Saturday, June 21, 2014

Gezi’nin Bir Yıl Ardından İstanbul’daki Yenilikler ve Engeller – MICHAEL HARDT

Gezi hareketinin ilerleme kaydetmesi ve genişlemesi önündeki net bir engel de hareketin dar sınıfsal temeli. Beyaz yakalı işçiler kendi mücadelelerini kent ve kır yoksullarının yanı sıra işçi sınıfının geleneksel segmentleri ile de birleştirmenin bir yolunu bulmalı. Böyle bir birleşik mücadele, elbette, iki taraflı bir dönüşüm ister: Yani geleneksel sendikalar işçi sınıfı anlayışlarını ve geleneksel pratiklerini değiştirmeli, öte yandan da militan, kentli beyaz yakalı işçiler kendi kültürel varsayımlarını ve politik yönelimlerini verimli bir birleşmeyi mümkün kılacak şekilde değiştirmeli.
Resim
Gezi Parkı direnişinin birinci yıldönümünün, vahşi bir polis saldırısıyla karşı karşıya kalacak neşeli gösterilerle kutlanacağı kesin. Patlak vermesinin bir yıl ardından, İstanbul’daki hareketler dinamizm, dövüşkenlik ve yaratıcılıklarını sürdürüyorlar. 2014 Mayıs’ında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki iki haftalık misafirliğimde, hem tek tek Türkiyeli aktivistlerle yaptığım görüşmelerde hem de forumlardaki tartışmalarda yüksek politik ve teorik yansımayı net şekilde ve hemen gördüm. Egemen güçlerle derin bir antagonizmanın yanı sıra, politik yenilenme ve örgütlenmeye dönük iştah yoğun. Yeni politik alışkanlıklar – Türkiye forumlarının, kolektif politik muhakeme pratiği olarak şekillenen ayırt edici karakteri gibi – güçlenmiş ve toplumsal olarak konsolide olmuştu. Mücadeleye devam edenlerin kaçınılmaz bitkinliği ve hayal kırıklığı ile birbirine karışmış şekilde, hareketin geleceği işaret eden arzusu ve potansiyeli net şekilde görülebiliyor. Benim için özellikle belirgin olanlar, Kadıköy’deki Don Kişot işgal evinde bir forumdaki, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilerle bir başka forumdaki tartışmalar ve Otonom kolektifi ile görüş alışverişlerimdi.
Bu görüşmelerden, hareketin önceki enerjisini geri kazanması ve bir sonraki seviyeye sıçramasının önünde iki temel engelin bulunduğu sonucuna vardım. (Bundan sonra gelebilecek kaçınılmaz hatalar, atlamalar ve basitleştirmeler için şimdiden Türkiyeli yoldaşlarımdan özür dilerim.) Öncelikle, hareketler politik gündemi ve gelişme ritmini kontrol etmeyi başaramadılar. Bunun yerine hükümetin yaptıklarına ve dış olaylara tepki gösterdiler. İkincisi, hareketler henüz toplumsal bileşimlerini çoğunluk toplumsal pozisyonunu elde edecek şekilde yeterince genişletemediler. Bu iki engel, elbette, birbiriyle yakından bağlantılı ve ikincisinde belirgin bir ilerleme kaydetmek, ilkine çözüm bulmanın tek yolu olabilir. Daha açık olabilmek adına, bu iki meseleyi sırayla ele alacağım.
1. Bir Öfke Patlamasından Diğerine Sürüklenmek
“Gezi ruhu” denilen şey sanki bir öfke patlamasından diğerine sürüklenmekle lanetlenmiş gibi. İstanbul’a Mayıs’ın ortasında geldim, yüzlerce madencinin hayatını kaybettiği Soma maden faciasının hemen ertesindeki protestolara denk geldim. Bir haftadan az bir süre sonra İstanbul’da polis İstanbul’un Okmeydanı mahallesinde protestoculara karşı gerçek kurşun kullandı ve genç bir erkeği öldürdü. Bu da yeni protestolara neden oldu. Gezi’nin yıldönümündeki gösterilerin polis şiddeti ile karşılaşacağı kesindi, bunlar da başka protestoları ateşleyecekti.
