Friday, June 27, 2014

ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone ile görüşme.


Türkiye'ye büyükelçi olduğu günden beri sözünü sakınmayan, sık sık da hükümetin hedefinde olan bir isim.
Türkiye'ye geldiği ilk günlerde kimi davaları ve gazetecilerin tutukluluğunu anlamadığını söylediği için Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından "acemi büyükelçi" ifadesiyle eleştirilmişti.
Başbakan "acemi" demişti ama Ricciardone, kariyeri boyunca hem Türkiye'de, hem de içinde bulunduğu coğrafyada uzun yıllar geçirmişti.
Büyükelçilik internet sitesindeki hayat hikâyesine bakıldığında bu net şekilde görülüyor:
"Büyükelçi Ricciardone, Obama tarafından ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak 1 Ocak 2011 tarihinde  göreve atandı. Büyükelçi Ricciardone’nin daha önceki büyükelçilik görevleri arasında, 2009-2010 yılları arasında Afganistan Büyükelçi Yardımcılığı, 2005-2008 yılları arasında Mısır Büyükelçiliği, 2002-2005 yılları arasında Filipinler Cumhuriyeti ve Palau Cumhuriyeti Büyükelçiliği gelmekte. Daha önce, ABD Dışişleri Bakanlığı Terörizmle Mücadele Koalisyonu Görev Gücü Direktörü ve Dış Hizmetler Genel Müdürünün Kıdemli Danışmanı olarak çalıştı. 1999 Mart ayından 2001’in ilk aylarına kadar Dışişleri Bakanı'nın Irak’ın Geçiş Dönemi Özel Koordinatörlüğü'nü yürüttü.
Boston doğumlu olan ve Malden Katolik Lisesi'nden mezun olan Büyükelçi Ricciardone, Dartmouth Koleji’nden 1973’te iftiharla mezun olduktan sonra İtalya’da okumak ve öğretmenlik yapmak üzere Fulbright Bursu kazandı. 1976’da İran’a öğretmen olarak giden Büyükelçi, 1978’de Dış Hizmetlere girene dek Güneybatı Asya, Avrupa ve Ortadoğu’da seyahat etti.
Dış Hizmetlerdeki görevi süresince Büyükelçi Ricciardone, Kahire, Amman ve Londra’da çalıştı ve en yakın tarihlisi 1995-1999 yılları arasında Başmüsteşar ve Maslahatgüzar olarak iki kez Türkiye’ye görev yaptı. İki çokuluslu askeri görevlendirmede yer alan Ricciardone, Mısır’ın Sina Çölü'nde Çokuluslu Güç ve Gözlemciler Sivil Gözlem Birimi Şefi olarak ve Irak’ta yürütülen Türkiye merkezli Huzur Harekâtı’nın Amerikan ve Türk komutanları için Siyasi Danışman olarak çalıştı.  
Büyükelçi Ricciardone, Washington, DC’de İstihbarat ve Araştırma Bürosu, Yakın Doğu İşleri Bürosu ve Dış Hizmetler ve İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü’nde kıdemli makamlarda görev yaptı. Politika, program yönetimi ve siyasi rapor alanlarında ödüllere sahip.
Büyükelçi Ricciardone, İtalyanca, Türkçe, Arapça ve Fransızca dillerini konuşmakta."
Büyükelçi ile buluştuğumda Türkçe başlayıp İngilizce devam eden bir sohbetimiz oldu. Suriye politikasından MİT'e ve çözüm sürecine kadar pek çok konuda görüşlerini paylaştı. O gün ayrılırken bu sohbeti "veda ederken" tekrarlamak üzere sözleştik.
Aşağıda okuyacağınız söyleşideki soruların önemli bir kısmını o gün sormuştum. Yeni sorular da ekledim. Ancak veda ziyaretlerinin yoğunluğunun getirdiği vakit darlığından söyleşiyi yüz yüze değil yazılı olarak gerçekleştirdik.
Sorduğum hiçbir soruya itiraz etmedi. Yanıtlarından da, diplomatik ölçüler içinde sözünü sakınmadığını gördüm. Yüz yüze olsak muhtemelen daha da iyi bir sonuç ortaya çıkardı. Yine de "veda söyleşisini sizinle yapacağım" sözünü unutmadı. Yanıtlarını okuduğunuzda, gönderme yaptığı atasözündeki gibi, Ricciardone'nin "saçlarını değirmende ağartmadığını" ihtimal siz de düşüneceksiniz.

'Liderlerinizin endişelerini paylaşıyorum'

- Dışişleri kariyerinizde ve öncesinde Afganistan'dan İran'a, Kahire'den Amman'a İslam coğrafyasının önemli ülkelerinde, başkentlerinde görev yaptınız, yaşadınız. 1999 Mart ayından 2001’in ilk aylarına kadar da ABD Dışişleri Bakanı'nın Irak'ta Geçiş Dönemi Özel Koordinatörlüğü'nü yürüttünüz. Yıllardır politik değişimlerine tanıklık ettiğiniz bölgede yeni konjonktürde Irak'ta Sünnistan, Şiistan ve Kürt bölgesi diye 3'lü bölünmüş bir yapı öngörüyor musunuz? ABD bu yapıya nasıl yaklaşır?
Türk dostlarım her zaman sanki bir büyükelçi değil de münecimmişim gibi bana bu soruları yöneltiyorlar. Ben Irak’ın kaderinin kendi vatandaşlarının ellerinde ve yüreklerinde şekillenmesi gerektiğine inanıyorum. Bundan sonra nasıl bir yol izleneceğine sadece Irak halkı karar verebilir, ancak Irak’ın ve Irak halkının dostları olarak hepimiz uzlaştırıcı rol oynayan liderlere destek olmalıyız. Eğer Irak halkının ve Iraklı liderlerin büyük çoğunluğu, etnik ve mezhepsel ihtilafların ve yakın geçmişteki acı verici deneyimlerin ötesine geçebilirlerse, ki bizim bunu yapabileceklerine dair inancımız ve ümidimiz var, işte o zaman Irak sadece ayakta kalmaktan daha iyisini başarabilir; kendi halkı ve komşularıyla barış içinde refaha ulaşabilir. ABD ve Türk hükümetleri, bunun hem  Irak halkı, hem de bölge için en iyi sonuç olacağını düşünüyor.
- Bugün Irak'ın karşı karşıya kaldığı süreçte; 2003 ABD işgali ve bu ülkedeki geçiş sürecinin iyi planlanmadan çıkışının etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz?
İyisiyle kötüsüyle, ABD ve Irak’ın ortak bir yakın geçmişi var. Bu geçmişin önemli bir bölümü acı verici olsa da büyük bir kısmı da Irak halkı ve Irak’ın bizimle ve komşularıyla ilişkileri adına yapılabileceklere ve yapılması gerekenlere odaklanan olumlu bir vizyona dayanıyor. Birleşik, kendisiyle ve komşularıyla barışık, diktatörlükten ve etnik-mezhepçi zulümden uzak bir Irak için birlikte çok fazla fedakârlıkta bulunduk.
- Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Suriye'ye bakarak bölgenin Afganistanlaşma riskinden bahsetmişti. Yakın gelecekte böyle bir risk görüyor musunuz?
Suriye’de giderek kötüleşen parçalanma sürecinin yol açtığı riskler konusunda Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve diğer liderlerinizle son dönemde yaptığım görüşmelerde dile getirilen endişeleri kesinlikle paylaşıyorum. ABD ve Türkiye, yalnızca bir milli güvenlik endişesini değil, aynı zamanda Suriye halkının çektiği tarifsiz acılara son vermeyi amaçlayan, merhametli, insani bir taahhüdü de paylaşıyor. Suriye ve Afganistan arasında, halkların çektiği acının büyüklüğünden din ve mezhep adı altında saldırganca meşrulaştırılmaya çalışılan ağır şiddete varan ve kesinlikle paralellik taşıyan bazı korkunç deneyimler mevcut.  Ancak, ülkeler ve tarihi durumlar arasında yapılan karşılaştırmalar kimi zaman akademik tartışmalar açısından ilginç ve aydınlatıcı olsa da suni ve yanıltıcı da olabilir. Yıllar boyunca Suriye’yi birkaç kez ziyaret ettim ve Irak ile Afganistan’da görev yaptım. Kendi deneyimlerime dayanarak, Suriye ile Afganistan’ın, aynı zamanda Irak’ın, iç dinamikleri ve ulusal deneyimleri açısından birbirlerinden bir hayli farklı olduklarını düşünüyorum.

