Saturday, May 31, 2014

İç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden...


Kurulduğundan beri “çöken” bir devlet ve toplum yapısının sona erişini, ölümünü izlediğimiz bir dönemden geçiyoruz.
Kemalistlerin daha kurarken öldürmeye başladıkları bu yapının beynine son kurşunu, “öldürücü darbe” olarak sıkmak siyasal İslamcılara düştü.
Kemalizmin katı “laikçiliğinin” yerini katı “İslamcılıkla” doldurarak İslamcı bir kemalizm oluşturma hayali, kemalizmin çok çürük ve çok azap verici olan ama bu yapıyı taşıyan tek direğini, “laikliği” de o laikliğin etrafında oluşmuş “görüntü” hukuk sistemiyle birlikte kırınca geriye hukuksuzluklarla dolu bir yıkıntıdan başka bir şey kalmadı.
Bir devletin çöküşünün bütün karmaşasını, dağılmışlığını, ölçüsüzlüğünü, ilkesizliğini sarsıntılarla yaşarken aynı zamanda bu toplumun önünü açacak olan bir başka gelişmeyi daha yaşıyoruz, siyasete taşınan bütün “kutsal” değerlerin yok oluşunu.
Bugün artık ne laik kemalistlerin arkasına saklanabileceği kutsal bir Atatürk figürü kaldı, ne de İslamcı kemalistlerin arkasına saklanabileceği bir din.
Atatürk ve din perdesinin arkasına saklanan o korkunç ve kanlı hırsızlık, “dindar kemalistlerin” eşi görülmemiş aç gözlülükleri nedeniyle önündeki perdeyi parçalayıp yıktı, gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Atatürk adı epeydir zaten siyaset sahnesinin dışına itilmişti, son gelişmeler “dinin” ve “dindarlığın” etrafındaki o kutsal haleyi de parçaladı, siyasette siyasetçilerin arkasına saklanacağı kutsal bir değer kalmadı.
Çok yakın bir tarihten itibaren bu ülkede, siyasetçilerin aynı gelişmiş ülkelerdeki meslektaşları gibi “bir kahramanın” ya da bir “dinin” arkasına saklanmadan, siyasetin, hukukun ve demokrasinin gereklerine uyarak “çıplak” siyaset yaptıklarını göreceğiz.
Bu siyasetimiz için büyük bir gelişme ve değişim olacak.
Yaşadığımız bu “büyük ölümden” nasıl yeni bir toplum ve devlet çıkartabileceğimizi anlayabilmemiz için önce bu devlet ve toplum yapısının neden kurulduğu andan itibaren “ölmeye başladığını” anlamalıyız.
xxxxxxxxx
Türkiye, klasik analizlere izin vermeyecek kadar dar ve sığ bir toplumsal yapıya sahip.
Bu ülkede aristokrat yok, burjuva yok, proleter yok.
Sanayi devriminden geçmeyen bu ülkede hiçbir zaman çağdaş ülkelerle “eş zamanlı” bir üretim gerçekleşmemiş.
Peki böyle bir toplumda “ayrışmalar” neye göre olmuş?
Cumhuriyet’in kuruluş dönemine baktığımızda, üretimsiz bir toplumda “ekonominin en büyük patronu ve paranın sahibi” devletti. Toplum da devletle ilişkilerine göre ikiye ayrılmıştı. Devletin içine ya da etrafına kümelenmiş “devlet rantçıları” ile devletin kendisinden uzak tuttuğu “dışlanmışlar” vardı.
Üretimsiz bir ülkedeki kıt kaynak, devletin çevresine öbeklenenlere ayrılmıştı.
Devleti koruyanlar ve karşılığında devlet tarafından korunanlar daha ziyade “şehirlerde” kümelenmişlerdi. Devletten dışlananlar daha ziyade kasabalarda ve köylerde kalmışlardı.
Devletten beslenen “şehirliler” o andaki yönetim modeli olan “diktatörlüğü” savunuyorlar ve bu diktatörlüğün ideali olarak da “Batıcılığı” gösteriyorlardı. Diktatörlüğü savunmak iyiydi çünkü ancak bu sayede gelişmiş Batı ülkeleri gibi olabilecektik.
Devletten dışlanan “taşralılar” ise uğradıkları haksızlığa karşı bir isyan duyuyorlar ama o andaki yönetimden daha ileri bir yönetim modeli bilmedikleri için “halifeyi ve hilafeti” kurtuluş gibi  görüyorlardı. Uğradıkları haksızlık ve bu haksızlık karşısındaki çaresizlik sonucu ortaya çıkan “geçmişe sığınma” güdüsü onların “gerici” olarak damgalanmasına yol açıyordu.
Böylece hiçbir şekilde gerçek ve kurumsal demokrasi talep etmeyen ve birbirinden ölesiye korkup nefret eden iki grup çıkıyordu ortaya, bütün cumhuriyet tarihi de bu iki grup arasındaki gerilim üzerine bina ediliyordu.
Çökmüş bir imparatorluğun belki de en bakımsız, en gelişmemiş parçası olan Anadolu’da kurulan cumhuriyetin siyasetinde iki temel “kutsal değerin” bulunması da, kendilerini üretimleriyle var edemeyen, kendilerini üretimleriyle tanımlayamayan iki “grubun” kendilerini tanımlamak ve özdeşleştirmek için “kutsal değerlere” muhtaç bulunmasındandı.
Devletten dışlanmış olan taşralılar dine sarılırken, devletin korumasındaki şehirliler de kutsallaştırdıkları Atatürk’e sarılmışlardı.
Bunlar, siyaset sahnesinde bir kalkan gibi önlerinde tuttukları kutsal değerlerini samimiyetle içselleştirmemiş iki zümreydi…
Devletçi şehirliler “Atatürk” derken liderlerinin hayran olduğu, kendilerinin de göklere çıkarttığı Batı’nın temel değerleri olan hukuku ve demokrasiyi reddetmişlerdi.
Taşralıların (ya da son dönemlerde şehirleşmeye başlayan, varoşlara yerleşen taşralıların) ise din diye bağırırken ve cinselliğe neredeyse hastalıklı bir şekilde akıllarını takarken çoğunluğunun dinin temeli olan ahlakla ve dürüstlükle pek alakası olmadığı özellikle bu son dönemdeki “hırsızlık” karşısındaki duruşlarıyla ortaya çıktı.
Üretimsiz bir zenginlik hayali, tek para kaynağının devlet olması, toplumda neredeyse ortak bir arsızlık ve ilkesizlik yaratmıştı.
Bu ilkesizlik neticesinde iki kesim de, kendilerini temsil eden siyasal yapıların önderliğinde kendi tabularını, kendi yolsuzlukları ve hukuksuzluklarıyla çökerttiler.
xxxxxxxx
AKP iktidara gelene kadar “şehirliler” ordu destekli bir azınlık diktasını, taraftarlarını  “din ve irtica” korkusu ile “çağdışı ve kültürsüz” diye aşağıladıkları “taşraya” duyulan nefret etrafında bir arada tuttular.
Üretimin, bir hak mücadelesinin olmadığı yerde bir kitleyi bir arada tutmanın korkudan ve nefretten başka bir yolu da yoktu zaten.
Çok uzun süre devam ettirilen bu siyaset, iki kesim arasındaki nefreti gerçekten de biledi.
AKP iktidarının ilk yılları, bu iki kesim arasındaki nefreti, ortak bir “Avrupa Birliği” ülküsüyle herkesi birleştirerek ortadan kaldırma, bu iki kesimi barıştırma potansiyelini taşıyordu.
Yenilen “azınlıktaki” şehirliler “bir arada barış içinde yaşama” projesine olumlu bakmaya başlamışlardı ki AKP iktidarındaki büyük yolsuzluklar patlak verdi. Bir iktidarın normal bir siyasi yaşamda böyle yolsuzluklarla yoluna devam etmesine imkan yoktu. AKP, iktidarda kalabilmek için kemalistlerin eski oyununu devreye sokarak “nefreti ve korkuyu” canlandırdı, iki kesim arasındaki muhtemel birleşmeyi tümüyle ortadan kaldırdı.
Görünürdeki “kabuk devlet” hukuksuzlukla yıkılırken, toplum da nefretle çatlayıp ikiye ayrıldı.
Bir de Türk-Kürt, Alevi-Sünni gibi devlet eliyle yaratılmış  “iç bölünmeler” yaşayan bu iki büyük kesim birbirlerine düşmanlaştılar.
Bugünkü şartlar altında, bu toplumun iki kesiminin yeniden bir araya gelmesi, enerjilerini ortak bir gelecek için bütünleştirmeleri, ortak bir gelecek hayali kurmaları, siyasal iklim keskin bir şekilde değişene kadar birbirlerine saygı ve güven duymaları artık neredeyse imkansız.
Bundan böyle bu toplumu ne Atatürk, ne din, ne milliyetçilik bir arada tutabilir, toplumu bir arada tutacak hiçbir değer kalmadı. Kalmaması da belki doğal çünkü bunlar siyasette kullanılan ama samimiyetle inanılıp benimsenmeyen değerlerdi.
Ortak değerleri, ortak bir ahlakı, kendisini besleyecek ve geliştirecek bir üretimi olmayan, nefretle dolu bir toplum nasıl yoluna devam edecek?
Bugünkü yapıyla, iktidarda ister laik kemalistler ister İslamcı kemalistler olsun, bu toplum varlığını dağılmadan, bir iç savaşın kanlı cehenneminden geçmeden sürdürebilir mi?
Sürdüremezse, yaşayabilmek için nasıl bir refleks göstermeli?
Devam edecek... T24

