da federal İslam devletinin ilan tarihini ifade ettiği yeterince açıktır. Bu, esasta sunni Türk-Kürt federasyonu olarak şekillenmektedir. Erdoğan’ın bölgedeki en sağlam müttefikinin Barzani yönetimi olduğu bilinen bir gerçek. Bu ittifakı Kobani savaşı bile sarsamadı, aksine Kobani’ye IŞİD’i saldırtmakla, Rojava devrimini etkisiz kılmanın imkan ve araçlarını geliştiriyorlar. PYD’yi sıkıştırıp Duhok anlaşmasına razı ettiler.. Rojava’da Barzanici partiler, yönetimin eşit paydaşı oldu. Bu anlaşmayla ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin IŞİD mevzilerini bombalamaya başlaması eşzamanlı oldu. Peşmerge güçleri Kobani’ye girdi.. Öte yandan IŞİD’in güneydeki mevzileri de bombalanarak, Barzani’nin ilerlemesi ve güney Kürdistan’da kontrolü elde etmesi sağlandı.. Kısacası, Rojava’daki kanton yönetimini IŞİD ve işbirlikçi Kürtlerle birilikte yıkmak isteyen Erdoğan ve AKP’nin, Türkiye Kürtleri için demokratik bir çözüm düşünebilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu  Frankenstein'ın yaratığının normal insana dönüşümünü mümkün görmek gibi bir şey olur.
Başkanlık sistemini inşa etmeleri, 2023 hedefiyle dogrudan ilişkilidir. Başkanlık sistemi ve Osmanlıcılık siyaseti, sunni federasyonun inşası için gerekli yapılar. İki yüz yıllık modernleşme hareketinin reddi ise kurulacak rejimin ne olduğunu gösteriyor.. İslamcı faşist diktatörlük, kurucu irade rolü oynayacak.. Dolayısıyla, seküler temelli Kürt özgürlük hareketinin bu denklemde yeri yok. Bir yandan müzakere görüşmeleri sürdüren AKP’nin çözümü’nün bir aldatmaca olduğu şurdan belli. Sözkonusu eğitim şurasında, tartışması dahi yokken Osmanlıcanın zorunlu ders olmasına ‘’isteseler de, istemeseler de’’ mantığı ile karar verildi. Peki, yıllardır tartışma gündeminde olan ve artık CHP’nin de ciddi olarak üzerinde düşünmeye başladığı ana dilde eğitim konusunda adım atmaya engel ne kalmıştı?
ANTİ-FAŞİST CEPHE
Acilen faşizme karşı bir mücadele stratejisi geliştirilmesi kaçınılmazdır. Söylemeye gerek yok, anti-faşist bir cephe inşa etmek ve barış sürecini de bu cephe siyasetinin temel bir ögesi kılmak olması gerekendir. Barış süreci, bu noktadan sonra esas olarak Türk halkının demokratik özerklik ve bu kez eşitlik temelinde demokratik bir cumhuriyete ikna edilmesi süreci olarak işlemelidir.
HDP bir yandan Türkiye partisi olma iddiası yolunda önemli adımlar atmıştır.. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izlenen hat, kapsayıcı ve etkili bir adımdı.. Ancak bunu sürdürdüğünü söylemek zor. Parti olarak seçimlere katılacağını ve yüzde-10 seçim barajını aşacağını açıkladı. HDP şimdi anti-faşist bir strateji izlerse gerçekten Türkiye partisi olabilir ve barajı aşabilir. Bu da faşist devletle müzakere sürdürmeyi ana politkası olmaktan çıkarmayı gerektirir.
HDP şu ana kadar demokratik özerklik-demokratik cumhuriyet formulasyonunu bir bütünlük olarak pratiğe geçirmedi.. Demokratik cumhuriyet talebi havada duruyor.. Demokratik cumhuriyet için HDP içindeki sosyalistlerin örgütlü olarak inisyatif alması gerekir. Kürt hareketinin kendi özgül programı için DBP’yi kurması HDP’yi bir cephe örgütü konumuna getirdi zaten.. Eksik olan HDP içindeki sosyalistlerin örgütlülüğüdür.. Bu eksiklik şimdilik sosyalist bir koordinasyonla doldurulabilir.. Anti faşist cephenin oluşmasında bu koordinasyon inisyatif yüklenebilir, yüklenmelidir.
Demokratik cumhuriyet, kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi esas alan bir ideolojik siyaset geliştirmeyi gerektirir. Mesele sadece ulus-devleti aşmak değildir. Laikliği, seküler toplumu bu çerçevede sahiplenmek.. Siyasi İslamla, statükocu ulusalcılarla ideolojik mücadele ve samimi ulusalcıları, kemalistleri kazanma mücadelesi.. Bunun için kurtuluş savaşındaki birliği savunmak gerekir. İki halkın gönüllü birliğini tesis etmenin tarihsel dayanaklarından biri. emperyalizme karşı verdikleri ortak mücadeledir. Cumhuriyeti tümüyle olumsuzlayıcı bir tutum ne bilimsel olarak doğrudur, ne de bir fayda saglar. Bundan nemalananın esas olarak siyasi islam olduğu artık anlaşılmalıdır..
Demokratik özerkliği, ‘’Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun bir şekilde yeni bir toplumsal sözleşme’’nin temel bir unsuru olarak parti programına yazabiliyorsak, bunu politik bir düzeye de taşımak gerekir.. Kürt özgürlük hareketinin lideri Öcalan, asli olarak Türk ve Kürt halkları olmak üzere halkların ittifakıyla kazanılan kurtuluş savaşı, ’’emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir demokratik ulusal devrimdi.’’ tespitini yapar. ‘’Bu devrime önderlik eden M. Kemal’in o dönemdeki bütün demeçleri bu gerçeği ifade eder.’’ diye devam eden Öcalan, bir komplo ve darbe örgütü olarak tanımladığı İttihat Terakki Cemiyeti’nin ‘1919-1922 ulusal devrimine nasıl sızdıklarını, özellikle İngiliz hegemonyasıyla işbirliği içinde olanların komplo, suikast ve darbelerini de çok iyi bilmek gerektiğine’’ işaret eder.(6) Öcalan’ın bu tespitleri, demokratik ulus ve demokratik cumhuriyet taleplerine tarihsel bir köken arayışını ifade eder ki, doğru olan da budur.
Bugün AKP faşizminin karşısına tarihsel kökeni bu olan bir demokratik cumhuriyet şiarıyla çıkılmalıdır. Buna uygun bir ideolojik siyaset geliştirilmelidir. Açıkçası cumhuriyetin kazanımları, komplekse kapılmadan sahiplenilmelidir. Bu faşizme karşı ideolojik mücadelenin gereğidir. Eğitim sistemi tümüyle sunnileştirilirken, okullar kuran kurslarına dönüştürülürken, Osmanlının son yüzyılından bile daha geri götürülürken susulamaz. (Batıda okulların İmam-Hatipe dönüştürülmesine aileler karşı çıkarken neden Doğudan bir ses yükselmiyor?) Kaldı ki, AKP iktidarı Kürt illerinde gericiliğin önünü alabildiğine açarak bu açılımdan Hizbullah partileşme fırsatını yakaladı, IŞİD taban buldu. Şimdi de Hüda-Par’ı kürt halkının üzerine saldırtıyor..
Bu yönde atılacak adımlar, Birleşik Haziran Hareketiyle stratejik güçbirliği yapmayı da kolaylaştıracak, ulusalcı-kemalist çevrelerin şovenist eğilimlerini kısmen yumuşatacak ya da ayrıştıracaktır. Diğer bir anlatımla, statükocu, eski düzen yanlısı, faşizan ulusalcıların tecrit edilmesi de mümkün olacaktır. Türk halkını, Kürt halkının haklı taleplerine karşı düşmanca bir tutumla manüpüle eden; IŞİD’le PKK’yi, dahası Kobani’yi ve Rojova’yı IŞİD çetelerine karşı savunan PYD ve YPG’yi de eşleştirip ‘yesinler birbirlerini’ diyen paranoid siyasetin karşısına Kurtuluş savaşındaki birlikle karşı çıkalım. 1921 Anayasasını, Meclisin gizli oturumunda aldığı Kürtlere özerklik kararını yüzlerine çarpalım.. Sonraki ihanetleriyle yüzleşmeye zorlayalım.