'Sınır kontrolü için her zamankinden yakın çalışıyoruz'

- IŞİD önce Suriye'de şimdi Irak'ta Sünni bölgesinde güç kazanıyor, bir yandan da katliamlar yapıyor. Türkiye hükümeti uzun süre Suriye'de Esad'ın yaptığı katliamlarda başta ABD, Batı'yı tepkisizlikle suçladı. Bu arada Batı da Türkiye'nin aralarında IŞİD militanlarının da bulunduğu grupların sınırdan geçişini kolaylaştırtırdığını, hatta silah yardımında bulunduğunu ileri sürdü. Size göre Türkiye'nin IŞİD'in güçlenmesinde katkısı oldu mu?
Suriye ve Irak’ta yaşanan, Saddam Hüseyin ile Esad'ların kötü yönetiminden kaynaklanan ve IŞİD’in oluşmasına yol açan anlaşmazlıklar konusunda yabancıları suçlamanın yanlış ve haksız olduğu aşikâr. Dış güçlerin Esad’ın kendi halkına yönelik tarifsiz zulmünü destekledikleri maalesef doğru. Ancak Türkiye ya da Türkiye’nin Batılı müttefikleri için bu iddialar geçerli değil. Geriye dönüp bakıldığında kimileri, Türkiye ve müttefikleri, IŞİD’e terörist, finansman ve silah akışını engellemek adına daha fazla ve daha erken harekete geçebilirdi, diyebilir. Şu anda, uluslararası teröristlerin ve onlara yönelik desteğin geçişini engellemek için, Türkiye’nin kendi sınırları üzerindeki kontrolünü güçlendirmek amacıyla, hep birlikte her zamankinden de yakın çalışıyoruz.
Ayrıca, hem Esad’a, hem de IŞİD’e karşı meşru muhalefeti desteklemek için Suriye halkının dostlarından oluşan uluslararası bir koalisyonda birlikte çalışıyoruz.
- IŞİD riski bölgede kimi ittifakları; mesela ABD ile İran'ı, Ankara ile Bağdat yönetimini ya da Rojova ile arasına mesafe koyan Barzani'yi iyi ilişki konusunda motive eder mi? Hatta Türkiye'nin çözüm sürecine olumlu katkısı olabilir mi?
IŞİD’in insanlık dışı zulmünün kimseye fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Türkiye’nin, demokrasiyi ve etnik kökene bakılmaksızın tüm Türk vatandaşlarının haklarını güçlendirmeyi hedefleyen demokratikleşme süreci, dayandığı esaslar ışığında başarıya ulaşabilir ve ulaşmalıdır.
- Erdoğan hükümetinin belki de en önemli adımlarından biri barış süreci. Bu sürecin olumlu olarak sonuçlanacağını düşünüyor musunuz?
Evet, sürecin tüm Türk vatandaşları için daha demokratik, barışçıl, güvenli ve adil bir ortam sağlayacağını düşünüyorum, ve akıllıca yönetildiği takdirde, bu sürecin, Türkiye’deki Kürtler de dahil olmak üzere tüm Türk vatandaşları için güzel bir şekilde sonuçlanmasının mümkün olduğuna inanıyorum.
- Bu konuda yasal sürecin devreye girmesinin konuyu kişilerden, partilerden sisteme bağlayacağı ve şeffaflaştıracağı söylenebilir mi?
Bence Türkiye'nin demokratik, yasal ve sivil toplum kurumları ve ortamı ile ayrılmaz bir biçimde bütünleşmiş bu süreç, doğası gereği hem siyasi, hem de hukuki bir nitelik taşıyor.
- Sürecin sonunda demokratik özerklik ve Öcalan'ın ev hapsi ve orta vadede özgürlüğü, bu süreci hızlandırır mı?
Bu konu Türk hukuku ve siyasi süreçlerine ilişkin son derece karmaşık bir husus.
- Tüm bunların sonunda sizce bir "Türk sorunu" ortaya çıkar mı?
Başarılı bir demokratikleşme süreci, tüm Türk vatandaşlarına bütün hak ve özgürlüklerden eşit şekilde yararlanma imkânı tanıyacaktır.

'Akıllı ve kibar biri olarak İhsanoğlu'na saygı duyuyorum'

- Türkiye cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine giderken Erdoğan cephesi karşısında ortaya çıkan Ekmeleddin İhsanoğlu uzlaşması, size neler söylüyor?
Türkiye’nin yakın müttefiki olarak, herhangi bir siyasi kişi ya da partiyi desteklemiyoruz. Bununla birlikte, Dr. İhsanoğlu ile ilk kez 1996 yılında Hillary Clinton ile beraber tanışma şansım oldu, mevcut görevim sırasında da bir kez daha görüştüm. Ne İhsanoğlu’na, ne de başkasına yönelik siyasi bir destek ifade etmek isterim, ancak kendisine akıllı ve kibar bir kişi olarak saygı duyuyorum.
- Erdoğan aday olursa ve seçilirse yarı başkanlık ya da başkanlık için çalışacağı kesin. Başkanlık sistemi ve Türkiye hakkında neler düşünüyorsunuz?
Yıllardır edindiğim tecrübeler, bana Türk siyasetiyle ilgili kesin öngörülerde bulunmaktan kaçınmayı öğretti. Son yıllarda başkanlık sistemi tartışmalarında sergilenen olgunluk beni çok etkiledi. Türk halkının, başka ülkelerdeki başkanlık sistemleri ve parlamenter sistemlerle karşılaştırmalar yaptığını gördüm. Bireysel özgürlüklerini ve demokrasiyi en iyi şekilde nasıl koruyacaklarına ancak Türkler karar verebilir.

'Türkiye'nin orduyu sığınılacak bir merci olarak görmeyi bıraktığına eminim'

- Prof. Murat Belge'nin  27 Mayıs tipi bir darbe olabilir, değerlendirmesi ışığında soralım; Türkiye'de darbe veya 28 Şubat tipi müdahale ihtimalinin tamamen mazide kaldığını düşünüyor musunuz?
12 Eylül 1980’de ve 28 Şubat 1997’de yaşanan askeri müdahalelere tanıklık etmiş biri olarak, Türkiye’nin, siyasi krizlerden kaçış yolu olarak orduyu sığınılacak merci olarak görmeyi çoktan bıraktığına ve olgunlaştığına eminim.
- Ülkenin sivilleşme süreci tamamlandı mı?
Azimli ve iddialı toplumlar için ilerleme devam eden, hiçbir zaman tamamlanmayan bir süreçtir. Nasıl Amerikalılar en güzel günlerimizin henüz yaşanmadığına inanıyorlarsa, ben de Türkiye’nin de en güzel günlerinin gelecekte olduğuna inanıyorum. Lütfen, hiçbir alandaki ilerlemenizi tamamladığınızı düşünmeyin! Hepimiz çocuklarımız için daha iyi bir ülke ve dünya istemiyor muyuz?
- Ergenekon-Balyoz sürecine ilişkin olarak gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz; sizce gerçeğe daha mı yakınız, daha mı uzak?
Bu davaların, yargı şeffaflığının ve hukukun üstünlüğünün herkes için tesis edilmesi konusunda tarihi dönüm noktaları olacağını düşünüyorum. Türk hukuk ve siyaset uzmanlarının bu davaları gelecekte dikkatle inceleyeceklerine güveniyorum. Yargının bağımsızlığı ve hesap verebilirliği; yargı sürecinin şeffaflığı; partiler, gruplar ya da kişisel çıkarların ötesinde, savcılık makamı da dahil olmak üzere, yargının hukuka sadık kalması konusunda en doğru dersler çıkarılacaktır.

'Türklerin diktatörlüğün hiçbir şeklini kabul etmeyeceğine inanıyorum'

- 1 Ocak 2011'den beri Türkiye'de büyükelçisiniz. Ama bu sizin ilk tecrübeniz değil. En yakın tarihlisi 1995-1999 yılları arasında Başmüsteşar ve Maslahatgüzar olmak üzere daha önce iki kez Türkiye’de görev yaptınız. Yani 28 Şubat sürecinde de, AK Parti'nin güçlü olduğu dönemde de ülkeyi gözlemlediniz. Türkiye'nin demokrasi serüveninde nelerin değiştiğini düşünüyorsunuz?
Türk halkının siyasi bilincindeki olgunlaşmayı yakından izledim; demokrasi ve özgürlük konusunda en yüksek standartları yakalama arzularına tanıklık ettim. Türklerin, diktatörlüğün hiçbir şeklini kabul etmeye niyetleri olmadığına inanıyorum.

'En büyük zorluk, gücün tek kişi ve partide toplanmasına karşı denetim ve denge'

- Gezi'den internet yasaklarına ve gazetecilerin üzerindeki baskıya baktığınızda ülkede, Erdoğan'da bir otoriterleşme eğiliminden bahsedilir misiniz? Türkiye'nin en ciddi demokrasi sorunları listenizde neler var?
Dünyadaki tüm demokrasiler, ayakta kalmak ve gelişmek istiyorlarsa, özgürlüklerini korumak ve genişletmek için çalışmayı sürdürmeli. Türkiye de bir istisna değil. Bu bağlamda, bence hepimiz için en büyük zorluk, gücün tek bir kişide, partide, devlet kurumunda ya da kamuoyunu ve duyarlılığını temsil ettiğini iddia eden tek bir harekette aşırı şekilde toplanmasına karşı sağlam ve etkili “denetim ve denge” sistemlerinin kurulması.