Friday, May 23, 2014

Gramschiyen Bir “Tek Yol Devrim” Denemesi

Onur Demir
Onur Demir

Özel işletme olan maden ocaklarında milyon ton başına ölen işçi sayısı, devlet işletmesi olan maden ocaklarına göre 10-15 kat daha fazlaymış. Çünkü;
  • Özel işletmelerde çalışma koşulları daha vahşi ve özel işletmeler sadece kar etmeyi düşünürler,
  • AKP’den çok daha önce başlanarak herşey özelleştirildi. Ve onlar sadece kar etmeyi hedefleyen özel işletmeler, kapitalist sistemin temel taşıdır,
  • Özel işletmeler maksimum karı hedeflerken insandan kısarlar ve en büyük verimi alırlar. Ve kapitalist bir ülkenin büyümesi demek, o ülkede daha verimli, daha karlı işletmelerin kurulabilmesi, destek alabilmesi, ülkede kapitalist istikrar olması demektir. Bunun için de çok uluslu şirketlerin o ülkedeki kapitalist ilerleme olanağıına güvenebilmesi, özelikle de batının, destek olmaya değer bulması gerekir.
İşte bu yüzden de Türkiye, en çok AKP döneminde büyüdü. Çünkü kapitalist sistemde büyümek, bunlar demek.
Yani hiç kimse Avrupa’daki maden ocaklarını örnek vermesin. Çünkü;
  • Bizdeki bu insanlık dışı çalıştırılanlar olmasaydı Avrupa’da daha iyi koşullarda çalışan işçiler olmazdı. Ortadoğu, Asya, 3. Dünya ülkeleri olmasaydı Avrupa olmazdı; çünkü yayılmacı olmayan ekonmik gelişme diye bir şey yoktur, bu en basit iktisat kitaplarından okunabilir,
  • Ulus-devlet diye bir şey sadece bir aptal kandırmacasıdır. Bütün dünya, tek bir ticari ağdır ve işletmeler aslında uluslara ait olmayan bir işletmeler ağından ibarettir. Bu ticari ağ, burada en büyük verimi almasaydı, zenginleşemez ve Batı’da daha az verimle çalışmayı kaldıramazdı.

Çok İleri Giden Hükümet Değil, Bu Devlet Yapısıdır
Avrupa’yla bizim aramızdaki fark, bu ülkedeki sınıfsal farkla aynı şeydir. Kendi sınıfsal farklılığımızı ve onun yarattığı sömürüyü fark edemiyorsak “uygar batı” ile “gelişememiş” doğu arasındaki farkı da göremeyiz. Nasıl ki her işçi, her ezilen aynı noktadan muhalefet etmez, nasıl ki bir kısım işçi rıza gösterip kendisine sunulan 1 gr fazlalığa tamah edip haksızlığa düşer, bizler de burada önümüze köpeğe atılan et parçaları gibi atılan teknolojik oyuncaklarımız ve kafa yapan alışkanlıklarımızla sınıfsal farklılıklara arkamızı döneriz. Hiç bir şeyin faili değilmişiz gibi bizim gibi yaşayamayanlara acır, “çok ileri giden” hükümete öfke kusarız. Çok ileri giden hükümet değil, bu devlet yapısıdır. Biz hep ileri gitmek istemedik mi? Şimdi devletimiz ilerliyor. Çok ileri giden, biziz. Çünkü devletin büyümesi, bizim sorgusuzca tüketimimiz ve egemenlik arayan yaşantı biçimimiz koşulunda gerçekleşir. Biz evimizi müteahhite verip arka bahçemizdeki ağaçları talan ettirirken daha çok kar amacı gütmedik mi? Biz santrallere barajlara hayır demediysek, kurulacaklardır. Kurulacaklarsa ilerleyeceğiz. İlerledikçe daha çok öldüreceğiz. Daha fazla kar edilmeli, yani daha çok taşeronlaşılmalı; daha çok doğa sömürülmeli ki imarlaşma artsın yol köprü baraj santral yapılsın; daha sağlıksız beslenmeli, daha çok hormon tüketmeli, çünkü büyük tohum şirketlerinin daha çok ciddiye aldığı ilerleyen bir ülke oluyoruz, daha kötü yaşamalı ki ilerleyebilelim. Daha çok savaşa destek vermeli ki destek alalım, daha çok para dönsün.
Sen “Barajlara Hayır” demiyorsan, hayır diyenle sigara molalarında züppece tartışıyorsan, yıkanı da terörist ilan ediyorsan, bunları bilmediğinden değil, düşünemediğinden değil. Kendi yaşantını riske atmak istemediğindendir. Bu madenciler ezelden beri böyle çalışıyorlar. Bu ülkede geçtiğimiz 4 ayda 373 işçinin öldüğünü bilince aynı tepkiyi gösterecek misin? Yoksa bu bir “vicdanı temize çekme” gösterisi mi? Sistemin temelini tartışmaktan kaçınılanarak gösterilen, hissedilen her duyarlılık, en samimi halinde bile bizi hep sonradan fark edeceğimiz bir iki yüzlülüğe dahil eder.
Uygarlık, kapitalist ilerleme değildir. Özellikle yaşı büyük olanlar biliyor ki gittikçe daha kötü yaşıyoruz. O halde, sürekli olarak, bir hükümeti bir devleti eleştirmek, boşa kürek çekmek demektir. Kendi anlamsız hayatımızı anlamlandırmaya çalıştığımızda her şey bir anda değişecek. Bunu yapmanın yolu herkes için farklıdır. Kimi sokağa çıkar, kimi bankayı kırar, kimi destek olur, kimi boykot eder, kimi izin verir. Ama hepimiz, tüketim biçimimizden vazgeçmek ve mücadele etmekte aynı tarafta olduğumuzu anlamak zorundayız, AKP seçmeni de dahil.
Sistem kısaca budur. O halde Erdoğan’a saldırmak, sistemi sarsmaktan kaçınmak demektir. Çünkü bunu yapmak, “Erdoğan’sız, daha güzel bir yaşam mümkün” demektir. Mümkün değil, hiç bir zaman olmadı, hiç bir yerde olmadı. Erdoğan’ın bu abartılı saldırganlığı gayet politik bir hesapmış gibi görünüyor. O, sistemi temize çekiyor. Eğer onun yerinde Ecevit gibi mütevazi biri olsaydı, tüm bu katliamların faili olan sisteme düşman kesilecektik. Şimdi çalışma sisteminin kendisinden çok Erdoğan’ın attığı tokadı konuşuyor, Roboski’deki savaş politikasından çok Roboski’yle kürtajı birleştiren söylemdeki terbiyesizliği konuşuyor, yılda ölen binlerce işçiden çok Soma’da saklanan gerçek rakamları konuşuyoruz. 1000 kişinin öldüğü açıklansa, geçen sene ölen 1235 işçiyi fark edecek miyiz? Erdoğan, gelişen bir Türkiye’nin “şimşekleri üzerine çekmekle” görevli en uygun başbakanıdır. Ezik hükümetler, ancak geri kalmış Türkiye’ye yakışır. İlerlemek, vahşileşmeyi gerektirir, vahşi bir sistem ise canavarlara ihtiyaç duyar. Canavar, rızayla yapmakta olduğumuz şeyin şizofrence dışlaştırılmasıdır. Eğer daha çok ilerlersek, bir gün, biz de Avrupa gibi olabiliriz; yani kendi halkımızdan bazılarını değil de daha “ilkel” halkları toplu olarak yok edecek güce sahip olabiliriz. Kapitalist ilerleme, sömürmeden gerçekleşemez, bunu en basit iktisat kitaplarında görebiliriz. “Medeni” Batı’ya öykünmek, yakınındakileri öldürebilecek bir vahşiden korkup, dünyanın bir ucuna paralı asker gönderebilecek güçteki bir ülkede kendini güvende hissetmektir.
Bunun Adı Hegemonya
Biz, bu sistemin tanımladığı bir “iyi yaşantı” için uğraşıyorsak, daha iyi bir ücretle, daha iyi bir evde, daha iyi bir arabayla yaşamak istiyoruz demektir. Bunları satın alabilmemiz için ucuz olması gerekir, yani daha ucuz iş gücüyle üretilmesi gerekir. Daha ucuza ısınmak isteyip aynı anda madencilerin çalışma koşullarını eleştirmeye hakkımız yok. Çünkü bu sistemde biri, diğerini gerektirir. O evi alabilmek isterken, o inşaat işçilerine üzülmeye hakkımız yok. Ama bir inşaat çöktüğünde yine çok “farkında” oluvereceğiz. iPhone üretimindeki çalışma koşulları yüzünden kaç kişinin intihar ettiği bilgisi elimizeki iPhone tarafından bize ulaşıyorsa, bu bizi çirkin yapar.
Bunun adı hegamonya. Sistem biziz. Biz olmasaydık ayakta kalamazdı. Kendi elimizle sürekli yeniden ürettiğimiz bu piramitte en üsttekine yeterince uzaklaştıktan sonra ona yetişemeyecek taşlar atıp kolumuz yorulunca bırakıyoruz. Yalnızca bir kısmımız oradan aynı anda çekilsek, piramit yıkılacak. Ama bunu söylemek anlamsızdır; oradan aynı anda çekilecek yaşam pratiğini örmek, zorunluluktur.

