Wednesday, November 11, 2015

Mağduriyet solculuğu – Musa Piroğlu

Mağduriyet, haksızlığa uğramış olmak anlamında kullanılan bir ifade. Toplumsal yaşamda özellikle ezilenler cephesinde çokça kullanılan bu kavram aynı zamanda bir mücadele ve politika yapma yöntemi olarak da karşımızda çıkıyor. AKP iktidarının var oluşunu neredeyse bu söylem üzerine oturtması benzer bir yönelimin başarılı olacağı izlenimini de beraberinde getirmiştir. AKP en haksız ve en suçlu olduğu yerlerde bile kendisini mağdur göstermeyi başarmış yaratılan mağduriyet görüntüsü üzerinden kendi tabanıyla duygusal bir bağ yakalamış ve hegemonik ilişkilerini oturtmuştur. Mağduriyet söylemi mağdurluk durumunu değiştirme pozisyonunda olanlar için her zaman bir avantaj sağlamış aynı zamanda kibri gizleyen mütevazi duruş olarak da algılanmıştır.
Ezilenler cephesinde mağdurluk bir çeşit çaresizliğin kabulü olarak algılanır. Mağduriyete sığınmak olanı kabul etmek ve değiştirme çabasından vazgeçmek demektir. Aynı zamanda bir egemenlik politikası olarak da işleyebilen bu politika mağduru kendi durumunu kabule zorlayan bir özelliğe sahiptir. Bu yönüyle egemenlik ilişkisinin yeniden üretimine yol açmaktadır.
Mağduriyet politikasında, en göze çarpan özelliklerden birisi, özgürleştirici değil, bağımlılaştırıcı bir ilişkinin kurulmasıdır. Burada mağdur olanın, hep aynı konumda kalmasını isteme çok belirgindir. Çünkü kişiyle değil, onun konumuyla ilişki kurulur ve mağdurun kişiliği ile konumu özdeşleşir.
Mağdur kimliğine doğrudan bağlı olan ve onun üzerinden kurulan “dayanışma” kimliği, iktidarla mücadele etmeden, kendisini sorgulamadan bir konum verdiği için oldukça rahatlatıcıdır. Şiddetle yaratılan durum, bir kimliğe dönüştürülür ve “kurban” olan için, bu kimlikle yaşama koşulları yaratılır. Mağdura var olabileceği bir alan tanınır ve bu alanın dışına çıkması yadırganır.  Mağduriyet konumunu vurgulayarak yapılan her şey kabullenilir. Ama bu konumu alaşağı eden bir iddia ortaya koyulunca, huzur bozulur. Rahat kaçar. Bu ilişkinin en yıkıcı sonucu mağduriyetin, öncelikle bunu yaşayan tarafından, bir kimlik olarak benimsenmesidir. Acı, bal eylenir.
Katliamın gösterdiği
TC tarihinin en büyük ve en ağır katliamlarından birinden sonra sol ve muhalefet adına ortaya konan eylemlilikler dizini yukarıda anlatılan izahla büyük ölçüde örtüşmektedir. Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarında ortaya koyulan tepkiler Gezi Ayaklanması’ndan bu yana devam eden politik yönelimlerin iz düşümleri olarak ele alınmalıdır. Sol, tüm bu süreçte kendisini mağdur olarak ortaya koymakta, haksızlığa uğradığı için haklı olduğu tezinden hareketle kendi dışında kalanlara haksızlığa uğradığı gerçekliğini gösterebilirse onları yanına alabileceği kör inancıyla hareket etmektedir.
Bu hareket tarzı esas olarak acı ve haksızlığı temel aldığı için dönüştürme perspektifinden de uzaktır. Sol, toplumsal iktidar ilişkilerine karşı çok yönlü bir mücadele yürütme kapasitesini zorlamak yerine, daha çok kendisine yönelik baskılarla gündeme gelmektedir. Sistem karşıtı yönünü, söylediği ya da geliştirdiği alternatifleri, açtığı farklı patikaları kendi gündeminden de çıkararak, sadece sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini gündeme getirmekle yetinmekte ve politikasını bu mağdur kimliği içinden yapmaktadır. Oysa muhalif olma iddiası, mağduriyeti ve sistemin yarattığı konumları aşma iddiası ve etkinliğidir.

