Sunday, June 30, 2013

Suriye’de haziran senaryoları gerçekleşiyor mu?


Suriye’de haziran senaryoları gerçekleşiyor mu?
Mehmet Serim

YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, Doha’daki Dostlar toplantısı öncesindeki durumu ve sonrasına ilişkin muhtemel gelişmeleri yazdı.
"Suriye için Haziran Senaryoları" başlıklı yazımızda Haziran ayı için öngörülen bazı senaryoları ve ihtimalleri özetlemeye çalışmıştık.
Suriye ordusunun iki yıldan fazla bir süredir devam eden çatışma sürecinde "daha büyük bir şeylere" hazırlık yaptığını ifade etmiştik. Bu senaryolar son günlerde yaşanan gelişmeler ile birlikte tekrar konuşulmaya başlandı.
Ön bilgi
Muhalifler Batı'nın tüm çabalarına rağmen siyasi mücadelede tek çatı altında hareket edemedi. Diğer yandan sahada "düzenli ordu" oluşturulamadı.
Haberlerde "muhaliflerin aldığı yerler, ele geçirdikleri havaalanları, yaptıkları eylemler" gibi ifadeler görenler koordinasyon içinde hareket eden bir ordu veya siyasi güç varmış algısına kapılıyor; ancak durum hiç de öyle değil.
Bunun çeşitli sebepleri var:
Siyasi açıdan;
-İç ve dış muhalefet arasında çatlak değil uçurumlar var. Esad'ın geleceğinden dış askeri müdahaleye, halkın bakışından kurulması hayal edilen devletin niteliklerine kadar birçok konuda görüş ayrılıkları söz konusu. Çeşitli şekillerde oluşan/oluşturulan gruplar ise birbirinden bağımsız şekilde hareket ediyor.
Bunun da birkaç ana sebebi var:
Genel itibari ile bütün gruplar Baas karşıtı ve rejimin yıkılması gerektiğini/değişimi savunuyor. Ancak "sistemin bir ürünü olarak aynı sistemin bir parçasını oluşturan" bu hareket /kişilerin ezici çoğunluğu "kendi küçük köylerine ağa olma" peşindeler. Hemen hemen hiçbirinin siyasi projesi yok.
Bu grup/kişilerin bir araya gelmeleri imkansız. Bundan dolayı da yönetim karşısında "muhalefet bloku" değil, "muhalif unsurlar" var. Birçoğunun halk nezdinde tabanının olduğunu söylemek ise güç.
-Yönetimden sarsıntı yaratacak ağırlıkta bir siyasi ayrılık söz konusu olmadı.
Askeri açıdan;
-Silahlı muhaliflerin (sahada savaşanların) belli bir çatısı yok. Her ne kadar ÖSO komutanı Selim İdris gibi isimler vitrine çıkarılmış olsa da gruplar kendi içlerinde bağımsız hareket ediyor. Bu nedenle Selim İdris, ÖSO gibi isimler daha çok medya çalışması gibi duruyor.
- Askeri açıdan bakıldığında bir merkezi ele geçiren ordunun/kuvvetin o merkezde tutunması ve daha sonra başka merkezleri almak üzere ilerlemesi beklenir; ancak Suriye'de böyle bir durum yok. ÖSO'nun Suriye içinde karargahı ve bu karargahtan savaşı yöneten komutan yok. Muhalifler çeşitli gruplar halinde birbirleri ile haberleşme imkanı dahi olmadan hareket ediyor. Bir merkezde çatışma olduğu zaman yakında bile olsa takviyenin ulaşabilmesi çok zor. Bu nedenle, düzenli ordu birliklerine karşı daima küçük gruplar halinde savaşıyorlar. Bunun birkaç bin kişilik saldırılar gibi istisnaları da var tabii. Ancak bu kez de devreye Suriye ordusunun ağır silahları giriyor ve toplu kayıplar veriyorlar.
-Muhalifler içinde birçok grup sanıldığı gibi "devrim ideolojisi" ile savaşmıyor. Gruplar belli bölgeleri ele geçirdiklerinde Şam'ı unutuyor ve o bölgede egemenliklerini ilan edip maddi kaynaklarına el koyuyorlar. Ardından kendileri ile aynı amaç uğruna savaşan grupların bile kendi bölgelerine girmesine izin vermiyorlar. Yani bu gruplar için amaç Şam'a yürüyüp Esad'ı devirmek değil var olan kaotik ortamdan faydalanarak yerel güç sağlamak. Bunun yüzlerce örneği var.
- Nicelik ve nitelik açısından orduyu zayıflatacak ağırlıkta bir ayrılık söz konusu olmadı.
Yukarıdaki etkenlere Suriye ordusunun ezici silah üstünlüğünü de eklemek lazım. Muhaliflerin elinde savaşın kaderini değiştirebilecek stratejik silahlar yok.
Suriye ordusunun füze gücü halen bilinmiyor. Ordu bugüne kadar Scud, Toschka gibi füzelerden kullandı. Ancak bu füzelerden çok daha ağır ve etkili olanların henüz kullanılmadığı belirtiliyor.
Diğer yandan tank gibi zırhlı araçlara sahip olan taraf yine Suriye ordusu. Muhalifler zaman zaman tank ele geçirdiler; ancak bunların çoğu daha sonra Suriye ordusu tarafından imha edildi.
Muhalifler uçak ele geçirip bunları kullanmak ya da radarları körleştirip hava savunma ve saldırılarını etkisiz hale getirmek için de çok çaba harcadılar ancak başarılı olamadılar.
Bugüne dek ele geçirilen havaalanlarının hiçbirisi stratejik değildi. Ya kullanılmıyordu ya da önceden boşaltılmıştı. Menneg, Taftanaz gibi alanlar için devam eden mücadeleye dikkat edelim. Suriye ordusu buraları vermiyor; ancak diğer bazı havaalanları hiç savaşılmadan verilmişti.
Yukarıda zikredilen silah dengesi içinde ise muhalifler uzun bir süre el yapımı havan ve hafif makinalı tüfekler ve Duschka tipi (araçlara yerleştirilen) makinalılarla yetinmek zorunda kaldı. 50 kadar Stinger gönderilmişti; ancak bunların çok azı kullanılabildi. Diğerlerinin ne olduğu, kullanılıp kullanılmayacağı bilinmiyor.
Ordunun savaş stratejisi
Suriye ordusu çatışmalar başladığında;
1-Şehir savaşını bilmiyordu,
2- Muhaliflerin hangi merkezlerde hangi imkanlara sahip olduklarını bilmiyordu,
3-  Birçok bölgede aynı anda savaşmak (savunmaya girmek) zorunda kalmıştı,
4-Gerilla savaşı nedeniyle büyük kayıplar veriyordu. Bu nedenlerle de özellikle uzak bölgelerde savaşamadı ve bu bölgelere girmekte zorlandı.
Şehirlerde durum:
Şam: Muhalifler merkeze girmeyi başaramadılar ve yönetim savaşı kırsal ile sınırlı tutmayı başardı.
Humus: Kuseyr ve Tel Kelah tam olarak ordunun kontrolüne girdi. Kırsal ve merkezde ordu halen etkin durumda. Halidiye bugünlerde yine hareketlenmeye başladı.
Dera: İlk günlerden itibaren çeşitli yoğunlukta mücadeleye sahne oldu. Bugünlerde güçlendiği belirtilen senaryolara göre yeniden çetin bir savaşa sahne olabilir.
Ve Halep: Büyük bir istihbari zaafiyet nedeniyle (sorumlunun infaz edildiği sanılıyor) silahlı muhalifler Halep'e (savaşarak değil; ama) bir şekilde girmeyi başardı. Savaş halen devam ediyor.
Ordu ilerlemeye başladı
Ordunun geçtiğimiz aylarda stratejik merkezleri ele geçirme, bu merkezler arasında lojistiği sağlama ve daha sonra "savunmadan saldırıya geçme" stratejisi içinde hareket ettiği söylenebilir.
Bu durum beklenen daha büyük şeyler öncesi yaşandı. Ordu son birkaç aydır belli bir plan çerçevesinde belli merkezlere yöneldi.
Kuseyr bu merkezlerden en önemlisiydi; çünkü Suriye içindeki savaş bir yana bölge içindeki "direniş eksenini" ilgilendiriyordu. Hizbullah'ın da Kuseyr savaşına müdahil olması bu nedenledir. Hizbullah aslında Suriye ordusu için değil kendisi için savaştı.
Dostları telaşlandıran gelişmeler
Özetleyecek olursak;
-Siyasi açıdan muhalifler yönetimi zayıflatabilecek ya da halk nezdinde yönetime karşı taban oluşturabilecek bir strateji ortaya koyamadılar.
-Suriye ordusu (gelecekle ilgili bazı senaryolar gereğince) savunmadan saldırıya geçince silahlı muhaliflerin askeri olarak gerilemeye başladığı görüldü.
Bunun da kısa özeti şöyle:
-Humus-Bab Amr muhaliflerin elinden alındı.
-Şam kırsalında muhalifler kuşatma altına alındı ve lojistikleri kesildi.
-Şam-Dera hattındaki bazı stratejik merkezler geri alındı.
-Önemli askeri havaalanları tüm saldırılara rağmen verilmedi.
-Kuseyr ve ardından Tel Kelah alınarak muhaliflerin lojistiği kesildi.
Kuseyr'in kontrol altına alınmasından sonra Batı dünyasının açıklamaları sadece Hizbullah'ın buradaki çatışmalara katılması nedeniyle değildi elbette. Kuseyr'in kendinden çok daha büyük bir önemi olduğuna yukarıda değinmiştik. Batı, Kuseyr sonrası Suriye ordusunun Halep'e yöneleceğini çok iyi biliyordu. Nitekim öyle oldu.
Halep'in önemi:
Şam Suriye'nin idari merkezi ancak motor güç Halep. Ülke ekonomisinin çarkları burada dönüyor.
Muhalifler çevresi ile birlikte yaklaşık 6 milyonluk bir kitleyi barındıran Halep'e hakim olarak idari merkeze darbe vurmak istediler. Ülke ekonomisi çökünce yönetim zor durumda kalacaktı. Eğer yönetim, Halep'i tamamen geri alırsa sonuçlar muhalifler ve onları destekleyen ülkeler açısından felaket olacak.
- Ekonominin çarkları tekrar dönmeye başlayacak.
- Muhalifler askeri açıdan büyük darbe yiyecek ve en önemli (Batı-Türkiye üzerinden) lojistik hatları kesilmiş olacak.
-Silahlı militanlar Halep-Türkiye arasına sıkışacak ve burada Türkiye için büyük sorun oluşturacak.
-Ordu, Halep sonrası Deyr Ez Zor, Rakka ve Kürt bölgeleri ve en önemlisi İdlib taraflarına yönelebilecek.
Kısaca, Kuseyr'de Lübnan damarı kesilen muhaliflerin Türkiye damarı da kesilecek.
Geriye Ürdün damarı kalıyor. (ABD'nin son dönemde Ürdün'e yüklenmesini sebebi de bu.)
Acil Doha toplantısı
Suriye muhaliflerinin dostları grubunun lideri ABD, G-8 toplantısında Rusya'yı ikna edemedi. Cenevre için hazırlık yapan Rusya ikna edilebilseydi muhtemelen Cenevre'ye gidilecek ve Esad'ın gidişini garantileyecek bir başlamış olacaktı; ancak Putin bugüne kadar istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü tavrından ödün vermedi ve Rusya "ikna olmadı."
Batı, bunun üzerine doğrudan askeri müdahalede bulunamadığı Suriye'de kendi adına savaşanları silahlandırmaya karar verdi.
Ardından Dostlara acil kodu ile çağrı yapıldı ve Doha toplantısı düzenlendi.
Doha toplantısında alınan silahlandırma kararının iki amacı vardı:
1 – Zaten devam eden silahlandırmanın resmiyete dökülmesi ve Rusya'ya hodri meydan denilmesi,
2 – Kuseyr sonrası büyük moral çöküntüsü yaşayan silahlı muhaliflere moral sağlamak ve muhalif grupları daha düzenli bir şekilde savaşmak için tek çatı altında toplanmaya ikna etmek.
Silahlandırma kararı malumun ilanından başka bir şey değil; ancak nitelik değiştirecek gibi. Bu kez "öldürücü olan" silahlar açıktan gönderilecek.
Diğer yandan Ürdün'de "sabırsız aslan" tatbikatına katılan ABD Özel Kuvvetleri'nden askerlerin bir kısmının Ürdün'de tutulmasına karar verildi.
Suriye Dışişleri Bakanı Velid el-Muallim'in son basın toplantısında "Ürdün kendi halkının çıkarlarına göre hareket etmeli" ve Suriye'nin Amman Büyükelçisinin daha önce sarf ettiği "gerekirse Ürdün'deki ABD unsurlarını hedef alabiliriz" açıklamaları Ürdün tarafından gelebilecek bir girişimin olasılığının ciddi olduğunu gösteriyor. Dera, bu nedenle bugünlerde yine gergin ve yeniden çatışmalar başlayabilir.
Suudi Arabistan eş-Şark gazetesi Ürdün'deki ABD askeri varlığı ve Doha toplantısı silahlandırma kararları sonrası geçtiğimiz günlerde "100 kadar tankın Suriye içine sokulup muhaliflere teslim edildiğini, muhalif unsurların ABD askerlerince eğitildiğini" yazdı. Haber bağımsız kaynaklarca doğrulanamadı. Zaten koskoca tankın gizli şekilde Suriye'ye sokulması da imkansız; ancak bu haber, önümüzdeki günler için sinyal veriyor olabilir mi?
İki merkezde savaş büyüyebilir
Tüm bu gelişmeler içinde iki merkez öne çıkıyor: Dera ve Halep. Bu ikisi içinde ise Batı’yı harekete geçiren şehir Halep oldu.
Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi Suriye ordusu Halep'e yönelik bugüne kadar görülmemiş büyüklükte saldırıya hazırlanıyor.
Geçtiğimiz günlerde Suriye Genelkurmayı "Kuzey Fırtınası" adı verilen operasyonun başlatıldığını açıklamıştı; ancak şu anda devam eden çatışmalar sadece ön hazırlık niteliğinde.
Suriye ordusu topyekun saldırıya başlamış değil. Buna karşılık muhalifler mevzilerini güçlendirmek için var güçleri ile çalışıyor. Bu çalışmalar ise, Batı’nın silahlandırma kararı ile paralel yürüyor.
Batı'nın muhaliflere vereceği silahlar Halep'te (ve diğer yerlerde) dengeyi sağlayabilir mi?
Velid Muallim basın toplantısında "silahlandırmayı arttırdıkça Suriye ordusunun gücünü görecekler" demişti.
Bunun anlamı Halep'teki olası savaşta yeni silahlar göreceğiz demektir. Diğer yandan Muallim silahlandırma kararının tehlikeli olduğunu ve Doha toplantısına katılan herkesin Suriyelilerin akan kanından sorumlu olduğunu ifade etti.
Suriye yönetimi de Halep savaşının çok kanlı olacağını hesaplıyor.
Kaos senaryosu
Son gelişme ise, 47 emekli ABD subayının bir kargo uçağı ile Türkiye üzerinden Suriye'ye sokulduğu haberi.
Bu subayların sofistike iletişim cihazları ile geldiği belirtiliyor.
Suriye ordusu ise, bu subaylar ile ilgili alarma geçmiş durumda. Gelen grubun "çok önemli ve gizli bir operasyona" imza atacağı söyleniyor.
Aylar önce Suriye'de iletişim hatlarının kesildiğine şahit olmuştuk. Bir de hayata geçirilemeyen senaryo vardı: Tüm Suriye TV kanalları bir anda yok olacak ve yerine "yönetim düştü, Esad kaçtı/yakalandı" yayınları yapan kanallar devreye girecekti.
Amerikalılar niye geldi, bilmiyoruz; ama eğer yapabilirlerse önümüzdeki günlerde "iletişim darbesi girişimine" tanık olabiliriz. Bir anda elektrik, internet, cep telefonları vs kesilebilir.
Bir başka senaryo: ABD'liler Suriye ordusunun tüm iletişimini kesip bir anda büyük bir kaos yaratarak birlikler arasındaki koordinasyonu bozabilir.
Tüm bu karmaşa içinde Ürdün tarafındaki birlikler giriş yapmaya çalışabilir.
Ruslar askerlerinin Suriye'de bulunduğu iddialarına karşılık "bizim burada sadece sivil personelimiz var" açıklamasında bulundular. Bu, "sivil personel" muhtemelen bugünlerde Amerikalı subaylar ile ilgileniyordur.