“Özel Hayat” Denen Şey, Hepimiz İçin Birer Hapishane Hücresi Olarak Sistem Tarafından Hazırlanmış Bir Yalandır!
Devrim tek yol ama devrimin anlamı sistemin işine yarayacak biçimde yozlaştırıldı. “Devrimcilik”, yaşantıyı değiştirmeye gerek bırakmayacak bir irade teslimine ve eylem çağrısına uyma etkinliğine, “devrimci” ise büyük bir kitlenin gözünde içi boşalmış, kendi durumunu tahlil etmemek uğruna, söylemi abartan, vicdanı sloganlaştıran küçük burjuva iktidarsızına indirgendi. Devrimci bir yaşantı, her bireyin kendi edinilmiş bozukluğunun eleştirilebilmesi koşulunda kurulabilir. Bunun için de eleştirene ihtiyaç vardır. Yani sosyalleşme sokakta olmak zorunda. “Kişisel duyarlılık” denen şey, her zaman konformizmin kontrolü altındadır. Feminist bir kadınla sevgili olmayan erkek, egemenliğini göremez, tersine kendi vicdanı yardımıyla temize çeker kendisini, ayar çeker kendisine ama egemenlik devam eder. Kürtler’e mesafeyle yaklaşan, Türk egemenliğini farkedemez, yalnızca işe yaramaz bir hümanist söyleme teslim eder siyasi bakışını; egemen konformizm devam eder. Her yargılama, toplumsal bir yapı içinden yapılmak zorunda. Hiç kimse elit bir grubun içinde doğruya ulaşma hakkını kendinde göremez. Elitleşen her yapı dışlanmak zorunda, çünkü ayrıksı olanın her söylediği son tahlilde kesinlikle yanlıştır. Çünkü insan tek başına hiç bir şeydir; insan ne kadar çoksa doğru o kadar doğrudur, çünkü “doğru”, toplumda yaratılan bir şeydir, bir idea değildir. Dolayısıyla bireysel ahlak, bireysel duyarlılık diye de bir şey olamaz.
Sanayileşmenin ilk yıllarında halk, sınıfına göre ikamet ettiği şehirlerde fiziksel bir ayrışmayı yaşarken doğru ile yanlış birbirine karışmıyordu; alt sınıfların yaşadığı acılar üst sınıflar tarafından umursanmıyor ya da fark edilmiyordu. Bu yaşantı biçiminde ise, Ermeni ve Kürd ile Türk’ü, maden işçisini, taşeronu ve akademisyeni, medyanın ve kozmopolit yaşamın sayesinde iç içe görüyoruz.
Bu durumda ekonomik temelini değiştirmeye yeltenmediğimiz çarpıklıklar karşısında vicdanımızın baskısıyla, çarpıklığın kendisini teorize etmek, ya da ancak “kötü dünyanın kötü şartları”ndan hayıflanmak gibi bir sinizme düşmek zorunda kalıyoruz. Ama bu yaşantı biçimi “toplumsallaşmak” değildir; tam tersine, aynı fiziksel ortamı mecburen paylaşan ve bu rahatsızlıktan bir an önce kaçışmak için özel hayat dediğimiz alanlarımıza dönmek istediğimiz bir yaşantı biçimidir. ”Özel hayat” denen şey, hepimiz için birer hapishane hücresi olarak sistem tarafından hazırlanmış bir yalandır. Toplumsal hayatın hiç olmadığı bir yerde özel hayattan söz edilemez. Türk ile Ermeni’nin toplumsallaşmadığı bir alanda en vicdanlı “doğru” duruş, yüz yıl sonra Türkler tarafından kendi özel yaşantı sınırı içinden kurulamaz. Soma için üç gün yas yetmez; oysa otuz gün yas olsa vicdanla somut gerçeklik arasındaki gerilim ortaya çıkar. Devletin tutumundan önce dün gece şehirlerin her tarafında göbek atılarak yapılan sokak düğünlerine bakalım. Yas tutmak ve destek olmak, uzaklaşmış, dışlamış olanın yapabileceği en iyi şeydir; hem kendi rahatı için, hem de sistemin bekası için. Toplumsallaşmadan, doğru ve yanlışı belirlememiz imkansız.
Müdahale Etmek Zorundayız
Devrimci bir yaşantının silüetini görmek zorundayız. Ama simgesel boykotlarla değil; sorgulamanın gerçekleşebileceği sosyalleşmeyi kurarak. Dışarıda, sokakta, okulda, her davranışı “topluluk” olarak yapmayı zorunlu kılacak küçük yapıları kurmak zorundayız. Kamusal alanı işgal etmek zorundayız. “Kamusal alanı işgal etmek” demek, bizzat kendi yaşam alanımızda söz sahibi olmak demektir. “Bizimmiş” gibi yaptığımız üniversitemizde, polis müdahalesine karşı durabilmek noktasında tartışmak, kendini kandırmaktır. İş buna gelmeden çok önce, üniversitenin bir ticarethaneye dönüştürüldüğü, heryerin bir reklam panosuna dönüştürüldüğü, giriş kapısında koyun gibi sıraya girmeye ses çıkartmadığımız, festivallerde konuklara ücretsiz kahve dağıtırken kalanlara sattığı kahveyle para kazanmaya çağırılan bir kahve tüccarının “konuk sponsorluğu” adı altında  festivali elitleştirmesi karşısında fikirsiz kaldığımız, biletsiz gireni içerinden alıp dışarı çıkartan görevliye tepki gösteremediğimiz bir üniversite, bizim değildir. Kendi yaşam alanlarımızda insiyatif gösteremediğimiz bir devrimcilikten bahsetmek çok küçük düşürücü. Müdahale etmek zorundayız, her şeye, en ufak rahatsızlıklar karşısında müdahale etme alışkanlığı, bir süre sonra müdahale gücüne ulaşmak için dayanışmayı getirecektir. “Kürtler’in Marmaris’i işgal ettiği”ni söyleyene, en rezil işleri onlara dayatan ekonomik sistemin bir tatilcisi olduğunu hatırlatıldığında, yaptığı alçaklığı farketmez;  ancak kendisi gibi Türkler, Marmaris’i işçi olarak “işgal” ettiğinde farkedecektir bunu.
Bu sistemin içindeki konumlanışını sorgulamayan, sorgulamayana müdahale etmeyen, hiç bir şeyi değiştiremez. Sokakta, ünivesitede kadın arkadaşını tartaklayana müdahale etmeyenin, kadına yönelik şiddet konulu film çekmeye hakkı yoktur. Fakat tüm bu davranış biçimiminin örgütlenmesi de bir yapının görevi değildir; yalnızca bir adım sonra hem nesnesi hem de öznesi olacağı bir yaşantının katılımcı kurucuları olmaktır her aktiviste düşen. Herkes insiyatif almalı, insiyatif dağıtan dışlanmalı. İletişim kurmayan apartman komşuları, o apartmandaki gürültücünün tacizinin süregitmesinden sorumludur. Sokağından lümpen geçmesine izin vermemek konusunda anlaşan mahallelere, bir süre sonra polis de giremez. Daha çok Kürt ve Çingene mahallerinde gördüğümüz bu kapalı ve dayanışmacı yapı, ırk üzerinden kurulan ortak bir ezilmişliğin doğal sonucudur. Şimdi, etnik yapıları da aşan bu sistemin ortak ezilenleri olduğumuzu görmek zorundayız. Mahallelerde sitelerde, günlük yaşantıyı örgütlemek zorundayız. Birbirinden nefret eden ve en güvende hissettiği alanın özel alan olduğunu hisseden toplum, en önemli özelliği “sosyalleşme alanı” olması olan öğrenci evi olgusundan 1+1 yaşamlara hapsedilen öğrenci kitlesi, hiç bir değişimin öznesi olamaz. Yazdığı her sloganın altına örgüt imzası atma sersemliğini bir tarafa bırakıp kendisinin de içinde eriyeceği geniş katılımlı atölye çalışmalarını, günlük yaşam pratiklerini örgütlemek, sokaktaki insanı güçlendirmek için en iyi başlangıçtır. Yaşantımızda bu yönde gerçekleşecek ufacık bir toplu değişim, sokaktaki insan sayısını hayal edilemeyecek kadar büyütecektir; “eylem çağrısı” kavramı literatürden kalkacaktır.
Hiç kimse, mutsuz olduğunu açıkça gördüğü bir hayatı, mutsuz olacaklarını göre göre çocuklarının geleceği için sürdürme hakkına sahip değildir. Hayat kısa, tam da bu yüzden, onu anlamlı hale getirmeye değer.
Humus ve sonrası
Humus ve sonrası
Mehmet SERİM

YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, Humus’un önemini ve silahlı grupların anlaşmayla çekilmesinin krizin geleceğine yönelik muhtemel etkilerini yazdı.
Silahlı gruplar uzun bir süredir devam eden pazarlıklar sonucu 7 Mayıs’ta ‘isyan’ın beşiği’ Humus’un Eski Şehir bölgesinden çekildi. İnsanlar harabeye dönmüş evlerine, mekanlarına dönmeye başladılar. Kimisi kalan eşyalarını çıkartabilmek için, kimisi onarıp kalmak üzere..[1]
Humus uzlaşışı gerçekten Suriye krizinde dönüm noktası mı? Hem evet, hem hayır. İçeride durum yönetimin lehine ilerliyor. Yönetim ve halk eskisine göre daha rahat ve krizin bitmeye doğru gittiği görüşünde olanların sayısında bariz bir artış var.
Ancak diğer yandan bazı gelişmeler düşünüldüğünde durumun yönetim açısından iyimser olanların sandığı kadar kolay olmadığı da ortada.
Bunun iki nedeni olabilir:
1) Küresel çapta Ukrayna, Uzakdoğu gibi yerlerde süren Amerika – Asya mücadelesi ve Suriye’nin bu mücadeledeki aletlerden biri olması.
2) Suriye özelinde Batı (ABD, Avrupa) bloğu–Körfez ittifakının çabaları.
Şimdi Suriye’de öne çıkan bu iki ana madde çerçevesinde şekillenen görüşleri veriler ışığında açmaya çalışalım.
Humus’un Suriye devleti ve coğrafyası açısından siyasi, ekonomik ve sosyal önemine daha önceki yazılarımızda değinmiştik.
Okuyucu için Humus’un hem isyancılar açısından hem de devlet açısından önemini bir kez daha tekrar etmekte fayda var:
Beklentiler (Hedefler) açısından Humus
Humus’un üzerinde bu denli durulmasının sebebi hem içeride hem de dışarıda isyanın bir şekilde parçası olanlar için kavşak noktası olması.
Suriye’de isyan için ortam mevcuttu. Bunu inkar etmek sürecin bir tarafını görmemek olur. Ülkede onlarca yıldır var olan yönetsel eksiklikler, yolsuzluk gibi olgular zaten halkı bir şekilde patlama noktasına getirmişti.
Ancak süreç ilerledikçe Suriye üzerinde hesapları olan küresel güçlerin de daha önceden pusuya yattığı görüldü. Bu güçler krizde her türlü katalizörü kullandılar.
Yönetime karşı isyan eden herhangi bir Suriyelinin beklentileri kuşkusuz dünyayı yönetmeye çalışan küresel güçlerden çok farklıydı. Bunların çoğu küresel mücadelenin, bu mücadelede kullanılan yöntemlerin, getireceği sonuçların ne olduğundan haberleri yoktu.
Var olan potansiyeli kullanan küresel güçlerin hedefi ise isyancıların hayallerini bile aşan hedeflerdi. Bu nedenle (kaçınılmaz olarak) Batı Bloğu isyanın patronu oldu, isyancılar ise yönetim devrilene kadar taşeron görevini üstlendiler.
Körfez-Akdeniz hattı
Batı için hedeflerden biri Katar’ın doğalgazının sorunsuz şekilde Akdeniz’e ulaştırılması ve böylece Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmaktı.
Suriye için öngörülen planda Katar’ın en önemli rollerden birini üstlenmesi boşuna değil. Bu nedenle Katar Emiri Humus’u özel olarak istiyordu. Yani Katar’ın yanına bir devletçik daha ekleyecek ve ‘Humus Prensliği’nin de sahibi olacaktı. Böylece boru hatları Humus’tan rahatlıkla geçirilebilecek ve Akdeniz’e ulaştırılacaktı.
İsrail’in beklentileri Katar’ınkinden farklı değildi. İsrail Akdeniz’den çıkaracağı gazı bir hat ile Türkiye’ye uzatacaktı. Böylece Mısır’dan çıkan gaz ile birlikte Katar ve İsrail’den hatların buluşma noktası Humus ve devamında Akdeniz’e uzanan topraklar olacaktı.
Diğer yandan Suriye içinde Humus–Karra taraflarında keşfedilen ve Katar’dakilerden daha büyük hacimde olduğu söylenen gazdan ABD, Batı, Katar ve Rusya’nın da haberinin olmaması mümkün değil.
Bu durumda Humus’un özelliklerine -devrim sonrası- Yeni Suriye’nin gaz istasyonu sıfatı da eklenecekti.
Suriye’de devrim olmasa bile en azından bölünme sağlanırsa Humus’un kurtarılması bu nedenle isteniyordu.
İsyancılar açısından Humus
Ne isyancılar, ne Suriye halkı ne de kazanımları küresel güçlerin umurunda. Dolayısıyla isyan sürecindeki rolleri ‘alet olmaktan’ öteye gidemezdi. Gidemedi de.
Humus’un ‘kurtarılması’ uygulaması da bu isyancılara düştü. Kullanılan yöntemler Suriye için çok kritik yaralar açtı. Ancak öldürmeye yetmedi.
Bunları da su şekilde sıralayabiliriz:
Sosyal yapı
Humus Suriye’nin laboratuarı. Şehir merkezinde ve köylerde Sünniler, Aleviler, Hıristiyanlar, aşiretler, yaşıyor.
Burada gerçekleştirilecek bir patlama tüm Suriye’ye anında yayılabilir ve geri dönülmez bir iç savaş çıkartılabilirdi. Bunun denemeleri de yapıldı.
Onlarca cinayet, katliam, halkı mezhepsel savaşa sürüklemek için tecavüz suçları işlendi, yüzlerce kişinin öldüğü bombalı eylemler yapıldı. Ancak her kesimin mantıklı olanları çoğunluktaydı ve bu yönetim için büyük bir şans, isyancılar ve onları destekleyenler içinse şanssızlıktı.
Ekonomi
Humus diğer yandan ülkenin en önemli tarım ve sanayi üretim merkezlerinden birisi. Ülkenin en önemli rafinerilerinden biri, ilaç fabrikaları, Hasya sanayi bölgesi, binlerce dönüm tarım arazisini barındırıyor. Üniversitesi,  hastaneleri, kültür merkezleri ile birlikte önemli bir şehirdi.
Humus’taki bu değerlerin yok edilmesi Suriye ve yönetim için büyük darbe olabilirdi. Bu, kısmen başarıldı da. Yukarıda anılan birçok tesis ya çalışmaz durumda ya da sabotajlara maruz kalıyordu.
Stratejik konum
Humus aynı zamanda ülkenin kuzey–güney, doğu–batı hattının tam ortasında yer alıyordu. Petrolden tarıma, ilaçtan, yolcuya tüm nakliye araçları Humus’tan geçmek zorundaydı.
Humus’un bir başka önemi Bağdat–Beyrut hattı üzerindeki en önemli şehir olmasıydı. Yani önemi bölgesel mücadele (Şii–Sünni, ekonomik) göz önüne alındığında Suriye ile sınırlı değildi.
Humus’a hakim olunmasıyla birlikte bu hatlar kesilecekti. Bu da yönetime lojistik açıdan büyük darbe demekti. Bunun başarıldığı zamanlar da oldu.
Neden ‘devrimin başkenti’ Humus?
Humus’un belli bölümlerinden militanların çıkmasından sonra Batı basını Humus’tan ‘devrimin başkenti’ olarak bahsetti. Bu, tesadüf değildi. Yukarıda saydığımız hedefler ve bu hedeflere ulaşmak için yapılacak uygulamaların hazırlıkları olaylardan çok önce yapılmıştı. Batı’nın beklentileri isyancıların hayallerinin çok ötesindeydi derken bunu da kastettik.
Olaylardan çok önce Humus’ta Suudi Arabistan ile bağlantılı aşiretler ile anlaşmalar yapıldı. İsyana katılacağı düşünülen bölgelerde yaşayanlara (ileride harap olacağı bilindiği için!) evlerinin parası peşin ödendi.
El Cezire veya Batı’da eğitilen aktivistler, elektronik ordu ve ‘muhabirler’ Humus’a konuşlandırıldı, yüzlerce metre tünel kazıldı, belirli merkezlere (birkaç ay süreceği düşünülüyordu) uzun soluklu savaş için gıda depolandı ve tabii binlerce silah ve militan sağlandı.
Sıradan Suriyeli bir isyancı farkında değildi; ama Humus Batı için gerçekten de ‘isyanın başkentiydi.’ Bu nedenle Humus, Batı kaynaklı haberlerde ‘operasyon merkezi’ olarak değil de halk hareketinin (isyanın) merkezi olarak gösterildi.
Kuşkusuz yönetim de bunu biliyordu. Ya da Dera hareketlenmesinden sonra asıl noktanın Humus olduğunu kısa sürede öğrendi.
2012 başlarından itibaren de Humus’u ameliyat inceliğinde ele aldı ve bugünlere gelindi.
Önce Bab-ı Amr alındı (öncesinde Lübnan sınırındaki Tel Kelah’ı da saymak lazım). Bab-ı Amr’ın alınması muhalifler ve onları destekleyen ülkeler için büyük darbeydi. Çünkü buraya Lübnan–Tel Kelah, Kuseyr üzerinden hayati önemde militan ve lojistik geçişi sağlanıyordu.
İsyancılara ve onları destekleyen ülkelere ikinci büyük darbe Kuseyr’de vuruldu. Kuseyr’in alınması sadece militan ve lojistik geçişi açısından değil, bölgedeki en önemli güçlerden biri olan Hizbullah için de büyük önem taşıyordu ve Hizbullah bir şekilde Suriye’de süren küresel savaşın bir parçasıydı.
Geçtiğimiz aylarda ise Kalamun bölgesi alındı. Kuseyr’de sağlanan başarıya rağmen yönetim militan ve silah geçişini tamamen durduramamıştı. Kalamun bölgesinde sağlanan başarıdan sonra Humus’un ‘Eski Şehir’ bölgesinde yaklaşık 3 yıldan bu yana hakimiyetini ilan etmiş olan muhalifler için çember daraldı.
Eski Şehir bölgesindeki bütün militanlar ‘ya istiklal ya ölüm’ düşüncesinde değildi. Kimisi Suriye dışından gelmiş, kimisi aldığı maaş ile savaşan, kimisi ne için savaştığını bilmeyen, kimisi bir şekilde bulaştığı için savaşmaya devam etmek zorunda kalanlardı.
Elbette içlerinde sonuna kadar savaşma taraftarı olanlar da vardı. Ancak bunlar azınlıktaydı ve sonuçta ‘bırakıp çıkalım’ görüşünde olanlar kazandı.
Böylece isyancıların ve onları destekleyen ülkelerin Humus macerası –şimdilik- son buldu.
Her açıdan önemli bir kazanım
Humus’tan silahlı grupların çıkarılması Suriye’de bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu çerçevedeki ana görüşler şu şekilde özetlenebilir:
-Yönetim silahlı gruplar ile masaya oturduğuna göre ordu zayıflamıştır.
-Yönetim bu teröristleri öldürmek yerine neden bırakıyor. Bunların hepsinin yok edilmesi lazım.
-Esad güvenli seçim ortamı sağlayıp daha sonra silahlı gruplara kazık atacak
-Esad kendi geleceği için silahlı gruplara taviz verdi ve çıkmalarına izin verdi..
Diğer görüşlere göre ise yönetimin Suriye’de savaşan silahlı gruplara ve onları destekleyen ülkelere karşı psikolojik etkisi de olan bu ‘güvenli çıkış sağlama’ adımı ile ilgili kararının ardında çeşitli kazanım beklentileri var:
1) İsyanın başından bu yana siyasi diyalog öneren yönetim, Humus modeli ile tüm Suriye’de savaşan silahlı gruplara ‘size güvenli çıkış imkanı verebiliriz’ mesajı verdi.
2) Çıkışın sağlanması ile birlikte (pilot bölge) Humus güvenli bölge oldu. Böylece en önemli illerden birinde seçimler rahatlıkla gerçekleştirilebilecek, bu durum diğer illere örnek olabilecek.
3) Yönetim büyük şehirler başta olmak üzere güvenli bölgeler oluşturmuş olacak. Silahlı gruplar belli bölgelerde izole edilecek ve şehirler ile ilişkileri kesilecek.
4) Böylece ticari hayat başta olmak üzere hayat yavaş yavaş normale dönmeye başlayacak.
Bundan sonra ne olabilir? 
Suriye’deki savaşı 4 ana cepheye ayırmak mümkün:
1) Lazkiye kırsalı, İdlib, Halep, Haseke illerini kapsayan Kuzey Cephesi.
2) Hama, Tartus, Humus ve güneyine doğru (Lübnan sınırı boyunca) tüm Kalamun bölgesini de kapsayan Batı Cephesi
3) Deyr ez-Zor ve Rakka’yı kapsayan Doğu Cephesi.
4) Şam kırsalı, Dera, Süveyda, Kuneytra illerini kapsayan Güney Cephesi.
Daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz bu sınıflandırma içinde yönetim Batı cephesini tamamen kazanmış gibi görünüyor.
İsyanın Başında Tel Kelah, ardından Bab-ı Amr, daha sonra Kuseyr ve en sonunda Yabrud ile biten süreçte Kalamun ve nihayetinde Humus merkezde elde edilen başarılar bu cephede yönetime büyük üstünlük sağladı.
Şimdi konuşulan ordunun Kuzey ve Güney cephelerine yoğunlaşacağı ve ardından Deyr ez-Zor ve Rakka’ya yöneleceği.
Ordu içinde çatışmalar sürecinde efsanaleşen Dürzi General İsam Zahreddin’in Deyrezzor’a gönderilmesi yönetimin kısa gelecekte burayı geri almaya niyetli olduğunu gösteriyor.
Şam kırsalında ise çok geniş çaplı operasyon ve saldırılar yapılıyor. Özellikle Jobar taraflarında çok yoğun çatışmalar yaşanıyor.
Berze’de Humus öncesi anlaşma sağlayan yönetim Jobar için de girişimlerde bulunmuştu. Ancak Jobar’daki silahlı gruplar anlaşmaya yanaşmadılar ve şimdi ağır bombardıman altındalar.
Sonuç olarak Batı cephesi kazanıldı ve yönetim bu kazanımla birlikte Suriye’nin büyük bölümünü hakimiyeti altına aldı.
“Halep’te, Rakka’da, Haseke’de, Deyr ez-Zor’da, Dera’da çatışmalar sürerken nasıl oluyor da yönetim Suriye’nin büyük bölümüne hakim olabiliyor?” sorusu sorulabilir. Cevap için demografik yapıya bakmak lazım:
Daha önceki yazımızda belirttiğimiz gibi 23 milyonluk ülke nüfusunun yaklaşık 16 milyonu yönetimin hakim olduğu bölgelerde yaşıyor. Geri kalan 7 milyonun 2 milyonu ülke dışında, kalan 5 milyon zorunlu olarak silahlı grupların hakim olduğu yerlerde ve bunların çoğu (yönetim yanlısı olmasa da) yönetimi silahlı gruplara tercih ediyor.
Esad mücadeleyi kazanıyor mu?
Şam caddelerini süsleyen seçim propagandaları afişlerinin birinde şöyle bir ifade var: Dünyanın gücü Esad’ı değiştirmeye yetmeyecek, Esad dünyayı değiştirecek.
Yandaşlarının Esad’a bu güzellemesi elbette abartı içeriyor. Ancak Suriye’de devam eden savaşın küresel mücadele boyutunu göz önüne alırsak şu ana kadar gerçekten de Esad’ı değiştirmeye dünyanın gücü yetmedi.
Esad; olağanın çok dışında bir durum olmadığı sürece bundan önce olduğu gibi bundan sonra da kendi ajandasını uygulamayı sürdürecektir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyunu Humus ya da Halep’te kullanırsa şaşırmamak lazım.
‘Tutunamayan’ muhalifler 
Muhalif olarak adlandırılan silahlı grupların birçok yerde ilan ettikleri zaferlerden sonra bu yerlerde tutunamamalarının ana sebebi, halk nezdinde taban bulamamaları.
Devrim yapay sebep ve yöntemler ile olmuyor. Eğer gerçekten devrime susamış bir halk olsaydı kuşkusuz önünde kimse duramazdı. Ancak muhaliflerin hakim olduğu yerlerde sesini çıkaramayan ya da militanları alkışlayan halk (çoğu) devrim değil ‘eski hayatını’ istiyor.
Diğer yandan Suriye’de yönetime karşı savaştığını / mücadele ettiğini öne sürenlerin profillerine bakıldığı zaman ‘muhalif’ olarak adlandırılmaları gerçeği ne kadar yansıtır?
Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) projesi bir grup subayın ordudan ayrılması, ordu içinde bölünme yaratılması, halk içinde oluşturulacak küçük grupların bu oluşuma eklemlenmesi ve ardından Suriye ordusuna karşı savaşacak bir ordunun oluşturulması ve böylece yönetime karşı Yemen–Mısır karışımı bir mücadelenin yürütülmesi aşamalarını içeriyordu.
Planın ilk aşamaları gerçekleştirildi, bazı subaylar ayrıldı, birçok merkezde kendilerine “Özgür Suriye Ordusu” adını veren küçük silahlı gruplar oluştu.
Ancak bir sorun vardı: Özgür Suriye Ordusu komutansızdı. Bunun sebebi bu ‘ordu’nun yapay olması. ‘Ordunun komutanları’ Türkiye’den, halkla ilişkiler kanadı ise Türkiye ve Katar başta olmak üzere dolaştıkları ülkelerden içerideki hareketi yönettikleri iddiasındaydılar.
Bir başka ülkeden savaş yöneten komutan örneği sanırız ilk kez ÖSO ile birlikte literatüre girdi. Ülkenin yüzde 70’i kendi kontrollerindeydi, halkın yüzde 70’i kendilerini destekliyordu, Esad kaçacak delik arıyordu; ama ÖSO’nun komutanları da Ulusal Koalisyon’un temsilcileri de nedense mücadeleyi sahada yürütmek ve en önde yürümek yerine lüks otellerde lobi yapıyorlardı.
El Nusra’nın Beyaz Saray’da Obama tarafından ağırlanarak ‘onurlanan’ Carba’ya ’75 milyon dolar çaldı’ suçlamasını yöneltmesi, birkaç gün önce ‘savunma bakanı’nın istifa etmesi, “İsrail’e Golan’ı veririz” jesti gibi gelişmeler durumu gösteren örneklerden bazıları.
Başlangıçta ve devamında bu gibi örnekler ve başarısızlıkların sonucu; Özgür ordunun yetersizliği, ardından Batı’nın yeni çare arayışları içinde Suriye’ye binlerce militanı sokması ve en sonunda OSO’nun etkisiz hale gelmesi oldu.
Şimdilerde ÖSO elbette birtakım yerlerde var. Ve aslında yönetime karşı savaşan gruplar arasında halka en yakın olanı.
Ancak savaş çoktan ÖSO–ordu savaşı olmaktan çıktı. İpleri eline alan el-Kaide uzantılı örgütler ise halk için değil kendileri için savaşıyor.
Bu (El Kaide uzantılı) örgütler Suriye coğrafyasına (insanına) çok yabancılar. Suriye coğrafyası binlerce yılın getirdiği birikimiyle bu grupları ve tekfirci düşüncelerini kabullenemedi. Sanırız Batı’nın en büyük stratejik hatası da bu oldu. Suriye’deki bütün Sünnileri Vahhabi – Selefi – Müslüman Kardeşler sempatizanı sandılar.
Oysa durum hiç de öyle değildi ve ilk anda sersemleyen halk yavaş yavaş dönmeye başladı.
Şimdi artık bir muhalefet değil sadece dışarıdan Suriye halkı adına konuştuğunu iddia eden Beyaz Saray muhalifleri ya da içeride İslami emirlik kurmaya Çeçenler, Afganlar, Suudi Arabistanlılar var.
Her şey bitmiş değil
Esad çok akıllı yürüttüğü bu karmaşık savaştan karlı çıkmasını bildi. 3 yılı aşkın bir sürenin sonunda koltukta oturmasının yanı sıra yeniden cumhurbaşkanlığına aday oldu.
Şimdiki planı yıl sonuna kadar içerideki askeri mücadeleyi bitirmek ve ardından Suriye’nin yeniden yapılandırılmasını sağlamak.
Suriye ne kadar yenilenecek, eski düzen (yolsuzluk, anti demokratik birtakım uygulamalar) ne kadar değişecek belli değil. Ancak şimdilik halkın en azından seçilmesine yetecek kadarki kısmının Esad’ı gerçekten istediği ortada.
Son olarak: geçtiğimiz günlerde El Alem kanalının internet sitesinde yer alan bir haber Batı’nın kolay kolay pes etmeyeceğini gösteriyor.[2]
ABD kuvvetlerinin öncülüğünde yapılan askeri tatbikatın anlatıldığı haberde dikkat çekici bir ayrıntı var.
Tatbikatın bir kısmında komandolar helikopterler eşliğinde bir eve hava indirme yapıyor. Esad, Bin Ladin benzeri bir operasyon için hazır beklemiyor elbette. Ancak Obama’nın, Carter’ın 1980’de İran’da kalkıştığı maceranın benzerine kalkışmayacağının garantisi yok.
Diğer yandan kimyasal türküsü Batı listelerinde halen üst sıralardaki yerini koruyor.
İsrail uçakları ise Golan üzerinde gövde gösterisi yapıyorlar, Suudi Arabistan yeni birlikler oluşturmaya çalışıyor.
Batı’nın Suriye’deki savaştan çekileceğini düşünmek için henüz çok erken. Bu durumda savaş çeşitli şekillerde sürecek demektir.
 


