Tarih: 13
Şubat 2016
Kürt hareketi
direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan enerjisini
bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batının faşizme karşı direnişini
örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı direnişinin son
bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?
AKP ve TSK’nın
Cemaat’e ve asıl olarak da Kürt hareketine karşı savaş ekseninde ittifak ettiği
ve ülkeyi Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük sevdası ekseninde tırmanan bir faşist
terör altında yönettiği koşullarda, ülkenin sol muhalefet potansiyeli ulusalcı
ve liberal çevrelerin yaydığı bazı masallarla etkisizleştiriliyor. Doğu
Perinçek, Metin Feyzioğlu vb. ulusalcılar öyle iddia ediyor ki; Kürtler ABD’nin
piyonu ve TSK bölücü tehdide karşı bir milli ordu olarak vatan savunması
veriyor, AKP de şu an bu çizgiye geldiği için acil bir tehdit değil ve mevcut
çizgisi desteklenebilir. Kürt hareketinde ve solda etkileri kısmen de olsa
süren liberaller öyle iddia ediyor ki; PKK yeniden silahlı direniş çizgisini
geliştirmeyi tercih ederek demokratik muhalefetin koşullarını ortadan kaldırdı
ve devlete faşizmi tırmandırma fırsatı verdi, o nedenle PKK’nin silahlı direnişi
de sorunun bir parçası. Hem reformist hem sosyal şoven oldukları için
liberalizmle ulusalcılık arasında salınan kimi sol kesimler de iddia ediyor ki;
Kürt sorunu eksenli çatışma ve Kürt hareketi sosyalist hareketi baskılıyor, bu
“gerici” çatışmadan da “ABD işbirlikçiliğine meyyal” hareketten de mesafeli
durmalı, sosyalist hareketin yolunu başka zaman, mekan ve sorun alanlarında
aramalı.
Batının
yalnızca Kürt illerindeki devlet terörü karşısında değil ülkenin genelinde
faşizmin tırmanışı karşısında sessiz kalmasında, bu tehlikeli masalların
sosyalist hareket üzerindeki etkisinin de payı var. AKP’li yılların farklı
evrelerinde iktidar denkleminin nasıl kurulduğuna bakarsak, ABD
işbirlikçiliğinin ve Kürt düşmanlığının bu iktidar denklemindeki bütün aktörler
açısından vazgeçilmez bir yer edindiğini ve dolayısıyla da yukarıda bahsi geçen
tehlikeli masalların kötü niyetten değilse 13 yıl boyunca yaşananlardan ders
çıkaramayan bir aymazlıktan kaynaklandığını görebiliriz.
AKP’li
yıllarda iktidar denklemleri
Türkiye’yi
yeniden kurma iddiasıyla hareket eden
AKP, 13 yılı aşkın süredir tek başına hükümet ediyor ancak hiçbir zaman
iddiasının gerektirdiği biçimde mutlak iktidar olamadı. Yeni bir Anayasa
yapamadı. Bürokrasiyi ve kolluk güçlerini tam kontrolü altına alamadı. Bütün
seçim zaferlerine karşın AKP’ye sandıkta yeni bir Anayasa yoluyla Türkiye’yi
yeniden kurma meşruiyetini vermeyen halk, ülke tarihinin en büyük ve şiddetli
kitle seferberlikleri ile sahne aldığında, iktidar bloğunun kırılganlığını ve
iç çatlakları da ortaya çıkardı. İç çatlaklar ancak ortak düşmanlar karşısında
taktik ittifaklar ve ABD desteği ile giderilebildi.
Devlet içi güç
dengelerinin görünür üç aktörü olageldi: AKP, TSK ve Cemaat. Hiçbir zaman üçü
bir arada iktidar olmadı. Her zaman ikili koalisyonlar söz konusu oldu. Hangi
ikilinin iktidar olacağı, hangisinin operasyona maruz kalacağı konusunda, ABD
emperyalizminin onay ve desteği önemli rol oynadı. ABD emperyalizmi de hiçbiri
egemen sınıfların ideal temsilcisi olmayan bu iktidar güçlerini birbirlerine
karşı dengeleyici ve yola getirici unsur olarak kullandı. Bu tabloyu tamamlayan
devlet dışı diğer siyasi güç ise Kürt hareketiydi. Egemenler iç birliklerini
sağlamak ve kitle desteğini korumak için Kürt hareketine karşı savaşa
başvururken, egemenler arası çatlaklar belirdiğinde taktik ve koşullu
ateşkesler devreye girdi.