Wednesday, June 26, 2013

Kürt kadınlar neden kendilerini yakıyor?


14 yaşındaki Meryem Nebil, Irak Kürt Yönetimi'nin başkenti Erbil'deki bir hastanenin yanık ünitesinde tedavi görüyor.
Vücudu sargılarla kaplı, canı yanıyor, konuşurken zorlanıyor.
Sızlamalar eşliğinde hastaneye geliş hikayesini anlatıyor.
Ailesi Meryem'in cep telefonunu kontrol ederken erkek arkadaşından gelen mesajları görmüş. Bu olay üzerine Meryem erkek arkadaşından kendisiye evlenmesini istemiş. Ancak erkek arkadaşı onu terk etmiş.
"Ailem, telefonumdaki mesajlarıma bakıp erkek arkadaşım olduğunu öğrendi. Kendimden çok utandım ve ailemin yüzüne bakamadım. Erkek arkadaşımdan benimle evlenmesini istedim. Beni reddetti, ben de bu yüzden kendimi yaktım" diye özetliyor hikayesini.

İki ablasından sonra kendisi de intihara teşebbüs etti

Bu, Meryem'in ikinci intihar girişimi. İlkinde çamaşır suyu içerek kendini öldürmek istemiş. Tedavi olduktan sonra erkek arkadaşının kendisine yardım etmemesi durumunda aynı şeyi tekrar yapacağını söylemiş.
Meryem’in iki ablası Meryem daha küçükken intihar etmiş. Meryem’in ablalarından büyüğü bir tartışma sırasında daha küçük ablasına vurunca annesi de büyük ablaya vurmuş. Bunun üzerine büyük abla kendini yakmış ve hasteneye kaldırılmış. Bu duruma üzülen kardeşiyse evde beklerken üzerine sıcak su dökerek intihara teşebbüs etmiş. İki kız kardeş aynı gün hastanede ölmüşler.
Tedavisi sırasında Meryem'e, yengesi Majide Muhammed eşlik ediyor. Meryem'le aynı mahallede oturan yengesi olay gününden beri onunla birlikte.
Meryem’in intihar ettiği gün daha dün gibi gözlerinin önünde: "Bir çığlık duydum. Kocamla kendimizi dışarı attık. Oraya vardığımızda ateş kontrol altına alınmıştı ama üzerindeki bütün giysiler yanmıştı. Üzerine biraz su döktüm. Hastaneye giderken yol boyunca erkek arkadaşının adını sayıkladı ve Allah'tan af diledi. Kendisini hayatta bıraktığı için Allah'a dua ediyordu."
Odalarından sürekli çığlık ve sızlama seslerinin yükseldiği hastanede Meryem'e benzer hikayeleri olan daha birçok kadın var.