Sunday, May 18, 2014

Erdoğan’dan Bonapart olur mu?

Erdoğan’ı devirecek olanın da düşürecek olanın da ABD ve yerli tekelci sermaye olduğu, halkın nufuz edemediği bir “oyun” düzleminin süreci belirlemesidir asıl tehlikeli olan
Kendisini devlet iktidarına taşıyan tarihsel blok parçalanan, iktidarının önünü açan emperyalist merkezlerin etkin desteğini yitiren Tayyip Erdoğan egemen sınıfların devlet güdümlü dar bir fraksiyonuna ve iç savaş psikolojisiyle konsolide ettiği Türk-Sünni orta alt sınıflara dayanarak iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Emniyet, istihbarat ve adli bürokrasi içerisinde yeni ittifaklar kurarak kontrol sağlayan Erdoğan’ın devlet içerisindeki iktidarına ordu şimdilik “tarafsız” kalarak yol veriyor. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturup 1.5 yıl sonra yapılacak seçimlerde meclis çoğunluğunu tazeleyerek egemen güçlerin kabullendiği bir “Ortadoğu diktatörü” olarak “yeniden doğma” peşinde.
Erdoğan’ın, TÜSİAD, Koç Grubu, Doğan Medya gibi geleneksel egemen sınıfların sembolik merkezlerinin açık desteğini yitiren, ABD, İsrail ve AB gibi küresel emperyal merkezlerin “kaygıyla” karşıladıkları Ortadoğu diktatörlüğü rotasını tamamlayıp tamamlayamayacağı konusunda bir kestirimde bulunmak güç. ABD emperyalizminin hegemonik gücünün uğradığı erezyon, AB’ni kuşatan ekonomik durgunluk ve Ortadoğu’nun yeniden sömürgeleştirme stratejisinin Suriye İç Savaşı’nın kaybedilmesi, Arap Baharı’nın kaotik sonuçları, Rusya’nın etkili blokajı sonrasında revizyona sokulmak üzere askıya alınması Erdoğan’a ala Turka bir Putin olabilmesi için ihtiyaç duyduğu “boşluğu” yaratabilir. Başından itibaren devlet himayesinde palazlanabilen yerli burjuvazimizin, Erdoğan’ın devletin bütün musluklarını kontrol altına aldığı koşullarda direnme takati bulamayabileceği de hesaba katıldığında, Erdoğan’ın “mahallenin kabadayısı” olmasının ciddi bir olasılık olduğu söylenebilir.
Genel geçer kavramlarla konuşacak olursak durum şöyle görünüyor: Oligarşi ciddi bir siyasi temsil krizi içindedir. Neoliberal politikaların uygulanması ve topluma kabul ettirilmesi açısından Erdoğan’dan başka bir siyasi seçenek ufukta görülmemektedir. Diğer taraftan bu seçeneksizliğin farkında olan Erdoğan ülke bütçesi kadar bir nakiti kendisinin ve “yandaş” sermayesinin cebine doldurarak neoliberal talanın “Aslan Payı”nı almakta, “talan” pratiğini neopopülist yoksulluk yönetimiyle bütünleyerek Türk-Sünni orta alt sınıfları yedeklemekte, yeni bir “tarihsel blok” oluşturarak iktidarına giderek güçlenen bir “özerklik alanı” yaratmaktadır. Böylece Erdoğan, emperyalizm ve oligarşiden görece özerk bir “yeni sömürge Bonapartı” olma yolunda ilerliyor.
Gerçekten de tablo bu mu? Bu tabloda eksik bir şey yok mu? Erdoğan’dan bırakalım Bonapart’ı bir Saddam bile çıkabilir mi?
Sondan başlayarak cevaplayacağım: Erdoğan’dan Bonapart da çıkmaz, Saddam da çıkmaz, hatta Tayland’ın hırsız popülisti Thaksin Shinawatra bile çıkmaz!
Erdoğan’ın Soma’da market içindeki görüntülerinden yansıyan korkaklığından hareketle söylemiyorum bunu. Bütün diktatörler korkaktır. Bonapartisti de kuklası da korkaktır. Zalimliklerinin kaynağı korkularıdır zaten.
Ama Erdoğan’ın asıl sorunu burada değil. Sömürge tipi faşizmin iktidarı olmanın temel kuralında. Sömürge tipi faşizmin örgütleyici merkezi kontrgerilladır; yani MİT’dir, polis örgütüdür, ordudur. Erdoğan MİT’i Fidan’la “kontrol altına” alırken kiminle aldı? Polis örgütünün kontrolünü Cemaat’ten alırken kiminle aldı? Ordu’yu yeni “tak-şak paşası” ile mi kontrol ediyor. Gerçekte bugün bu örgütlerin yönetim kadroları hangi odaklardan devşiriliyor ve bu odakların “asıl merkez”den yani Pentagon’dan, CIA’dan, NATO karargahından, ABD Dışişlerinden kopup Tayyip Erdoğan’ın arkasına kayıtsız şartsız dizildiğini düşünmek saflık değil midir?
Polisin “ülkücüleri”, MİT’in “eski yıldızları”, ordunun NATO’dan gelen “sütre gerisine geç!” talimatıyla Balyoz’a yol veren kurmayları “Erdoğan’ın karizmatik liderliğinin” büyüsüne kapılıp asıl merkezlerine sırt mı döndüler; yoksa Cemaat boşluğuna doluşarak Erdoğan’la faşist merkez bürokrasisi arasında yeni bir Amerikancı koalisyonun altyapısını mı oluşurdular? Tabii ki ikincisi!
Öyleyse Erdoğan gerçekte ne yapıyor? Eski bir danışmanının deyişiyle yalnızca “deliğe süprülmemeye” çalışıyor! Dikleniyor ama gerçekte dik durmuyor; kendisini ABD’ye yeniden kabul ettirebilmek için debeleniyor. ABD’ye senin her ekibinle çalışır, her stratejinde yer alırım benden iyi “partner” bulamazsın diyeceği anı yakalamaya çalışıyor. Yerli tekelci sermaye ile açtığı arasını ABD üzerinden yeniden yapmanın yolunu arıyor.
Asıl tehlikeli olan işte bu denklemdir. Erdoğan’ı devirecek olanın da düşürecek olanın da ABD ve yerli tekelci sermaye olduğu, halkın nufuz edemediği bir “oyun” düzleminin süreci belirlemesidir asıl tehlikeli olan. Ve Erdoğan “sandık ta sandık” derken aslında siyasetin bu oyun düzlemiyle sınırlanmasını istiyor. Sandık ta sandık diyen her siyasi merkez de “bu oyunda oynayabileceğini” düşünüyor.
Erdoğan’dan Bonapart da çıkmaz, Saddam da çıkmaz. “Bakarsın çıkar” diyen, Türkiye’nin Düzeni’ni hiç kavrayamamış demektir.