Bu cenah, tıpkı komünistlere karşı izlediği düşmanca politkalarla Hitler nazizminin yükselişinde önemli rol oynayan Alman sosyal-demokratlarının rölünü oynamaktadır. Alman sosyal-demokrasisinin komünizm korkusu faşizm korkusuna baskındı. Bunların da bölünme paranoyası faşizm korkusuna baskın. Ancak sosyal-demokratlar kendi politikalarının altında bizzat kendileri kaldılar.. Öte yandan, Alman komünistlerinin 3. Enternasyonalin yalnış politikalarını izleyerek sosyal demokratlara karşı sekter bir tutum almasının faşizmin işine yaradığını da unutmayalım.
Öte yandan Birleşik Haziran Hareketinin ortaya çıkması ve hızla örgütlenmesi olumlu bir gelişmedir. Ama eğer politik bir varlık olarak etkinliğini sürdürecekse, Kürt halkının taleplerini sahiplenmeli ve Kürt özgürlük hareketiyle yakınlaşmayı ve dolaysıyla, HDP ile anti-faşist birliği hedeflemelidir. Bugün hiç bir devrimci, sol bir talep, kurtuluş savaşı döneminde Mustafa Kemal’in, Kürtlere muhtariyet (özerklik) vaadinden, bunu Meclis kararı haline getirmesinden daha geri olamaz. Dolayısıyla bu birlik, işin bu noktasından tutulduğunda, CHP’yi de anti-faşist cephenin içine çekmekte en büyük kaldıraç olacaktır..
Demokratik cumhuriyete giden yol budur..
Dolayısıyla HDP demokratik cumhuriyet hedefi ile ilgili. formülasyonun ötesinde, somut talepler öne sürmelidir.. Daha açık bir ifadeyle Türkiye’nin bütünü için bir devrimci geçiş programı inşa edilmelidir. Bu, Haziran Hareketiyle birlikte bir cephe programı olarak da inşa edilebilir. Geçiş talepleri cephe siyaseti ile birleştirildiğinde Türkiye’de bütünleştirici bir devrimci politik strateji gündeme girmiş olacaktır.
-----------------------------------------------------
!. Çiğdem Toker, Cumhuriyet, 27 Aralık 2014
2. Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yayınları
* Kavramı Fransız marksisti Etien Balibar kullanıyor. Bkz. Irk-Ulus-Sınıf, Metis yayınları
3. 21 haziran 2013, Kayseri konuşması
6. Abdullah Öcalan, Demokratik ulus çözümünde Demokratik kurtuluş ve özgür yaşam, http://www.demokratikmodernite.com/aocalan.html


Saturday, January 16, 2016

OSMANLI TIBBININ YANİ GÜNÜMÜZ TIBBININ TEMEL TAŞLARI ERMENİ HEKİMLER TARAFINDAN DÖŞENDİ

DEVRİMCİ KARADENİZ 

Sait Çetinoğlu

Ermeni yazılı kültürü, Ermeni tabipler, sağlık kurumları ve sağlık hizmetleriyle ilgili çalışmaları yanında biyografi ve şehir incelemeleri bazında kapsamlı mikro tarih araştırmalarıyla tanıdığımız Arsen Yarman, bu kez kurucularının pek çoğu dönemin İstanbul’unun kendi alanlarındaki en parlak hekimleri olan unutulmuş bir Ermeni sağlık kurumu Ermeni Etıbba Cemiyeti’ni gün ışığına çıkararak okuyucularıyla paylaştı. Arsen Yarman,  Ermeni Etıbba Cemiyeti (1912-1922), faaliyetleri ve yayın organı Tarman dergisinin sahifelerine odaklanarak Ermeni Halkının en çalkantılı, ve fırtınalı yıllarının  varoluş ve ayakta kalma mücadelesine ışık tutmaktadır.
Arsen Yarman’ın çalışması bir anlamda Osmanlı Tıp Tarihidir. 490 sahifelik 480 doktor biyografisi ve 100 fotoğraf paylaşımı ile araştırma,  Osmanlı sarayı, Balkan ve I. Dünya Savaşı başta olmak üzere Osmanlı Savaşları ve Milli Mücadele yıllarının fedakar Ermeni tabiplerin emeklerine  odaklanarak,  tıp tarihinin önemli bir yüzünü aydınlatmıştır. Kendilerine çok şey borçlu olduğumuz ancak unuttuğumuz kişiler tekrar gün yüzüne çıkarılmış, yine bir çok bilinmeyen ve  unuttuğumuz konuları gündeme taşımıştır.  Ermeni hekimler, Avrupa’da özellikle İtalyan ve Fransız üni­versitelerinde aldıkları tıp eğitimi sayesinde Osmanlı tıbbının ve tıp eğitiminin modernleşmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır. Amirdovlat Amasiatsi’den itibaren Osmanlı sarayında hizmet veren, sultanın ve yakınlarının şahsi hekim­liğini yapan (Şaşyan[i] ailesi, Serviçen, Sınabyan, Horasanciyan) pek çok Ermeni hekim bulunmaktadır.
Osmanlı Tıbbının dolayısıyla günümüz tıbbının temel taşları Ermeni hekimler tarafından döşenmiştir. Bunu tıp eğitimi ve TTB tarihinde görmek mümkündür.

Ermeni Etıbba Cemiyetinin kuruluşu ve yayın organı Tarman dergisi
Cemiyet’in on yıllık süre içindeki faaliyetleri kesintili üçer yıllık iki döneme ayrılır. İlk dönem   (1912-1915), Savaştan önceki bu üç yıllık dönemde Ermeni Etıbba Cemiyeti, İttihat ve Terakki’nin ve Meşrutiyetin “eşitlik, özgürlük, adalet” söyleminin fiili ola­rak uygulanmadığından, Ermeni doktorların liyakatlerinin adil biçimde değer­lendirilmediğinden ve ayrımcılığa maruz kaldığından şikâyet etmekteydi.
Arsen Yarman’ın cemiyetin çıkış gerekçesine dair “Ermeni etıbba Cemiyeti aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği siyasal ve sosyal dönüşümün bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır” sözleri çalışmayı Cemiyet’in tarihi olmanın ötesinde bir bakıma İttihat ve Terakki’nin de kısa ve yoğun tarihi olarak okumamızı sağlıyor. İttihat ve Terakki, yeni ve adil bir “Osmanlılık” fikrini güçlendirmek istediğini propaganda ediyordu ancak Ermeni doktorlar 1911 yılında liyakat ve kabiliyetleri yeterli olsa bile kamu da­irelerinde görevlendirilmediklerini, haklarının savunulması bakımından hassas olunmadığını fark etmişlerdir. Onları Ermeni Etıbba Cemiyeti’ni kurmaya ve özel olarak İstanbul ve taşradaki tüm Ermeni doktorların sorunlarıyla ilgilen­meye ve aralarındaki dayanışmayı güçlendirmeye iten de bu tavır olmuştur. Eşit ve adil bir Osmanlılık fikrinin tüm devlet otoriteleri tarafından savunulduğu ve uygulandığı kanaatine ulaşmak için dört yıl yeterli bir süre sayılmalıdır.
Ermeni Etıbba Cemiyeti 1912 yılında kurulduğunda, özgürlüklerin geniş­leyeceği ümidini taşıyanların sayısı artık azalmaya başlamaktadır. Dönemin adaletsizliğe karşı ortak hareket etmeyi teşvik eden atmosferi de giderek bir itiraznâmeyle resmi ma­kamlara müracaat etme fikri yerine hekimlerin ortak hareket edeceği bir etıbba cemiyetinin kurulması seçeneğini ortaya çıkarmıştır. Geçen süre içinde olup bitenler, Osmanlılık idealinin birkaç yıl içinde büyük ölçüde ve geri dönülmez biçimde aşındığını göstermiştir. Balkan Harbi sırasında ülke­deki siyasal atmosfer,  özgürlüklerin genişleyeceği ümidini beslemekten epeyce uzaktır.
Yapılan başvurulardan bir netice alınamaması,  itiraznâmeden de bir sonuç alınamayacağına  kesinlik kazandırmış, birlikte hareketi kolaylaştıracak örgütlenme fikri olgunlaşarak Cemiyet şekillenmiştir.
Balkan Savaşı’nın hemen ardından kurulan cemiyet giderek artan savaş tehdidi koşullarında faaliyete başlamış ve çok kısa bir süre sonra kendisini, Ermeni toplumu için son derece yıkıcı sonuçlan olan I. Dünya Savaşı’nın içinde bulmuştur. Bu süreçte bir devlet politikası olarak 1915 yılında uygulanmaya başlanan Ermeni tehciri ise yalnızca Ermeni toplumu için değil bizzat Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin üyeleri için de çok ağır sonuçlar doğurmuş­tur. Cemiyetin kurucu üyelerinden Dr. Nazaret Dağavaryan tehcir sırasında öldürülmüştür,
Zaten 1912 yılında kurulan Ermeni Etıbba Cemiyeti de sadece birkaç yıl faaliyet gösterebilmiş, I. Dünya Savaşı koşullarında, Cemiyet mensubu hekimlerin Balkan savaşlarındaki emekleri unutularak 1915 yılında faa­liyeti yasaklanmıştır.
