Wednesday, February 17, 2016

AKP-TSK ilişkisi ve tehlikeli masallar – Ali Ergin Demirhan

Tarih: 13 Şubat 2016

Kürt hareketi direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan enerjisini bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batının faşizme karşı direnişini örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı direnişinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?

AKP ve TSK’nın Cemaat’e ve asıl olarak da Kürt hareketine karşı savaş ekseninde ittifak ettiği ve ülkeyi Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük sevdası ekseninde tırmanan bir faşist terör altında yönettiği koşullarda, ülkenin sol muhalefet potansiyeli ulusalcı ve liberal çevrelerin yaydığı bazı masallarla etkisizleştiriliyor. Doğu Perinçek, Metin Feyzioğlu vb. ulusalcılar öyle iddia ediyor ki; Kürtler ABD’nin piyonu ve TSK bölücü tehdide karşı bir milli ordu olarak vatan savunması veriyor, AKP de şu an bu çizgiye geldiği için acil bir tehdit değil ve mevcut çizgisi desteklenebilir. Kürt hareketinde ve solda etkileri kısmen de olsa süren liberaller öyle iddia ediyor ki; PKK yeniden silahlı direniş çizgisini geliştirmeyi tercih ederek demokratik muhalefetin koşullarını ortadan kaldırdı ve devlete faşizmi tırmandırma fırsatı verdi, o nedenle PKK’nin silahlı direnişi de sorunun bir parçası. Hem reformist hem sosyal şoven oldukları için liberalizmle ulusalcılık arasında salınan kimi sol kesimler de iddia ediyor ki; Kürt sorunu eksenli çatışma ve Kürt hareketi sosyalist hareketi baskılıyor, bu “gerici” çatışmadan da “ABD işbirlikçiliğine meyyal” hareketten de mesafeli durmalı, sosyalist hareketin yolunu başka zaman, mekan ve sorun alanlarında aramalı.
Batının yalnızca Kürt illerindeki devlet terörü karşısında değil ülkenin genelinde faşizmin tırmanışı karşısında sessiz kalmasında, bu tehlikeli masalların sosyalist hareket üzerindeki etkisinin de payı var. AKP’li yılların farklı evrelerinde iktidar denkleminin nasıl kurulduğuna bakarsak, ABD işbirlikçiliğinin ve Kürt düşmanlığının bu iktidar denklemindeki bütün aktörler açısından vazgeçilmez bir yer edindiğini ve dolayısıyla da yukarıda bahsi geçen tehlikeli masalların kötü niyetten değilse 13 yıl boyunca yaşananlardan ders çıkaramayan bir aymazlıktan kaynaklandığını görebiliriz.
AKP’li yıllarda iktidar denklemleri
Türkiye’yi yeniden kurma iddiasıyla hareket eden AKP, 13 yılı aşkın süredir tek başına hükümet ediyor ancak hiçbir zaman iddiasının gerektirdiği biçimde mutlak iktidar olamadı. Yeni bir Anayasa yapamadı. Bürokrasiyi ve kolluk güçlerini tam kontrolü altına alamadı. Bütün seçim zaferlerine karşın AKP’ye sandıkta yeni bir Anayasa yoluyla Türkiye’yi yeniden kurma meşruiyetini vermeyen halk, ülke tarihinin en büyük ve şiddetli kitle seferberlikleri ile sahne aldığında, iktidar bloğunun kırılganlığını ve iç çatlakları da ortaya çıkardı. İç çatlaklar ancak ortak düşmanlar karşısında taktik ittifaklar ve ABD desteği ile giderilebildi.
Devlet içi güç dengelerinin görünür üç aktörü olageldi: AKP, TSK ve Cemaat. Hiçbir zaman üçü bir arada iktidar olmadı. Her zaman ikili koalisyonlar söz konusu oldu. Hangi ikilinin iktidar olacağı, hangisinin operasyona maruz kalacağı konusunda, ABD emperyalizminin onay ve desteği önemli rol oynadı. ABD emperyalizmi de hiçbiri egemen sınıfların ideal temsilcisi olmayan bu iktidar güçlerini birbirlerine karşı dengeleyici ve yola getirici unsur olarak kullandı. Bu tabloyu tamamlayan devlet dışı diğer siyasi güç ise Kürt hareketiydi. Egemenler iç birliklerini sağlamak ve kitle desteğini korumak için Kürt hareketine karşı savaşa başvururken, egemenler arası çatlaklar belirdiğinde taktik ve koşullu ateşkesler devreye girdi.