Wednesday, May 7, 2014

ABD’ye karşı yeni cephe

Kemal Okuyan
Rusya, ABD’nin üzerine üzerine gidiyor…
Diplomasi cephesini biliyorduk. Silah endüstrisi, savaşma yeteneği açısından iki ülke arasındaki mücadeleyi de… Ekonomik çıkarların nasıl karşı karşıya gelip, nasıl sürtünmeye başladığı ise herkesin malumu…
Neydi mesele?
ABD, emperyalist sistemin tepesindeki güç olarak durmaya devam ediyordu hâlâ. Rusya Federasyonu da bir yandan devasa kaynaklara dayanarak yeni bir emperyalist odak olarak sahne almanın yollarını ararken, diğer yandan Vaşington’un tacizlerini püskürtmeye bakıyordu.
Bunlar yeni değil.
Ancak Ukrayna’daki gelişmelerle birlikte, Rusya’nın mücadele stratejisinde önemli bir farklılaşma göze çarpar oldu.
Rusya, ABD’nin üzerine ideolojik olarak gidiyor. Hem de çok sert biçimde.
Bunun alt yapısı, Rus medyasının Putin tarafından yeniden düzenlenmesiyle oluşturulmuştu zaten. Birkaç yılda hantal, batılı rakipleri karşısında etkisizliğe mahkum yayın organları yerine son derece dinamik ve amaca uygun bir biçimde kurgulanmış bir şebeke örgütlendi.
Bu şebeke, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, “muhalif” birçok gazeteci ve araştırmacı-yazar ile iletişime geçti, onlarla çalışmaya başladı.
Kısa sürede sonuç alındı.
Örnek olsun, Suriye’ye dönük askeri müdahale seçeneği masadayken Rus medyası ABD, Türkiye, İsrail, Ürdün, Katar gibi ülkelerin üstlendiği kirli rolü deşifre etmek konusunda büyük başarı elde etti. Arkasına hatırı sayılır bir istihbarat ağını alarak.
Ukrayna krizi ve Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ile birlikte Rus medyası yeni bir cephe açıverdi: İdeolojik savaş!
Eric Draitser, Will Hart gibi “dış kaynakları” da kullanan Moskova yönetimi, ABD’yi çökmekte olan bir imparatorluk olarak tasvir etmeye, hatta aşağılamaya yöneldi. Bunun anlamı şuydu: Rusya Federasyonu artık, ABD’nin eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki provokasyonlarını yalnızca yanıtlamak ya da boşa çıkarmakla uğraşmayacak, aynı zamanda karşı saldırıya da geçecekti.
ABD toplumunun çürümüşlüğünden ekonomisinin kırılganlığına, enerji, ulaşım ve haberleşme altyapısının dökülür hale gelmesinden suç örgütlerinin yaygınlığına varıncaya kadar hemen her başlıkta ABD’nin içişlerine karışan bir Rus medyası var artık.
Söylenenlerse yanlış değil. Sınıfsal çelişkilere ve toplumsal adaletsizliklere pek girmeden, daha çok sonuçlara odaklanan, yeryüzünün her tarafını saran ABD karşıtlığını arkasına almak isteyen, ahlakçı, ABD’ye karşı mücadelede kendini uluslararası hukuka bağlı hisssetmeyen bir Rusya’nın belirginleştiğini söyleyebiliriz.
Özgüvenle hareket ediyorlar…
Birleşmiş Milletlerin gereksiz ve ABD kuklasına dönüşmüş bir kurum olduğu yazılıyor örneğin… Federasyon yanlıları olarak kodladıkları Rus kökenli ya da Rusya ile birleşme taraftarı Ukraynalıların karadan havaya füzelerle helikopter düşürdüğü ve “kendilerini korumak” için silah kullanabildikleri de ifade ediliyor zaman zaman. Bu direnişçilerin temel insani hakları savunduğu vurgusu geriye çekilmeden…
Yani sadece mazlumu değil, muktediri de oynamaktalar.
Ve Sovyetler Birliği’ne özlem, sosyalizmden ustaca ayrıştırılarak, “süper güce özlem”e dönüştürülmekte. “Tıpkı Sovyetler Birliği dönemindeki gibi” diyor bazı yorumcular; itibarlı, ciddiye alınan bir büyük ülke…
Oysa Sovyetler Birliği, Rusya Federasyonu’nun bugün yaptığına cesaret edememişti. ABD’yle dişe diş mücadeleden kaçındı son Sovyet yöneticileri… Putin ise karşı hamlelere kararlı gözüküyor.
Ne yazık ki, burada söz konusu olan artık emperyalistleşen Rusya’dır.
Emperyalist bir odak olmanın yolu, başka ülkelerin siyasi ve ekonomik kararlarına yön verebilme yeteneği kazanmaktan geçiyor. Bu son tahlilde bir “ekonomik” kritedir ama ondan ibaret değildir. Şimdi Rusya, “etnik temelli” bir hamle yaparken, ideolojik bir saldırı da başlatarak, kendi egemenlik bölgesi olarak gördüğü alanda başına dert olan “Rus düşmanlığı”nı geriletmeye çabalıyor. Öte yandan bunu Rusçu bir kimlikle yaptığı sürece, Slav dünyasının bile bir bölümünü tamamen kaybediyor.
Rus milliyetçiliğini akılcı bir ABD eleştirisiyle dengeleme fikri mantıklı olsa bile, istenen sonucu vermeyebilir.
Ancak yine de Rusya Federasyonu’nun ABD’ye karşı açtığı yeni cephe önemsenmeli. Bu cephe Türkiye’yi içine alan geniş bir coğrafyayı etkileyecek. İzlemeye devam…

Tuesday, May 6, 2014

‘Nükleere devam’