'Bu saçlar değirmende ağarmadı'

- Başbakan'ın sizin içim dile getirdiği "acemi büyükelçi" ifadesi ne düşündürmüştü?
Bildiğiniz gibi bilgelik taşıyan Türk atasözlerini çok seviyorum. En sevdiklerimden biri de: "Bu saçlar değirmende ağarmadı."
- Türkiye'de "yabancı müdahalesi odaklı komplocu bakış" olduğunu söylemiştiniz. 17 Aralık sürecinde iktidara yakın gazeteler sizi kişisel olarak olayların adresi gösterdi. Ne düşündünüz?
Tabii ki, Türkiye’nin ABD’deki her dostu gibi, böyle temelsiz bir iftira beni de hayal kırıklığına uğrattı. Gerçeği teyit etme konusunda dünya standartlarını uygulamalarını dilerdim. Daha da önemlisi, böyle uydurma haberlerin, müttefikler arasındaki hayati derecede önemli ilişkilerin geleceğini tehlikeye atmasına izin verilmemeli.

'17 Aralık tartışması Türk demokrasisi için sağlıklı'

- 4 eski bakan, hatta Başbakan'ın aile fertlerinin isimlerinin geçtiği 17 Aralık operasyonu hükümete göre bir darbe girişimi, muhalefete göre açıkça yolsuzluk. Bu süreci nasıl okudunuz? Kimi tapeleri dinlediğinizi söylemiştiniz. İzleniminiz nedir? TÜBİTAK'ın ses kayıtlarının hecelere bölerek verdiği "montaj" raporunu inandırıcı buldunuz mu?
İddia konusu kayıtların orijinalliğine ilişkin teknik bir uzmanlığım yok. Türk halkı ve Türkiye’yi izleyen yabancılar gibi ben de tüm bu tartışmayı hayret verici buldum, hatta uzun vadede Türk demokrasisi için sağlıklı olabileceğini düşünüyorum.

Fethullah Gülen'in iadesi

- 17 Aralık için hükümetin hedefinde Gülen cemaati var. Erdoğan hükümeti ABD'den Gülen'in iadesini istiyor. Siz bana nisan ayında  "aile içi kavganıza bizi karıştırmayın"demiştiniz. O günden bugüne değişen bir fikriniz var mı?
Kesinlikle aynı şekilde düşünüyorum, bu tam anlamıyla daha önce yakın müttefik olan ve birden şiddetli düşmanlara dönüşen gruplar arasındaki iç meseledir. ABD’nin ne gruplar arasındaki kavgadan, ne de Türkiye’nin istikrarsızlığından bir çıkarı olabilir. Yabancı dostlarımız arasındaki herhangi bir grubun yandaşlarını değil, şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü ilkelerini destekliyoruz.
- Gülen iade edilebilir mi?
İade edilmeye ilişkin hususlar ülkelerimiz arasındaki ‘Karşılıklı Yasal Yardım Anlaşması’ altında düzenleniyor. Anlaşmanın şartları yazılı ve açık, ayrıca tüm durumlarda uygulanıyor.

'Hakan Fidan öngörülü bir yetkili'

- ABD Başkanı ile Başbakan Erdoğan arasında bir dönem iyi giden ilişkiler özellikle Gezi sonrasında biraz da Suriye etkisiyle sıcaklığını kaybetmiş gözüküyor. Bu algım doğru mu? İki liderin arasının bozulmasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın dış politikadaki tutumunun da etkili olduğu iddialarına ne dersiniz?
ABD’nin iki büyük siyasi partisinden gelen başkanlar, NATO müttefiklerimizin ve özellikle son derece önemli bir bölgedeki en yakın ve güçlü müttefiklerimizden olan Türkiye’nin demokratik yollardan seçilen liderlerine her zaman saygı duymuşlardır. Ortak milli çıkarlarımızın kalıcılığı ve önemi dikkate alındığında, hangi konuda olursa olsun ve Beyaz Saray’da, Çankaya’da ya da Başbakanlık'ta kim oturursa otursun, bu durumun değişmeyeceğine eminim.
IŞİD’in Musul saldırısının ardından geçen son birkaç hafta içinde, ABD Başkanı Obama’nın Irak konusundaki uzmanlığına ve liderliğine güvendiği Başkan Yardımcısı Biden, Başbakan Erdoğan ile birkaç kez görüştü. ABD Dışişleri Bakanı Kerry ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu hem telefonda, hem de Brüksel’de yüz yüze konuştu. "Hakan Fidan’ın dış politikadaki tutumu” diyerek neyi kastettiğinizden emin değilim. Türkiye bir hukuk devletidir ve istihbarat teşkilatınızın başkanı da Türkiye’nin seçilmiş ulusal liderliğinin yönetimi ve gözetimi altında çalışmaktadır. MİT Müsteşarı'nı öngörülü ve ülkesine bağlı bir yetkili olarak görüyorum.

'Muhteşem anılarla ayrılıyoruz'

Burada okuyucularınıza da bir mesaj göndermek istiyorum. Eşim Marie ve ben ailemizin ve kariyerlerimizin temellerini Türkiye’de atmış olmaktan dolayı kendimizi çok şanslı ve ayrıcalıklı hissediyoruz. Bundan 37 yıl önce ilk kez turist olarak geldiğimiz Türkiye’ye her fırsatta geri dönmeye çalıştık. Bunun sonucunda da kariyerimin neredeyse üçte birini bu muhteşem ülkede geçirdim. Pek çok dost ve muhteşem anılarla Türkiye’den ayrılıyoruz. Gelecekte de sık sık Türkiye’yi ziyaret etmeyi ve Türk dostlarımızı ABD’de ağırlamayı ümit ediyorum.