Devlet katının
sakinleri, nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar, iktidarlarını sürdürmek için
ABD işbirlikçisi ve Kürt düşmanı bir çizgiye muhtaçtı. Yeni sömürgecilik
ilişkileri ve bu ilişkilerin gerektirdiği sömürge tipi faşist devlet yapısı
başka türlüsünü mümkün kılmıyordu. AKP, Erdoğan’ın bütün heyheylenmelerine
karşın, Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı yazarların ifşa ettiği
gibi kuruluşu itibariyle bir ABD projesi; TSK, Perinçek benzerlerinin bütün
“milli ordu” zırvalarına karşın 60 yıllık bir NATO ordusu; Cemaat de CIA ile
bağını inkar edemeyen bir uluslararası “işbirlikçi/ılımlı İslam”
organizasyonuydu. Bu çelişkili iktidar güçlerini bir arada tutacak ve toplumsal
desteklerini sağlayacak “ulusal dava” da Kürtlere karşı yürütecekleri savaştı.
“Hükümet olduk
ama iktidar olamadık”tan Ergenekon operasyonuna
AKP ilk
iktidara geldiğinde, aslında iktidar olmadığının bilincindeki yönetici kadrolar
“Hükümet olduk ama iktidar olamadık” diyordu. Devlet içindeki belirleyici
siyasi güç konumunu koruyan ancak AKP hükümeti ile birlikte var olmanın
yollarını arayan TSK, egemenlerin birliğini 28 Şubat döneminde olduğu gibi
“irtica karşıtı” değil “Kürt karşıtı” bir konumlanışla sürdürmeye çalışıyordu.
“İrticai (gerici) tehdit” dile getirilmeye devam etse de askerin
açıklamalarında öncelik “bölücü teröre karşı mücadeleye” veriliyordu.
Bu AKP ile
TSK’nın mutabakat zeminiydi, ancak çok zayıftı. Çünkü AKP de TSK da birbiri
karşısında fırsat kolluyordu. Aynı zamanda çok yetersizdi, çünkü NATO ordusu
TSK, o günkü politik konumlanışı itibariyle NATO’nun başı ABD’nin politik
beklentileri ile uyumsuzdu.
Bu uyumsuzluk,
ABD’nin Irak’ı işgale giderken Türkiye topraklarını kullanmak istemesi karşısında
TSK’nın negatif bir tutum almasında karşılık bulmuş, TSK’nın ayak sürçmesi ve
ateşten topu AKP’nin kucağına bırakması, CHP’nin kesin itirazı ve savaş karşıtı
toplumsal muhalefetin baskısı altında AKP de çelişki içine düşmüş, Tayyip
Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bütün gayretlerine rağmen 1 Mart 2003 tezkeresi
TBMM’de kabul
ettirilememişti. 1 Mart tezkeresinin reddinin AKP’nin mi yoksa TSK’nın mı
“suçu” olduğu çok tartışıldı. Hatta her iki aktör de zaman zaman ABD ile en
uyumlu olanın kendisi olduğu yönünde mesajlarla “suçu” diğerinin üstüne atmaya
çalıştı. Ancak ABD açısından, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı niyetini
ifade eden AKP’nin, hala eski dış politika çizgisinde bir NATO-ABD dostluğu ve
müttefikliğine vurgu yapan “statükocu” TSK’dan daha tercih edilir olduğu
ortadaydı.
NATO ordusu
TSK’nın, emperyalizmin yeni dönemdeki çıkarlarına ayak uyduramaması karşısında
ABD, TSK’yı ve dolayısıyla da kontrgerillayı yeniden yapılandırıp hizaya
çekecek bir operasyon yürütmek üzere AKP ve müttefiki Fethullah Gülen
Hareketi’ni (Cemaat) desteklemeye yönelmişti. Operasyon için koşullar iktidar
savaşının kızıştığı 2007’de olgunlaşacaktı.
TSK’ya karşı
AKP-Cemaat
İktidar savaşı
Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 2007’de tırmanışa geçti ve kontrgerilla
eylemlerinin yanı sıra, TSK’nın ABD tarafından desteklenmeyen kifayetsiz ama
sert çıkışları ve AKP karşıtı toplumsal hoşnutsuzluğun muazzam kitlesellikte
Cumhuriyet Mitingleri ile sokağa çıkmasının ardından bir kırılma noktasına
gelindi. TSK ve AKP arası gerilimde ABD tercihini AKP’den yana kullandı.
ABD’nin desteği, TSK’nın yüksek komuta kademesinin rızası ve polis-yargı içinde
örgütlü Cemaat’in operasyonel gücü ile 2007 yazında Ergenekon operasyonu adı
altında TSK’yı/kontrgerillayı hizaya çekip yeniden yapılandırma operasyonu
başlatıldı.