Immanuel WALLERSTEIN

İran ve Birleşik Devletler, İran’ın muhtemel bir nükleer silah üretimine dair müzakerelerin en hassas noktasındalar. Müzakerelerin sonucunda tarafların bir mutabakata varması ihtimali çok düşük; çünkü her iki tarafta da mutabakata karşı olan güçlü kesimler var ve anlaşmayı sabote etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Amerika ve Batı Avrupa’da kafalarda standart bir soru var: “Güvenilir olmayan bir ülkeyi yani İran’ın, İsrail ve diğer Arap ülkelerine tehdit oluşturan bir ülkenin nükleer silah elde etmesini nasıl engelleyeceğiz?” Fakat, söylemeliyiz ki gerçek durum bu değil. İran’ın artık nükleer silah kullanması gibi bir durum söz konusu değil, kaldı ki bir tane nükleer silah elde etse bile biliyoruz ki en az 10 ülkenin elinde hâlihazırda böylesi nükleer silahlar mevcuttur. Ayrıca İran’ın elindeki silahları -diğer ülkelerle karşılaştırıldığında-hırsızlığa ya da sabotaja göre koruması çok daha kolaydır.
Yani demek istediğim gerçek mesele nükleer meselesinden farklıdır. İran’ın nükleer güç olmasını engellemek aslında çok küçük bir hareketle büyük bir felaketi engellemek istemeye benziyor. Barajlarda örneğin bir delik olursa o deliği tek bir parmağınızla kapatır ve barajın yıkılmasını engellersiniz. Yani buradaki dertleri, İran’ın silah kullanma ihtimali değil. Eğer delikten parmağınızı çekersiniz, baraj bir sürü delik açar ve en sonunda akan suyun altında kalırsınız. Nükleer silahları ellerinde bulunduran güçlerin derdi şudur: Eğer biz parmağımızı şu an İran’ın üzerine bastırmazsak, dünyada bu şekilde nükleer güce sahip olmak isteyen 20-30 ülkenin derdini çekmek zorunda kalırız. Eğer bir kişi su sızdıran baraj deliğinden elini çekerse, her yer sel altında kalır. Bunu anlamak için nükleer silahların tarihsel gelişimine bakmak yeterlidir.

Nükleer savaşın hikayesi
Hikaye İkinci Dünya Savaşı ile başlıyor, Almanya ve ABD birbirlerine karşı nükleer silah kullanmak için çok ciddi çaba sarf ediyorlardı. Almanya savaşın ilerleyen yıllarında kuşatılınca, Amerika’nın eline nükleer deneme için çok ciddi fırsat geçti. Bu noktada, iki olaya değinmek gerek. Birleşik Devletler ve Sovyetler Potsdam anlaşmasını imzaladılar, bu vasıtayla Sovyetler Almanya’nın yenilgisinden 3 ay kadar sonra, yani 8 Ağustos’ta Japonya ile savaşa girecekti. Ve Birleşik Devletler 16 Haziran’da ilk nükleer denemesini yaptı, bu tarih Almanya’nın tesliminden sonraydı.

6 Ağustos’ta (Sovyetlerin savaşa girme sözünden 2 gün önce) ABD Hiroşima’ya atom bombası attı. Aynı zamanda Sovyetler 8 Ağustos’ta savaşacağına dair söz verdi. Bu arada, Amerika ikinci bir nükleer denemesini 9 Ağustos’ta Nagazaki üzerinde uyguladı.

Neden bu bombalar atıldı peki?  Resmi kurumlar bu bombaların savaşı kısalttığını söylüyordu. Belki gerçekten kısaltmıştır. Ama, bir diğer taraftan bu bombalar Sovyetler Birliği’ne ABD’nin gücünü gösteren bir mesaj niteliğindeydi. Bombalamaların zamanı manidardı.

Peki, sonrasında ne oldu? Savaş zamanındaki sorumlulukları gereği Birleşik Devletler İngiltere ile bazı teknik meseleleri anında paylaştı. Hemen sonrasında Uluslararası bir anlaşma ile atom bombasının dünya genelinde yasaklanması için girişimlere başlandı. Bu girişim başarısız oldu. 1949 yılında, Sovyetler Birliği kendi nükleer denemesini gerçekleştirdi. Böylece dünya üzerindeki ikinci büyük nükleer güç oldu. 1952 yılında ise, Birleşik Krallık bir atom bombası patlattı ve üçüncü büyük nükleer güç oldu.

Bu üçlü nükleer kuvvet meseleyi burada sonlandırmak istiyordu. Ama Fransa’da büyük bir güç olmak çabasındaydı ve 1960 yılında ilk atom bombasını patlattı. Bunlara 1964 senesinde Çin de eklendi.1971 senesinde Çin Halk Cumhuriyeti’nin katılımıyla, Birleşmiş Milletlerin Daimi Güvenlik konseyinin bütün üyeleri nükleer silahlara sahip ülkelerden oluştu.

NPT anlaşmasında kısırdöngü
Tekrardan, bu beş ülke nükleer silahlara sahip olmayı sadece kendileri ile kısıtlamak istedi. Hâlihazırda nükleer silahlara sahip olmak isteyen 20 kadar ülke vardı ve bunun için mesafe kat ediyorlardı. Nükleer silahlara sahip beş ülke “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması”nı (kısaca NPT) öne sürdüler. Anlaşma aynı zamanda bir nükleer güce sahip olan ülkelerle nükleer güce sahip olmak isteyen ülkeler arasında bir pazarlık öngörüyordu. Anlaşmayı imzalayan ülkeler iki koşul karşılığında Nükleer Silah geliştirmekten vazgeçeceklerdi: yavaş yavaş nükleer silahların üretiminde kullanacakları materyali azaltacaklar ve bunları gerekli yerlerde nükleer güç olarak kullanabileceklerdi.

Bir açıdan anlaşma başarıya ulaşmıştı. Hemen hemen bütün ülkeler anlaşmayı imzaladılar ve gerekenleri yerine getirdiler. Öte yandan, anlaşmanın kullanışlılığını kısıtlayan iki etken vardı: birincisi, anlaşmayı imzalamayı reddeden ya da imzalayıp sonra vazgeçen ülkeler ilgili yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Reddeden bazı ülkeler daha sonra bunu uygulamaya da koydu. Hindistan 1974’te, İsrail büyük ihtimalle 1979’da, Pakistan 1998’de ve son olarak Kuzey Kore 2008’de atom bombası denemesi gerçekleştirdiler. Buna ek olarak, İsrail atom bombası bilgilerini müttefiki olan Güney Kore ile paylaştı. Ve Pakistan atom bombası ile ilgili bilgilerini ve nükleer malzemeleri başka ülkelere de sattı.

İkinci olumsuz sonuç  şuydu ki nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullansanız bile teknik olarak bunun hangi hızda nükleer silahlara dönüşebileceğini kestiremeyiz. Burada kilit teknik konular zenginleştirilmiş uranyumun ve plutonyumun “ikili kullanım teknolojisi” şeklinde adlandırılan nükleer silah üretimini nasıl etkileyeceğiydi.

Müzarekedeki asıl endişe
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Nükleer enerjinin barışçıl kullanımı için birçok ülkede girişimlerde bulundu. Fakat daha sonra atom enerjisinin kötü kullanımına karşı bir yürütme gücü ortaya çıkınca çelişkili bir durum meydana geldi. 1993 senesinde Atom Enerjisi Kurumu elini çok daha fazla güçlendirmek istedi. Fakat en az 50 ülke bu girşimi reddetti. 1993’te uygulamaya koyulan ek protokol sadece ona imza atanlar için geçerli oldu; fakat imza atmayanlar bu uygulamaya tabii tutulmadılar.

Amerikan gücünün düşüşü bütün eski sıkıntıları yeniden başlattı. Amerika tabii ki de nükleer enerjini yaygınlaşmasına karşı ama artık dünya çağında nükleer silah kullanmaya niyetlenen diğer ülkelere askeri müdahalede bulunma gücü yok. Daha önce nükleer silah yapımını Amerika’dan korktuğu için yapmayanlar ya da Amerika’nın korumasında olan bazı ülkeler şu an feragat ettikleri Atom Enerjisi çalışmalarını tekrardan gündemlerine almış durumdalar. Örneğin şu an, Japonya Başbakanı Shinzo Abe tam olarak bu doğrultuda ilerlemektedir. Tabi burada bölgesel bir yayılma da var. Eğer Japonya hedefinde ilerlemeye devam ederse, Güney Kore, Avustralya ve hatta Tayvan da aynı yolu deneyebilir. Hem Mısır hem Suudi Arabistan gene aynı yolda ilerleyebilir, Irak ve Türkiye’nin de bunu deneme şansı var.  Ertesinde Brazilya ve Arjantin’in girişimlere başlaması hiç de uzak değil. Hatta ve hatta İsveç, İspanya, Hollanda gibi Avrupa ülkeleri de bu cenderenin içinde. Eski Sovyetler Birliğinin nükleer sınırları Belarus, Ukrayna ve Kazakistan nükleere başlamak için yeteri kadar bilgiye sahiptir. Sonuç olarak, eğer Amerika ile İran arasında bir anlaşma olmazsa, su sızıntısı olan delikten parmak çekilecek ve bütün bir baraj yıkılarak her yeri sel götürecek. İşte zor geçen müzakerelerde asıl riskli olan durum budur.

Çeviri: Nuhat Muğurtay