Tuesday, June 24, 2014

Ne kırk katır ne kırk satır – Aktüel Gündem

Sendika Org beraber-yurudulerTayyip Erdoğan, Ortadoğu’nun bugün içinde bulunduğu kan ve vahşet tablosundan en az bölge diktatörleri ve ABD kadar sorumludur. Sadece yaptıklarıyla değil yapmadıklarıyla da sorumludur. İktidara geldiği günden itibaren Ahmet Davutoğlu ile birlikte sürdürdüğü, kah emperyalist taşeronluğuna kah bölge liderliğine soyunduğu, kah emperyalist pazar ilişkilerine yeltendiği kah enerji taşeronluğuna giriştiği politikalar, artık Türkiye halklarının tamamını da içine alacak bir kamplaşma ve savaş düzlemi yaratmış durumda.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve sonrasında ilerleyişine devam etmesi sadece Irak’ta değil, tüm bölge ülkelerinde sonuçları olacak bir sıçrama noktası yarattı. Şimdiye kadar daha çok o topraklara ait olmayan cihatçılardan oluştuğu kabul edilen ve vahşi infaz yöntemleriyle marjinal bir görüntü verilen bu örgüt “birdenbire” Ortadoğu’nun en büyük ve en tehlikeli örgütlerinden biri oluverdi. IŞİD’i bu konuma getiren süreç nasıl işlemişti?
Zerkavi tarafından kurulan bu örgüt ilk başlarda Irak El Kaidesi olarak adını duyurdu. Zerkavi’nin ABD tarafından öldürülmesiyle yerine geçen Ömer el Bağdadi örgütün ismini Irak İslam Devleti olarak değiştirdi. Bu isim değişikliği bile Bin Ladin’in El Kaide’sinden kısmi farklılıklar içerdiğine işaret olarak değerlendiriliyor. Daha sonra IİD, Beşar Esad’ın  merkezi denetimini kaybettiği süreçte Suriye’de, kendi içinden atadığı/ayırdığı isimlerle El Nusra Cephesi’ni kurar. Ancak bir süre sonra El Nusra ile fikirsel ve örgütsel ayrılık yaşar. El Nusra’nın, şu an hala El Kaide’ye doğrudan bağlı olduğu bilinmekte. Bunun üzerine Suriye’deki örgütlenmesini de tek merkezden yapmak üzere modelini/yapısını da değiştirerek Irak Şam İslam Devleti adını alır. Bu örgütü, El Kaide ya da buna bağlı örgütlerden ayıran özelliği, adından da anlaşılacağı üzere, hakimiyet kurduğu alanda kendince bir devlet modeli oluşturması, yani buraya vali, hakim, vergi memuru, vs ataması.
IŞİD’in kadro sayısının artmasını sağlayan ise savaşma yeteneği değil, esir aldıklarını vahşi yöntemlerle katletmesi. Bu görüntüleri kullanarak İslamcı (Sünni) sempatizanlara uluslararası çağrıları önemli karşılıklar bulmuş. Daha önce Afganistan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da savaşmış ya da buralara öykünmüş yüzlerce cihatçı. Ve onlarla birlikte gelen bağışlar. Ve elbette AKP Hükümeti’nin Esad’ı devirmeye yardım edecek Sünni gruplara sağladığı her türlü olanaklar.
IŞİD’i Musul’u ele geçirecek kadar güçlü bir pozisyona getiren ise son bir yıl içinde gerçekleştirdiği ittifaklar oldu. Özellikle bölgedeki Sünni aşiretlerle ittifak kurması ve en az bunun kadar önemli olan ise Saddam döneminden kalma eski Baasçıları kendi bünyesi içine katması, bu örgütü hızla bir kadro örgütünden yerel halk desteği olan, milis örgütlenmesi de olan bir büyük örgüte dönüştürdü. Şimdiki/şimdilik hedefi ise Suriye sınırından, uç noktası Bağdat’a uzanan bölgede (Sünni Üçgeni) mutlak bir hakimiyet sağlamak. Bunun gerçekleşmesi halinde ise Irak’ın üçe bölünmesi (Sünniler, Şiiler ve Kürtler) artık kesinleşmiş olacak.[1]
Artık mezhep savaşı haline dönüştüğü kesinleşen (sadece 2013’te 8000 kişi katledildi) bu sürecin asli sorumlularından ikisi hiç kuşkusuz Erdoğan-Davutoğlu ikilisidir. Bu fütursuz ikilinin icraatları bugün binlerce insanın öldürülmesi suçuna ortaklık etmiştir. Üstelik hala “her şey kontrolümüz altında” kibrinden hiçbir biçimde vazgeçmeden. IŞİD’i kontrol ettiklerini, kendilerine asla zarar vermeyeceğini düşündükleri bir süreçte Musul konsolosluğunun basılması ve 49 kişinin esir alınması göstermiştir ki IŞİD, bunları kontrol altında tutmaktadır. Bu ikili Ortadoğu’daki her türlü örgütün oyuncağı olmaya adaydır ve hatta olmuştur da.[2]
Özellikle Sünnilerin ve Şiilerin bu aşamada alan hakimiyetlerini sağlamaya çalıştıkları bu dönemde kuşkusuz en avantajlı olanlar Kürtler, daha doğrusu Barzanici Kürtler. Çünkü zaten tanımlanmış bir bölgeleri ve bu bölge içinde hiyerarşik bir yapıları mevcut. Üstelik şimdi Kerkük’ü de tamamen denetimlerine almış durumdalar. Ancak mezhepler üstü bir şemsiye olarak korumaya çalışacakları Kürt kimliğinin daha ne kadar süre idare edeceği, büyük ölçüde Barzani’nin peşmergelerine dağıttığı aylığın süresine ve miktarına da doğrudan bağlı. Ayrıca Barzani’nin üzerinde oturduğu petrole tek başına hakim olma iddiasını sürdürmesi durumunda hiçbir biçimde rahat bırakılmayacağı da kesin.
PKK’nin Kuzey Irak’taki siyasi varlığının çok sınırlı olduğu, bunu bir yandan Barzani ile karşı karşıya gelmemek için tercih ederken diğer yandan Barzani’nin doğrudan maaşla kendisine bağladığı on binlerce peşmerge içinde siyasi çalışma yapmanın zorluğundan kaynaklandığı biliniyor. Ancak her şeye rağmen, bütün taşların yerinden oynamaya başladığı bu coğrafyada sadece TC ile askeri savaş düzleminde kalarak başat bir siyasi aktör olunamayacağı da aşikar. Her ne kadar kendine Rojava’da çok önemli bir siyasi başarı alanı açmış olsa da Türkiye sınırları içindeki siyasal ilerleyişi iniş çıkışlı bir seyir izlemekte. Tayyip Erdoğan’ın sürüncemede bıraktığı müzakere sürecine karşı geliştirdikleri taktik adımlar kısır kalmakta. Ancak yine de belirtmek gerekir ki son dönemde, kalekol yapımına karşı geliştirdikleri kitlesel eylem biçimleri (ki bir yönüyle Gezi’nin o bölgeye etkisini de eklemek gerekir), son dönemlerde kaybettikleri kitle seferberliğini yeniden sağlamaya dönük önemli bir etki yarattı. Ancak bu etki de Abdullah Öcalan’ın “AKP’ye şans tanımak lazım” ve ardından KCK’nin yaptığı “yol kesme ve asayiş eylemleri sona ermelidir” açıklamalarıyla tekrar gerilemekle karşı karşıya.
Anlaşıldığı kadarıyla Ortadoğu’daki, özellikle Irak’taki gelişmeler Kürt siyasi hareketine, AKP’nin kendileri karşısında mutlaka geri adım atmak zorunda kalacağını “düşündürtüyor”. Bu durumu “zorunlu” hale getiren bir başka unsur da Tayyip Erdoğan’dan başka bir muhatabın yakın zamanda oluşamayacağına ilişkin kesin kanaat. Kürt siyasi hareketi bu öncüllerden/eksenden hareket ettiği sürece de Batı’da ve Batı’ya geliştirdiği politikalarda inandırıcılıktan tamamen uzaklaşıyor.
Bu durumun son örneği büyük bir ihtimalle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanacak. Kürt hareketi ilk turda kendinden doğru bir aday çıkartacak olmasına rağmen ikinci turda Kürt seçmenlerin Tayyip Erdoğan’a oy vermemesini geliştirecek bir taktik sergileyemeyecek/sergilemeyecek. Bu durum da referandumda olduğu gibi (hatırlanacağı gibi “Hayır “tavrı örgütlemek yerine boykot tavrı açıklamışlardı) AKP’ye bir şekilde destek haline gelecek. Bu durumu seçeneksizlik, seçim sistemi ya da zorunluluk olarak açıklamak ikna edici olmayacaktır. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın saflaştırma siyasetine aynen cevap oluşturabilecek argümanları Kürt hareketinin elinde mevcut. Örneğin, “Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı biz de kendi cumhurbaşkanımızı seçiyoruz” tavrı geliştirerek Abdullah Öcalan ismini ya da başka bir ismi, Mazlum Doğan veya Medeni Yıldırım ismini oy pusulası haline getirebilir, böylece Kürtler içindeki İslamcı eğilimleri tercihe zorlamaya ve dolayısıyla da Tayyip Erdoğan’ı sıkıştırmaya çalışabilirler.
Aynı seçenek kuşkusuz CHP için de mevcut (idi). Yani Tayyip Erdoğan’ın saflaştırma siyasetine rest çekip, aynı yöntemi karşıt siyaset olarak kullanabilirlerdi. Herkesin farklı bir cumhurbaşkanının (fiili) olacağı bir siyaset krizini bırakın (bakalım) AKP çözebilir mi? Oysa AKP’den daha çok sistemi/düzeni korumaya kodlanmış bir CeHaPe kafası, düzeni korumak adına toplumu daha da dincileştirecek adımlar atmaya devam edebiliyor. Kılıçdaroğlu’nun (ya da başka bir ifade ile ona dikte ettirenlerin) bulduğu zihni sinir bir proje daha; AKP’linin alternatifi bir başka AKP’lidir. O zaman CHP’ye ne gerek var, git AKP’ye üye ol, ana muhalefeti AKP’nin içinde yap. CHP liderinin ya da bu projede imzası olan ne kadar CHP’li varsa hepsinin ne kadar dar ufuklu ve sığ bir siyaset kafasına sahip olduklarının kanıtıdır Ekmeleddin tercihi. Açtıkları yol, artık bu ülkede cumhurbaşkanlarını İslamcıların arasından seçme/belirleme yoludur. Kılıçdaroğlu kendi eliyle Tayyip’i cumhurbaşkanı yapmakla kalmayacak, dinciliğin ve hatta Sünni dinciliğin bu ülkede bir ileri meşruluk aşamasına geçmesine çok büyük bir katkı sunacaktır. Artık bu sürecin siyasi hedefi sadece Tayyip Erdoğan değildir, aynı zamanda CHP’nin bu aymaz siyasi tercihleridir de.
Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta CHP’ye saldırması fesatlığından değil, işine geldiğinden. Çünkü her kriz ortamında CHP, onun elini rahatlatacak bir fırsat. Görünürde CHP üzerinden yarattığı oysa arka planında demokrasi ve sol düşmanlığı olan saflaştırma siyaseti toplumsal düzlemde başarılı oldu. Oysa AKP’nin kurduğu düzen her yerinden çatırdıyor. Soma kölelik düzeninin nasıl işlediğinin en açık kanıtı; taşeron sisteminin çöküşünü engellemek için kendileri bile acil önlem almak zorunda kalıyor; devletin zor aygıtlarının artık 14-15 yaşındaki çocukları katletmesiyle iktidarlarını ancak ayakta tutabilir haldeler; bölgesel bir güç olma hayali her türlü tezgahın basit oyuncağına dönüşmeyle sonuçlandı, dünya liderlerinden biri olma hedefi eli kanlı diktatörler kategorisinde önemli bir derece elde etme aşamasında vs.
Ve tüm bunlara rağmen Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olma hedefini gerçekleştirmek için planlarını adım adım ilerletiyor. Şimdilik ilk aşama yurt dışındaki seçmenleri çantaya doldurmak, Almanya’ya yaptığı seçim gezisinden sonra şimdi sırada Fransa seçim gezisi var.[3] Adaylığını ay sonunda açıkladıktan sonra da yurtiçi turlarına başlayacak, ramazan ayının her türlü bereketini kullanarak elbette.
T.C. Anayasası’nda cumhurbaşkanı (adayı bile) olamayacakların özellikleri yazılmış: Nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, yüz kızartıcı suçlar, kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alın satımlara fesat karıştırma veya devlet sırlarını açığa vurma suçları. Resmi olarak bu suçlarda hüküm giymemiş olması çok önemli.[4] Peki Halkın Anayasası’nda resmi mahkemelerin verdiği ya da vermediği bir hükmün geçerliliği var mıdır?
[1]Böyle bir durum Türkiye’nin siyasi yönetim yapısını da doğrudan etkileyecektir. Gerek ABD’nin gerekse de Ortadoğu ile arasında tampon olduğunu varsaydığı Avrupa’nın nasıl bir Türkiye yönetimi isteği daha doğrudan bir operasyonel konu haline gelecektir. Kuşkusuz bu girişim sadece emperyalist merkezlerden doğru değil, aynı zamanda Irak’ta işini bitirip gelen Sünni Türk militanlar tarafından da yapılacak, ülke toprakları mezhep savaşından, provokasyonlarla ülkeyi idare etme biçimlerine kadar geniş bir aralıktaki icraatlara açık hale gelecektir.
[2]En son icraatları, kısa bir süre önce terör örgütü ilan ettikleri El Nusra’yı şimdi bu listeden çıkardılar. Neden acaba? El Nusra’nın hangi şantajına boyun eğdiler? Dışişleri Resmi Gazete’de kararın yayımlanmasının hemen arından, Nusra’yı terör listesinden değil El Kaide ile bağlı gruplar listesinden çıkardığını açıkladı. Ancak El Kaide’ye biat ettiğini açıklayan bir örgüt için neden böylesi bir ayrıcalık tanındığına ilişkin sorular yine yanıt bekliyor.
[3]Bu noktada ufak bir ayrıntı; yurtdışında yaşayanların kullanacakları oylar uçakla getirilip yurtiçinde sayılacakmış! Toplam 3,5 milyon oy.
[4]Bu arada bir şart da bir yıldan fazla bir hapis cezası almamak var. Tayyip Erdoğan’ın daha önce aldığı hapis cezası 10 ay.