'Kazayla oldu diyorlar ama aslında intihar teşebbüsü'

Yanık tedavisi için bu hastaneye gelen kadınlar yaşananlarla ilgili akrabaları dışındaki kimseyle konuşmak istemiyor.
Doktorlara ise kendilerini kazayla yaktıklarını söylüyorlar.
Ama gerçek farklı gibi görünüyor.
Majide Muhammed, “Buradaki birçok insanlar doktolara soba ya da benzin patlaması sonucu yandıklarını söylüyorlar ama bana kendilerini yaktıklarını anlattılar” diyor.
Yanık ünitesinde görevli doktorlardan Mhamed Nebil, ünitedeki kadınların neredeyse tamamının intihar nedeniyle yandıklarını iddia ediyor.
Nebil, "Bu hastanenin yanık ünitesine ayda yaklaşık 400 kadın geliyor. Onların yüzde 99.9'u intihara teşebbüs etmiş. Çoğu beşinci derece yanıkla buraya geliyor" diye konuşuyor.
Nebil, erkeklerin ve çocukların yanık ünitelerindeki yanık türü ve derecesiyle kadınların ünitesindekilerin tamamen farklı olduğunu söylüyor.

İstatistik tartışması

Konuyla ilgili görüştüğüm Süleymaniyeli gazeteci ve sanatçı Julie Adnan, Erbil dışındaki kentlerdeki hastanelerde de kadınların yaşananları gizlemek için kazayla kendilerini yaktıklarını söylediklerini belirtiyor.
Resmi rakamlara bakılırsa her yıl ortalama bir kaç yüz kadın yanarak ölüyor.
Ancak kadın hakları savunucularına göre gerçek rakamlar daha fazla.
Kürt bölgesinde kadın haklarıyla ilgili bir bakanlık yok. Bu konuyla ilgili çalışmalar Kadın İşleri Yüksek Konseyi tarafından yürütülüyor.
Konsey’in başındaki isim Pakhshan Zangana bir bakan statüsünde algılanıyor.
Konsey’in Erbil’deki merkezinde görüştüğüm Zangana, kendi yakma yoluyla intiharları kabul ediyor ancak bunların oranının kadınların benzer baskılar altında yaşadığı benzer toplumlarda yaşananlardan daha fazla olmadığını söylüyor.
Pakhshan Zangana, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde kadınların hakları için sürekli yeni adımlar atıldığını, kadın haklarıyla ilgili yeni yasal düzenlemeler yapıldığını söylüyor ve kadın intiharlarının da azaldığını belirtiyor.
Bölgede kadın haklarıyla ilgili çalışma yürüten Kadın Haklarını Güçlendirme Derneği Başkanı Suzan Aref’se, yeterli resmi soruşturmalar yürütülmemesi nedeniyle ellerinde doğru rakamlar olmadığını söylüyor: “Yetkililer kadın örgütleriyle çalışmak istemiyorlar. Siyasi partiler de istemiyor. Herşeyi kontrol ediyorlar. Rakamlar aşağı gidiyor deniyor ama bir şeffaflık yok. Çok çalıştıklarını göstermek için yüksek rakamları açıklamak istemiyorlar.”
Aref kendilerinin de yeteri kadar veri toplayamadığını çünkü yaralanan kadınların korktukları için kendilerine konuşmadığını söylüyor.

'Kadınları yakıp intihar süsü veriyorlar'

Kadın İşleri Yüksek Konseyi Başkanı Pakhshan Zangana'ya göre bölgede kadın haklarını geliştirmek yönünde olumlu adımlar atılıyor.
Peki kadınlar neden intihar ediyor?
Zangana, Irak Kürdistan bölgesinin bir dönüşüm yaşadığını, eski dönemin toplumsal yapısının hemen değişmediğini, bu değişim sürecinde zorluklar yaşandığını, bu zorlukların üstesinden gelemeyen kadınların intihar yolunu seçtiğini belirtiyor.
Kadın haklarıyla ilgili çalışmaları bulunan Süleymaniyeli fotoğrafçı ve sanatçı Julie Adnan, “Sorun, Kürt bölgesindeki toplumsal yapı” diyor.
Suzan Aref’se bölgede zorunlu evlilik, erken evlilik, şiddet, eğitim hakkından yoksunluk, çalışmaya izin verilmemesi gibi sorunlar karşısında kadınların yalnız ve sahipsiz kalmasının altını çiziyor: “Kimse kadını desteklemiyor. Toplum ve aile kadını çok ağır şekilde cezalandırıyor. Sorunlarını kendi içine atmak zorunda kalıyor. Birçok durumda herkes onu suçluyor, onu dövüyor. Ailelerimiz çok muhafazakâr. Kadın sorununu kimseyle konuşamıyor, kimseden destek alamıyor ve sonunda canına kıyıyor.”
Aref ayrıca yanarak ölme olaylarının yaklaşık yüzde 90’ının intihar değil cinayet olduğunu iddia ediyor: “Namus cinayetlerine verilen cezalar artırıldı. Bunun üzerine namus cinayetleri farklı yollarla işlenmek isteniyor. Kadınları yaktıkları zaman cinayetle ilgili kantıları ortadan kaldırmış oluyorlar. Bazı olaylardaysa aileler kadınları kendilerini yakarak inithar etmeleri için teşvik ediyorlar.”

Neden kendini yakma yöntemi?

Kadın Haklarını Güçlendirme Derneği Başkanı Suzan Aref, yetkililerin kadın örgütleriyle çalışmadığını söylüyor.
Kadınlar intiharı neden kendini yakma yöntemiyle seçiyor?
Julie Adnan, “Kadınlar en acılı yöntemi seçerek kendilerinin ne kadar acı çektiklerini, kendilerine bunu çektirenlere göstermek istiyorlar” diyor.
Kadın İşleri Yüksek Konseyi Pakshan Zangana, bu konuda şu yorumu yapıyor: “Gündelik hayatlarında en fazla erişebilir olan bir aracı kullanıyor olabilirler. Bazı psikologlar bunun kadınların topluma bir tepkisi olduğunu söylüyor. Kadınlar neden şiddet görüyor? Kadın bedenine sahip olduklarından dolayı. Bazı psikologlara göre kadınlar şu mesajı vermek istiyor: Benim bedenim yüzünden bana acı çektirdiniz. Alın, ben de bu bedeni yakıyorum, ortadan kaldırıyorum.”
Suzan Aref’se bu yolla intihara teşebbüs eden kadınların bu yöntemine dair şöyle konuşuyor: “Bu, bölgede geleneksel bir yöntem. Ateşe ulaşmak kolay. Onların silahı yok ama her evde benzin ve ateş var. Ayrıca medya da hep böyle intihar olduğunu duyuyorlar ve bu yolu seçiyorlar.”
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi son yıllarda ekonomik alandaki büyüyen görüntüsüyle dikkat çekiyor.
Bu değişime paralel olarak daha fazla kadın eğitim görüyor ve çalışma yaşamına katılıyor.
Ama toplumun derinlerinde kadın erkek eşitsizliğinin ve ayrımcılığının sona ermesi süreci uzun ve zorlu olacak gibi görünüyor.

Tuesday, June 25, 2013

ABD’nin ertelenen “aşırı İslamcı kaygısı” ve Suriye

Alptekin DURSUNOĞLU
ABD’nin ertelenen “aşırı İslamcı kaygısı” ve Suriye
ABD’nin de Ahraru’ş- Şam’ı bile ortak olarak kabul ettiği düşünüldüğünde Washington’un Halep’in Kusayr’ın akıbetine uğramaması için “aşırı İslamcı kaygılarını” ertelediği söylenebilir.