Böylece
AKP-Cemaat koalisyonu, TSK’yı operasyona tabi tutmaya başlıyor, neredeyse
eşzamanlı olarak Kürtlere yönelik operasyonlar da yürüterek “En az TSK kadar
vatansever olduklarını ve vatanı, devleti, milleti savunduklarını” kanıtlıyor,
liberal/sol-liberallerin demokratikleşme mavallarıyla da iktidarı ele geçirme
operasyonuna meşruiyet perdesi çekiyordu.
Başbuğ’un
önerisi: Cemaat’e ve Kürt hareketine karşı mutabakat
2008’de Yaşar
Büyükanıt’tan genelkurmay başkanlığı görevini devralan İlker Başbuğ, devir
teslim konuşmasında Cemaat’e karşı özel bir vurgu yaptı. Böylece TSK’nın yüksek
komuta kademesi Cemaat ile köklü/yapısal farklılıklara sahip olduğunu bildiği
AKP’ye yeni bir mutabakat zemini öneriyor, “laiklik” söylemini sürdürse de,
Kürt karşıtlığının yanısıra, “irtica” sözücüğünden boşalan yere “Cemaat”
sözcüğünü yerleştiriyordu. Genelkurmay bu tavrını akreditasyon uygulamasında
AKP’ye yakın İslamcı gazetelere onay verirken Cemaat basınını dışlamayı
sürdürerek de ortaya koyuyordu.
Ne var ki bu
süreçte AKP, devlet içinde Cemaat ile koalisyonunu ilerletip, “ne isterlerse
verip”, ABD desteği ile TSK’ya karşı operasyonu derinleştirerek iktidarı ele
geçirmeyi tercih etti. Süreç, Başbuğ’un emekli olduktan sonra, Cemaat kadroları
tarafından tutuklanması ile taçlandı. Erdoğan, Başbuğ’un tutuklanmasını
sözümona içine sindirememiş, fiiliyatta “istemem yan cebime koy” demişti.
Peki “süreç”
neyin nesiydi?
Ülke 12 Eylül
2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’na doğru yol alırken, iktidarın ülkenin temel
sorunlarını çözebilecek potansiyele sahip olduğunu göstererek geniş toplumsal
kesimler gözünde meşruiyet kazanma ihtiyacı bir yandan, devletin faşist yapısı
içinde süren iktidar mücadelesinin gerekleri ve Kürt sorununun bu devlet
tarafından çözülmesini imkansız kılan sınıfsal doğası diğer yandan gel-gitli
bir “süreç” karşımıza çıkardı.
Kürt sorununu
“birlik ve kardeşlik içinde” çözme iddiasıyla 2009’da başlatılan “süreç” 1 yıl
geçmeden KCK operasyonlarıyla yasal Kürt siyasetine yönelik kitlesel bir tutuklama
dalgasına evrildi. Ancak AKP ile Kürt hareketi arasında görüşmeler devam
ettirilerek, iktidarın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sahte çözüm umudu da,
savaş ve operasyonlar da diri tutuldu.
2007’den
2012’ye uzanan dönemde sosyalistler ve aydınlar dahil diğer muhalefet
kesimlerine yönelik operasyonlar da AKP-Cemaat mutabakatının düşman
tanımlamasına uygun şekilde Ergenekon ya da KCK çuvalına sokuşturuluyordu.
İktidar da
kavgası da AKP ve Cemaat’in kucağında
AKP’ye yargı
üzerinde tam hakimiyet olanağı tanıyan 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği
Referandumu ve TSK’nın komuta kademesinin topluca istifa ettiği 29 Temmuz 2011
krizinin ardından TSK teslim bayrağını çekmiş ve artık iktidar AKP-Cemaat koalisyonu
tarafından ele geçirilmişti. NATO ordusu TSK elbette doğrudan bir AKP
organizasyonuna dönüşmemişti ancak devlet içinde kendisi için tarif edilen
hizaya çekilmişti. Yani artık devlet içi iktidar mücadelelerinde ötekiler
açısından bir ortak hasım olmaktan da çıkmış, böylece daha fazla operasyona
maruz kalmaktan da kurtulmuştu.