Monday, June 23, 2014

Hatay'ı Fransızlar'dan 7 milyon Frank'a aldık

Hatay'ı Fransızlar'dan 7 milyon Frank'a aldık
Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız mandasına giren Hatay'ın Türkiye topraklarına katılması için Fransa'ya 7 milyon Frank ödediğimiz ortaya çıktı.
Atatürk , ölümünden önce Misak-ı Milli Sınırları içinde olan Hatay’ın Fransızlardan alınması için büyük çaba harcamış, Hatay’ın anavatana katılmasını bir milli mesele haline getirmişti. Türkiye ile Fransa arasında Hatay’ın iadesi için süren gerilim iki ülkeyi defalarca savaş noktasına getirirken, Hatay 1939 yılında ayıplan bir anlaşmayla anavatana katıldı. Ancak bu anlaşmanın ardında ilginç bir ayrıntının olduğu ortaya çıktı. Vatan Gazetesi'nden Mustafa U. Altuntaş'ın haberine göre, Hatay’ın anavatana iade edilmesi için 1939 yılında Türkiye’nin Fransa’ya 7 milyon Frank ödediğini ortaya koydu.
İnönü’nün imzası var
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız mandasında özerk bir yapıda olan Hatay ile ilgili, 23 Haziran ve 23 ağustos 1939’da Fransa’yla anlaşmalar yapılmıştı. Hatay meclisi de 1939 yılındaki son toplantısında anavatana katılmayı oy çokluğuyla karar vermişti. Ancak bu anlaşmaların sağlanması için Türkiye’nin Fransa’ya 7 milyon Frank ödediği ortaya çıktı. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivlerinde yer alan ve dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Refik Saydam ile hükümetin bütün bakanlarının imzaladığı 6 Haziran 1940 tarihli kararnamede, yapılan anlaşma ele alınıyor.

Geri alma çabası
Kararnamede, Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile ilgili Fransa’ya ödenen 7 milyon Frank’ın Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’ndan, Fransız Klering hesabına yatırıldığı belirtiliyor. Kararnamede, ödenen paranın geri alınabilmesi için anlaşma yapma yetkisi de Hariciye Vekilliği’ne veriliyor. Kararnamede, “Hatay’ın anavatana ilhakı için Fransa ile akdolunan 23 Haziran 1939 tarihli anlaşmaya mevcut protokolün 2.maddesi hükümlerine tevfikan Fransa’ya tesviye edilmek üzere tarafımızdan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası nezdindeki Fransız Klering hesabına yatırılan 7 milyon Fransız Frankının, 23 Ağustos 1939 tarihli Tediye Anlaşmasına seylen Paris’te 8 İkinci kanun 1940 tarihinde imzalanan lahikanın 1. Maddesinde tasrih edilen yüzde 30 nispetinde tenzilata tabi tutulmadan tesviyesi için Fransa sefareti ile bir anlaşma yapılması hususunda Hariciye Vekilliğine selahiyet verilmesi” yazıyor.

“Anlaşmalar da bulunup teyit edilmeli”

Doç. Dr. Ahmet Demirel (Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi)

“İlk kez böyle bir belgenin varlığından haberdar oluyorum. Hatay konusunun kurulan mecliste alınan plebisit kararı ve sonrasında Hatay’ın Türkiye’ye ilhak edilmesi süreciyle ülkemize katıldığını bilinir. Dolayısıyla ben de bu belge dolayısıyla açıkçası şaşırdım. Yapılan anlaşmaların bulunup bu belgenin teyit edilmesi gerekir.”

“Olmayacak bir şey değil”

Prof. Dr. Mete Tunçay (Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)

“Benim böyle bir belge ve ödemeden bir haberim yok. Bu olmayacak bir şey değil. Türkiye ile Fransa arasında başka ilişkiler var. Düyun-u Umumiye borçlarının taksitleri var. Ancak belgedeki ifadeye göre ifade gayet açık.”

Tarihçilerin ilk kez haberi oluyor
Arşivlerden çıkan belgeyi yorumlayan Türkiye’nin önde gelen tarihçileri, bugüne kadar Fransızlarla böyle bir anlaşma yapıldığına dair bir bilgi olmadığına dikkat çekti. Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Vahdettin Engin, Hatay’ın Misak ı Milli sınırları içerisinde gösterilmiş önem verilmiş bir yerdir. Fransızlarla yaptığımız anlaşmalar sonucunda Hatay’da ki Türk varlığını Fransızlara kabul ettirmişizdir.Bu süreci iyi gözlemlemek lazım.Atatürk 1936 yılında Adana’ya hasta haldeyken giderek gerekirse Hatay için savaşılabileceğini söylemiştir. Hatay konusu Fransızlarla ilişkilerimizde öncelikli problem olarak gündemde tutulmuştur. Diplomatik açıdan ne gerekiyorsa o yapılmıştır.Bu verilen parayı bu açıdan değerlendirmek lazımdır.Bu parada Fransızların Hatay’da yapmış oldukları yatırımlarla ilgili ilerde iddia edebileceği olası haklarından vazgeçmesi anlamına gelmektedir”dedi.

Haberimiz yok
Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Erhan Afyoncu ise, anlaşmadan haberinin olmadığını belirterek, “Hatay için Türkiye savaşı göze almıştır. Paranın hangi sebeplerden ötürü verildiğini bilmek lazım” yorumunda bulundu. Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı ve MHP Milletvekili Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu ise böyle bir paranın ödenmesiyle ilgili bilgisinin olmadığını söyledi.

Hatay nasıl Türkiye’nin oldu?
Birinci Dünya savaşı sonrası 1921 tarihinde özel bir statü kazanan Hatay, Fransız mandası altında bırakıldı. Türkiye Cumhuriyeti ise Hatay’ı Mİsak-ı Milli sınırlarında olan Hatay’ı anavatan topraklarına dahil edebilmek için Fransa ile bir çok defa savaşma noktasına geldi. 1930’lu yıllarda önce dünyada ekonomik krizin çıkması, Hitler’in Avrupa’da yayılmacı bir politika izlemesi Fransa’nın Türkiye karşısında elini zayıflattı.

Fransa’nın bu durumunu iyi gören Atatürk ve dönemin hükümeti, Hatay konusunu 1930’lu yılların ikinci yarısında daha sık dile getirir oldu. Fransa 1936 tarihinde Suriye’ye bağımsızlık vererek Hatay’ı da Suriye topraklarına katmak istedi. Bu durumu Türkiye kabul etmedi. Milletler Cemiyeti’ne havale olan konu burada karara bağlandı. Buna göre, Hatay iç işlerinde bağımsız dış işlerinde Suriye’ye bağımlı kalacak fakat resmi dili Türkçe olacaktı. Bu karar Suriye tarafını da Türk tarafını da memnun etmedi. 1938 yılında bağımsız Hatay Devleti kuruldu. 23 Haziran 1939 yılında da Türkiye ve Fransa arasında yapılan anlaşma sonucunda Hatay’ın Türkiye’ye katılma talebini Fransa kabul etti. Hatay meclisi 1939 yılındaki son toplantısında anavatana katılmayı oy çokluğuyla karar verdi. (Vatan)