Devlet katının sakinleri, nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar, iktidarlarını sürdürmek için ABD işbirlikçisi ve Kürt düşmanı bir çizgiye muhtaçtı. Yeni sömürgecilik ilişkileri ve bu ilişkilerin gerektirdiği sömürge tipi faşist devlet yapısı başka türlüsünü mümkün kılmıyordu. AKP, Erdoğan’ın bütün heyheylenmelerine karşın, Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı yazarların ifşa ettiği gibi kuruluşu itibariyle bir ABD projesi; TSK, Perinçek benzerlerinin bütün “milli ordu” zırvalarına karşın 60 yıllık bir NATO ordusu; Cemaat de CIA ile bağını inkar edemeyen bir uluslararası “işbirlikçi/ılımlı İslam” organizasyonuydu. Bu çelişkili iktidar güçlerini bir arada tutacak ve toplumsal desteklerini sağlayacak “ulusal dava” da Kürtlere karşı yürütecekleri savaştı.
“Hükümet olduk ama iktidar olamadık”tan Ergenekon operasyonuna
AKP ilk iktidara geldiğinde, aslında iktidar olmadığının bilincindeki yönetici kadrolar “Hükümet olduk ama iktidar olamadık” diyordu. Devlet içindeki belirleyici siyasi güç konumunu koruyan ancak AKP hükümeti ile birlikte var olmanın yollarını arayan TSK, egemenlerin birliğini 28 Şubat döneminde olduğu gibi “irtica karşıtı” değil “Kürt karşıtı” bir konumlanışla sürdürmeye çalışıyordu. “İrticai (gerici) tehdit” dile getirilmeye devam etse de askerin açıklamalarında öncelik “bölücü teröre karşı mücadeleye” veriliyordu.
Bu AKP ile TSK’nın mutabakat zeminiydi, ancak çok zayıftı. Çünkü AKP de TSK da birbiri karşısında fırsat kolluyordu. Aynı zamanda çok yetersizdi, çünkü NATO ordusu TSK, o günkü politik konumlanışı itibariyle NATO’nun başı ABD’nin politik beklentileri ile uyumsuzdu.
Bu uyumsuzluk, ABD’nin Irak’ı işgale giderken Türkiye topraklarını kullanmak istemesi karşısında TSK’nın negatif bir tutum almasında karşılık bulmuş, TSK’nın ayak sürçmesi ve ateşten topu AKP’nin kucağına bırakması, CHP’nin kesin itirazı ve savaş karşıtı toplumsal muhalefetin baskısı altında AKP de çelişki içine düşmüş, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bütün gayretlerine rağmen 1 Mart 2003 tezkeresi TBMM’de kabul ettirilememişti. 1 Mart tezkeresinin reddinin AKP’nin mi yoksa TSK’nın mı “suçu” olduğu çok tartışıldı. Hatta her iki aktör de zaman zaman ABD ile en uyumlu olanın kendisi olduğu yönünde mesajlarla “suçu” diğerinin üstüne atmaya çalıştı. Ancak ABD açısından, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı niyetini ifade eden AKP’nin, hala eski dış politika çizgisinde bir NATO-ABD dostluğu ve müttefikliğine vurgu yapan “statükocu” TSK’dan daha tercih edilir olduğu ortadaydı.
NATO ordusu TSK’nın, emperyalizmin yeni dönemdeki çıkarlarına ayak uyduramaması karşısında ABD, TSK’yı ve dolayısıyla da kontrgerillayı yeniden yapılandırıp hizaya çekecek bir operasyon yürütmek üzere AKP ve müttefiki Fethullah Gülen Hareketi’ni (Cemaat) desteklemeye yönelmişti. Operasyon için koşullar iktidar savaşının kızıştığı 2007’de olgunlaşacaktı.