Böylece
iktidar kavgasının potansiyel iki tarafı kalıyordu: AKP ve Cemaat. Ordunun geri
çekilmesi ile biricik “iç düşman” olarak yine Kürtler kalmıştı. Yeni sürecin
sorunlu iktidar gücü ise artık AKP’ydi. Sözümona BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan,
Aralık 2010’da patlak veren Arap halk hareketlerinin Ortadoğu’da kaçınılmaz bir
değişim sürecini tetiklemesinin ardından ilk emperyalist müdahaleler
başladığında süreci anlamakta güçlük çekmiş, TSK’nın Libya’daki NATO
müdahalesine katılmasını onaylamadan 10-15 gün önce, “NATO’nun ne işi var
Libya’da!” demişti. Libya’da anlama güçlüğü çeken adam, Suriye’de “uyanıklık”
edip herkesten erken davranınca bu kez de kısa sürede kendisini teşvik eden ABD dahil pek çok
uluslararası aktörün eleştirisine hedef olan bir bataklık politikasına
saplanmıştı. Hatırda tutulması gereken bir vaka da Mayıs 2010’da yaşanmıştı.
Mavi Marmara krizinde, hamaset dolu hesapsız tutumu ile hem Mavi Marmara
yolcularını ölüme gönderen hem de İsrail ile diplomatik ilişkileri zedeleyen
AKP yalnızca ABD ve İsrail’in değil Cemaat’in eleştirilerine de konu olmuştu.
Cemaat-AKP
gerilimi, ikilinin iktidar pastasını paylaşma yarışına girdiği ve ABD’nin ufak
ufak AKP’ye dönük eleştirel bir tutuma yöneldiği 2012’de uç verdi. Şubat
2012’de Cemaat savcıları, Erdoğan’ın adamı MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye
çağırdığında, gerekçe Oslo-Habur sürecinde Kürt hareketi liderliği ile
yürütülen görüşmelerdi. AKP’nin direnci bu ilk operasyon girişimini püskürttü
ancak AKP-Cemaat gerilimi ve AKP’ye yönelik bir operasyonun koşulları
olgunlaşarak sürüyordu. Temmuz 2012’de Suriye savaşı, AKP’nin beklentilerine
ters bir şekilde, bir Müslüman Kardeşler iktidarı potansiyeli değil, yeni bir
Kürdistan ve Esad yönetimine meşruiyet kazandıran bir cihatçı bataklığı
yaratarak derinleşti. PKK de Türkiye tarafında “devrimci halk savaşı” iddiası
ile savaşı büyüttü. İşte bu koşullarda ABD, AKP’nin işe yaramaz Ortadoğu (özel
olarak da Suriye) politikasını eleştiriyor, Kürt sorununda çatışmaların
şiddetlenmesi ile Türkiye’nin sallantıya girdiği, AKP’nin bir başka iktidar
alternatifi olmadığı için iktidarını sürdürdüğü ancak bölünebileceği ya da
çözülebileceği konusunda uyarı dolu mesajlar veriyordu. Bu mesajlar, Morton
Abromowitz’in Eylül 2012 tarihli “Sallantıdaki Türkiye” yazısından Obama’nın Suriye’de
karıştırdıkları işler gerekçesiyle Erdoğan ve Fidan’ı fırçaladığı 16 Mayıs 2013
Beyaz Saray görüşmesine, pek çok biçimde iletildi.
AKP-Cemaat
çatışması, Kürt sorununda çatışmasızlık, Gezi
ABD
eleştirisini ve Cemaat tehdidini gören AKP, bu krizli koşullarda
rahatlayabilmek için bir kez daha Kürt hareketi ile ateşkese gitmeyi tercih
etti. AKP’nin bir çözümü yoktu, krizi vardı. O nedenle Aralık 2012’de ilan
edilen yeni süreç de yine gerçek bir “çözüm süreci” değil “çatışmasızlık
süreci” olarak yaşandı. Bu taktik çatışmasızlık evresi de, AKP’nin yalnızlığı
giderilinceye, yeni bir ittifak kuruluncaya kadar sürecek, Kürt hareketi
açısından da asıl olan AKP ile uzlaşma değil inişli çıkışlı bir mücadele
olacaktı.
Haziran
2013’teki halk isyanı bu krizli süreçte AKP iktidarına halk güçlerinin bir
müdahalesi olarak gerçekleşti. Cemaat, sol karakterli bu halk hareketi
sırasında AKP’nin yanında durdu. Kürt hareketi, çatışmasızlık sürecinin de
etkisi altında, Batı’daki bu şaşırtıcı harekete mesafeli yaklaştı ve büyük
ölçüde AKP’ye karşı yıkıcı bir muhalefetten uzak durma tavrını sürdürdü. Ancak
isyan iktidar bloku içindeki çatlakları açığa çıkardı, toplumsal meşruiyeti de
sarsılan AKP’ye yönelik “gidici” algısının yerleşmesine yol açtı ve tüm siyasi
güçler AKP ile ilişkilerini yeniden gözden geçirir hale geldi.