Hükümetin ve polisin eylemleri gerçekten de tepkiyi hak ediyor. İstanbul’daki her gösteri derhal göz yaşartıcı gaz, (bilinmeyen kimyasallar içeren) tazyikli su ve polis şiddeti ile karşılık buluyor. Daha önce, polis tarafından bu süreçte öldürülen neredeyse tüm protestocuların Alevi olduğunu anlamamıştım ve bir Alevi mahallesi olan Okmeydanı’ndaki son cinayet de istisna değildi. Nüfusun yüzde 20 ila 30’unu oluşturan Aleviler, Sünni çoğunluk tarafından desteklenen iktidardaki AKP’ye genel olarak muhalif olan bir Şii azınlık.
Soma’da madencilerin ölümü, karmaşık etkileri olan çok daha büyük bir olay. Protestocular bunun iş kazası değil iş cinayeti olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Gerçekten de felakete giden koşullar, dünyanın diğer bölgelerinde de çok iyi bilinen ve neoliberalizm ile madenciliğin yan yana gelmesiyle ortaya çıkan bir senaryonun sonucu. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve denetimsizlik, tehlikeli çalışma koşulları ve devlet ilgisizliği bu durumu yaratıyor.
Bu tür zulümlerin ve provokasyonların üstüne hükümet ve bizzat Başbakan Erdoğan sürekli daha da tepki çekecek sözler söylüyor. Soma’daki insanlardan özür (veya en azından başsağlığı) dilemek yerine, Erdoğan örneğin öfkeli Somalılarla tartışırken görüntülenebiliyor. Bu en azından Gezi’den beri sürmekte olan bir tarzla uyumlu: Erdoğan protestocularla uzlaşmak yerine tüm muhaliflerini şeytanlaştırıyor, sık sık onlara kaba bir dille hakaret ediyor ve onlara karşı ölçüsüz şiddet kullanılması talimatını veriyor. Machiavelli, Erdoğan’a böyle sert bir yönetim tarzının kırılgan olduğu tavsiyesinde bulunabilirdi. Er ya da geç, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı, katı ve kavgacı tavrının kendi politik mahvına yol açacağını düşünüyorum. Ancak davranışları Sol (ve hatta her sağduyu sahibi gözlemci) tarafından şok edici ve alçakça görülmesine rağmen, Başbakan’ın repertuarının, politik tabanını konsolide etmeye çalışan diğer birçok sağ kanat popülist figüre nasıl da benzediğini görmemiz gerekiyor. Muhaliflere yönelik tutkulu, tepkisel, kaba ve saldırgan öfke patlamaları, sağ kanat popülizmin mantığına göre, kültürel elitlere karşı “halk” ile dayanışma sergilemek anlamına gelen bu repertuarın standart öğeleri.
Erdoğan’ın, Türkiye siyasal yaşamının tümünü kişiselleştirmek ve merkeze kendi şahsını koymak için elinden geleni yaptığı kesin. Ancak, Başbakan karşıtlığı üzerinden Solu birleştiren bir strateji, bana çok sınırlı ve zayıf geliyor. Aktivistler arasında Erdoğan nefreti elbette çok yaygın ve derin. Protestolar başarılı olsa ve Erdoğan’dan kurtulunsa dahi, gerçek bir politik alternatif geliştirilmeksizin gerçek bir gelişme sağlanabileceğinin hiçbir garantisi yok. Dahası, sürekli olarak bir tepkisellik görüntüsü, Solun sırf muhalefet eden ve reaktif bir moda sıkışmasına, kendi gündemini dayatamamasına veya siyasi gelişmelerin akışını belirleyememesine neden olma tehlikesi içeriyor.