TSK’ya karşı AKP-Cemaat 
İktidar savaşı Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 2007’de tırmanışa geçti ve kontrgerilla eylemlerinin yanı sıra, TSK’nın ABD tarafından desteklenmeyen kifayetsiz ama sert çıkışları ve AKP karşıtı toplumsal hoşnutsuzluğun muazzam kitlesellikte Cumhuriyet Mitingleri ile sokağa çıkmasının ardından bir kırılma noktasına gelindi. TSK ve AKP arası gerilimde ABD tercihini AKP’den yana kullandı. ABD’nin desteği, TSK’nın yüksek komuta kademesinin rızası ve polis-yargı içinde örgütlü Cemaat’in operasyonel gücü ile 2007 yazında Ergenekon operasyonu adı altında TSK’yı/kontrgerillayı hizaya çekip yeniden yapılandırma operasyonu başlatıldı.
Böylece AKP-Cemaat koalisyonu, TSK’yı operasyona tabi tutmaya başlıyor, neredeyse eşzamanlı olarak Kürtlere yönelik operasyonlar da yürüterek “En az TSK kadar vatansever olduklarını ve vatanı, devleti, milleti savunduklarını” kanıtlıyor, liberal/sol-liberallerin demokratikleşme mavallarıyla da iktidarı ele geçirme operasyonuna meşruiyet perdesi çekiyordu.
Başbuğ’un önerisi: Cemaat’e ve Kürt hareketine karşı mutabakat
2008’de Yaşar Büyükanıt’tan genelkurmay başkanlığı görevini devralan İlker Başbuğ, devir teslim konuşmasında Cemaat’e karşı özel bir vurgu yaptı. Böylece TSK’nın yüksek komuta kademesi Cemaat ile köklü/yapısal farklılıklara sahip olduğunu bildiği AKP’ye yeni bir mutabakat zemini öneriyor, “laiklik” söylemini sürdürse de, Kürt karşıtlığının yanısıra, “irtica” sözücüğünden boşalan yere “Cemaat” sözcüğünü yerleştiriyordu. Genelkurmay bu tavrını akreditasyon uygulamasında AKP’ye yakın İslamcı gazetelere onay verirken Cemaat basınını dışlamayı sürdürerek de ortaya koyuyordu.
Ne var ki bu süreçte AKP, devlet içinde Cemaat ile koalisyonunu ilerletip, “ne isterlerse verip”, ABD desteği ile TSK’ya karşı operasyonu derinleştirerek iktidarı ele geçirmeyi tercih etti. Süreç, Başbuğ’un emekli olduktan sonra, Cemaat kadroları tarafından tutuklanması ile taçlandı. Erdoğan, Başbuğ’un tutuklanmasını sözümona içine sindirememiş, fiiliyatta “istemem yan cebime koy” demişti.
Peki “süreç” neyin nesiydi?
Ülke 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’na doğru yol alırken, iktidarın ülkenin temel sorunlarını çözebilecek potansiyele sahip olduğunu göstererek geniş toplumsal kesimler gözünde meşruiyet kazanma ihtiyacı bir yandan, devletin faşist yapısı içinde süren iktidar mücadelesinin gerekleri ve Kürt sorununun bu devlet tarafından çözülmesini imkansız kılan sınıfsal doğası diğer yandan gel-gitli bir “süreç” karşımıza çıkardı.
Kürt sorununu “birlik ve kardeşlik içinde” çözme iddiasıyla 2009’da başlatılan “süreç” 1 yıl geçmeden KCK operasyonlarıyla yasal Kürt siyasetine yönelik kitlesel bir tutuklama dalgasına evrildi. Ancak AKP ile Kürt hareketi arasında görüşmeler devam ettirilerek, iktidarın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sahte çözüm umudu da, savaş ve operasyonlar da diri tutuldu.
2007’den 2012’ye uzanan dönemde sosyalistler ve aydınlar dahil diğer muhalefet kesimlerine yönelik operasyonlar da AKP-Cemaat mutabakatının düşman tanımlamasına uygun şekilde Ergenekon ya da KCK çuvalına sokuşturuluyordu.
İktidar da kavgası da AKP ve Cemaat’in kucağında
AKP’ye yargı üzerinde tam hakimiyet olanağı tanıyan 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu ve TSK’nın komuta kademesinin topluca istifa ettiği 29 Temmuz 2011 krizinin ardından TSK teslim bayrağını çekmiş ve artık iktidar AKP-Cemaat koalisyonu tarafından ele geçirilmişti. NATO ordusu TSK elbette doğrudan bir AKP organizasyonuna dönüşmemişti ancak devlet içinde kendisi için tarif edilen hizaya çekilmişti. Yani artık devlet içi iktidar mücadelelerinde ötekiler açısından bir ortak hasım olmaktan da çıkmış, böylece daha fazla operasyona maruz kalmaktan da kurtulmuştu.