Suriye’deki isyancıları destekleyen ABD liderliğindeki Dostlar grubu, 22 Haziran’da Katar’da yaptığı toplantıda silahlı grupların acilen silahlandırılması yönünde karar aldı.
Suriye’deki isyancıların henüz Arap Birliği çözüm girişiminin sürdüğü dönemlerde dahi Türkiye üzerinden silahlandırıldığı[1] düşünüldüğünde Dostlar grubunun Katar’da aldığı acil silahlandırma kararı yeni bir gelişme olarak gözükmeyebilir.
Ancak sürece bütüncül olarak bakıldığında 22 Haziran tarihli Dostlar toplantısının vekalet savaşını sürdürme kararlılığını yansıtması bakımından yeni olmasa bile önemli bir aşamayı başlattığı söylenebilir.
Doha toplantısı ile başlayan yeni aşamanın önemine değinmeden önce bu aşamanın şartlarının hangi gelişmelerle yaratıldığını hatırlamak gerekiyor.
1- İsrail’in joker olarak oyuna sokulması: 2012 yılı sonuna kadar Suriye krizi konusunda açık bir resmi tutum sergilememeye özen gösteren İsrail, 2013 yılının ocak[2] ve mayıs[3] aylarında Suriye’ye doğrudan askeri müdahalede bulunan ilk dış güç oldu.
İsrail’in Suriye oyununa hiçbir ülkenin cesaret edemediği kadar açıkça dahil olması, Suriye konusunda oluşan uluslar arası denge ile ilgiliydi. Dünyada Suriye ölçeğinde oluşan Soğuk Savaş dengesi, BM kararıyla “meşru” bir uluslar arası müdahaleye izin vermiyordu; ABD ve Dostlar grubu ise 2003’te Irak örneğinde olduğu gibi BM’yi bypass ederek Suriye’ye tek taraflı müdahalede bulunamıyordu.
Suriye ordusunun 2012 yılının son aylarından itibaren silahlı grupların lojistik ikmal hatlarını kesen ve sahadaki dengeyi lehine çeviren nitelikli operasyonlarının engellenmesi ve isyancı gruplara hava desteği sağlanması için Suriye ölçekli bu Soğuk Savaş dengesinde herhangi bir kurala bağlı olmayan bir aktörün joker rolüyle oyuna sokulması gerekiyordu.
Amerika, Türkiye, İsrail ve Ürdün arasında aralık ayı başında yapılan bir toplantıyla Suriye’deki kimyasal silahlar gerekçe gösterilerek bir işbirliği kombinasyonu oluşturuldu.[4]    
Başından beri Suriye krizi konusunda açık bir tavır sergilememeye özen gösteren İsrail, aralık ayından itibaren Suriye yönetiminin kimyasal silahlar kullandığını en çok iddia eden taraf haline geldi; 30 Ocak’ta ve 4 Mayıs’ta Suriye ordusuna ait askeri tesisleri ve mühimmat depolarını vurdu.
2- Şam’ın müttefiklerinin jokerleri: Şam’ın müttefiklerinden Rusya’nın S-300’leri oyuna sürmesi ve Hizbullah’ın devreye girmesi, Dostlar grubu adına Libya’daki NATO rolüyle Suriye’ye müdahale etmeye kalkışan İsrail’i oyundan düşürdü.
3- Kusayr yenilgisi: Stratejik öneme sahip Kusayr kentinin Hizbullah’ın desteğiyle kontrol altına alınması ve Lübnan’dan Suriye’ye silah ve militan akışının kesilmesi, hem isyancılar hem de Dostlar grubu açısından büyük bir hezimet oldu.
Çünkü Lübnan sınırında güvenliği sağlayan Suriye ordusunun Türkiye sınırına yöneleceği, dolayısıyla da savaşı kazanabileceği öngörüsü ağırlık kazanmaya başladı.
Amerikan basını Suriye’deki isyancılara silah verilmezse Suriye’de İran’ın kazanacağını[5] vurgularken İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez de Reuters’e verdiği demecinde Suriyeli muhaliflere teslim edilecek silahların bir gün İsrail'e çevrileceği korkusunu gerçekçi bulmadığını belirterek muhaliflerin silahlandırılmasını desteklediğini söyledi.[6]
4- ABD’nin oyuna resmen girmesi ve silahlandırma kararı: Suriyeli muhalifleri siyasi ve ekonomik olarak açıkça desteklemekle birlikte sahadaki isyancı gruplara desteğini “öldürücü olmayan” yardımlarla sınırlı tutan Amerika, daha önce kesin kanıt yok diye reddettiği kimyasal silah iddialarına ikna oldu. Birinci aşamada Suriye yönetiminin muhaliflere karşı kimyasal silah kullandığını belirten Amerika[7], ikinci aşamada da isyancıları silahlandırma kararı aldı.[8]
Suriye’deki isyancıların acilen silahlandırılması yönünde karar alan Doha toplantısını hazırlayan yukarıdaki gelişmeler içerisinde sahayı doğrudan etkilemesi beklenen en önemli yenilik daha önce isyancılara verilen silahlarda koordinatör rolü oynayan Amerika’nın artık kaynak temini sağlayan ülke olarak da devreye girmesi oldu.
ABD, İslamcı grup kaygısını erteledi
Burada dikkat çekici olan diğer bir önemli husus da Amerika’nın daha önce Suriye’deki etkinliklerinden kaygı duyduğu İslamcı gruplarla silah konusunda birlikte çalışmaya başlaması oldu.
Nitekim ABD’nin silahlandırma kararından sonra Şarku’l Evsat gazetesine açıklamada bulunan Özgür Suriye Ordusu’na mensup bir komutan Türkiye üzerinden çok sayıda gelişmiş silahlar aldıklarını açıkladı ve tüm silah depolarının Ahraru’ş- Şam adlı silahlı grubun denetiminde olduğunu ve ABD ile diğer devletlerin de onayı ile silahları dağıtma işinin bu grup tarafından gerçekleştirildiğini söyledi.[9]
Ahraru’ş- Şam grubu, Nusra Cephesi gibi doğrudan el-Kaide bağlantılı bir grup olarak sayılmasa bile geçtiğimiz yılın aralık ayında Antalya’da kurulan Selim İdris başkanlığındaki askeri örgüt içerisinde de yer almıyor.
12 Aralık'ta Fas'ta yapılan Dostlar toplantısından birkaç gün önce kurulan örgütün Antalya’daki kuruluş toplantısına ABD, İngiltere, Fransa, Körfez ülkeleri ve Ürdün'den güvenlik yetkilileri de katılmış,[10] Selim İdris’in başkanlığa seçildiği bu örgüte Sukuru’ş- Şam ve Tevhit Tugayları gibi İslamcı grupların katılmasında sakınca görülmezken, Ahraru’ş- Şam’ın liderlik ettiği İslami Cephe’den hiçbir grup bu örgütte yer almamıştı.
Doha’daki Dostlar toplantısında silahlandırmanın şeklinin ve yönteminin ülkelerin kendine bırakıldığı ve ABD’nin de Ahraru’ş- Şam’ı bile ortak olarak kabul ettiği düşünüldüğünde Washington’un Halep’in Kusayr’ın akıbetine uğramaması için “aşırı İslamcı kaygılarını” ertelediği söylenebilir.
2. Cenevre konferansı ve isyancıların silahlandırılması
ABD ve Rusya’nın Suriye’de siyasi çözüm için Cenevre’de bir uluslar arası konferans düzenlenmesi konusunda anlaşması Suriye’deki iç savaşın aşamalı olarak duracağı yönünde beklenti yaratmıştı.
Ancak Amerika’nın bir yandan Cenevre konferansı ve siyasi çözümden söz ederken diğer yandan isyancı grupları silahlandırması, ABD ve müttefiklerinin Suriye’de barışçı bir çözümden yana olmadıkları kanaatini güçlendirdi.
Amerika’nın Suriye’yi içeriden çökerttiği için sonsuza dek sürdürmekte hiçbir sakınca görmediği bu vekalet savaşındaki tek kaygısının “aşırı İslamcı gruplar” olduğu siyasi çözümü de bunun için yedeğinde tuttuğu belirtiliyor.
Yani, Amerika açısından sadece taktiksel bir değer taşıyan siyasi çözüm, Suriye’yi İran ve Rusya ekseninden koparma stratejisini destekleyici bir araç olarak anlam taşıyor.
Amerika’nın “aşırı İslamcı grup” kaygısını göz ardı ederek isyancıları silahlandırma yönünde karar vermesi, Suriye ordusunun kazanımlarının büyüklüğü konusunda fikir veriyor.
Doha’daki Dostlar toplantısında da isyancıların silahlandırılmasıyla birlikte vurgulanan 2. Cenevre konferansı ve siyasi çözüm, ABD ve müttefikleri açısından tutunulacak son dal olarak görülüyor.
ABD ve müttefikleri, aşırısına ve tonuna bakmadan isyancıları silahlandırarak ve Kusayr’dan itibaren bozulan dengeyi Suriye’nin aleyhine çevirerek Cenevre’de masaya şartlar dayatan taraf olarak oturmak istiyor.    




Monday, June 24, 2013

Salon yalanlarına son verin


Murat KUSEYRİ / Stockholm - Anf
Güncellenme : 24.06.2013 05:22
Çocuk emeği sömürüsüne  karşı uluslararası konferansın üçüncüsü bu yılın 8-10 Ekim tarihlerinde Brezilya’da yapılacak. İsveç’te sendikalar, çocuk ve insan hakları örgütleri, parlamentoda temsil edilen 7 partiyle birlikte konferansa hazırlık amacıyla Stockholm’de bir panel düzenledi. Parlamento Başkanı Per Westerberg, konferansın açılış konuşmasında, yarısı tarım sektöründe olmak üzere üretimde 77 milyonu tehlikeli işlerde, dünyada 215 milyon çocuğun çalıştırıldığını söyledi.
Yoksul aile çocukları
Çok sayıda izleyicinin katıldığı konferansta ILO uzmanlarından Peter Hurst, çocukların çalıştırılmalarının temel nedeninin yoksulluk olduğunu, gelir dağılımının eşitsiz olduğu ülkelerde yoksul aile çocuklarının çalışmak zorunda kaldıklarını söyledi. Dünyadaki  çocuk işçilerin sayısıyla ilgili istatistiklarin yakında açıklanacağını belirten Hurst, 115 milyon çocuğun tehlikeli işlerde çalışmak, fahişelik ve paralı askerlik yapmak zorunda bırakıldıklarını dile getirdi. Çocuk emeği sömürüsünün birçok ülkede, değişik sektörlerde ortaya çıktığını ancak en büyük sorunların tarım sektöründe; pamuk, kakao ve tütün üretiminde görüldüğüne dikkat çekti. Savaş ve çatışmaların çocuklar için yeni sömürü biçimlerini ortaya çıkardığını dile getiren Hurst, Suriye’de süren savaşı örnek olarak gösterdi. Birçok ülkede aileleri çalıştığı halde evin geçimini sağlayamadıkları için çocukların çalışmak zorunda kaldığını söyleyen Hurst, ücretlerin yükseltilmesi ve iş güvencesinin sağlanabilmesi için güçlü sendikalara ihtiyaç bulunduğunu kaydetti.