Resim
2. Toplumsal Bileşimi Genişletme
İnisiyatifi ele almak ve gerçek bir toplumsal alternatif yaratmak için görebildiğim birincil yol, hareketlerin toplumsal tabanını genişletmek. Gezi Parkı direnişinin en önemli ve ilham verici yönlerinden biri, toplumsal spektrumda yeni politik öznellikler ve yeni eklemlenmeler yaratma olasılığıydı. Daha önce aşılamaz gibi görünen katı toplumsal ayrımlar, meydanda bir araya gelenler arasında aniden çözülmüş gibiydi. Yine de bir yıl sonra, bu olasılıklar (henüz) konsolide olmuş değil ve hatta geri çekilmiş görünüyor.
Örneğin feminist ve LGBT aktivistler, Gezi’de geniş bir görünürlük kazandılar ve sıklıkla hareketin merkezinde yer aldıklarından söz edildi. Fakat artık kimi aktivistler, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet eşitliğinin hareketteki temel sorunlardan biri olmayı sürdürdüğünü söylüyorlar ve hatta aktivistlerin feminist ve LGBT meselelerine ilgi duymasının ve uygulamalarını benimsemesinin abartılıp abartılmadığını sorguluyorlar.
Gezi Parkı direnişinin yarattığı bir başka çıkış, AKP’nin pekiştirdiği ve temel toplumsal çelişkinin din ve laiklik arasında olduğuna dair standart söyleme karşı duran “antikapitalist Müslümanlar” olmuştu. Grubun İslami doktrini kullanarak neoliberal politikalara ve hükümetin yolsuzluklarına karşı kutsal metinlerden alıntılar yapması son derece kolaydı. “Antikapitalist Müslümanlar” örneğine rağmen, laik / dinci bölünmesinin, küresel bir politik bölünmeye denk düştüğü ideolojisi, bugün hükümeti desteklemek için kullanılan temel direklerden biri.
Gezi’de açığa çıkan potansiyel bağlantılardan en belirgini, Türkiye Solunun tarihine baktığımızda, uzunca bir süredir Kürtlerin ezilmesini görmezden gelmiş ve hatta mazur görmüş Kemalist solcularla Kürt hareketinin destekçileri arasındakiydi. Bir yıl önce YouTube’dan Gezi Parkı ile ilgili önemli bir forumu izlemiştim. Bu videoda bir grup Kemalist aktivist, on yıllardır süren devlet baskısı ve zulümleri sırasında medyanın onlar hakkında söylediklerine (ve söylemediklerine) inandıkları için Kürtlerden özür diliyordu. Medyanın Gezi hareketini çarpıtması, onlara geçmişe daha farklı bakmayı öğretmişti. Kürt hareketi, Gezi Parkı’nda, kendi köşesinde vardı ve Türkiye Solunun belki de bir numaralı bölünmesi arasında bir köprü oluşturmak üzere muhtemel bir yakınlaşma olası göründü. Kürt hareketinin bazı kesimlerinin, AKP ile süren barış süreci nedeniyle protestolara mesafeli yaklaştığı unutulmamalı. Benim görüşüm, son yıllarda çok az ilerleme olmasına rağmen, Solun Kürt hareketi ile ilgili bir dönüşüm yaşama potansiyelinin gerçek olduğu.
Bir an durmama ve kısaca Kürt hareketinden veya (Kürt politikası homojen olmadığı için) hareketlerinden ve onun Türkiye Solundaki yerinden ne anladığımı anlatmama izin verin. Türkiye Solunun en dinamik, yaratıcı ve radikal akımlarından bazılarının Kürtlere olan desteği, onların siyasal yönelimlerinin en temel öğesi. Mevcut durumun anahtarı, anladığım kadarıyla kabaca on yıl önce Kürt hareketinin Abdullah Öcalan’ı izleyen akımının ulusal bağımsızlık hedefli silahlı mücadeleden toplum seviyesinde “demokratik özerkliğin” inşa edilmesine doğru radikal bir geçiş yapması gerçeği.
