Saturday, June 15, 2013

Gezi’de uzlaşma afyonu ve paramiliter siyasa – Özgür Babaoğulları


”Vesayete son veren iktidar” vb aforizmalarla cilalanan yeni tipte(?) ve en az öncekiler kadar seçkinci bir iktidar profiliyle karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Cilası gereği, bir kısım siyaset erbaplarından(?) belli bir siyasal meşruiyet de kazanmış bu yeni seçkinler için yeni türde ”paramiliter” bir yapılanma demek, zannediyorum belli başlı açılardan yanlış olmayacak. Kelime anlamı itibariyle ”askeri(lik)-dışı yahut yarı askeri” demek olan paramilitarizm kavramı, Türkiye koşullarında statükonun değişen koşullarda ve belli-başlı araçlar üzerinden kendini yeni taktiklerle üretmesi anlamında kullanılabilinir. Siyasal alanın askeri-bürokratik iktidar aygıtlarıyla doğrudan tahkim edilmesi , militer bürokrasinin saf dışı bırakılıp ikameci bir yöntemle adli ve polisiye kuvvetlerin -sivilliği kendinden menkul-  siyasal iktidarın takdiri ve yönlendirmesiyle tahkim ediciliği üzerine kodlanan bu  yeni evre, son 11 yıllık siyasal tarihimizin özeti gibidir. 15 gündür yaşadıklarımızı ve yaşamamız muhtemel gelişmeleri bu yönüyle değerlendirmek elzem.
Gezi Direnişi üzerine yapılan analizlerde, aslında pek dillendirilmese de yaşanan tüm süreçlerde bu paramiliter anlayışa duyulan öfke belirleyici olmaktadır. 11 yıldır toplumsal ve siyasal olan’ı adli operasyonlar ve kolluk güçlerince dizayn etmeye çalışan bu anlayış, çoğu kere kerameti kendinden menkul bir ”muhafazakarlık ve otorite” kavramlarına yaslandırılmaya çalışıldı. Elbette her iki kavram da olgunun temeline içkin olmakla birlikte; her iki kavramı önceleyen ve karakterine damgasına vuran şey, her türden politik sahanın reorganizasyonu; yani inşası esnasında kullanılan araçların ve yöntemlerin niteliği olmuştur. Yapısı itibariyle yarı militer denebilecek (polis ve istihbaratın adli operasyonlarla ortaya çıkan etkinliği) bu yeni yapılanma;  doğrudan, hakiki anlamda sivil ve şeffaf bir siyasal katılımı teşvik etmek bir yana, engellemek, yapamadığı yerde de manipüle etmek amacıyla kurgulanılması nedeniyle pekala eski ”rejim”in sivil sosuyla reklam edilmiş bir devamıdır.  Zina yasası girişimiyle hazımsızlıkları sezilse de, ”şartlar olgunlaşmadığı” için AB reformları cilasıyla yedekte tutulan bu yeni yapılanma uzunca bir süredir asli yüzünü göstermekten kaçınmıyor. Karakteri ve siyasal ahlakı,  Ergenekon süreci sonrasında yaşanan Pozantı’daki özel harp yöntemi ”tecavüzler” ve Uludere’de tüm satha yapılan gaddarca bir tehdit denebilecek  ”katliam provası” ile katıksız bir biçimde görülen bu yeni organizasyon, Suriye’de ”hesapta olmayan Kürt Baharı” ile bir süreliğine ertelenmiş görünse de yeni eğitim reformu, alkol düzenlemeleri, kürtaj yasağı girişimleri ve gittikçe müdanasız/pervasız bir siyasal dille haşredilen meydan okuyuşla sürmekteydi. Reyhanlı’daki cinnet eylemininse, 3 aydır istihbaratça izlenirken eylemi gerçekleştirmesi önlenemeyen failin 2 saatte teşhis edilmesi gibi bir siyasal müsamereyle üstü örtülmek istendi. Suriye’deki vekalet savaşından itibaren peyderpey körüklenen mezhepçi kindarlık, Reyhanlı katliamından sonra dahi, aleni bir biçimde gözlere sokulmaya gayret edildi. Başbakan’ın Reyhanlı’ya gidip nereyse tüm Hatay halkıyla dalga geçen konuşması bir yana; akabinde Ortadoğu’da halihazırdaki mezhepçi saflaşmaya inat 3. köprüye Yavuz Sultan Selim adını önermesi, sanıldığı gibi herhangi bir ”delilik” alameti değil, hem içte hem de dışta safları sıklaştırmayı da hedefleyen pervasızca bir meydan okumadır.