Güzel sözler lafta kalıyor
Pakistan’da çocukların sömürülmesine karşı BLLF (Köle İşçileri Özgürleştirme Cephesi) adlı örgütü kuran ve işverenler tarafından ölümle tehdit edildiği için yıllar önce İsveç’e iltica eden “Global March against Child Labour” adlı örgütün kurucusu ve Başkanı Ehsan Ullah Khan, batılı ülkelerde kullanılan tekstil, ağaç ve eloktronik ürünlerinde çocuk emeği olduğunun devleti yönetenler ve çocuk örgütleri tarafından bilindiğini belirttikten sonra elindeki telefonu göstererek batılılara şunları söyledi: “Sizler bu telefonda çocuk emeği sömürüsü olduğunu biliyorsunuz. Onyıllardır çocuk emeği sömürüsüne karşı mücadele ediyor ve yapılan konferanslara katılıyorum. Parlamentoda, salonlarda güzel sözler söylüyorsunuz. Ancak tüm bunlar sadece lafta kalıyor. Pratikte bunu engellemek için hiçbir şey yapmıyorsunuz. Çocuk emeği sömürüsü tüm hızıyla sürüyor. Artık buna son vermenin ve gerçekten adımlar atmanın ve önlemler almanın zamanı.” Khan’ın bu sözleri salonda bazı dinleyicilerin hoşuna gitmedi.

Friday, June 21, 2013

Türkiye demokratikleşmeye muhtaç!

Türkiye AKP'ye mecbur değil ama acilen demokratikleşme yönünde somut adımların atılmasına muhtaçtır!
Türkiye demokratikleşmeye muhtaç!
Taksim’den başlayıp İstanbul’un diğer semtlerine ve Türkiye ’nin pek çok iline yayılan ( AKP , 28 Şubat’ın yarattığı tarihsel hafıza, içinden geçtiğimiz hassas dönem, kendi politikalarının gücüne olan inanç, % 50 oy oranının sahibi olmanın verdiği iktidar sarhoşluğu ve içine düştüğü çıkışsızlık gibi nedenlerle görmek istemese de) bir halk ayaklanmasıdır. Aslında Ergenekon gibi bir oluşumun aldığı darbe, Türkiye’de örgütlü solun muhalefet gücünün zaafiyeti hatırlanınca ve bu işin barış sürecine olumlu yansıyabileceğinin emareleri alındıkça bu yöndeki şüpheler dağılsa da, AKP biraz da politik açmazlar nedeniyle inat ve ısrarla geri adım atmamayı ve bunu bir komplo teorisine bağlamayı yeğliyor. Ürettiği komplo teorileri kadar, AKP’nin dezenformasyon yayarak kamuoyuna ulaşma çabası, onun bu siyasi krizle mücadelesindeki sınırları da gösteriyor.  
Otoriter popülizm 
Sürecin bu noktaya nasıl ulaştığına dönük bir analiz, AKP’nin liderliğini yaptığı neo-liberal rejimin sınırlarını açığa çıkarıyor. AKP, 1980’lerin başından beri gelişen bir yeni-sağ ideolojinin daha İslamcı-muhafazakâr bir versiyonudur. ANAP döneminde ‘otoriter popülizm’ olarak adlandırılan bir rejim biçimi, bazılarınca bugün ‘otoriter demokrasi’ veya ‘totaliter demokrasi’ kavramlarıyla tanımlanmaktadır. AKP dönemi geçmiş rejimin kalıntılarını ortan kaldırıp yeni bir yapılanma gerçekleştirebilmiş olması bakımındansa farklıdır. Esasen bir araya gelemez gibi duran kavramların eklektik bir ilişkisine dayanan bu rejim, stratejik güç mücadelesi temelinde, tepeden bazı demokratikleşme adımlarını atmaya açıktır. Ama burada demokrasi teknik-seçimlerle ilgili bir meseleye indirgenmekte, toplumsalın siyasete katılımı bakımındansa antipolitik bir tutumla ilişkilenmektedir. Bu eklektik haliyle ucubeye benzeyen bir ‘iki ulus’ projesidir. Karşıtlıklar üreten ve bu karşıtlıklar temelinde kendi politik stratejisini meşrulaştıran ve bu meşruluktan güç alarak bazı grupları marjinalize eden, yasaklamak yerine düzenleyerek toplumsal yaşam alanlarını dışlayıcı kılan ve dışarıda kalanları ‘çapulcular’, ‘feministler’, ‘sapkınlar’, ‘marjinaller’ olarak damgalayarak gayri meşru kılmaya dayanan ve tam bu noktada şiddete başvuran bir politik stratejisi vardır. Böylesi dışlayıcı-otoriter  bir rejimin mağdurlarının az olması beklenemez.
Geçmişteki toplumsal uzlaşmaya dayalı ‘sosyal adalet ve demokrasi’ projesine dönük arayış, yerini cemaatçi dayanışma ve cemaat kültürüne yaslanan, dini-ahlaki temelde bir ulus tanımlayan ve bunun ötekisini üreterek kendisini güçlendiren ‘iki ulus projesi’ne bırakmıştır. Burada esas olan, toplumsal kutuplaşmayı, gerilimi, çatışmayı önce yaratıp sonra yönetmektir. Bu da toplumsal sorunları teknik meselelere indirgeyen ve bunları uzman yöntemlerle çözmeyi hedefleyen bir anlayışla yapılmaktadır. 
Bu temelde özellikle son genel seçim sonrası atılan adımlara bakıldığında dışarıda bırakılanların öfkesinin birikerek geldiğini görmek mümkündür. Bu dönemde Sünni İslam anlayışı temelinde ahlakçı = düzenleyici = dışlayıcı = otoriter tavırların artması kadar, barışın yarattığı zeminden de söz etmek gerekir. 
Türkiye, son on yıldır (hatta son otuz yıldır) neoliberal rejimle geleneksel güçler arasındaki güç mücadelesi temelinde ve neoliberal rejimin sınırlarına çarpa çarpa demokratikleşmeye zorlandı. Bu kör topal ilerleyen demokratikleşme süreci, kapitalist piyasa ekonomisinin, küresel iktisadi ve siyasal dengelerin yarattığı koşulların izin verdiği ölçüde olsa da hep mücadeleyi gerektirdi. Bu demokratikleşme zeminini genişleten ise herkesten önce Kürtler oldu. Bunun dışında örgütlü sivil toplum da -sınırlı da olsa- özgürlükçü duyarlılığın taşıyıcısı oldu. Tüm bu etmenlerin itici gücüyle girilen barış sürecinin yarattığı zemin göz önüne alındığında; bugün ayaklananlar, Türkiye’nin yeniden yapılanması ve inşası anlamına gelen ‘Barış Süreci’nin dışında kalan kesimlerdir. 

Temsil krizi 
Bütün bunların yanı sıra ortada bir temsil krizi söz konusudur. Çünkü ayaklanan kesimleri ne CHP ne diğer örgütlü sol kesimler ne sendikalar, ne kadın örgütleri ne de gençlik örgütleri tam olarak temsil etmektedirler. Bu örgütsüzlük hali bir sürü farklı talebin eklemlenmesine olanak tanıdığı ve yeni mecralar bulduğu ölçüde yaratıcı, ama bir o kadar parçalı ve belirsizlikler taşır nitelikte görünmektedir. Gördüğümüz Alevilerin, kadınların, gençlerin ve son yirmi yıl içinde eski konumlarını yitirmiş ve yoksullaşmaya itilmiş geleneksel orta sınıfların biriken öfkesinin patlamasıdır. Buna sol örgütlenmelerden sendikalara kadar uzanan kesimler ise daha sonra, Gezi direnişinin ilerleyen günlerinde eklendi. Ahmet İnsel’in Türkiye Toplumunun Bunalımı’nda Türkiye toplumunun ‘içe patlama eğiliminde olduğu’ tespiti, son otuz yılda önce Kürtler, şimdi de Türkler için geçerliliğini yitirdi gibi gözüküyor.
Her şeyden önce kendilerini barış sürecinin ve toplumsal yeniden yapılanma sürecinin dışında hisseden ve “Bu hükümetle barış olmaz” diyenlere kulak vermek, barış sürecini toplumsallaştırmak açısından son derece önemlidir. Türkiye’nin çoğunluğa değil çokluğa ve farklılığa dayanan yeni bir kamusallık ve demokrasi mücadelesi yaratmasının elzem olduğu görülmelidir. Yukarıda sözü edilen temsil krizinde sol muhalefet de en az AKP kadar, belki de ondan fazla sınıfta kalmıştır.
AKP rejimine veya herhangi bir neoliberal rejime karşı muhalefeti doğru kurmak gerekir. Karşımızda melez bir rejim vardır. Yasakçı olduğu kadar düzenleyici, mikro olduğu kadar makro, ikna yöntemleri kadar zor yöntemlerini kullanan ve meşruiyeti hiçe saymayan ama salt ona dayanmayan bir rejimdir bu. AKP bir diktatörlük değildir; sadece gücü giderek artan hegemonik ve fakat otoriter bir rejimdir.
Bütün bunlar dikkate alındığında AKP’nin yaptığına benzer bir toplumsal kamplaşma stratejisinden hareket etmek, yapılacak en büyük hata olacaktır. Bunun yerine, muhalefet ortak meşru siyasal ve toplumsal talepler üzerinden adım adım gelişecek bir süreci örmeyi önüne koymak zorundadır. 
Evet, Türkiye AKP’ye mecbur değil ama acilen demokratikleşme yönünde somut adımların atılmasına muhtaçtır!
* Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi

Thursday, June 20, 2013

Istanbul Uprising



The Flip-side of the Anti-Capitalist Coin

by ALI BEKTAS
It seemed as if the world had entered the age of the austerity riots. And then Istanbul erupted. Let there be no mistake, Istanbul cannot be lumped in with Athens, Barcelona, Lisbon or New York. What is happening in Turkey is the flip-side of the anti-capitalist coin. It is an uprising against development. It is a street battle for cities that belong to people and not capital. It is resistance against an authoritarian regime emboldened by an economic boom. What we are seeing unfolding in the streets of Istanbul is a convergence between Turkey’s small but growing anti-authoritarian left who has been organizing various campaigns of social relevance in the past years and a large section of the urban population loyal to the Kemalist ideals of modernism, secularism and nationalism. This being said, the situation in Turkey is extremely complex and necessitates an understanding of many different political situations that have been developing over the past decade.
Taksim
As many may already know, the origin of the current uprising stems from the proposed development of a park near Taksim Square, at the heart of Istanbul. The development of Gezi Park is only one part of a massive urban renewal project the Turkish prime minister, Recep Tayyip Erdoğan, has put forth for the city and country as a whole. It Includes gentrifying schemes for the cities poorest neighborhoods such as Tarlabaşı, the construction of a third bridge to connect the two continents that Istanbul spans and even a massive plan to open up a third channel connecting the Black Sea to the Marmara Sea, to facilitate containerized shipping, which has been referred to as Erdoğan’s “crazy project”. The neighborhood of Taksim is where a great number of city development projects are happening and where there is a rich tradition of rebellion and protest. To put things into context it is useful to look at the significance of Taksim Square as a point of rebellion and convergence.
On May 1st 1977, half a million workers and revolutionaries flooded Taksim Square for one of the most epic demonstrations to date. This demonstration came six years after a bloody coup wherein three Turkish student revolutionaries, accused of being enemies of the state, were hung by a military tribunal. Their memory immortalized, the Turkish left picked up from where the executed revolutionaries had left off plunging into the seventies with force and multiplying in numbers. During that year’s demonstrations, 34 people were killed in the square by what is believed to be paramilitary gunmen on roofs as well as during the ensuing panic. In addition to being the gateway to Beyoğlu, the most culturally vibrant part of the Istanbul, with probably more bars and cafes per square meter than any other city in Europe, Taksim Square has also carried this particular tragic memory since the 1977 massacre.
The riots that have taken place most Maydays in Istanbul over the past seven years have all centered around protesters attempting to reach Taksim Square. The first of these clashes was in 2007 when the Turkish Left wanted to commemorate the massacre on its 30th anniversary. The state prevented this and far-left militants fought back in the streets with molotov cocktails and rocks. The situation was the same up until 2011, two years ago when the government finally realized its mistake and allowed the left to have the square for the day.
But things have developed since two years ago, and Recep Tayyip Erdoğan’s AKP government decided to introduce their massive urban renewal project for Istanbul which also included a re-visioning of the square. Under the rhetoric of making the square a pedestrian zone, the Erdoğan government (which is also in charge of the municipality of Istanbul) adopted plans, without any input from residents, to dismantle large swathes of Taksim to construct various shopping malls and development projects for the rich. The battle over holding demonstrations in Taksim on Mayday resumed this year as the state decided to use the redevelopment of the square as an excuse to prevent protests from taking place. Gezi Park, the focal point of the current rebellion is being slated for demolition to make way for the construction of a replica Ottoman-era army barracks, Topçu Kışlası, that will most likely be used for commercial purposes. It is not a coincidence for the AKP government, with its roots in Islam, that the original barracks were the site of a major Islamic uprising in 1909. This comes in addition to a decision to name the third bridge after Sultan Yavuz Selim, infamous for the mass-murders of the Alevite population of Anatolia.
Those who have been defending Gezi Park have been at it for a long time. In addition to large trade-unions, many participants come from a relatively newer independent left, with younger generations embracing more anti-authoritarian ecological tendencies with an emphasis on “right to the city” kind of activism. They all converge under the grouping of the Taksim Solidarity Platform, which focuses on preventing the transformation of the city into an even more elaborate capitalist playground built upon public space. This was not their first campaign against urban renewal. Two months ago clashes broke out between filmmakers who were trying to save a famed turkish cinema, Emek, from becoming yet another shopping mall and police who deployed pepper spray and water cannons. It is also important to note that some of the main protagonists who are involved in the fight for Gezi Park are also those behind immigrant solidarity demonstrations and actions such as providing free meals for migrants or organizing demonstrations in front of immigrant detention centers in Istanbul.
The fight to save Gezi Park was not in the public consciousness of Turkey until the police raided it two mornings in a row on May 29th and 30th. Outrage at the brutality of the police was the spark which lit the whole country on fire and transformed the struggle into a nation-wide rebellion against the current government.
Neoliberal  Islam
The ruling AKP (Justice and Development Party) should be contextualized within the transforming geopolitical landscape of the Middle East. They have strong roots in political Islam and continue the tradition of other political parties from the 1990s that had been suppressed by the military, sometimes while in power. In fact Erdoğan himself previously has been imprisoned for inciting the public to “Islamic sedition.” The stated aspiration of Erdoğan and his cadre is that of “The Neo-Ottoman Project” which aims to make Turkey the economic and political powerhouse of the Middle East and North Africa. Erdoğan’s  political power-plays in Syria and Libya must be contextualized within these aspirations.
Unlike the European Union or western states, Turkey has seen a massive economic boom (with annual growth rates of almost 10%) in the recent years. Even though both the trade deficit and real unemployment is running high and massive privatization is selling off what is left in the hands of the public, the crisis is being contained in Turkey and the current government is riding high on this situation.  This is perhaps what sets the revolt of Istanbul apart. This is a revolt against boom-time development, destructive urban renewal projects and the hyper-modernization of cities. The Istanbul uprising illustrates the opposite pole in the ongoing fight against capitalism, and complements the struggles against austerity of recent years.
Turkey was one of the prime targets of the neoliberal restructuring of the 1980s, during which then prime minister Turgut Özal facilitated massive privatization schemes targeting its factories, mines and the overall infrastructure of the country. The AKP government, and Erdoğan in particular was successful in bringing that neoliberal regime into the 21st century, shrouded by an Islamist populism. In addition, he successfully promoted Turkish firms with Islamic bases, as a neoliberal force in the global marketplace. This can be most notably seen in Northern Iraq where the major source of capital is in fact Turkish. We should remember that the Turkish model has been proposed by western powers as a possible way out of the uprisings that marked the Arab Spring. Thanks to those fighting during the past days in the streets of Turkey that neoliberal Islamic model has now been thrown into serious question.
Ergenekon and the Kurdish Struggle
Erdoğan’s aspirations have not been totally uncontested and there have been various threats against his regime, notably from a cadre of generals and intellectuals who see themselves as defenders of the Turkish secular nation-state and who have sent various warning signals to Erdoğan in recent years . The most significant counter-reaction from Erdoğan came when he launched a multi-city police operation against dozens of members of the military, intellectuals and public figures with allegations of organizing a coup against his government. These police operations, and resulting criminal cases against the conspiracy known as Ergenekon are ongoing. It is imperative to realize the significance of these arrests and resulting court proceedings. Unprecedented for a nation brought up on successive military coups, the arrests and trials of high ranking military officials and others were met with rallies and demos around Turkey as huge crowds embroiled by the ascent of the AKP defended the secular old-guard elite. These arrests and imprisonments are also why there still has not been a response to the current situation from the the Turkish military, traditionally a major player in Turkish politics. The proliferation of the Turkish nationalist sentiment in the current uprising is a direct consequence of the past years’ so-called “flag-demos” or “Rallies for the Republic” that the nationalist center-left parties have been staging against the AKP government. At this current moment of the rebellion we are witnessing the opportunism of these opposition political forces as they try to exert influence over what has so far been a true people’s uprising.
Any analysis of the Turkish uprising must consider the relationship with the Kurdish movement for liberation. The center-point of Turkish politics for the past two decades has undoubtedly been the Kurdish guerrilla warfare for autonomy launched by the PKK in 1978. Over the past months, Erdoğan has effectively brokered a peace deal with the leader of the PKK, Abdullah Öcalan, who has been in a Turkish island-prison since 1999. Erdoğan is attempting to position himself as the leader who solved the most pressing issue in the country. This has not only led him to assume a carte-blanche in Turkish politics (his regime has brutally oppressed and imprisoned various leftists and other opposition figures in recent years) but also to portray himself as a peacemaker between two ethnicities. The recently re-energized convergence of a large segment of the Turkish Left with the Kurdish movement has become more fragile due to the deal making conducted by Erdoğan as people are suspicious of how the peace process plays into his neo-ottoman ideas.
This is perhaps one of the biggest questions of the moment: how will the movement in the streets congeal and what kind of relationship will it have with the Kurdish struggle? The great majority of those who initiated the occupation of Gezi Park and who have been fighting Erdoğan’s vision of developing Istanbul are in full solidarity with the Kurdish people. But the masses that have flooded the streets with the Turkish flags are a different story. At best, they are critical of Erdoğan using the Kurdish peace process to strengthen his hold on power and at worst, they are blatant racists who see Kurds as terrorists. Despite this danger, recent developments in the street are promising. People are reporting witnessing both Turkish flags and flags with Öcalan’s portrait being displayed together or the intertwining of chants that both emphasize the fraternity between different ethnicities and ones celebrating the national identity of Turkey.
Creeping Social Conservatism
The uprising against Erdoğan is fueled by a creeping Islamic conservatism pushed by the AKP in order to cultivate its base. These conservative policies have manifested in various realms such as cutting access to abortions and birth control, tighter control of the internet and communication, restrictions and taxes on alcohol consumption and the state-sponsored amplification of Islamic holidays. These policies have been met with demonstrations of thousands in the same streets where the rebellion is centered and have been the predecessors for the current malcontent.
Erdoğan’s personal style as a prime minister, is a major factor influencing the visceral anger witnessed in the streets. In almost every public speech, whether it be at a political rally or a TV interview, Erdoğan attacks, threatens and is condescending towards every social-political segment except his own. This ranges from blatant insults to dismissals with the rabid tones of a mad-dog politician. His latest statements during the uprising were exemplary and only add fuel to the fire for those in the streets who he arrogantly characterized as “a handful of marauders and extremists.”
The crucial link between the conservative cultural policy of AKP and its economic neoliberal policy must be revealed so that the Kemalist middle class who is heavily participating in the uprising realizes that they cannot push back cultural conservatism without challenging the economic policies. If successful, this would win over the poorer classes currently more inclined to support the AKP on a cultural basis.
The first days of this people’s uprising have been totally spontaneous and outside the control of any political parties. All of the contradictions, for example between radical leftists and Turkish nationalists, were momentarily put aside to fight the police and build barricades to hold the squares and boulevards of Istanbul. What remains to be seen is whether or not large-scale public spaces such as Gezi Park and Taksim Square will provide the venue for these contradictions to come into revolutionary dialogue and construct an unstoppable movement in Turkey.
Ali Bektas can be reached at: ali@riseup.net.