Böylece iktidar kavgasının potansiyel iki tarafı kalıyordu: AKP ve Cemaat. Ordunun geri çekilmesi ile biricik “iç düşman” olarak yine Kürtler kalmıştı. Yeni sürecin sorunlu iktidar gücü ise artık AKP’ydi. Sözümona BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan, Aralık 2010’da patlak veren Arap halk hareketlerinin Ortadoğu’da kaçınılmaz bir değişim sürecini tetiklemesinin ardından ilk emperyalist müdahaleler başladığında süreci anlamakta güçlük çekmiş, TSK’nın Libya’daki NATO müdahalesine katılmasını onaylamadan 10-15 gün önce, “NATO’nun ne işi var Libya’da!” demişti. Libya’da anlama güçlüğü çeken adam, Suriye’de “uyanıklık” edip herkesten erken davranınca bu kez de kısa sürede kendisini teşvik eden ABD dahil pek çok uluslararası aktörün eleştirisine hedef olan bir bataklık politikasına saplanmıştı. Hatırda tutulması gereken bir vaka da Mayıs 2010’da yaşanmıştı. Mavi Marmara krizinde, hamaset dolu hesapsız tutumu ile hem Mavi Marmara yolcularını ölüme gönderen hem de İsrail ile diplomatik ilişkileri zedeleyen AKP yalnızca ABD ve İsrail’in değil Cemaat’in eleştirilerine de konu olmuştu.
Cemaat-AKP gerilimi, ikilinin iktidar pastasını paylaşma yarışına girdiği ve ABD’nin ufak ufak AKP’ye dönük eleştirel bir tutuma yöneldiği 2012’de uç verdi. Şubat 2012’de Cemaat savcıları, Erdoğan’ın adamı MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırdığında, gerekçe Oslo-Habur sürecinde Kürt hareketi liderliği ile yürütülen görüşmelerdi. AKP’nin direnci bu ilk operasyon girişimini püskürttü ancak AKP-Cemaat gerilimi ve AKP’ye yönelik bir operasyonun koşulları olgunlaşarak sürüyordu. Temmuz 2012’de Suriye savaşı, AKP’nin beklentilerine ters bir şekilde, bir Müslüman Kardeşler iktidarı potansiyeli değil, yeni bir Kürdistan ve Esad yönetimine meşruiyet kazandıran bir cihatçı bataklığı yaratarak derinleşti. PKK de Türkiye tarafında “devrimci halk savaşı” iddiası ile savaşı büyüttü. İşte bu koşullarda ABD, AKP’nin işe yaramaz Ortadoğu (özel olarak da Suriye) politikasını eleştiriyor, Kürt sorununda çatışmaların şiddetlenmesi ile Türkiye’nin sallantıya girdiği, AKP’nin bir başka iktidar alternatifi olmadığı için iktidarını sürdürdüğü ancak bölünebileceği ya da çözülebileceği konusunda uyarı dolu mesajlar veriyordu. Bu mesajlar, Morton Abromowitz’in Eylül 2012 tarihli “Sallantıdaki Türkiye” yazısından Obama’nın Suriye’de karıştırdıkları işler gerekçesiyle Erdoğan ve Fidan’ı fırçaladığı 16 Mayıs 2013 Beyaz Saray görüşmesine, pek çok biçimde iletildi.
AKP-Cemaat çatışması, Kürt sorununda çatışmasızlık, Gezi
ABD eleştirisini ve Cemaat tehdidini gören AKP, bu krizli koşullarda rahatlayabilmek için bir kez daha Kürt hareketi ile ateşkese gitmeyi tercih etti. AKP’nin bir çözümü yoktu, krizi vardı. O nedenle Aralık 2012’de ilan edilen yeni süreç de yine gerçek bir “çözüm süreci” değil “çatışmasızlık süreci” olarak yaşandı. Bu taktik çatışmasızlık evresi de, AKP’nin yalnızlığı giderilinceye, yeni bir ittifak kuruluncaya kadar sürecek, Kürt hareketi açısından da asıl olan AKP ile uzlaşma değil inişli çıkışlı bir mücadele olacaktı.