Bu yasak, Cemiyetin Dr. Vahram Torkomyan’ın öncülü­ğünde yeniden çalışmaya başladığı 1919 yılına kadar sürer.
Cemiyetin Savaş’tan sonraki ikinci döneminde  (1919-1922) Ermeni toplumunun endişeleri bambaşka bir düzleme taşınmıştır.  Ermeni toplumu bir bütün olarak varlık sorunuyla, hayatını sürdürme mücadelesiyle karşı karşıyadır ve bunun en temel yolu siyasal süreçler hakkında bilgi sahibi olmaktan ve onu etkileyebilmekten geçmektedir. Bu bakımdan Cemiyet, tıptan siyasete kadar geniş bir yelpazede faaliyetlerini sürdürmeye çalışmıştır.
Derginin yayın organı Ermeni bilim erbabının sesi ve buluşma yeri Tarman da bu son dönemin ürünüdür ve Cemiyet ile Tarman bir dayanışma organı olarak birbirini tamamlarlar. Tarman dergisi daha baştan itibaren İmparatorluk’ta faaliyet gösteren Erme­ni hekimlerin yanı sıra başta eczacılar ve diş hekimleri olmak üzere sağlık ala­nında çalışan bütün kesimlerin sesini ve faaliyetlerini duyurmayı amaçlamıştır.
Dönemin özelliklerinden dolayı profesyonel bir meslek kuruluşunun toplumun her sorununu kendine dert edinerek çözüm yollarına başvurması yadırganacak bir tutum olarak karşılanabilir. Ancak Ermeni Etıbba Cemiyeti ve bileşenleri Ermeni tabipler, toplumun en sorumlu kişileri olarak ortaya çıkarak, Ermeni toplumunun var olma mücadelesinde öncü rolü üstlendiler. Ermeni toplumunun sorunlarına sahip çıkarak, Türkiye’nin ve dünyanın her köşesine nar taneleri gibi dağılan insanlara  yardım elini uzatıp Ermeni toplumunu kucakladılar. Bu dayanışma birikiminin Ermeni toplumunda refleks olarak var olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz örneklere yeterince sahibiz.
Cemiyet, Tehcir sürecindeki ölüm yolculuğunda kaybedilen,  katledilen Ermeni halkının hekim evlatlarına saygı ile sahip çıkar: I. Dünya Savaşı’nda yaşanan felakette ölen Ermeni hekim, eczacı ve diş hekimleri için CemiyetAbide adlı bir yayın hazırlar: Öldürülen Ermeni hekimler hakkındaki bilgi ve delilleri bir araya getiren bu çalışmanın Ermenice adı Hay Pıjışgutyan Dıvats Zoherı Tutsagakırvats Vaveragan Pasterov’dur. Savaş sürecinde Ermeni halkının karşı karşıya kaldığı haksızlığın onarılması ve adaletin tecellisi için Divan-ı Harb’ın bilgi isteği üzerine bu anıt belge, kanıt olarak  Divan-ı harbe gönderilmiştir.
Ermeni Etıbba Cemiyeti, şehit evlatlarını unutturmayarak, toplumsal bellek oluşturulmasında aktif olarak yer alır. Ermeni aydınların sürgün edildiği 24 Nisan (1915) gününün yıldönümünde, İstanbul’da bu vesileyle düzenlene­cek yas merasimi komisyonuna katılır. 11 Nisan Matem Merasimi Komisyonu’nun, şehit Ermeni düşünürleri­n dul ve yetimlerinin ihtiyaç duydukları yardımı temin amacıyla diğer cemiyet temsilcileriyle istişarede bulunması için Etıbba Cemiyeti’nden de temsilciler yer alır.
24 Nisan 1921 tarihinde gerçekleştirilen cemiyetin  8. oturumunda,  önce Başkan söz almış ve Meclis açıldığın­da, bugünkü oturumun şehitlerimizin günü olan 24 Nisan’a denk geldiğini hatırlatmış ve hürmet nişanesi olarak 10 dakika ara vermiştir. Bu esnada Dr. Torkomyan kürsüye çıkarak, bütün hayatını kaybedenlerin ve onların arasından Dr. Paşayan, Dr. Dağavaryan, Dr. Sevag ve diğerlerinin hatıralarını hürmetle yâd ettiğini belirtmiştir.
Cemiyet, tehcir süreci kurbanlarına sahip çıktığı gibi, kurbanların aileleri de Birliğe imkanları ölçüsünde destek vermiştir. Şehit hekimlerin entelektüel birikimlerini Ermeni toplumuna  armağan etmeleri bir başka dayanışma örneğidir. Bayan Dağavaryan, Ermeni Etıbba Cemiyeti’ne yazdığı mektupta, rahmetli ve şehit kocası Dr. Dağavaryan’ın 101 cilt Fransızca tıp kitaplarını bağışlamakta ve kitapların Ermenistan’a nakledilmesi arzusunu dile getirmektedir. Meclis bu bağışı şükranla kabul etmiş ve Dağavaryan Hanım’ı şeref üyesi ilan edip Cemi­yet’in bir teşekkür mektubunu göndermeyi kararlaştırmıştır.
1920 yılının 9. dönem toplantısı Dr. M. Khorasanciyan’ın (Horasanciyan) dul eşinin, rahmetli kocası ve genç yaşta ölen evladının hatıralarına binaen, doktorun 600 cildi aşkın tıp kitabının Etıbba Cemiyeti kütüphanesine bağışladığını beyan eden bir mektubunu okuyarak başlatmıştır. Meclis bu bağışı şükranla kabul et­miş ve Bayan Khorasanciyan ile oğlu Avukat Bedros Horasanciyan’ı şeref üyesi ilan etmiştir.
Cemiyetin 12. oturumu 11 Temmuz 1921 tarihinde düzenlenmiş ve Başkan’ın tarihi bir duyurusuyla başlamıştır. Başkan, toplantıyı açarken bugü­nün, 20 Hınçak Partisi üyesinin darağacında asılmalarının altıncı yıldönümü olduğunu ifade etmiş ve “Ermeni Etıbba Cemiyeti namına teessürlerimi bildiri­yor ve Meclise bir müddet ara vermeyi teklif ediyorum” demiştir. Başkan ayrıca, Cemiyet üyelerinden Dr. Suryan’ın da 1920 Ekim’inde Kars’ta bir kurşunla öldürüldüğünü sözlerine eklemiştir. Paramaz  ve arkadaşları ’20’ler ile ilgili geniş bir bilgi paylaşılmıştır.  Benne Torosyan doktor, Hrant Yegavyan tıp öğrencisidir.
Cemiyet, hekim-toplum işbirliğinin bir örneğini de ortaya koyar.  Kızılay’a, Ermeni Kızılhaçı’na, kiliselere, Patrikhaneye, I. Bağımsız Ermenistan’a, okullara, gruplara, yetimhanelere, Kilikya’daki güç koşullar altındaki felaketzedelere … Tıbbı ve maddi yardım esirgenmez.
Cemiyet ve  bileşenleri Ermeni tabipler, çalışmalarıyla, 1915 sürecinden  yeni çıkmış Ermeni halkının yaralarını sarıp,  onlara umut aşılayarak ayağa kaldırmış ve Ermeni halkını yarınlara ulaştırma çabalarında önemli görevler yüklenmiştir.  I. Dünya Savaşı’nın ve Ermeni tehcirinin yol açtığı yıkım koşullarında derginin sağlık alanındaki bütün faaliyetlere yer vermeye çalışması doğal sayılmalıdır. Zira bu tarihlerde İstanbul Ermeni Etıbba Cemiyeti, Ermeni toplumunun hıfzıssıhha ihtiyaçlarını tespit eden, hastalıkların yayılmaması için tedbirler alan, halkı sağlık sorunları hakkında bilgilendiren ve Ermeni toplumunun idarecile­rini gerekli tedbirlerin alınması konusunda uyaran bir merkez haline gelmiştir. Ermeni toplumunun içinde bulunduğu ağır koşullar nedeniyle Cemiyet dikka­tini ve gücünü öncelikle bu sıkıntıları çözmeye ayırmıştır. Ermeni toplumunun bekası, tehcir sürecindeki yıkımın etkilerinin giderilerek ayağa kaldırılmaya çalışılması, korunması ve geleceğe taşınması kaygısı ön planda yer almaktadır.