Monday, June 17, 2013

Nasrullah: Öfkelerini anlıyoruz; çünkü güç dengesi değişti


Nasrullah: Öfkelerini anlıyoruz; çünkü güç dengesi değişti
Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, Gaziler Günü münasebetiyle bir konuşma yaptı.


YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah’ın el-Menar ve el-Alem televizyonları tarafından canlı yayımlanan konuşmasının bölgesel gelişmelerle ilgili kısımlarının geniş bir özetini sunuyoruz.
Direniş, en başından beri gerekli ileri görüşlülüğe sahipti. İsrail işgalciliği karşısındaki sessizliğin sonuçlarının ve ABD’nin emperyalist projeleri ile birlikte yaşamanın tehlikelerini 1982’den beri biliyordu. Bu basiret, bu projeye karşı savaşmayı beraberinde getirdi. Halbuki o dönemde de İran ve Suriye’den başka tüm Araplar, zillet ve aşağılanmışlık içindeydi.
Direniş, fedakarlıklarla Lübnan’ı özgürlüğe kavuşturdu. Lübnan’ın özgürlüğü ve onuru, suları ve doğal kaynakları bu fedakarlıklar sayesinde elde edildi.
Direniş olmasaydı, ülkemiz ve kaynaklarımız sömürge olacak ve tıpkı Batı Şeria gibi, sudan bile mahrum olacaktı.
Lübnan milli kalmalıdır, uşak olmamalıdır. Bu sorumluluk tüm bürokrasiye, aydınlara, sanatçılara, düşünürlere, tüm Lübnanlılar aittir.
Şu an tarihi tahrif etmeyi amaçlayan çok yoğun bir medya saldırısıyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Biz bu ülkenin bir parçasıyız, biz büyük fedakarlıklara katlanan Lübnan halkının bir parçasıyız. Bu yolda en sevdiklerimizi kurban verdik. Elbette kimseden bir minnet veya şükran beklemiyoruz. Bunları dinimiz için, ahretimiz için, ülkemiz için, kutsallarımız için yaptık.
Bu bir projeler savaşıdır
Şu an bölgeye saldırı projesi Suriye’de gerçekleşiyor. Amerika, Avrupa, birçok Arap ülkesi, Körfez ülkesi, bunun bütçesini temin ediyor. Medyada insanlar, yazılar yazıp küfretmeye hazırlar, şu anki ortam bir korkutma ortamı. Gerçekleri açıklamak isteyen birinin tutumuyla ilgili binlerce hesap yapması gerekiyor, özellikle de katliamlar yapılması için birçok fetvaların yayımlandığı bu ortamda…
Kimi insanlar da siyasi tutumlarını açıklayarak katliam, tekfir ve tecavüz fetvalarıyla mücadele ediyor. Bazı bölgelerde, siyasi tutumlarından dolayı cezalandırılıyorlar. Birçok şerefli Sünni alim veya gazeteci tavırları sebebiyle saldırılara maruz kalıyor.
Şeyh Mahir Hammud’a yönelik saldırı, basite alınacak bir saldırı değildi, Allah onu korudu. Onun bir duruşu var, bana birçok mektup yazdı ve nasihatlerde de bulundu.
İran konsolosluğunun önünde olan olaylarda bir kişi mazlum bir şekilde öldürüldü, bu olay iyi incelenmeli kimsenin hakkı zayi edilmemelidir. Kuşkusuz bu olay bütünüyle reddedilmelidir.
Suriye ile ilgili gelişmelere ilişkin görüşlerimizi ve tutumumuzu açıklıyoruz, tekfire ve hakaretlere uğruyoruz.
Biz İsrail’le savaşırken tüm dünya İsrail’in yanındaydı; sayıca çok az olmamız bizim korkmamıza neden olmadı. Şüpheye, tereddüde düşmedik, teslim olmadık. Şuanki şartlarımız daha iyi en azından dünyanın yarısı bizden yana, halbuki Temmuz Savaşı’nda yalnızca İran ve Suriye yanımızdaydı.
Beka’daki güvenlik sorunları
Lübnan’da birilerinin ateş açılması, birilerinin kaçırılması, öteden beri olan şeylerdir. Bu tür olaylar hiçbir şekilde kesinlikle doğru değildir; ancak şu anki şartlarda meselenin siyasi veya partisel boyutlar kazanmaması için herkesi sabra davet ediyorum.
Kutlama amacıyla veya şehit cenazeleri törenlerinde havaya ateş açılması insanları korkutuyor, tedirgin ediyor. Bu haramdır, Hizbullah, silahının bu şekilde kullanılmasını kabul edemez. Eğer birisi bu şekilde ateş açar ve birine zarar verirse sorumludur.
Beka’daki olaylarla ilgili olarak şunu söylemek gerekir ki Hermel’deki durum hassastır ve dikkat edilmesi gerekir. Suriye ordusu Arsal’ı bombalıyor, bazıları buna reaksiyon gösteriyor, bazıları ise herhangi bir tavır göstermiyor. Hassas olan durum, dilden dile dolaşan söylentilerdir. Şii bölgeleriyle çevrili Sünni Arsal bölgesinden Hermel’e füze atıldığı söyleniyor. Birileri bu söylentiler üzerine gidip meseleyi orada halledin diyor. Sizden biriniz Arsal’da öldürülürse hiçbir araştırma veya delil olmaksızın Hizbullah suçlanıyor.
Biz Beka’daki kardeşlerimizden haberlerin doğruluğundan emin olmalarını istiyoruz. Sar’eyn, Baalbek veya hermel’e atılan füzelerin kaynağı Arsal değildi. Bu füzeler Suriye’deki silahlı gruplar tarafından atıldı ve inşallah biz bunlara bir çözüm yolu bulacağız.
Beka’da Şii Sünni çatışması çıkarmak için yoğun bir medya ve istihbarat faaliyeti var. Bunlar iki mezhebe mensup olan tarafların siyasi ihtilaflarını istismar istiyorlar. Halbuki hepimiz aynı dinin evlatlarıyız. Hizbullah bölgede her türlü fitnenin yolunu kapatmak için haykırıyor.
Suriye’nin Kusayr kentindeki bazı gençler bir camiye üzerine “Ya Hüseyin” yazan bir bayrak dikmişlerdi. Birçok Arap medyası bundan hareketle bir sürü dedikodu yaydılar. Arap medyası bu gençlerin Hizbullah’a bağlı olduğunu caminin adının da Ömer bin Hattab camisi olduğunu iddia ettiler.      
Halbuki bu iddialar doğru değildi, yayımlanan haberlerin yalan olması bir yana bu medya organlarında çalışanlar Kusayr halkının bir bölümünün Şii olduğunu dahi bilmiyor. Kusayr halkının bir bölümü Şii’dir ve İmam Hasan el-Mücteba adlı bir de camileri var. Üzerine “Ya Hüseyin” yazan bayrak bu caminin üzerine dikildi.
Halife Ömer bin Hattab Camii bu caminin birkaç kilometre ötesindedir. Tüm gerçeğin açığa çıkması için yakında bununla ilgili videoları da yayımlayacağız.
El-Cezire televizyonu, yayımladığı “İyi bilin” adlı bir programda bu tür yayınlar yapıyor. Neyi iyi bilin? Yalanı, hileyi, saptırmayı mı? İmam Hüseyin sadece Şii’lere mi ait? O, tüm Müslümanlara ait.
Suriye’deki olayları bir mezhep savaşına dönüştürmek isteyenler zayıf kişilerdir. Bu krizin bir mezhep çekişmesine dönüşmemesi için çalışmalıyız. Suriye’de yaşanan en kötü olay mezhebi çekişmedir. Ama Suriye’deki çekişme mezhebi değildir, terörist saldırıyla şehit edilen şeyh Buti, Şii değildi.
Suriye'de mezhep savaşı değil, projeler savaşı var
Son dönemde Suriye’yi hedef alan komploya karşı koymak için sahaya inmeye karar verdik. Bu, bir anda verilmiş bir karar değildi. Başından beri bu komplo ve bunun Lübnan’a, bölgeye, Filistin’e, Suriye’ye, Müslümanlara, Hıristiyanlara Şii’lere, Sünnilere, tüm halka özellikle de Sünnilere yönelik etkileri bizim tarafımızdan biliniyordu.
Birilerinin bu çatışmalara girdiğine izleyerek tanık oluyorduk. Halkla yönetim meselesi çok uzun bir süre önce sona ermişti. Devlete karşı olanlarla devletten yana olanlar şeklinde bir ayrım söz konusu. Suriye halkının bir kısmı devletten yana ve biz de bu taraftayız, bir kısmı ise devlete karşı. Biz Suriye’de reformların yapılmasından yanayız ve Suriye’nin yok edilmesine karşıyız ve Suriye’den yanayız.
Bazı haberlerde 100 bin savaşçının Suriye’ye girdiği söyleniyor. Hiçbir seçimin yapılmadığı bazı Arap ve İslam ülkelerinin insan haklarından yana olduğu konusu ikna edici olabilir mi?
Muhaliflerin silahlandırılması meselesi bir yalandan başka bir şey değil; çünkü bu, uzun zamandır başlamıştı. Suriye’de yönetimi devirmek adına halkı öldürmekten çekinmeyen insanlar var.
Biz Suriye’ye müdahil olan son grubuz. Bizden önce Mustakbel grubu (Sa’d Hariri’nin Partisi) ve ismini zikretmek istemediğim daha birçok Lübnanlı grup Suriye’ye müdahale etti.
Biz, muhaliflerden yana müdahil olsaydık bizim bu müdahalemizi alkışlamazlar mıydı? Bunu mübarek ve akıllıca bir müdahale olarak nitelemezler miydi? Biz o zaman gerçek Hizbullah olmaz mıydık? Bayraklarımız bazı Arap ülkelerinde dalgalanmaz mıydı? Haber kanalları bizden övgüyle söz etmez miydi? O halde mesele Suriye’ye müdahale meselesi değil.        
Bu uluslar arası saldırıya karşı Suriye Arap ordusu muhtelif cephelerde mücadele ediyor. Biz bu komplo karşısında sadece, yalnızca Suriye’nin düşmesini değil, tüm bölgenin düşmesini isteyen bir cephedeki sorumluluğu üstlendik. Bu, Amerikalıların, İsrail’in ve tekfircilerin komplosudur.
Bu müdahalemiz Suriye’nin iyiliklerine verdiğimiz bir cevaptan ibaret değildi. Biz, katılımımızda ciddiydik ve bunu saklamadık, katılımımızı açıkça ilan ettik.
Biz gençlerimizi Suriye’ye savaş için gönderip sonra da onları battaniye ve süt dağıtmaları için gönderdik demedik. Onlar orada öldüklerinde de onları Suriye’de defnedip ailelerini teselli etmeye çalışmadık. Biz asla bu tür adımlar atmadık.
Bizim tutumumuz açık ve biz buna bağlıyız. 25 Mayıs’tan sonra basın veya internet yoluyla bizi kınamayan kalmadı.
Biz, Arap ülkelerinin terörist örgütler listesine sahip olduğunu bilmiyorduk. Biz, Amerika’nın terör örgütleri listesine giren ilk örgüt olmakla iftihar ediyorduk, şimdi Avrupalılar da bizi terör örgütü listesine almanın yollarını arıyor.
Körfez ülkelerinde hiçbir Hizbullah bağlısı olmadı. Zaten Hizbullah’a bağlı hiç kimseye Körfez ülkelerinde ikamet verilmiyor. Bizim Körfez ülkelerine yönelik herhangi bir projemiz yok; ama aldığımız kararların tüm sonuçlarını kabul etmeye de hazırız.
Bize çeşitli şekillerde saldırılar oluyor. Saldırıları ve tehditleriyle bizim tutumumuzu değiştirebileceklerini düşünenler sadece kuruntuya kapılıyor. Bu tür saldırılar bizim kararlılığımız daha da arttırıyor.
Arap ülkelerinin öfke ve gazabını anlayışla karşılamak gerekiyor. Çünkü onlar bu projeye büyük yatırım yaptılar, şartlar koydular, büyük masraflara girdiler; ama şimdi projelerinin çökmeye başladığını görüyorlar. Güç dengesinin değiştiğini fark ediyorlar. O halde onlara anlayış göstermeliyiz, durumlarını anlamalıyız.
Suriye’deki çatışmalar bir mezhep savaşı, bir Şii-Sünni savaşı değildir. Bu çatışmayı bir mezhep savaşı olarak nitelemek zayıflıktır. Biz, bu savaşın bir mezhep savaşına dönüşmemesi için her türlü çabayı göstermeliyiz.
Ben, bazı Şii’lerin bize muhalif olmasından memnunum; çünkü bu, çatışmaların bir Şii-Sünni çatışması olmadığının ispatıdır.
Terör, katliam veya saptırma, bizim tutumumuzu değiştirmez, Kusayr’ın kontrol alınmasından önce de sonra da tutumumuz değişmedi. Bizim Suriye konusundaki tutumumuz en başından beri ortaya koyduğumuz tutumdur.
Sorumluluk üstlendik ve bunu sonuna kadar sürdüreceğiz.