Haziran 2013’teki halk isyanı bu krizli süreçte AKP iktidarına halk güçlerinin bir müdahalesi olarak gerçekleşti. Cemaat, sol karakterli bu halk hareketi sırasında AKP’nin yanında durdu. Kürt hareketi, çatışmasızlık sürecinin de etkisi altında, Batı’daki bu şaşırtıcı harekete mesafeli yaklaştı ve büyük ölçüde AKP’ye karşı yıkıcı bir muhalefetten uzak durma tavrını sürdürdü. Ancak isyan iktidar bloku içindeki çatlakları açığa çıkardı, toplumsal meşruiyeti de sarsılan AKP’ye yönelik “gidici” algısının yerleşmesine yol açtı ve tüm siyasi güçler AKP ile ilişkilerini yeniden gözden geçirir hale geldi.
AKP, isyanın ardından bir süre sonra sokağı zaptedebilse de, sokak muhalefetinin sistem içi hasımlarından gelen operasyonlardan daha zedeleyici olduğunu gördü ve çatışmayı bu eksende derinleştirmekten imtina etti. Gezi / Haziran İsyanı sonrası operasyon ve davaların mümkün olan en tantanasız şekilde sonlandırılması, simge haline gelebilecek dava ve tutuklu bırakılmaması, Gezi’yi unutturma çabası, bu bağlamda anlam kazanıyordu.
Cemaat, isyanın ardından manzara AKP açısından pek de iç açıcı görünmez, ABD’nin eleştirileri ve TSK’nın “tarafsız” duruşu sürer ve 3 seçimin art arda dizildiği iki yıllık bir siyasi mücadele süreci yaklaşırken bu kez 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarını başlattı. Çatışmasızlık sürecinden istifade etmeyi sürdüren Kürt hareketi, bu süreçte AKP karşısında Öcalan’ın “Ateşe benzin dökmeyiz” sözüyle simgeleşen bir pasif destek tutumu izledi.
AKP-TSK, Cemaat’e ve PKK’ye karşı
AKP ve Cemaat bir yıpratma savaşı olarak da yaşanan karşılıklı operasyonlar içine girdiğinde TSK siyasi saflaşmalar içinde yer almayacağını dile getiriyor, ancak alttan alta AKP’ye yeni bir ittifak önerisi götürüyordu. Mart 2014 yerel seçimlerinden önce TSK ve AKP’nin seçim sürecinde birtakım “kalkışma” olasılıkları üzerine tartıştığı ve plan yaptığı şeklinde haberler yayımlandı. Kürt illerinde “özerklik” talepli kent isyanlarının yaşanabileceği tartışılıyor, bu isyanların nasıl bastırılabileceği üzerine simülasyonlar yapılıyordu. Aynı ay içinde Ergenekon tutukluları salıverildi. Bu kez de AKP ve TSK/ulusalcılar cephesi ortak düşman Cemaat karşısında birleşmişti. AKP’nin (sistem içi) hasmıyla hısmı yer değiştirmişti. Peki ya Kürtler? Görüntüde çatışmasızlık sürse de, TSK-AKP mutabakatının tarif ettiği ortak düşman yalnızca Cemaat değil aynı zamanda Kürt hareketiydi. İlker Başbuğ’un Ağustos 2008’de önerdiği gibi. Ekim 2014 Kobanê eylemleri ile AKP karşısında muhalefetsizlik pozisyonunu sonlandıran ve Batı’daki muhalefet ile (Erdoğan’ın başkan yaptırılmadığı) 7 Haziran 2015 genel seçimine uzanacak olumlu bir etkileşim içine giren Kürt hareketi, AKP-TSK mutabakatının Kürt düşmanı özünü de açığa çıkaracaktı.
Şimdi üzerine çokça spekülasyon yapılan AKP-TSK mutabakatının oluşum öyküsü kabaca bu. Ne var ki, İlker Başbuğ’un bu mutabakat zeminini önerdiği Ağustos 2008’den bu yana çok şey değişti. O dönem ABD emperyalizmi açısından yola getirilmesi gereken devlet içi güç TSK idi, şimdi AKP.
TSK’nın başkomutanı kim?