Sunday, June 22, 2014

IŞİD krizinde son 24 saatte yaşananlar ve sahada son durum

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) bir yandan Irak’taki ilerleyişini sürdürürken, diğer yanda Suriye’de Kürtlerin ve Esad güçlerinin bulunduğu Kamışlı’ya saldırdı. Irak ve Suriye’de yaşanan IŞİD krizine dair son 24 saatte sahada yaşanan son gelişmeler ile uluslararası arena da krize dair gösterilen tepkiler ve yapılan açıklamaları derledik
irak-sadr-sii-baris-tugaylari
Şii milis güçlerinden askeri geçit töreni
Iraklı Şiilerin en etkin dini lideri Ayetullah Ali El Sistani’nin IŞİD’e karşı savaşma çağrısı ve Şii lider Mukteda el Sadr’ın destekçilerine yönelik askeri yürüyüş çağrısı sonrası bir araya gelen binlerce Şii milis Bağdat ve diğer kentlerin sokaklarında askeri geçit töreni düzenledi.
Irak’ta dini mabetlerin ve Şii ibadet yerlerinin korunması amacıyla Sadr Hareketi lideri Mukteda el Sadr’ın çağrısı üzerine kurulan “Barış Tugayları” mensubu üniformalı binlerce kişi, silahlarla Sadr kentindeki Mazfer Meydanı’nda askeri geçit töreni düzenledi. Geniş güvenlik önlemleri altında düzenlenen törene, pek çok sayıda milletvekilinin yanı sıra siyasi parti ve blok üyeleri ile sivil toplum kuruluşu temsilcileri katıldı.
Irak’ın Anbar iline bağlı Ramadi kentinde IŞİD’e yönelik hava saldırıları sonrasında kentin durumu (Fotoğraf:Reuters)
Irak Hava Kuvvetleri’nin, Anbar iline bağlı Ramadi kentinde IŞİD’e yönelik hava saldırıları sonrasında kentin durumu (Fotoğraf:Reuters)
IŞİD, Kamışlı’da havaalanına saldırdı
Suriye tarafında da saldırılarını sürdüren IŞİD, Kamışlı kentinde Suriye yönetimi kontrolündeki havaalanına havan topu saldırısı düzenledi. Saldırıda ölü ve yaralı konusunda net bir bilgi alınmazken, Suriye Hava Kuvvetleri’ne bağlı helikopterler kent üzerinden uçuş yaptığı belirtildi. Mardin’in Nusaybin İlçesi’nin hemen karşısında bulunan Kamışlı’daki patlama seslerinin duyulması üzerine, sınır kesiminde Türkiye askerleri sınır devriyelerini arttırdı.
irak-isid-diyala
IŞİD’in “Diyala” Twitter hesabı peşmerge kontrolündeki Saidiye kasabasını el geçirdiklerini bu fotoğrafla duyurdu.
El Kaim Sınır Kapısı IŞİD’in kontrolünde
isid-el-kaim
Suriye-Irak sınırında yer alan El Kaim Sınır Kapısı ve çevresini Irak Ordu güçlerinden geri aldı. Irak polis teşkilatında bir yetkili, silahlı grupların Kaim kentinin güney ve doğu bölgelerinde sabah saatlerinden itibaren ilerlediğini ve güneyde bulunan bir askeri karargahı da ele geçirdiklerini söyledi.
IŞİD, stratejik öneme sahip olan bu sınır kapısı, iki ülke arasında militan ve ağır silahlarını taşımak için kullandığı yolların üzerinde bulunuyor.  Suriye İnsan Hakları Gözlemevi de, son dönemde bölgede El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi’ni bölgeden uzaklaştıran IŞİD’in, El Kaim Sınır Kapısı’nı ele geçirerek bölgedeki nüfuzunu artırdığını duyurdu. Anadolu Ajansı’nın haberine göre Irak Ordusu, bu sınır kapısının yakınlarındaki Rava ve Ana kasabalarından çatışmadan çekildi ve kasabalar IŞİD’in eline geçti.
El Kaim Sınır Kapısı, Irak’ın Anbar ilinin sınırları içinde ve Suriye’nin Deyrizor  kenti sınırlarında yer alan Ebu Kemal Sınır Kapısı’nın karşısında yer alıyor.
ABD: IŞİD, kimyasal üretim merkezini ele geçirdi
abd-jen-psaki
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Jen Psaki, Bağdat’ın 70 km kuzeyinde bulunan Musenna bölgesindeki eski kimyasal silah üretim merkezinin IŞİD tarafından ele geçirildiği konusunda bilgilendirildiklerini açıkladı.
Psaki açıklamasında Musenna bölgesindeki kimyasal silah üretim merkezindeki hammaddelerin eski olmasından dolayı IŞİD’in buradan yarar sağlayamayacakları ve kimyasal silah üretemeyeceklerinin de altını çizdi.
Pentagon: “Devrim Muhafızları Irak’ta”
120531-D-TT977-190
El Cezire Türk’ün haberine göre, ABD Savunma Bakanlığı, az sayıda İran devrim muhafızının Irak topraklarında faaliyette olduğunu ancak büyük çapta askeri birimlerin ülkeye girdiğine dair bir işaret olmadığını açıkladı. Pentagon sözcüsü John Kirby, Devrim Muhafızları unsurlarının küçük sayılarla da olsa Irak’ta bulunduğunu ve faaliyet yürüttüğünü belirtti. Kirby, buna rağmen İran ordusunun kara güçlerini Irak’a yolladığına dair bir işaret göremediğini ifade etti. Sözcü, “Devrim Muhafızları’nın Irak’a müdahalesi yeni bir şey değil” ifadelerini kullandı. ABD yönetimi bu açıklamayla Irak’ta kriz başladığından bu yana ilk kez resmen Irak’taki İran varlığını duyurmuş oldu.
Dışişleri Bakanlığı: ‘Yeni bir şey yok’
Musul’daki rehine krizi ile ilgili bir açıklama yapan Dışişleri Bakanlığı, herhangi bir somut adım atılmadığını da göstermiş oldu. Bakanlığın Irak Kriz Masası’ndan yapılan açıklamada, seyahat uyarılarının geçerliliğini koruduğu, bölge halkına yardım faaliyetlerinin sürdüğü gibi ifadelerin yanı sıra “Bağdat Büyükelçiliğimiz halen Irak’ta bulunan vatandaşlarımızın güvenli bir şekilde ülkemize dönebilmelerini teminen gerekli çalışmaları yürütmeye devam etmektedir. Bu çerçevede, Kriz Merkezi’ne ulaşan bilgi ve destek talepleri, eldeki güncel bilgiler ışığında ve Irak’ta devam eden olağanüstü koşullara rağmen ilgili birimlerimizce süratle cevaplanmaktadır. Irak’ta çatışmaların yayılmasıyla eşzamanlı olarak faaliyete geçirilen Kriz Merkezi faaliyetini sürdürmektedir. Konsolosluk Çağrı Merkezimize yapılan başvurular da eşzamanlı olarak Kriz Merkezi’ne yönlendirilmektedir” denildi.
Bakan Yıldız’dan  ‘Irak petrolü’ için Tüpraş rafinerisi önerisi
taner-yildiz
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, IŞİD’in saldırdığı Beyci Petrol Rafinerisi’nin üretimini durdurması sonrası bu ülkeden benzin ihtiyacının Türkiye’den karşılanması noktasında bir talebin geldiğini belirterek, “Bu Tüpraş tarafından karşılanabilir. Ancak bunun nakliyesi özellikle Habur sınır kapısında çok ciddi kuyrukların oluşmasına neden olacak. Bunun fiziki gerçekleşmesinin kolay olmayacağını söyleyebilirim” dedi.
Bundan sadece Erbil, Kerkük ve Musul’un değil Süleymaniye’nin de olumsuz etkilendiğini kaydeden Yıldız, şunları söyledi:
Bu rafinerinin kapanması günde 4 bin ton civarında benzin ihtiyacı demektir. Bu ihtiyacın Türkiye’den karşılanmasıyla alakalı bize bir talep geldi. Şu anda zaten karayoluyla tankerle ham petrol alınıp uluslararası arenada takaslar sözkonusuydu. Ama bu yeni gelişme artık daha fazla bir ihtiyaç olduğunu ortaya koydu. Bu Tüpraş tarafından karşılanabilir. Ancak bunun nakliyesi özellikle Habur sınır kapısında çok ciddi kuyrukların oluşmasına, kuyrukların artmasına neden olacak. Bu işin lojistiğinin nasıl düzenleneceğiyle alakalı Gümrük ve Ticaret Bakanımızla da görüşmelerimiz olacak. Bunun fiziki gerçekleşmesinin kolay olmayacağını söyleyebilirim. Çünkü önemli miktarda daha tanker trafiğe girmek durumunda kalacak. Hem giriş hem çıkış olarak düşünürsek Habur Kapısının fiziki şartlarının çok zorlanacağını, kapasitesinin çok üzerinde zorlanacağını söyleyebiliriz.
Sendika.Org