Sunday, June 16, 2013

Turkey protests: Istanbul erupts as Gezi Park cleared

 Link: BBC News  Turkish Protest

Protesters have clashed with Turkish police in Istanbul, after riot squads used tear gas and water cannon to eject demonstrators from Gezi Park.
The protesters quickly fled the park, but later erected barricades across nearby streets and lit bonfires.
Witnesses said it was one of the worst nights of unrest since the park was occupied 18 days ago.
Police blocked off the Bosphorus Bridge to stop demonstrators reaching Taksim Square, where the park is located.
Clashes continued into Sunday morning in the streets around the square, eyewitnesses say. On the square itself, bulldozers went to work, clearing away the protesters' abandoned barricades.
Thousands of people also took to the streets of the capital, Ankara, to express support for the protests.
The Confederation of Public Workers' Unions (KESK) also said it would call a nationwide strike on Monday, while another union grouping is deciding whether to join the action.
Medical officials estimate that 5,000 people have been injured and at least four killed since protests began in earnest on 31 May.
Prime Minister Recep Tayyip Erdogan is due to hold a rally in Istanbul later on Sunday.

Police form a cordon in Taksim Square, Istanbul, 16 June Police could be seen forming a cordon around the square.
Protesters dislodged
The protests began as a local protest against a plan to redevelop Gezi Park, but snowballed into nationwide anti-government protests after the perceived high-handed response of the authorities.
Earlier in the week the police cleared Taksim Square, in which the park is located, but the government had since appeared to be more conciliatory.

Protest timeline

31 May: Protests begin in Gezi Park over plans to redevelop one of Istanbul's few green spaces
3 June: Protesters establish camps with makeshift facilities from libraries to food centres
4-10 June: Protests widen into show of anti-government dissent in towns and cities across Turkey; clashes between police and demonstrators
11/12 June: Night of clashes see riot police disperse anti-government demonstrators in Taksim Square, which adjoins Gezi Park; camps in the park remain
13 June: Prime Minister Recep Tayyip Erdogan issues a "final warning" to protesters to leave Gezi Park
14 June: Government agrees to suspend Gezi Park redevelopment plans until a court rules on the issue, PM holds talks with members of a key protest group
15 June: Police move in, clearing protesters from Gezi Park

Mr Erdogan, a hate figure for the protesters, had agreed to postpone the redevelopment while the courts considered the project's legality.
However, in a speech to supporters of his Justice and Development (AK) Party in Ankara on Saturday he said the park had to be "evacuated" by the security forces.
And late on Saturday riot squads moved in, taking just 30 minutes to dislodge the protesters.
The BBC's James Reynolds, who was at the park, says the officers advanced slowly, wearing gas masks and carrying riot shields, amid a cloud of white tear gas.
Most protesters chose to leave to avoid getting hurt. Some regrouped in nearby streets, but police fired more tear gas in an effort to disperse them.
Clashes then erupted around the city, with protesters ripping up paving stones and tearing down fences to use as barricades. In some areas they chanted: "Tayyip resign."
Police chased protesters to hotels where they had taken refuge, and some activists claimed medical facilities were targeted with water cannon and tear gas.
Taner Akcesme, who lives 10 minutes from Gezi park, told the BBC he had been woken at 06:00 (03:00 GMT) on Sunday by the noise of police chasing protesters. People had to shut their windows, he said, because of the tear gas filling the street.
In Ankara, thousands of protesters gathered for a rally near the US embassy.
International concern Our correspondent says the prime minister has won back the ground that he lost to protesters two weeks ago.
But it is not yet clear which side has won the larger fight for the country's support.
The BBC's Chris Morris: "Thousands on the streets of Ankara are expressing their support for protesters at Taksim Square"
Last month, an Istanbul court issued an initial injunction against the plan to cut down trees in the park to make way for a shopping centre and replica 18th-Century military barracks. The government has appealed against the ruling.
Mr Erdogan's offer was presented as a major concession. But after discussions in Gezi Park on Friday night, the protesters said their movement was more than just a conservation protest and vowed to stay on.
Demonstrators have accused Mr Erdogan's government of becoming increasingly authoritarian and of trying to impose conservative Islamic values on a secular state.
The police crackdown on protesters in Istanbul, Ankara, and other towns and cities has drawn international concern, especially from Europe.