Cemiyet, 15 günde bir yaptığı gerek tıbbi, gerekse toplumsal ve siyasal tartışmalarını Tarman sahifelerine taşımıştır. Bu  tutanaklar, toplantılara entelektüellerin halka karşı sorumluluk bilinci,  fedakârlık ve halkın her sorununa koşmaya hazır bir bilinçle katıldıklarını gösteriyor.
Periyodik toplantıların tutanakları bir anlamda Ermeni toplumunun barometresi gibidir: sevinci, hüznü bu sahifelerde görmek mümkündür. Toplantılarda etik tartışmaların önemli yer tutması da altı çizilecek bir başka noktadır. Ermeni Etıbba Cemiyeti 17 Haziran 1914 tarihli oturumunda “Hekimlik Ahlaki İlkeleri”ni ( Principes Déontologie Médicalé) kabul etmiştir.
Tarman’a yansıyan toplantı tutanaklarından Cemiyetin son derece demokratik yapıya sahip olduğunu anlıyoruz. Cemiyet’in yüz yıl öncesinin demokratik yapısının günümüzde dahi aşılamadığını söylemek abartılı olmaz. Cemiyet, gerçekleştirdiklerinin ötesinde yapısı ve işleyişi ile de günümüze ışık tutmaktadır.
Her toplantı aslında bilimsel tartışmadır.  Bir hastalık çeşitli yönleriyle ele alınmakta, teşhis ve tedavi yöntemleri bir konsültasyon gibi enine boyuna tartışılmaktadır. Bunların Tarman‘a yansımasıyla toplantılara katılamayan diğer tabiplerin de tıptaki gelişmelerden haberdar olmasının sağlandığını görmekteyiz. Bu bakımdan Tarman bir kılavuz, bir okul niteliği taşır. Tarman‘ın yurt içi ve yurt dışında bir çok yerde muhabirleri bulunmaktadır. Birçok kişi dergi aboneliğini birçok kuruma bağışlamaları, Tarman‘a verilen önemin göstergelerinden biridir. Onnik Papazyan gibi kimileri de milletperverlik ve fedakarlık gereği derginin basımını üstlenirler.
Hekimlerin dergi sahifelerinde okur ile geliştirdikleri diyalog da son derece öğreticidir.
Cemiyet, Ermeni toplumunun her katmanı ve kurumu ile sıcak ilişkiler kurduğu gibi, yurtiçi ve yurtdışında diğer kuruluşlarla da sıcak ilişkiler geliştirmiştir.
Cemiyetin başkan ve üyelerinin başka Ermeni toplumunun başka kuruluşlarıyla da ilişkileri ve bağları bulunmaktadır.  Bazen iki kuruluşta da yönetim görevi  üstlenirler. Cemiyet’in ikinci dönem kurucu başkanı Vahram Torkomyan aynı zamanda Ermeni Kızılhaçı’nın da başkanlığı görevini yürütür. Tehcir sürecinde yetişmiş evlatlarını neredeyse tamamına yakınını kaybeden Ermeni toplumunun tesadüfen hayatta kalan evlatlarının seçme şanslarının olmadığını söyleyebiliriz. Torkomyan’da çıkarıldığı ölüm yolculuğundan tesadüfen geri dönebilen nadir insanlardan biridir.
Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin faaliyetleri tıpkı Ermeni Kızılhaçı’yla ilişkisinde olduğu gibi Ye­dikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’yle de Cemiyet yöneticilerinden faaliyet alanlarına kadar pek çok düzeyde çakışmaktadır. Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin kurucuları ve yöneticilerinin bazıları aynı zamanda Yedikule Surp Pırgiç Erme­ni Hastanesi’nde yöneticilik, başhekimlik ya da hekimlik yapmışlardır. Dr. H. B. Madteosyan, Dr. Krikor Tavityan, Dr. Vahram Torkomyan, Dr. Nazaret Dağavaryan, Dr. Garabed Yağubyan bunlardan sadece birkaçıdır.
Cemiyet’in sağlık alanındaki önemli faaliyetlerinden biri de yardımcı sağlık personeli yetiştirme programlarını hayata geçirmesidir.  Tarman dergisi sayfalarında  Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin Ermeni Kızılhaçı’yla birlikte çalışmalar yapıp, seminerler düzenlediğine, hastabakıcı ve hemşire yetiştirmeye çalıştığına dair pek çok haber yer almaktadır. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Er­meni toplumunun bu alandaki ihtiyaçları Cemiyeti bu tür bir eğitim programı hazırlamaya ve belki de faaliyetlerinin önemli bir bölümünü bu alana ayırmaya zorlamıştır.
Cemiyet 1914 yılında, daha savaşın başında Osmanlı İmparatorluğu bu savaşa girdiği takdirde görev alacak Ermeni hemşireler yetiştirme­ye başlamıştır. Ermeni Etıbba Cemiyeti, 1914 yılında sa­vaşın çıkacağı anlaşılınca, Osmanlı Ordusu ve Türk Kızılayı için, İstanbul’da Pera’daki Esayan Okulu’nda, Torkomyan ve  çıkarıldıkları ölüm yolculuğundan geri dönemeyen Nazaret Dağavaryan, Rupen Sevag Çilingiryan gibi doktorların girişimi ve katılımıyla, hastabakıcılık ve hemşirelik kursları açmış, bu konularda İstanbul’un çeşitli semtlerinde konferanslar düzenlemiştir. 1. Dünya savaşı sırasında Ermeni yardımcı sağlık personelinin bu alandaki başarıları yabancı gözlemcilerin anılarındaki önemli anekdotlar arasındadır. Savaş sırasında Urfa’da hastane yöneticiliği üstlenen  Jakob Künzler’in hatıralarına bakıldığında Ermeni hastabakıcı ve hemşire­lerin savaş boyunca sadece İstanbul’da değil, Anadolu’nun başka şehirlerinde de hizmet verdikleri görülmektedir. Künzler, Ermeni hastabakıcı ya da hemşi­relerin görev almadığı yerlerde sağlık koşullarının riskli biçimde bozulduğunu gözlemlemiştir
Cemiyet savaş sonrası dönemde Ermeni toplumunun geleceği olan yetimler ve bunların barınma yerleri olan yetimhanelerle yakından ilgilenmiş, birçok yetimhane ve sığınağın tıbbi bakımını üstlenmiştir.  Cemiyetin Ermeni yetimleriyle ilgili  faaliyetleri nakledilirken, Arsen Yarman yetimler ve yetimhanelerle ilgili ilk kez derli toplu bir bilgi  paylaşır.
Arsen Yarman el konulan kadın ve çocuklara ve bunların kurtarılmasına (öksüz toplama) dair bilgiler verir. Hay Ganants Liga’nın, alıkonan Ermeni çocukla­rı geri alma çabası dönemin gelişmeleri bakımından bir hayli anlamlıdır. Zira 1918 yılında Yeni İstanbul gazetesinde de bu yönde haberler çıkmıştır. Gazetenin 9 Teşrin-i Sani 1334 tarihli sayısında, İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden ve Diyarbakır valisi olan Reşid’in Şişli’deki evinde altı erkek ve bir kız çocuğun bulunduğu haberi yer almıştır. Yine aynı haberde Bahaeddin Şakir’in Beşiktaş Serencebey Yokuşu’ndaki evinde şimdi Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın ikamet ettiği ve bu evde de üç Ermeni kız çocuğun yaşadığı eklenmiştir. Aynı gazetede birkaç gün soma (13 Teşrin-i Sani 1334) yer alan bir haberde ise Ermeni Patrikhanesi’ne her gün sahipsiz yetimlerin getirildiği, bunların “zabit ve memur İslam aileleri nezdinde istihdam olunduktan [çalıştırıldıktan] sonra milletin mu‘avenet [yardım]ve himayesine muhtaç bırakıldıkları” belirtilmektedir.