Yeni bir doğmuş bir bebeğin ”dinini soracak” kadar ayrıştırıcı, bölücü bu siyasal ”ahlak” mezhepçi-muhafazakar otoriterizmin gerçekte nasıl bir köleci-tüccar ahlakına sahip olduğunu kör gözlere bile ilan etmiştir. Gezi İsyanı başladığından beri her türden mezhepçi, şoven ve gerici provokasyonların ardında yatan bu siyasal ahlakı, bindirilmiş kıt’aların eylemlerinde açılan bazı pankartlarda gözlemlemek mümkün: Popüler bir kültür ikonu erkek oyuncunun direnişe destek veren eşine, kavgada bile söylenmeyecek küfürler kullanan; tüm vücudu polislerin kindar saldırılarıyla mosmor edilip bedeninde kırıklar oluşan bir kadın eylemcinin fotoğraflarına ”kendini teşhir ediyorsun o….” diyen ve Taksim direnişçilerinin tamamını tahkir etmek için,  kendilerine destek veren seks işçilerine ”çocuklarına şefkat gösteren anneler”  diye güya küfreden müstesna bir ahlak! Aslında bunların şahsımı kızdırmak bir yana; Gezi İsyanı’nın erkek egemen otoriter faşizmin bilinç altında onulmaz travmalar yaratmasından dolayı son derece mutluyum. Yeri gelmişken söyleyelim: Bu isyan, yıllaca sevmeyi dahi ”suç sayan” otoriter bir zihin çöplüğüne atılmış koskocaman bir tokattır da; zira, o çocuklar, isyan ettikleri kadar, aynı zamanda sevmeyi, sevişmeyi ve elbette dans etmeyi en haylaz/onurlu bir biçimde cümle aleme yeniden tanımladılar. Buna değil kızmak; ”bırakınız kudursunlar” demek kafidir.
Tüm bu veriler ve elbette kentsel ”talan”ın da dayatmasıyla ortaya çıkan olağanüstü siyasal isyan ve sinerji doğru okunmak zorundadır. İktidarın gözbebeği ve tüm ülkenin merkezi denebilecek iki kentte 15 gündür devlet otoritesini fiilen askıya alan bu sinerjinin doğasına ve gücüne uygun taleplerle hareket edilmek zorundadır. Yaşam alanına sahip çıkmaktan genel özgürlüklerine ve yaşam tarzına sahip çıkmaya varan siyasal isyan hali; beri yandan siyasi otoritenin paramiliter dayatmalarına da bir başkaldırı niteliğindedir. İsyanın ne’liğini aslında iyi okuyan iktidar, direnişçilerin taleplerinin ”Taksim-Gezi Parkı” özelinde kalması için gayret edecektir. Bunu yaparken dahi, çapı daraltılmış bu taleplerin manipüle edip içini boşaltmak için her türden aracı kullanmaktan geri kalmayacak olup ”referandum kozu” da bunlardan biridir. Şu yazının yazıldığı esnada konuşan Başbakan ”marjinaller, terör örgütleri, paçavralar ve küresel komplo” zırvalıklarını tekrar edip ”samimi direnişçi-örgüt üyesi” ayrımıyla mevzuya bakış açısını tüm berraklığıyla ortaya koymakta.
Öte yandan en temel insani hakların ”pazarlık edilmesi” bir yana ”oylanması” gibi bir tehlikeye de kapı aralayan bu uzlaşma ”mitine” karşı direnişin yarattığı sinerjiye uygun davranmaktan başka çare yoktur. Şayet isyanın yarattığı politik enerji doğru okunmazsa; alanlara çıkan binlerce direnişçinin öfkesi, eşyanın tabiatı gereği içe bükülüp kendini kemirmeye başlayacaktır. Yapılması gereken, kolluk cinnetinin, ölenlerimizin, yaralananlarımızın ve tutuklananlarımızın hesabını pazarlığa yer vermeyecek biçimde sorup taleplerimizin merkezine almak; beri yandan, gasp edilen ve herkesin üzerinde uzlaşabileceği temel hak ve hürriyetleri talep etmektir. Gezi Parkı taleplerimizle birlikte bu üç olgu karşılanana değin pasif direniş ve sivil itaatsizlik temelinde direniş eylemlerimiz sürmelidir.
Bitirirken, ”şiddet” üzerine edilen gerzekçe laflara değinmemiz lazım: Kadın, çocuk, genç ve yaşlı demeden on binlerce insanın üzerine kolektif kolluk şiddetini günlerce boşaltan bir siyasal linçe karşı barikatlar ve sivil itaatsizlik temelinde direnmek, dünyanın her yerinde meşru bir eylem olup bunu ”şiddetle” sınayan güya muhalif siyasal terbiyesizlik, iktidarın ”marjinaller”provokasyonlarına ve tecrit çalışmalarına su taşımaktan başka bir halt yapmamaktadır. Çarşı gibi pekala barışçıl taraftar gruplarının bile gerisine düşen bu ”düğüncü eyyamcılığı” şiddet, nefsi müdafaa ve sivil itaatsizlik gibi kavramları orantısız cehaletleri sebebiyle bilmiyorlarsa hoş görebiliriz; aksi takdirde, bu düpedüz muktedirin provokasyonlarına alet olmaktır: Ağalar, kimsenin eline kaleşnikof alıp çarşı-pazar taradığı  yahut kolektif cinnet eylemleriyle sivilleri linç ettiği yok. Bilakis, çarşı, pazar, okul, hastane, ev vs demeden her türden gaz türünü deneyen; tenhada yakaladığını düpedüz linç eden paramiliter bir linç girişimi mevcut. Merak eden, gecenin bir vakti, birkaç ara sokakta dolanıp tecrübe edebilir…