Sayısız arkadaşım tarafından Kürt hareketi ile Zapatistalar arasında yapılan bir karşılaştırmayı öğretici buluyorum. Düzenli aralıklarla, takipçilerinin her birini yorumladığı şiirsel açıklamalar yapan cezaevindeki gölge lider Öcalan ile Marcos’un rolleri arasında üstü kapalı bir denklik söz konusu. Esas ve önemli bağlantı noktası ise, yeni türde bir demokrasiyi hayata geçirmeye dönük köy komünleri deneyimi. Kısıtlı bilgilerim, Kürdistan deneyiminin derinliği ve orijinalitesinin yanı sıra demokratik özerkliğin pratikte tam olarak ne anlama geldiğini değerlendirmemi de zorlaştırıyor fakat zengin ve önemli bir deneyim olduğu konusunda şüphem yok.
Bu noktada EZLN ile kurulan benzerliğin sınırları benim için öğretici hale geliyor. Hepsinden önce, demokratik özerklik alanında çağdaş Kürt deneyimleri konusunda neden bu denli az bilgim var? Zapatistaların düşünce ve pratiği konusunda 1 Ocak 1994’ten beri görece derin bilgilere sahibim. Ve bu konuda yalnız da değilim. Dünya ölçeğinde bir kuşak aktivistin tümü politik pusulasını Çipaslara doğru çevirdi. Türkiye’nin Kürtlerine neden bu denli az dikkat yoğunlaşması oldu? Farkın yalnızca Zapatistaların iletişime önem vermesi, Marcos’un retorik dehası veya İspanyolca’nın daha yaygın bir dil olması olmadığı kesin. Dolayısıyla Kürt siyasal gelişmeleri konusundaki görece cehaletimi yalnızca kişisel başarısızlık olarak değil, daha geniş bir fenomenin göstergesi olarak okumak faydalı olabilir.
Daha dikkat çekici bir soru ise (ancak burada görüşlerim daha az sağlam bir zeminde) Kürt hareketinin Kürt olmayan Türkiyeli destekçilerinin siyasal yönelimi konusunda. Derin bir dayanışma, onlarca yıldır süren devlet katliamlarının ve Kürtlerin bastırılmasının sona ermesi konusunda bir ısrar ve Kürt hareketinin başarılarına yönelik bir saygı olduğu aşikar. Ancak küresel Zapatista destekçileri, dayanışma ve saygının yanı sıra, uzun yıllardır Zapatista uygulamalarına öykünüyorlar. Bunları Mexico City, Barselona, Padua, Austin, Texas ve başka yerlerde kendi yerellerine tercüme ediyorlar. Kürt deneyimine de Türkiye’de veya başka yerlerde benzer bir öykünme mümkün mü (veya halihazırda oluyor mu)? Örneğin demokratik özekliği İstanbul, Ankara veya İzmir’in mahallelerinde kurmak nasıl olur? Böylesi deneyimler benzetmeyi daha somut hale getirebilir.
Bu uzun parantezi kapatmak için, Gezi hareketinin (ve genel olarak Türkiye solunun) cumhuriyetçi, ulusalcı pozisyon ve Kürt hareketleri arasında bir şekilde köprü oluşturulmaksızın ilerleme kaydedemeyeceğini belirteyim. Böylesi bir köprü, Gezi’nin yerine gelmemiş vaatlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Son olarak, Gezi Parkı’nın ve Gezi sonrası hareketin bileşimi emek açısından okunmalı. Gezi militanlarının harekette en aktif olanların sınıfsal konumunu ayrımsız şekilde “beyaz yakalılar” olarak tanımlaması dikkat çekici: Kentli, genç, iyi eğitimli, ancak çoğunlukla az ücrete ve güvencesiz işlerde çalışanlar. “Beyaz yakalıyı” burada C. Wright Mills’ın 1950′lerde adlandırdığı terimle yabancılaşmış bürokrasi işçileri ile yeni ortaya çıkan bilişim proleterleri arasındaki bir geçişe işaret edecek şekilde yorumluyorum. Aktivistler ortak bir şekilde “orta sınıf olmadıkları, işçi oldukları, beyaz yakalı işçiler oldukları” konusunda ısrar ediyorlar. Protestolar sırasında bana birden fazla kez yapılan “Dövüş Kulübü” referansı da kafa açıcı: İkili bir yaşam, gün boyunca ofis giysileri içinde, gece ise polisle çatışmada.