Ermeni toplumunun geleceğine dair kaygılar ve  toplum sağlığı, cemiyetin yakından ilgilendiği konuların başında gelmektedir. Sağlıklı nesil için zührevi hastalıklar ile mücadele ve evliliklerin sağlığı ile de yakından ilgilenilmiştir. İstanbul’un Ermeni halkı arasında zührevi hastalıklar çoğalıyor ve evlilikler azalıyordu, dolayısıyla istatistikler hazırlayıp tedbirler almak gerekiyordu. Meclis bu konuyla ilgili olarak halkı aydınlatmak için mahallelerde sıhhatle alakalı konferanslar verilmesini kararlaştırmıştır. Evlilik Vesikası çalışmaları da bu kapsamdaki çalışmaların başında gelir. Cemiyet, bütün çalışmalarında, Ermeni yetimlerin ve kadınların korunmasına yönelik çalışmaların Ermeni toplumunun geleceği açısından öneminin altını özellikle çizmiştir. Evlilik kâğıdı, yetimlerin ve kadınların evlendirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Cemiyet’in ilgi alanlarından biri de Kilikya’dır. Tesadüfen hayatta kalıp Savaş sonrasında geri dönebilen tehcir kurbanlarının sorunlarıyla yakından ilgilenilir. Bölgenin durumu Cemiyet’in periyodik toplantılarında tartışılır. Sorun büyüktür, geri dönebilen insanlar Kilikya’da mahsur kalmış durumdadır. Ermeni doktorlar geri dönenlere yardımlarını esirgemezler. Halkına yardıma gelenler arasında Ayaş’tan tesadüfen geri dönebilen ilginç kişilerden biri Mütareke döneminde yeniden İstanbul’a dönmüş Avedis Nakkaşyan’dır. Nakkaşyan,  İstanbul’a döndükten bir süre sonra Kilikya’da (Adana civarında) çalışmaya başlamıştır. Buradaki Fransızlar Türkler­le Ankara Anlaşması’nı imzalayıp bölgeyi terk edince o da Adana’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.
Ermeni kurbanlar, mülklerine el koyanlara karşı çaresizdir. Çatışma sebeplerinin başlıcası da budur. Arsen Yarman,  bölgenin savaş sonrası dönemi tarihine dair şimdiye kadar verilmiş en yoğun bilgiyi aktarır. Fransızların Kilikya’daki yönetiminin, İngilizlerin daha doğudaki ve ağırlıklı olarak Kürt nüfusun hâkim olduğu şehirlerdeki yönetiminden farklı olduğunu, bu farklılığın Ermeni kadın ve çocukların şehirdeki durumlarıyla ilgili olarak da ortaya çıktığını belirtir. İngilizler, alı­konulmuş kadın ve çocuklarla ilgili bir girişimde bulunmazken, Kilikya’daki Fransız yönetici Albay Bremond, 9 Ağustos 1919’da konuyla ilgili bir karar almıştır. Bu kararın uygulanması zaman zaman oldukça karmaşık durumlara sebep olmuştur: Hıristiyan kadınların bazıları birkaç sene önce zorla evlendirilmiş, bunlar­dan çocuk sahibi olmuş ve bu şekilde aile kurmuştu. Dolayısıyla şimdi aileleri ile ‘özgürlük’ arasında bir seçim yapmaları gerekiyordu. Her şeye rağmen Albay Bremond’un kararı bu kadınlara seçim yapma öz­gürlüğü verdi… Bazen acıklı sahneler yaşandığı oluyordu. İnsanlar, yaşadıkları olaylar nede­niyle öylesine dehşete düşmüşlerdi ki savaşın bittiğine inanmakta güçlük çeki­yor, katliamların etkisinden kurtulamıyorlardı… Kadın, çocuk ve genç kızlar görüşmeye yeni aileleri eşliğinde geliyor, Hıristiyan geçmişlerini redde­diyorlardı. Tam anlamıyla sarsılmış ve dehşete düşmüş olan bu insanların ken­dilerini yeni  isimleriyle tanıtıp eskiden Hıristiyan ismi taşıdıklarını red­dettikleri, hatta Hıristiyan ailelerindeki kişileri tanımadıklarını söyledikleri dahi oluyordu… Ermeni nüfusun geri getirilmesi, Ermenilere ait malların iadesi ve alıkonul­muş Ermeni kadın ve çocukların geri alınması gibi uygulamalar Kilikya’daki Müslüman nüfusun Fransız yönetimine duyduğu düşmanlığı kısa sürede zirveye çıkarmıştır.
Kısa sürede Fransa’nın tutumu değişir. Böl­gedeki Fransız yönetimine dair bir görev değişimi de Fransa’nın pozisyonun­daki değişim hakkında bir ipucu vermektedir. 8 Ekim 1919’da François Georges-Picot’nun yerine Yakındoğu Yüksek Komiseri olarak atanan General Henri Gouraud 21 Kasım 1919’da Beyrut’a gelmiştir. İkilinin unvanlarının değişikliği oldukça açıklayıcıdır: Georges-Picot “Suriye ve Ermenistan Yüksek Komiseri” unvanını taşırken, General Henri Gouraud’un unvanı “Suriye ve Kilikya Yük­sek Komiseri”dir. Hem bu unvan değişikliği hem de Ankara Hükümeti’yle ya­kınlaşmak gerektiğini düşünen Robert de Caix’in, General Gauroud’un genel sekreteri olarak atanması Fransa’nın izleyeceği politikanın yeni doğrultusunu gösterir .
Aslında işin doğrusu Fransa’nın daha 1919 yılının sonunda Kilikya konusunda Türklerle anlaşmaya hazır olduğudur. Bunun İngilizler açısından da aynı olduğunu düşünmek için yeterli sebebimiz var. Binbaşı Ravlinson’un anıları  konuyla ilgili aydınlatıcı bilgiler verir.
Hekimlerin can kaybı bu dönemde de sürer. Cemiyet’in 5 Aralık 1920 tarihli toplantısında, Dr. Torkomyan, Dr. D. Terzeyan’ın Hacın’daki çatışmalar sırasında esir düş­memek için zehir içerek intihar ettiğini bildirmiştir. Dr. Markaryan da Kon­ya’daki Türk kuvvetleri tarafından idam sehpasına çıkarılmıştır.
Çalışmalarından ve Tarman dergisinin sahifelerine yansıyanlardan anladığımız kadarıyla Cemiyet’in, Ermeni toplumunun ruhani ve cismani meclislerinin yanında onlar gibi önemli ve saygın bir yeri ve seçilmiş konsey gibi bir prestiji olduğunu anlıyoruz. Cemiyet’in yurtdışında da saygınlığının ve Hilal-i Ahmer temsilcilerinin ket vurma çabalarına rağmen orada da temsil kabiliyetinin olduğunu Tarman sahifelerinden anlıyoruz.
Derginin eldeki son sayısı Temmuz 1922 tarihlidir. Bu (son) sayıda yer verilen toplantıda, Dr. Yağup, 11 Nisan’ın (24 Nisan 1915) Ermeni doktorlar için de bir yas günü kabul edilmesini ve yapılacak törene Cemiyet’in de temsilci göndererek katılımını önermiştir. Bu görüş dikkate alınmış ve törende Cemiyet’i yönetimin temsil etmesine karar verilmiştir… Rahip Diraduryan bu ko­nuşmanın ardından 11 Nisan şehitleri için yapılacak yas törenini dikkate alarak şehit Ermeni doktorlar için dua etmiştir.
Savaş Sürecinde Ermeni Doktorlar
Ermeni toplumu ve partileri, Osmanlı Ermenilerinin vatani görevlerini[ii] yerine ge­tirerek,  I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda savaşması gerektiği yönünde bir karar almışlardır. Ermeni siyasi partileri savaşta Osmanlı ülkesine bağlılıklarını koruyacakları yönündeki kararı İttihat ve Terakki yöneticilerine açık bir şekilde bildirmişler­dir. Ancak I. Dünya Savaşı gibi uzun süren, üstelik savaşın daha başında tehcir gibi bir yıkım politikasının yaşandığı bir süreçte bütün Ermenilerin bu yönde davranmaları mümkün değildir. Kendisi de tehcirden güçlükle kurtulan Yervant Odyan anılarında böyle bir Ermeni karakterinden söz eder.
1914 yılı Kasım ayı başında toplanan Ermeni Milli Meclisi’nde Osmanlı Ermenileri başka tesirlere kapılmadan Osmanlı Devleti’ne bağlılığını göstermeli ve her Ermeni vatani görevini yapmalıdır kararı ve çağrısı çıkmıştır.
Osmanlı’nın  savaşta Cihat Fetvası’na ihtiyaç duyması, dikkatle üzerinde durulması gereken bir durumdur.  Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katılması ve cihat fetvalarının okunması sırasında olanlar dikkat çekicidir. “Gösteri yapan kalabalığın, sahibi kısa bir süre önce Rus uyruğuna geçen bir Ermeni olan Tokatlıyan Oteli’ne ve Yeşilköy’deki bir kiliseye saldırması planlı bir hareket ola­rak değerlendirilmektedir” yönündeki tesbitinin ardından Stefanos Yerasimos’un şu değerlendirmesi paylaşılır :“İşte bu yüzden 13 Kasım 1914 tarihi İstanbul’un hayatında bir kopuşu belirler.” Kutsal savaş bir süre sonra kendi vatandaşlarına yönelip, 20. yüzyılın ilk büyük trajedisine neden olacaktır.