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın tartışmalı ziyaretinde de AKP ve TSK’nın Cemaat ve PKK karşıtı mutabakat zeminine onay verildiği görüldü. Biden gazetecilerle ve muhalefetten simge isimlerle görüşürken Cemaat’e yakın kimseyle görüşmedi, PKK’ye karşı yürtülen mücadeleye saygı duyduklarını belirtti. Ancak gerek Biden’ın görüşme ve açıklamalarından gerek ABD’nin müteakip açıklamalarında, AKP’nin diğer cephelerdeki çatışmalarına, Suriye’de PYD’yi ve Türkiye içinde yasal / demokratik muhalefeti hedef alan saldırılarına ise eleştiri geldiği görüldü. Bu elbette halkları korumayı değil bu gerekçeyle AKP’ye sınır çizmeyi ve Erdoğan dışındaki sistem güçlerini cesaretlendirmeyi hedef alan bir müdahaleydi.
Peki ya NATO ordusu TSK, ABD’nin değil de “Başkomutan Erdoğan”ın sözünü dinlerse? Öyle olmadığı Suriye’ye müdahale tartışmalarında görüldü. Erdoğan’ın Suudi Arabistan’la birlikte Suriye’ye müdahaleyi dillendirmesi, Davutoğlu’nun Suudi Arabistan’a giderken Hulusi Akar’ı yanında götürmesinin yarattığı heyecan kısa sürdü. Heyecana kapılanlar Akar’ın birkaç gün önce, Başbuğ’la (yeri geldikçe AKP’nin Cemaat’in suçlarına ortak olduğunu söyleyen Başbuğ’la) yan yana fotoğraf verdiği görüşmeyi de gözden kaçırmıştı. TSK, BM onayı olmadan, yani ABD ve Rusya’nın ikisinin birden onayı olmadan Suriye’ye adım atmayacağını açıkladı. Bu, AKP-TSK mutabakatının sınırlarını anlamak açısından faydalı bir süreçti.
Gelelim başta söz ettiğimiz tehlikeli masallara…
Vatan savunması mı?
Tüm bu yaşananlar ışığında Kürtlere karşı savaşın, Perinçek ve Feyzioğlu benzeri ulusalcıların iddia ettiği gibi “milli ordu TSK’nın” “ABD’nin piyonu PKK’ye” karşı yürüttüğü bir vatan savunması olduğu söylenebilir mi? Kısa süre önce ABD güdümlü bir yeniden yapılandırma operasyonundan geçirilerek hizaya getirilen 60 yıllık NATO ordusu TSK’yı Kürtleri ezmesinin hatırına milli ilan etmek anti-emperyalizmle değil ırkçılıkla açıklanabilir. 35 yıldır bir NATO ordusuyla savaşan, halihazırda Kuzey Irak ve Türkiye’de ABD’nin onayı ile bombalanan PKK’yi, reel politiker tutumu ve Suriye’de IŞİD’e karşı izlediği taktik askeri ittifak nedeniyle ABD işbirlikçisi ilan etmek de anti-emperyalizmden çok sosyal şovenizmle açıklanabilir.
Türkiye egemenlerinin Kürtlere karşı saldırganlığı sömürge tipi faşist devlet aygıtı içinde iktidar olmanın, Saray’da ya da Kışla’da her nerede duruyorlarsa oradaki iktidarlarını savunmanın bir yoludur. Vatan savunması, vatanın işgal toprağı gibi tanklarla kuşatılıp, bombardımana tutulup, üzerindeki halkın ölüm ya da göç arasında tercih yapmaya zorlanmasından başka bir şey olsa gerektir.
PKK’nin savaşı solun önünde engel mi?
Yine yukarıda özetlenen iktidar öyküsü ışığında PKK’nin yeniden başlattığı silahlı direnişin, liberallerin ve sosyal şovenizmin etkisi altındaki reformist çevrelerin iddia ettiği gibi demokratik muhalefeti ve sosyalist hareketi baskıladığı savunulabilir mi? Savaşın ve faşizmin mücadele koşullarını çetinleştirdiği doğrudur. Ancak savaşı ve faşizmi PKK icat etmiş ya da başlatmış gibi davranmak abestir. Kürtlere karşı savaş iktidar güçlerinin birliğinin ve kitle desteğinin varlık koşulunda, faşizm bu devletin harcında vardır. “Çözüm süreci” diye anılan çatışmasızlık süreçleri ise iktidarın eli rahatladığında değil zora girdiğinde devreye soktuğu soluklanma aralıklarıdır.