Saturday, June 21, 2014

Gezi’nin Bir Yıl Ardından İstanbul’daki Yenilikler ve Engeller – MICHAEL HARDT

Gezi hareketinin ilerleme kaydetmesi ve genişlemesi önündeki net bir engel de hareketin dar sınıfsal temeli. Beyaz yakalı işçiler kendi mücadelelerini kent ve kır yoksullarının yanı sıra işçi sınıfının geleneksel segmentleri ile de birleştirmenin bir yolunu bulmalı. Böyle bir birleşik mücadele, elbette, iki taraflı bir dönüşüm ister: Yani geleneksel sendikalar işçi sınıfı anlayışlarını ve geleneksel pratiklerini değiştirmeli, öte yandan da militan, kentli beyaz yakalı işçiler kendi kültürel varsayımlarını ve politik yönelimlerini verimli bir birleşmeyi mümkün kılacak şekilde değiştirmeli.
Resim
Gezi Parkı direnişinin birinci yıldönümünün, vahşi bir polis saldırısıyla karşı karşıya kalacak neşeli gösterilerle kutlanacağı kesin. Patlak vermesinin bir yıl ardından, İstanbul’daki hareketler dinamizm, dövüşkenlik ve yaratıcılıklarını sürdürüyorlar. 2014 Mayıs’ında Boğaziçi Üniversitesi’ndeki iki haftalık misafirliğimde, hem tek tek Türkiyeli aktivistlerle yaptığım görüşmelerde hem de forumlardaki tartışmalarda yüksek politik ve teorik yansımayı net şekilde ve hemen gördüm. Egemen güçlerle derin bir antagonizmanın yanı sıra, politik yenilenme ve örgütlenmeye dönük iştah yoğun. Yeni politik alışkanlıklar – Türkiye forumlarının, kolektif politik muhakeme pratiği olarak şekillenen ayırt edici karakteri gibi – güçlenmiş ve toplumsal olarak konsolide olmuştu. Mücadeleye devam edenlerin kaçınılmaz bitkinliği ve hayal kırıklığı ile birbirine karışmış şekilde, hareketin geleceği işaret eden arzusu ve potansiyeli net şekilde görülebiliyor. Benim için özellikle belirgin olanlar, Kadıköy’deki Don Kişot işgal evinde bir forumdaki, Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilerle bir başka forumdaki tartışmalar ve Otonom kolektifi ile görüş alışverişlerimdi.
Bu görüşmelerden, hareketin önceki enerjisini geri kazanması ve bir sonraki seviyeye sıçramasının önünde iki temel engelin bulunduğu sonucuna vardım. (Bundan sonra gelebilecek kaçınılmaz hatalar, atlamalar ve basitleştirmeler için şimdiden Türkiyeli yoldaşlarımdan özür dilerim.) Öncelikle, hareketler politik gündemi ve gelişme ritmini kontrol etmeyi başaramadılar. Bunun yerine hükümetin yaptıklarına ve dış olaylara tepki gösterdiler. İkincisi, hareketler henüz toplumsal bileşimlerini çoğunluk toplumsal pozisyonunu elde edecek şekilde yeterince genişletemediler. Bu iki engel, elbette, birbiriyle yakından bağlantılı ve ikincisinde belirgin bir ilerleme kaydetmek, ilkine çözüm bulmanın tek yolu olabilir. Daha açık olabilmek adına, bu iki meseleyi sırayla ele alacağım.
1. Bir Öfke Patlamasından Diğerine Sürüklenmek
“Gezi ruhu” denilen şey sanki bir öfke patlamasından diğerine sürüklenmekle lanetlenmiş gibi. İstanbul’a Mayıs’ın ortasında geldim, yüzlerce madencinin hayatını kaybettiği Soma maden faciasının hemen ertesindeki protestolara denk geldim. Bir haftadan az bir süre sonra İstanbul’da polis İstanbul’un Okmeydanı mahallesinde protestoculara karşı gerçek kurşun kullandı ve genç bir erkeği öldürdü. Bu da yeni protestolara neden oldu. Gezi’nin yıldönümündeki gösterilerin polis şiddeti ile karşılaşacağı kesindi, bunlar da başka protestoları ateşleyecekti.
Hükümetin ve polisin eylemleri gerçekten de tepkiyi hak ediyor. İstanbul’daki her gösteri derhal göz yaşartıcı gaz, (bilinmeyen kimyasallar içeren) tazyikli su ve polis şiddeti ile karşılık buluyor. Daha önce, polis tarafından bu süreçte öldürülen neredeyse tüm protestocuların Alevi olduğunu anlamamıştım ve bir Alevi mahallesi olan Okmeydanı’ndaki son cinayet de istisna değildi. Nüfusun yüzde 20 ila 30’unu oluşturan Aleviler, Sünni çoğunluk tarafından desteklenen iktidardaki AKP’ye genel olarak muhalif olan bir Şii azınlık.
Soma’da madencilerin ölümü, karmaşık etkileri olan çok daha büyük bir olay. Protestocular bunun iş kazası değil iş cinayeti olduğunu ısrarla vurguluyorlar. Gerçekten de felakete giden koşullar, dünyanın diğer bölgelerinde de çok iyi bilinen ve neoliberalizm ile madenciliğin yan yana gelmesiyle ortaya çıkan bir senaryonun sonucu. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve denetimsizlik, tehlikeli çalışma koşulları ve devlet ilgisizliği bu durumu yaratıyor.
Bu tür zulümlerin ve provokasyonların üstüne hükümet ve bizzat Başbakan Erdoğan sürekli daha da tepki çekecek sözler söylüyor. Soma’daki insanlardan özür (veya en azından başsağlığı) dilemek yerine, Erdoğan örneğin öfkeli Somalılarla tartışırken görüntülenebiliyor. Bu en azından Gezi’den beri sürmekte olan bir tarzla uyumlu: Erdoğan protestocularla uzlaşmak yerine tüm muhaliflerini şeytanlaştırıyor, sık sık onlara kaba bir dille hakaret ediyor ve onlara karşı ölçüsüz şiddet kullanılması talimatını veriyor. Machiavelli, Erdoğan’a böyle sert bir yönetim tarzının kırılgan olduğu tavsiyesinde bulunabilirdi. Er ya da geç, Erdoğan’ın kutuplaştırıcı, katı ve kavgacı tavrının kendi politik mahvına yol açacağını düşünüyorum. Ancak davranışları Sol (ve hatta her sağduyu sahibi gözlemci) tarafından şok edici ve alçakça görülmesine rağmen, Başbakan’ın repertuarının, politik tabanını konsolide etmeye çalışan diğer birçok sağ kanat popülist figüre nasıl da benzediğini görmemiz gerekiyor. Muhaliflere yönelik tutkulu, tepkisel, kaba ve saldırgan öfke patlamaları, sağ kanat popülizmin mantığına göre, kültürel elitlere karşı “halk” ile dayanışma sergilemek anlamına gelen bu repertuarın standart öğeleri.
Erdoğan’ın, Türkiye siyasal yaşamının tümünü kişiselleştirmek ve merkeze kendi şahsını koymak için elinden geleni yaptığı kesin. Ancak, Başbakan karşıtlığı üzerinden Solu birleştiren bir strateji, bana çok sınırlı ve zayıf geliyor. Aktivistler arasında Erdoğan nefreti elbette çok yaygın ve derin. Protestolar başarılı olsa ve Erdoğan’dan kurtulunsa dahi, gerçek bir politik alternatif geliştirilmeksizin gerçek bir gelişme sağlanabileceğinin hiçbir garantisi yok. Dahası, sürekli olarak bir tepkisellik görüntüsü, Solun sırf muhalefet eden ve reaktif bir moda sıkışmasına, kendi gündemini dayatamamasına veya siyasi gelişmelerin akışını belirleyememesine neden olma tehlikesi içeriyor.
Resim
2. Toplumsal Bileşimi Genişletme
İnisiyatifi ele almak ve gerçek bir toplumsal alternatif yaratmak için görebildiğim birincil yol, hareketlerin toplumsal tabanını genişletmek. Gezi Parkı direnişinin en önemli ve ilham verici yönlerinden biri, toplumsal spektrumda yeni politik öznellikler ve yeni eklemlenmeler yaratma olasılığıydı. Daha önce aşılamaz gibi görünen katı toplumsal ayrımlar, meydanda bir araya gelenler arasında aniden çözülmüş gibiydi. Yine de bir yıl sonra, bu olasılıklar (henüz) konsolide olmuş değil ve hatta geri çekilmiş görünüyor.
Örneğin feminist ve LGBT aktivistler, Gezi’de geniş bir görünürlük kazandılar ve sıklıkla hareketin merkezinde yer aldıklarından söz edildi. Fakat artık kimi aktivistler, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet eşitliğinin hareketteki temel sorunlardan biri olmayı sürdürdüğünü söylüyorlar ve hatta aktivistlerin feminist ve LGBT meselelerine ilgi duymasının ve uygulamalarını benimsemesinin abartılıp abartılmadığını sorguluyorlar.
Gezi Parkı direnişinin yarattığı bir başka çıkış, AKP’nin pekiştirdiği ve temel toplumsal çelişkinin din ve laiklik arasında olduğuna dair standart söyleme karşı duran “antikapitalist Müslümanlar” olmuştu. Grubun İslami doktrini kullanarak neoliberal politikalara ve hükümetin yolsuzluklarına karşı kutsal metinlerden alıntılar yapması son derece kolaydı. “Antikapitalist Müslümanlar” örneğine rağmen, laik / dinci bölünmesinin, küresel bir politik bölünmeye denk düştüğü ideolojisi, bugün hükümeti desteklemek için kullanılan temel direklerden biri.