I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı savaşan Ermenilerin bulun­duğu bilinmektedir ancak bu durum Ermeni dini ve siyasi kuramlarının genel tavrının bu yönde olmadığı gerçeğini gölgeleyemez.
Kaldı ki her Türk asker doğmuyordu. Kutsal Savaş fetvasına rağmen Osmanlı ordusunda kaçaklar çok yüksektir. Harbiye nezareti Ahz-ı Asker dairesi Başkanı miralay Behiç Bey anılarında firar olayı çok geniş yer tutar.
Firarın cezası idam olduğu hâlde, firarın önünü almak mümkün olama­mış; bilakis günden güne artmıştır… Firar edemeyen erat arasında intihar edenler ve cinnet getirenler de var­dı. Kasten kendini yaralayanlar eksik değildi. Bu sonuncular derhal idam olu­nuyorlardı… Kura ile idam: Vilâyet İdare meclisleri ele geçen firarileri toplayıp kura çekecekler. 1, 11, 21,… çekenler derhal orada asılacak ve diğerleri kıtalarına sevk olunacak… Firarîlerin evlerini yıkmak ve ailelerini sürmek… Firar meselesi öyle bir şekil almıştı ki bugün bir firarîyi idam eden manga eratından bazıları, ertesi günü kendileri kaçıyorlardı. Yani idam cezası dahi müessir olamıyordu. Bazıları kasten frengi hastalığı alarak askerlikten kurtulmaya teşebbüs ediyorlardı. Nihayet frengili amele taburları teşkiline mecbur olduk.[iii]
Taşnaktsutyun yöneticilerini Rusya’ya karşı bir isyan çıkarmaya ikna edemeyen İttihat ve Terakki Hükümeti Ermeni siyasal partilerine ve kurumla­rına güven duymaz ve savaş süresince ya faaliyetlerini durdurur ya da sıkı bir şekilde takip edilmesini emreder. Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin faaliyetleri de 1915 yılında yasaklanır.
Rahip K. Balakyan’ın tanıklığı ilginçtir,  yasağın garabetini vurgular:
İstanbul ve İzmir’deki Ermeni hastanelerinin özel bölümlerinde, Çanakkale’den her gün getirtilen binlerce yaralı Türk askeri için yüzlerce ya­tak hazır edilmişti. Ermeniler kendileri korkunç yasaklar altında yaşarken bile cömertçe Türk Kızılayına bağışta bulunuyorlardı. İstanbul ve taşrada hükümet yardım amacıyla kermesler düzenlemişti ve buraların en iyi müşterileri Ermeni­ler olmuştu. Özellikle Ermeniler için konulan sıkıyönetim yasalarına harfi har­fine uyan Ermeni askerler, doktorlar, eczacılar, hemşireler ve ustalar Türk or­dusuna aktif destek veriyorlardı.
Arsen Yarman, Ermeni toplumunda I. Dünya Savaşı’nda Ermenilerin alması gereken tutumlara ilişkin farklı görüşlerin varlığı bilinmektedir… Ancak savaşta alınacak tutuma dair tartışmalara ve 1915 yılından itibaren Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin resmen bir kurum olarak faaliyette olmamasına rağmen, Ermeni doktorlar (aralarında Ermeni Etıbba Cemiyeti üyesi doktorlar da bulunmaktadır) vatani görevlerini yerine getirme kararma uygun olarak Osmanlı ordusunda çalışmaya başlarlar.
Bütün bu politik belirsizlik ortamında ve çelişik duygular içinde vatan savunmasına katılırlar. Bu çelişik duyguları, politik belirsizlikleri, kendisi Osmanlı ordusunda savaşırken aileleri tehcire gönderilen doktorların içinde bulundukları ruhsal karmaşa ve şaşkınlığı gösterebilmek için bazı Ermeni doktorların yazdıklarına kulak vermek yararlı olacaktır. Sözleriyle Ermeni Tabiplerin Savaş sürecindeki tanıklıklarına yer verir:
Avedis Nakkaşyan
Dr. Avedis Nakaşyan’ın yazdıkları son derece ilginçtir, zira kendisi ılımlı-liberal görüşleri olan ve Ermeni milliyetçiliğiyle ilgili olmayan bir doktordur. Ancak ne görüşleri ne de faaliyetleri onu 24 Nisan 1915’te tutukla­nıp Ayaş’a gönderilmekten kurtarabilmiştir.
Aslında 24 Nisan 1915’te gözaltına alman Ermeni aydınları arasında siyasi görüşleri bakımından Nakaşyan’a yakın isimler hiç de az değildir. Siyasi etkin­liklere katılmayan ya da ilgi göstermeyenlerin sayısı hayli yüksektir. Aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesine etkin olarak karşı çıkanların sayı­sının yüksek olduğu da iddia edilemez. Dolayısıyla durumun vahametini anla­mak bakımından Nakaşyan’dan başka örnek gösterilecek pek çok kişi vardır.[iv]
Dr. Nakaşyan Ayaş’a giden kafilenin şanslıları arasındadır. 23 Temmuz 1915’te serbest bırakılmış ve Ankara’ya gönderilmiştir. Ayaş’a götürülen Erme­ni aydınları, aralarından çok azı hariç, bir daha geri dönememiştir.[v]Yaklaşık üç ay boyunca tutuklu kalan ve hayatı pamuk ipliğine bağlı olan Dr. Nakkaşyan’ın serbest kaldıktan sonra getirildiği görev de şaşırtıcıdır. Osmanlı ordusunda, Gülhane Hastanesi’nde askeri hekim olarak görev yapmıştır. Ancak Osmanlı topraklarının Ermeniler için güvenli bir ülke olmaktan çıktığını kendi deneyiminden de anladığı için ailesini Bulgaristan’a göndermiş ve bir süre sonra, 1917 yılında kendisi de oraya göçmüştür.
Dr. Navasart Değirmenciyan ve I. Dünya Savaşı (Kıncılar, Halep, Adapazarı) Tanıklıkları
Arsen Yarman Ermeni doktorların I. Dünya Savaşı’nda karşılaştıkları ve hayatlarını darmada­ğın eden olayların bir başka örneği olarak  Dr. Navasart Değirmenciyan’ın Geyve’nin Kıncılar köyü hakkındaki kitabında paylaştıklarına yer verir. Beyrut’ta 1960 yılında basılan kitapta, I. Dünya Savaşı’nda Ankara’da Merkez Hastanesi’nde doktorluk yapan Değirmenciyan’ın ailesinin karşılaştığı tehcir felaketi ve doktorun içine düştüğü duygusal karmaşa çok açık­tır… [vi]
Tehcir karan Dr. Değirmenciyan’ı büyük bir ikilem içinde bırakmıştır; ya işi gücü bırakıp bütün hayatını değiştirecek ve ailesinin güvenliğini sağlayacak­tır ya da görevine devam ederek ailesinin kötü bir akıbetle karşılaşmaması için elinden geleni yapacaktır. Dr. Değirmenciyan’ın bu sırada içinde bulunduğu koşulları çok iyi bilmiyoruz ancak doktorun ikinci seçeneğe uygun davrandığı anlaşılmaktadır. 1915 yılında tehcire gönderilmeleri kararı çıkarıldığında Dr. Değirmenciyan Ankara’dan ailesinin yaşadığı Adapazan’na gelmiş, onları gör­müş ve Adapazarı’ndan tehcire hazin bir şekilde yolcu etmiştir.
Dr. Değirmenciyan Ankara Merkez Komutanlığı’nda görevliyken, 1917 yılında ailesini Der-Zor çölünde bulmuş ve onları daha güvenli olduğunu dü­şündüğü Halep’e yerleştirmeye çalışmıştır. Bu tarihlerde Suriye ve çevresindeki pek çok şehir tehcirde yetim kalmış Ermeni çocuklarla doludur. Dönemin Halep’ini tasvir eden  Arsen Yarman Halide Edip’in Cavit Bey’e yazdığı mektubunu paylaşır. Halide Edip’in 1 Mart 1917 tarihli mektubunda Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu… dediği Halep!