“Provokasyona gelmeyelim arkadaşlar”
Sol katliamlar karşısında kendisini şiddete uğrayan olarak göstermeye çalıştığı için devletin protestolar karşısındaki şiddetine de sessiz kalarak tepki göstermekte ve devlete karşı her çeşit öfkeyi bastırıp, her çeşit direnişi provokasyon ilan etme eğilmene girmektedir. Bu noktada eylem meydanlarında en fazla duyduğumuz ses “provaksyona gelmeyelim arkadaşlar” haykırışıdır. Ne zaman devlet güçleriyle ya da faşistlerle karşı karşıya gelinse benzer çağrıyı yapan birileri ortaya çıkar. Ne zaman kitleye yönelik taciz, hakaret ya da şiddet eylemi gündeme gelse ve kitle içinden birileri buna cevap vermek istese, benzer çağrı yükselir. Gezi’de onlarca insanın yaralandığı ve hayatını kaybettiği, atılan gazdan gözün gözü görmediği polis şiddetinin azgın dizginsiz bir şekilde kitlelere yöneldiği durumda bile, kitleler sessiz kalmaya çağrılmış ve şiddet sineye çekilmiştir. Mağduriyet meselesinin en önemli özelliği tam da burada yatar. Mağdurluk durumu değiştirilmez, kabul edilir, sineye çekilir, bu yüzden mağduriyete yaslanan politik eylem devrimci değildir. Sol, devletin saldırıları karşısında haklılığının farkına varmalı ve “provokasyona gelmeye” başlamalıdır.

Devletin koyduğu sınırlara boyun eğmek
Her ne kadar “boyun eğmeyeceğiz” sloganı atılsa da sloganın arkasındaki esas duruş devletin çizdiği sınırları sessizce kabul ediş olmuştur. Geçmişte devletin gösterdiği eylem yerlerini temel kabul eden, devletin reddettiği sloganları engelleyen ve devlet şiddetine direnişi acizliğe varan bir pasifimizle kabul eden bir çizgi güncel eylemden, acıyı sessiz ve derin bir kabulle benimsemeyi temel alan ve giderek kendine acıyan bir noktaya gelmiştir. “Katil Erdoğan” sloganının polis saldırısını peşinen davet ettiğinin farkına varanlar giderek bu sloganın atılmasını engellemek amacıyla eylemlerin içini boşaltmaya, politik konuşmaları engellemeye yönelmişler, sessiz oturma eylemlerini genel eylem tarzı haline getirmişlerdir.
Öfke törpülenip bastırılırken öfkeli kitlenin polis barikatıyla yan yana gelmesinin önüne geçebilmek için ses cihazları ya da konuşma platformları, polisin çizdiği sınırın hemen önüne konumlandırılmaya başlanılmış. Kitlelerin en meşru talepleri polisle yapılan ucuz pazarlıkların sonrasında söndürülmeye ve ertelenmeye başlanmıştır. Mağduriyet solculuğunun sadece yeni mağduriyetleri yarattığı, haksızlığı ortaya çıkaran temel sebeplere yönelmediği, dönüştürme kabiliyetinin olmadığı görülmelidir. Mağduriyeti, arkasındaki politik mesele ele alınmadan, salt vicdanlara dayanarak yürütülen siyaset, sadece marjinalliği büyütmeye hizmet etmiştir. Sol sürekli haksızlığa uğrayan ve hakkını savunamayan acizlik görüntüsünden çıkmalıdır.

Mağduriyete değil haklılığa yaslanmak gerekir
Sol duvarının önünde yüzünü sürterek ağlayan görüntüden çıkmalıdır. Kitleleri kazanmanın yolu mağduriyete ağlamak değil mağduriyeti ortaya çıkaran sebepleri kaldırmak için kavgaya girmektir. İnsanlar kendileri gibi mağdur olanla değil kendilerinin de yaşadığı mağduriyeti ortadan kaldırmak için dövüşenle yan yana gelir. Bunca ölümün ve katliamın sonrasında yapılması gereken herhalde sessiz yürüyüşler ve siyah balonlar uçurmak değildir. İşçi cinayetlerinden kadın cinayetlerine ve devletin katliamlarına, ezilenleri hedef alan egemen şiddete karşı imkanlar olanaklar ve meşruiyet temelinde cepheden dövüşmeye göze alamayanlar onu dönüştürme şansına sahip olamayacaktır.