Gezi’de açığa çıkan potansiyel bağlantılardan en belirgini, Türkiye Solunun tarihine baktığımızda, uzunca bir süredir Kürtlerin ezilmesini görmezden gelmiş ve hatta mazur görmüş Kemalist solcularla Kürt hareketinin destekçileri arasındakiydi. Bir yıl önce YouTube’dan Gezi Parkı ile ilgili önemli bir forumu izlemiştim. Bu videoda bir grup Kemalist aktivist, on yıllardır süren devlet baskısı ve zulümleri sırasında medyanın onlar hakkında söylediklerine (ve söylemediklerine) inandıkları için Kürtlerden özür diliyordu. Medyanın Gezi hareketini çarpıtması, onlara geçmişe daha farklı bakmayı öğretmişti. Kürt hareketi, Gezi Parkı’nda, kendi köşesinde vardı ve Türkiye Solunun belki de bir numaralı bölünmesi arasında bir köprü oluşturmak üzere muhtemel bir yakınlaşma olası göründü. Kürt hareketinin bazı kesimlerinin, AKP ile süren barış süreci nedeniyle protestolara mesafeli yaklaştığı unutulmamalı. Benim görüşüm, son yıllarda çok az ilerleme olmasına rağmen, Solun Kürt hareketi ile ilgili bir dönüşüm yaşama potansiyelinin gerçek olduğu.
Bir an durmama ve kısaca Kürt hareketinden veya (Kürt politikası homojen olmadığı için) hareketlerinden ve onun Türkiye Solundaki yerinden ne anladığımı anlatmama izin verin. Türkiye Solunun en dinamik, yaratıcı ve radikal akımlarından bazılarının Kürtlere olan desteği, onların siyasal yönelimlerinin en temel öğesi. Mevcut durumun anahtarı, anladığım kadarıyla kabaca on yıl önce Kürt hareketinin Abdullah Öcalan’ı izleyen akımının ulusal bağımsızlık hedefli silahlı mücadeleden toplum seviyesinde “demokratik özerkliğin” inşa edilmesine doğru radikal bir geçiş yapması gerçeği.
Sayısız arkadaşım tarafından Kürt hareketi ile Zapatistalar arasında yapılan bir karşılaştırmayı öğretici buluyorum. Düzenli aralıklarla, takipçilerinin her birini yorumladığı şiirsel açıklamalar yapan cezaevindeki gölge lider Öcalan ile Marcos’un rolleri arasında üstü kapalı bir denklik söz konusu. Esas ve önemli bağlantı noktası ise, yeni türde bir demokrasiyi hayata geçirmeye dönük köy komünleri deneyimi. Kısıtlı bilgilerim, Kürdistan deneyiminin derinliği ve orijinalitesinin yanı sıra demokratik özerkliğin pratikte tam olarak ne anlama geldiğini değerlendirmemi de zorlaştırıyor fakat zengin ve önemli bir deneyim olduğu konusunda şüphem yok.
Bu noktada EZLN ile kurulan benzerliğin sınırları benim için öğretici hale geliyor. Hepsinden önce, demokratik özerklik alanında çağdaş Kürt deneyimleri konusunda neden bu denli az bilgim var? Zapatistaların düşünce ve pratiği konusunda 1 Ocak 1994’ten beri görece derin bilgilere sahibim. Ve bu konuda yalnız da değilim. Dünya ölçeğinde bir kuşak aktivistin tümü politik pusulasını Çipaslara doğru çevirdi. Türkiye’nin Kürtlerine neden bu denli az dikkat yoğunlaşması oldu? Farkın yalnızca Zapatistaların iletişime önem vermesi, Marcos’un retorik dehası veya İspanyolca’nın daha yaygın bir dil olması olmadığı kesin. Dolayısıyla Kürt siyasal gelişmeleri konusundaki görece cehaletimi yalnızca kişisel başarısızlık olarak değil, daha geniş bir fenomenin göstergesi olarak okumak faydalı olabilir.
Daha dikkat çekici bir soru ise (ancak burada görüşlerim daha az sağlam bir zeminde) Kürt hareketinin Kürt olmayan Türkiyeli destekçilerinin siyasal yönelimi konusunda. Derin bir dayanışma, onlarca yıldır süren devlet katliamlarının ve Kürtlerin bastırılmasının sona ermesi konusunda bir ısrar ve Kürt hareketinin başarılarına yönelik bir saygı olduğu aşikar. Ancak küresel Zapatista destekçileri, dayanışma ve saygının yanı sıra, uzun yıllardır Zapatista uygulamalarına öykünüyorlar. Bunları Mexico City, Barselona, Padua, Austin, Texas ve başka yerlerde kendi yerellerine tercüme ediyorlar. Kürt deneyimine de Türkiye’de veya başka yerlerde benzer bir öykünme mümkün mü (veya halihazırda oluyor mu)? Örneğin demokratik özekliği İstanbul, Ankara veya İzmir’in mahallelerinde kurmak nasıl olur? Böylesi deneyimler benzetmeyi daha somut hale getirebilir.
Bu uzun parantezi kapatmak için, Gezi hareketinin (ve genel olarak Türkiye solunun) cumhuriyetçi, ulusalcı pozisyon ve Kürt hareketleri arasında bir şekilde köprü oluşturulmaksızın ilerleme kaydedemeyeceğini belirteyim. Böylesi bir köprü, Gezi’nin yerine gelmemiş vaatlerinden biri olmayı sürdürüyor.
Son olarak, Gezi Parkı’nın ve Gezi sonrası hareketin bileşimi emek açısından okunmalı. Gezi militanlarının harekette en aktif olanların sınıfsal konumunu ayrımsız şekilde “beyaz yakalılar” olarak tanımlaması dikkat çekici: Kentli, genç, iyi eğitimli, ancak çoğunlukla az ücrete ve güvencesiz işlerde çalışanlar. “Beyaz yakalıyı” burada C. Wright Mills’ın 1950′lerde adlandırdığı terimle yabancılaşmış bürokrasi işçileri ile yeni ortaya çıkan bilişim proleterleri arasındaki bir geçişe işaret edecek şekilde yorumluyorum. Aktivistler ortak bir şekilde “orta sınıf olmadıkları, işçi oldukları, beyaz yakalı işçiler oldukları” konusunda ısrar ediyorlar. Protestolar sırasında bana birden fazla kez yapılan “Dövüş Kulübü” referansı da kafa açıcı: İkili bir yaşam, gün boyunca ofis giysileri içinde, gece ise polisle çatışmada.
Gezi’nin pozitif sonuçlarından biri kesinlikle çağdaş sınıf kompozisyonu konusundaki anlayışta yarattığı ilerleme ve işçi sınıfının doğasını yeni yeni genişleyen işgücü kategorileri ışığında yeniden değerlendirmek oldu.
Ancak Gezi hareketinin ilerleme kaydetmesi ve genişlemesi önündeki net bir engel de hareketin dar sınıfsal temeli. Beyaz yakalı işçiler kendi mücadelelerini kent ve kır yoksullarının yanı sıra işçi sınıfının geleneksel segmentleri ile de birleştirmenin bir yolunu bulmalı. Böyle bir birleşik mücadele, elbette, iki taraflı bir dönüşüm ister: Yani geleneksel sendikalar işçi sınıfı anlayışlarını ve geleneksel pratiklerini değiştirmeli, öte yandan da militan, kentli beyaz yakalı işçiler kendi kültürel varsayımlarını ve politik yönelimlerini verimli bir birleşmeyi mümkün kılacak şekilde değiştirmeli.
Bu açıdan, Soma’daki maden faciası bir fırsat. Gezi ruhu hemen madencilerin durumuna, skandal çalışma koşullarına ve madencilik sektöründe yükselme sağlayan ama çok daha tehlikeli hale gelmesine de neden olan neoliberal politikalara odaklandı. Öğrenciler İstanbul Teknik Üniversitesi’ni işgal ederek madeni işleten şirketle bağlantıların kesilmesini talep ettiler ve polis “dışarıdan gelen kışkırtıcıları” engellemek istemesine rağmen otobüslere doluşarak Soma’ya gitmek istediler. Bir fırsat olduğu kesin ancak sayısız engelle baş edilmesi gerekiyor: Yalnızca güçlü bir hükümet baskısı ve propaganda makinesi değil, aynı zamanda çağdaş işçi sınıfının farklı kesimleri arasındaki siyasi ve kültürel bağların zayıflığı.
Buradaki temel noktam, ortaya çıkmasının bir yıl ardından, Gezi hareketinin vermesi gereken esas sınavın, toplumsal tabanını mevcut sınırlarının ötesine genişletmesi olduğu. Böylesi engellere odaklanarak, Türkiyeli aktivistlerin geçerli mücadele döngüsünde aktif olan diğer hareketlerin gerisinde olduğunu ima etmiyorum. Aksine, bu zorluklarla karşı karşıya kalınması, Türkiye’de ne elde edildiğinin göstergesi. Başlangıcından bu yana, dediğim gibi, Gezi hareketi, birçok bakımdan tıkanmış veya engellerle karşılaşmış görünse de radikal şekilde geniş bir toplumsal eklemlenme vaat ediyordu. Gezi gördüğüm tüm eksenler boyunca bölünmeleri aşma ufku açtı: toplumsal cinsiyet ve cinsiyet, dinci / laik bölünmesi, Kürt meselesi ve emeğin birleşimi – ve daha birçoğu.
Hareketin toplumsal tabanını genişleten böylesi bir toplumsal eklemlenme, bana göre Türkiye’de inisiyatifi hükümetten almanın, gündemi belirlemenin ve gerçek bir siyasi alternatif inşa etmenin tek yolu. Ancak bu sayede Gezi’de açığa çıkan umutlar ve arzular gerçeğe dönüşebilir.