Arsen Yarman’ın bir başka paylaşımı da Cemal Paşa’nın direktifiyle Ermeni yetimlerinin  asimilasyonu için Suriye’de yetimhaneleri örgütleyen Halide Edip’e 9 Kasım 1918 günlü Yeni İstanbul gazetesinde Ahmet Haşim’in,  yazdığı açık mektuptur:
Vakit’teki makale­nizde, Ermeni kıtâlinden [öldürmeleri] bahsediyorsunuz. Ve ağır, vakur, itabkâr [azarlar] bir sesle bir kürsünün bâlâsından [üstünden] bu işin şenâ’atini [kötülüğünü] ilan ediyorsunuz. Ne iyi! Bu halinizle bir kanlı ovanın ufku üzerinde yük­selen beyaz şefkate ne kadar benzeyecektiniz, eğer bu sesiniz bütün seslerin sustuğu ve insan boğazla­rından akan son kırmızı ırmakların gâib [yok] olmak üzere topraklara doğru koşup gittiği sırada, bugün gibi işi­tilmiş olaydı! Fakat siz, o sırada başka bir mezbaha­yı seyre gitmiştiniz.
Halep sığınma evindeki yetimlerin durumu da ilginçtir. Arsen yarman bu ilginçliğin altını çizer: Yetim çocukların önemli bir bölümünün babasının aynı dönemde Osmanlı Ordusunda askere alınmış olmasıdır.
Dr. Değirmenciyan’ın kitabında bahsettiği doktorlardan biri de Dikran Kasapyan’dır. Kasapyan’ın Avusturya-Macaristan cephesinde ölümü trajiktir. Dr. Kasapyan yardımcılarıyla birlikte Avusturya-Macaristan cephesinde yaralıları savaş alanından toplamaya giderken yanlışlıkla düşman zannedilerek Avusturya- Macaristan askerlerinin top ateşiyle karşı karşıya kalmış ve kendi sağlık grubuyla birlikte hayatını kaybetmiştir.
Dr. Avedis Cemcemyan’ın I. Dünya Savaşı Tanıklıkları
Osmanlı İmparatorluğu Ordusu Subayı, Dr. Avedis Cemcemyan’ın Günlüğü (1914-1918)) 1986 yılında Beyrut’ta ba­sılmıştır. Doktorun görev yaptığı geniş saha göze alındığında İmparatorluğun pek çok cephesi hakkın­da bilgi vermektedir. Arsen yarman kitabın değerini ş u sözlerle ifade eder: Kitabı bizim açımızdan daha da değerli kılan unsur ise günlükte yer alan notlar sayesinde çeşidi cephelerde askeri üniformayla ya da sivil olarak görev yapan birçok Ermeni doktor hakkında bilgi vermesidir. Dr. Cemcemyan’ın kitabından İmparatorluğun farklı bölgelerinde cephede ya da cephe gerisinde görev yapan Dr. Samuel Şımavonyan, Dr. Artin Der Boğosyan, Dr. Kavalcıyan, Dr. Tahmizyan, Dr. Nakaşyan, Dr. Şahbaz, Dr. Boyacıyan, Dr. Harutyuıı Babigyan, Dr. G. Babigyan, Dr. S. NizipHyan, Dr. Nuri İşkhanyan, Dr. Zenop Bezciyan, Dr. Harutyun Tarpinyan, Dr. Bedros (amele taburu dok­toru) Dr. Acemyan, Dr. Altunyan (Dr. Cemcemyan, Halep’teki Dr. Altunyan aracılığıyla tehcirde Hama’ya sürülen kardeşlerine para göndermektedir) gibi pek çok Ermeni doktordan haberdar olmak mümkün olmuştur.
Cemcemyan’ın kitabı günlük formunda kaleme alındığı için dok­torun faaliyetlerinin ya da aldığı haberlerin kronolojik bir dökümü anlamına da gelmektedir.
15-16 Nisan 1915’te Ermeni hamamına gitti­ğini yazan doktor Gelibolu’da hâlâ 200 Ermeni evinin bulunduğunu eklemiş­tir. Öğleden sonra bir uçak “Barbaros” zırhlısına iki bomba atmış ama ikisi de hedefi bulmamış, denize düşmüştür. Daha sonra Rum doktor Pavustopuli’yle dolaşmaya çıktıklarını yazan doktor uçakların tekrar göründüğünü ve bu kez attıkları bombalardan birinin Ermeni mahallesine isabet ettiğini öğrenmiştir.
Ertesi gün Çanakkale’ye gitme emri alan doktor dünkü bombardımanda uçaklardan birinin isabet aldığını[vii]ama bu arada bir denizaltının da vuruldu­ğunu kaydetmektedir.
2 Mayıs’ta Enver Paşa’nın cepheye geleceği haberleri yayılmıştır. Savaştaki  ve cephedeki Ermenilerden  söz açılmışken  Arsen Yarman’ın   Enver Paşa’yla cephedeki Ermeni askerlere dair Raymond H. Kevorkian’dan aktardığı bir olay  hayli ilginçtir. Buna göre, Çanakkale cephesine gelmeden önce, Kafkas Cephesi’nde Enver Paşa’yı ve kurmaylarım Ruslara esir düşmekten kurtaran Ermeni askerler olmuştur. Enver Paşa’yı Sarıkamış’ta sırtında taşıyarak ölüm­den kurtaran Ermeni teğmen Sivaslı Hovhannes Aginyan’dır. Teğmen Aginyan Balkan Harbi’ne de katılmıştı ve hayatını Enver Paşa’yı kurtardığı Sarıkamış Cephesi’nde kaybetmiştir. Enver Paşa daha sonra, bu olay üzerine, Konya Araçnortu Rahip Karekin’e bir mektup yazarak teşekkür etmiştir.
Dr. Cemcemyan’ın günlüğünde Ermeni tehcirinden ilk olarak 9 Eylül 1915 tarihli notta söz edilmektedir. Dr. doğruluğundan pek emin olmasa da tehcire gönderilen Ermenilerin evlerine dönebilecekleri dedikodusunun yayıldığını söylemektedir… Dr. Cemcemyan’a en üzücü haber­leri ise 1-2 Ekim’de İstanbul’dan yanma gelen Dr. Harutyun Tarpinyan vermiş­tir. Tarpinvan’ın tehcir hakkında anlattıklarının çok üzücü olduğunu, yemek yiyemediğini belirten doktor üstelik bir de uçak saldırısı nedeniyle günde 5-6 saati siperlerde geçirdiklerini kaydetmiştir.
Ermeni toplumun her kesimi gibi tabipleri de 1915 Sürecinden fazlasıyla etkilendiler. Zira yok edilmek istenen bir halkın hem entelektüelleri ve  öncüleri,  hem de doktorları olarak toplumlarının sağlıklı gelişmesinde rol sahibi ve bunun sorumluluğunu taşıyorlardı.1919 yılında yayınlanan Şehit Ermeni doktor  Eczacı ve diş Hekimleri Anıtı adlı kitapta bu süreçte katledilen veya ölen tabip ve eczacılar listelenmiştir. Daha sonra Fransızcası yayınlanan Anıt’ta verilen sayılar daha yüksektir. İstanbul Beyazıt’ta Benne Torosyan’dan, Erzincan Hastane bahçesinde Minas Yarmayan’a, öldürülen doktorların sayısı 67, tifüsten ölen doktorlar 52, öldürülen eczacılar 54, tifüsten ölen eczacılar  19, öldürülen diş hekimleri 10, tifüsten ölen 4 öldürülen yada hastalıklardan ölen tıp talebeleri 15.
Arsen Yarman, tamamını kapsamadığını ifade etse de, ulaşabildiği kadarıyla bizzat cephelerde bulunan Ermeni doktorları sayarken cephelerde ölen ve savaşta esir düşen Ermeni doktorlarına da ulaşabildiklerini örneklediğinin altını çizerek   listeler:
Artin Harutyun Krikoryan (Vanlıyan) (1882-1967,1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda teğmen olarak görev yapmış, İngilizler tarafından Yemen’de esir alınmış, daha sonra serbest bırakılmıştır.
Vartan Efendi (1885-22 Haziran 1918): I. Dünya Savaşı’nda tabip teğmen rütbesiyle Filistin Menzil Hastanesi’nde görev yaparken hayatını kaybetmiştir.
Vartanyan Efendi (r-11 Şubat 1915): I. Dünya Savaşı’nda tabip yüzba­şı rütbesiyle 11. Kolordu 5. seyyar hastanesinde görev yaparken Erzurum Hastanesi’nde hayatını kaybetmiştir.
Ohannes Terziyan (1883-1915): I. Dünya Savaşı’nda Bayburt’ta hayatını kaybetmiştir.