Gezi’nin pozitif sonuçlarından biri kesinlikle çağdaş sınıf kompozisyonu konusundaki anlayışta yarattığı ilerleme ve işçi sınıfının doğasını yeni yeni genişleyen işgücü kategorileri ışığında yeniden değerlendirmek oldu.
Ancak Gezi hareketinin ilerleme kaydetmesi ve genişlemesi önündeki net bir engel de hareketin dar sınıfsal temeli. Beyaz yakalı işçiler kendi mücadelelerini kent ve kır yoksullarının yanı sıra işçi sınıfının geleneksel segmentleri ile de birleştirmenin bir yolunu bulmalı. Böyle bir birleşik mücadele, elbette, iki taraflı bir dönüşüm ister: Yani geleneksel sendikalar işçi sınıfı anlayışlarını ve geleneksel pratiklerini değiştirmeli, öte yandan da militan, kentli beyaz yakalı işçiler kendi kültürel varsayımlarını ve politik yönelimlerini verimli bir birleşmeyi mümkün kılacak şekilde değiştirmeli.
Bu açıdan, Soma’daki maden faciası bir fırsat. Gezi ruhu hemen madencilerin durumuna, skandal çalışma koşullarına ve madencilik sektöründe yükselme sağlayan ama çok daha tehlikeli hale gelmesine de neden olan neoliberal politikalara odaklandı. Öğrenciler İstanbul Teknik Üniversitesi’ni işgal ederek madeni işleten şirketle bağlantıların kesilmesini talep ettiler ve polis “dışarıdan gelen kışkırtıcıları” engellemek istemesine rağmen otobüslere doluşarak Soma’ya gitmek istediler. Bir fırsat olduğu kesin ancak sayısız engelle baş edilmesi gerekiyor: Yalnızca güçlü bir hükümet baskısı ve propaganda makinesi değil, aynı zamanda çağdaş işçi sınıfının farklı kesimleri arasındaki siyasi ve kültürel bağların zayıflığı.
Buradaki temel noktam, ortaya çıkmasının bir yıl ardından, Gezi hareketinin vermesi gereken esas sınavın, toplumsal tabanını mevcut sınırlarının ötesine genişletmesi olduğu. Böylesi engellere odaklanarak, Türkiyeli aktivistlerin geçerli mücadele döngüsünde aktif olan diğer hareketlerin gerisinde olduğunu ima etmiyorum. Aksine, bu zorluklarla karşı karşıya kalınması, Türkiye’de ne elde edildiğinin göstergesi. Başlangıcından bu yana, dediğim gibi, Gezi hareketi, birçok bakımdan tıkanmış veya engellerle karşılaşmış görünse de radikal şekilde geniş bir toplumsal eklemlenme vaat ediyordu. Gezi gördüğüm tüm eksenler boyunca bölünmeleri aşma ufku açtı: toplumsal cinsiyet ve cinsiyet, dinci / laik bölünmesi, Kürt meselesi ve emeğin birleşimi – ve daha birçoğu.
Hareketin toplumsal tabanını genişleten böylesi bir toplumsal eklemlenme, bana göre Türkiye’de inisiyatifi hükümetten almanın, gündemi belirlemenin ve gerçek bir siyasi alternatif inşa etmenin tek yolu. Ancak bu sayede Gezi’de açığa çıkan umutlar ve arzular gerçeğe dönüşebilir.