Kürt hareketi, çatışmasızlık sürerken AKP-TSK ittifakı tarafından başlatılan askeri operasyonlara ve kontrgerilla saldırılarına karşı uzun süre yasal-demokratik muhalefet seçeneğinde ısrar etmiş ancak bu ısrarın işe yaramadığının hepimizce görüldüğü 7 Haziran sonrası süreçte kendi araçları ile direnmeye başlamıştır. Kürt hareketi direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan enerjisini bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batı’nın faşizme karşı direnişini örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı direnişinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?
Toplumsal muhalefete düşen
AKP hala mutlak iktidar değildir ve 2012 yazından itibaren görünür hale geldiği gibi egemen sınıflar açısından ideali temsil etmeyen ve bir alternatifi oluştuğunda terk edilebilecek olan bir seçenektir. Üstelik Kürtler, Kobanê sonrasında AKP karşısında yıkıcı bir muhalefet izlememe tavrına son vermiştir. Fırat’ın iki yakası arasındaki devrimci süreçler arasında olumlu bir etkileşim kurulabileceği Kobanê ve 7 Haziran süreçlerinde açığa çıkmıştır. Haziran İsyanı’nın dinamikleri de buharlaşmamıştır; umulmadık anlarda küçük ama etkili çıkışlarla varlığını hatırlatmakta, ilkinin tekrarı olmasa bile yeni bir isyan olasılığını gündemde tutmaktadır.
Cemaat pusuda beklemektedir. TSK’nın PKK’ye karşı AKP ile kurduğu ittifak ise PKK’yi ortadan kaldırmaktan çok, Kürtlere karşı savaş ekseninde yeniden inisiyatif kazanarak pozisyon elde etme amacını taşımaktadır. Kürt sorununun ya da PKK’nin savaşla ortadan kaldırılamayacağını TSK, AKP’den daha iyi bilmektedir. Yerini sağlamlaştırdığı görünen TSK, uygun koşullar açığa çıktığında, egemen siyaset düzleminde bir başka iktidar dizilimine ve operasyona dahil olacak şekilde, AKP ile ittifakına son verebilecektir. Müslüman Kardeşler (MK) lideri Muhammed Mursi’yi hedef alan ABD destekli bir darbe ile hem MK’yi hem de Tahrir’in devrimci dinamiklerini ezen Abdülfettah Sisi örneği unutulmamalıdır.
Bu durumdan Batı’daki toplumsal muhalefete de dersler çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin, özel olarak da sosyalist hareketin Cemaat ve Kürt sorunu eksenine indirgenemeyecek ve kendini bu sınıra hapsetmeyecek bağımsız direnişleri, karşılarında daha zayıf bir AKP bulacak, Kürt halkı üzerindeki basıncı hafifleteceği gibi etki kazandıkça iktidar bloku içindeki çatlakları da görünür kılacaktır. Söz konusu “bağımsız direniş” Cemaat vb egemen çevrelerden kesinlikle ayrık bir pozisyonu gerektirir ancak Kürt hareketi ile araya mesafe konması anlamına gelmez. Aksine bu tutum Kürt karşıtlığına / şovenizme karşı aktif bir tutumu da barındırmalı; AKP’nin ve ulusalcı müttefiklerinin Kürt meselesi ekseninde tarif ettiği ve Kürt hareketinin de kendi başına aşamayacağı milliyetçi saflaşmayı reddetmelidir. Aksi takdirde, AKP karşıtı hoşnutsuzluk yeni bir toplumsal patlama ile sahne alsa bile, Mısır’daki ilerici kitle dinamizminin Mursi’ye yönelik Sisi darbesi tarafından önce kullanılmasına sonra ezilmesine benzer bir gelişme Türkiye açısından da olasılık dışı değildir.
İktidar bloku içindeki çatlakları, bu çatlakların arasında ezilmeden devrimci bir seçeneğin gelişimi açısından değerlendirmek, Kürt sorununu ve TSK tehdidini görmeden AKP faşizmine karşı mücadele edilemeyeceğini bilince çıkarmakla mümkündür.