Apel Gülbenkyan (1879-1951): I. Dünya Savaşı’nda Hadımköy ve Çanak­kale’deki ordu birliklerinde görev almıştır. 1916’da Galiçya cephesinde esir düşmüş, daha sonra İstanbul’a dönmüştür.
Kerope Cezveciyan (1883-1942): I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephe­sinde İngilizlere esir düşmüş ve Hindistan’a götürülmüştür. Ancak dört yıllık esaretten sonra İstanbul’a dönebilir.
Sonuç
Cemiyetin yeniden kurulması dolayısıyla 3 Ocak 1919 tarihindeki,  ölüm yolundan tesadüfen geri dönen Başkan Vahan Torkomyan’nın konuşması bir bakıma 1915 Sürecinin ve Ermeni halkının trajedisinin özetidir. Torkomyan, Ermeni milletinin yaşadığı korkunç kaybın çabucak onarabilmesinde, görülmemiş zorbalığın misali olmayan cinayetlerle elimizden aldığı milyonlarca Ermeni şehidin bıraktığı boşluğu doldurulabilmesinde yetimleri işaret eder.
1922 yılının Ağustos ayında TBMM Hükümeti’nin Yunan ordusuna karşı elde ettiği zafer artık başka pek çok Ermeni kurumu gibi Ermeni Etıbba Cemiyeti’nin hayat alanım da orta­dan kaldırmıştır. Bu tarihten sonra Cemiyet faaliyetlerine son vermiş, Tarman dergisinin ömrü de tükenmiştir.
Arsen Yarman, kapsamlı  incelemesiyle yakın tarihin unutulmuş önemli kurumu vesilesiyle yakın tarihimize ışık tutmuştur. Kendisine teşekkür ediyoruz.

[i] Boğos Andonyan Şaşyan, Ermeni hekim ailelerinin en önemlilerinden biri olan Şaşyanların tıp dünyasındaki ilk temsilcisidir. 1838’de temelleri atılan bir tıp mektebi tesis etme fikrini Sultan Mahmud’a aşılayan, Sultanın hususi tabibi olan bir Ermeni, Doktor Emanuel Şaşyan’dır. O tarihten beridir sayısız Rum ve Ermeni hoca: Karateodoriler, Sınabyanlar, Mavroyaniler, Serviçenler, Davutyanlar, Pavlakiler, Aslanyanlar, Gürcikyanlar, Zohrablar, Zoeroslar, Aristidiler, Rusinyanlar, Nuricanlar ve daha niceleri, orada belagatle ders vermiş ve bu memlekete doktor nesilleri yetiştirmişlerdir.( Arşen Yarman-Ara Aginyan, Sultan II. Mahmud ve Kazaz Artin Amira, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfi Yayınlan, 2013, s. 170.)
[ii] Osmanlı Savaşa katıldığında Müslümanları cepheye çekmek ve savaşı kutsal savaşa çevirebilmek için cihat fetvasına ( Fetvay-ı Şerife) ihtiyaç duyar. Zira Müslümanların vatan kavramı yoktur, Allah yoluna cepheye gider şehit olduğunda cennete girecektir. Oysa Ermenilerin ve diğer Müslüman olmayan halkların gelişmiş vatan kavramları bulunmaktadır. Cepheye vatan savunması için gittiler. Ermeni Milli Meclisi ve diğer ermeni kurumlarının vatan vurgusunun sebebi, vatan kavramından kaynaklanmaktadır.
[iii] Behiç Erkin Hatırat, TTK, 2010, s. 142-143.
[iv] Jevakof, aralarında muhafazakâr Ermeni burjuvazisine mensup olanların sayısının az olmadığım belirtmektedir. “… Kimileri Türk yöneticilerin yakın dostlarıdır. Çoğu Devrimci Ermeni Federasyonu’na (Taşnak) mensuptur fakat ötekiler, daha ılımlı olarak bilinen iki Ermeni partisine üyedirler. Büyük bir bölümünün, bilinen bir siyasal etkinliği de yoktur. Bunlar, ekonomik ve idari geleneklere bağlı olarak Osmanlı Hükümeti’ne hizmet eden muhafazakâr Ermeni burju­vazisine mensupturlar. Başkentin önde gelen Ermenileri, Anadolu hakkında, olsa olsa oradan başkente ufak tefek işlerde çalışmaya gelen yurttaşlarının ge­tirdikleri haberleri biliyorlardı. Bu kişiler seferberlik ilanına saygılı davranmakla kalmamışlar, yurtsever jestler de yapmışlardı: Hilâl-i Ahmer’e yapılan önemli bağışlar, yardım kuruluşlarının yaratılması, silahlı kuvvetlere katkılar… Ancak aynı kişiler, olağanüstü bir siyasal sorumsuzluk örneği göstererek, müttefikle­rin ilerleyişini selâmladılar ve müttefiklerin başarısızlıklarına ağladılar; gün be gün İstanbul’un ‘kurtuluş’unu beklediler” (Aleksandr Jevakof, “Çanakkale’nin İstanbul’dan Görünüşü”, İstanbul 1914-1923 içinde, s. 69).
[v] Nakaşyan’ın serbest bırakılmasında ABD’nin İstanbul büyükelçisi Morgenthau’nun payı­nın bulunduğu anlaşılmaktadır. Morgenthau anılarında, Dr. Nakaşyan’ın eve dönme emri verildikten sonra iki hafta daha hapiste tutulduğunu ve ancak 23 Temmuz’da serbest bırakıldığını belirtir.
[vi] Değirmenciyan’ın kitabı esas olarak Kıncılar köyü Ermenilerinin tarihine ve I. Dünya Savaşı sıra­sında kendisinin ve ailesinin başından geçenlere odaklanmakla birlikte 1912 yı­lında geçen bir anekdotla açılmaktadır. 1912 yılının Aralık ayında bir sağlık so­rununun tedavisi amacıyla Yalova’da kaplıcalarda bulunan Dr. Değirmenciyan, burada Maliye Nazırı Mehmed Cavid Bey ile İttihatçı Ermeni mebus Bedros Hallacyan’la karşılaşır. Bu iki mebus ve dönemin başka İttihatçı ileri gelenleri Yalova’nın ünlü bir casinosunda (kumarhanesinde) her akşam oyun oynamak­tadırlar. Dr. Değirmenciyan bir akşam Dr. Cavid’in mecliste bulunanlara yaptı­ğı konuşmaya tanık olmuştur. Dr. Cavid, Hallacyan Efendi’ye hitaben Ermeni- lerin karşılaştıkları sorunlar nedeniyle dönemin Avrupa devletlerine yaptığı baş­vuruların sonuçsuz kalacağı ve Osmanlı topraklarında Ermeni bağımsızlığına dönük her çabanın Osmanlı Ermenilerinin sonunu hazırlayacağı yönünde bir konuşma yapmıştır. Dr. Değirmenciyan bir yıl sonra Avrupa basınından aktar­dığı bir haberle, Dr. Cavid’in bu sözlerinin İttihatçıların genel tavrı olduğunun anlaşıldığını düşünmektedir. 19 Aralık 1913’te London Timestan alınan bir ha­berde, Jön Türklerin Selanik’teki toplantılarında (muhtemelen 1911’deki IV. Kongre’de alman kararlar kastedilmektedir) Türkçülük siyaseti izleyerek İmpa­ratorluğun gayrimüslim unsurlarını tasfiye etme karan aldıkları kaydedilmiştir.
[vii] Osmanlı Ordusunda ahz-ı Asker Dairesi Başkanı Miralay Behiç Bey (Erkin) anılarında firarları önlemek için  firarîlerin evlerini yıkmak ve ailelerini sürme kanundan söz ederken. Kanunun görüşülmeden uygulamaya geçildiğini nakleder: Bu kanun lâyihası yapılmadı amma, Enver Paşa emir vermiş, bazı yerlerde tatbikata geçilmiş, bu meyanda bir Ermeni kadını istidâ ile, “Bir oğlum Çanakkale’de topçu zabiti, birçok düşman uçağı düşürmüş, terfi etmiş, imtiyaz madalyası almış; diğer bir oğlum ise er, nasılsa kaçmış, takdir edilen oğlumun hizmetleri kaale alınmıyor da öbür oğlumdan dolayı evim yıkılıyor ve ben sürülüyorum. Bu ne adaletsizliktir!” diye müracaatta bulundu idi. Bu istidâyı Ordu Dairesi’nden geçmesi dolayısıyla ben de görmüştüm.  (Behiç Erkin Hatırat, TTK, 2010, s 142-143)