AKP, isyanın
ardından bir süre sonra sokağı zaptedebilse de, sokak muhalefetinin sistem içi
hasımlarından gelen operasyonlardan daha zedeleyici olduğunu gördü ve çatışmayı
bu eksende derinleştirmekten imtina etti. Gezi / Haziran İsyanı sonrası
operasyon ve davaların mümkün olan en tantanasız şekilde sonlandırılması, simge
haline gelebilecek dava ve tutuklu bırakılmaması, Gezi’yi unutturma çabası, bu
bağlamda anlam kazanıyordu.
Cemaat,
isyanın ardından manzara AKP açısından pek de iç açıcı görünmez, ABD’nin
eleştirileri ve TSK’nın “tarafsız” duruşu sürer ve 3 seçimin art arda dizildiği
iki yıllık bir siyasi mücadele süreci yaklaşırken bu kez 17-25 Aralık 2013
yolsuzluk operasyonlarını başlattı. Çatışmasızlık sürecinden istifade etmeyi
sürdüren Kürt hareketi, bu süreçte AKP karşısında Öcalan’ın “Ateşe benzin
dökmeyiz” sözüyle simgeleşen bir pasif destek tutumu izledi.
AKP-TSK,
Cemaat’e ve PKK’ye karşı
AKP ve Cemaat
bir yıpratma savaşı olarak da yaşanan karşılıklı operasyonlar içine girdiğinde
TSK siyasi saflaşmalar içinde yer almayacağını dile getiriyor, ancak alttan
alta AKP’ye yeni bir ittifak önerisi götürüyordu. Mart 2014 yerel seçimlerinden
önce TSK ve AKP’nin seçim sürecinde birtakım “kalkışma” olasılıkları üzerine
tartıştığı ve plan yaptığı şeklinde haberler yayımlandı. Kürt illerinde
“özerklik” talepli kent isyanlarının yaşanabileceği tartışılıyor, bu isyanların
nasıl bastırılabileceği üzerine simülasyonlar yapılıyordu. Aynı ay içinde
Ergenekon tutukluları salıverildi. Bu kez de AKP ve TSK/ulusalcılar cephesi
ortak düşman Cemaat karşısında birleşmişti. AKP’nin (sistem içi) hasmıyla hısmı
yer değiştirmişti. Peki ya Kürtler? Görüntüde çatışmasızlık sürse de, TSK-AKP
mutabakatının tarif ettiği ortak düşman yalnızca Cemaat değil aynı zamanda Kürt
hareketiydi. İlker Başbuğ’un Ağustos 2008’de önerdiği gibi. Ekim 2014 Kobanê
eylemleri ile AKP karşısında muhalefetsizlik pozisyonunu sonlandıran ve
Batı’daki muhalefet ile (Erdoğan’ın başkan yaptırılmadığı) 7 Haziran 2015 genel
seçimine uzanacak olumlu bir etkileşim içine giren Kürt hareketi, AKP-TSK
mutabakatının Kürt düşmanı özünü de açığa çıkaracaktı.
Şimdi üzerine
çokça spekülasyon yapılan AKP-TSK mutabakatının oluşum öyküsü kabaca bu. Ne var
ki, İlker Başbuğ’un bu mutabakat zeminini önerdiği Ağustos 2008’den bu yana çok
şey değişti. O dönem ABD emperyalizmi açısından yola getirilmesi gereken devlet
içi güç TSK idi, şimdi AKP.
TSK’nın
başkomutanı kim?
ABD Başkan
Yardımcısı Joe Biden’ın tartışmalı ziyaretinde de AKP ve TSK’nın Cemaat ve PKK
karşıtı mutabakat zeminine onay verildiği görüldü. Biden gazetecilerle ve
muhalefetten simge isimlerle görüşürken Cemaat’e yakın kimseyle görüşmedi,
PKK’ye karşı yürtülen mücadeleye saygı duyduklarını belirtti. Ancak gerek
Biden’ın görüşme ve açıklamalarından gerek ABD’nin müteakip açıklamalarında,
AKP’nin diğer cephelerdeki çatışmalarına, Suriye’de PYD’yi ve Türkiye içinde
yasal / demokratik muhalefeti hedef alan saldırılarına ise eleştiri geldiği
görüldü. Bu elbette halkları korumayı değil bu gerekçeyle AKP’ye sınır çizmeyi
ve Erdoğan dışındaki sistem güçlerini cesaretlendirmeyi hedef alan bir
müdahaleydi.
Peki ya NATO
ordusu TSK, ABD’nin değil de “Başkomutan Erdoğan”ın sözünü dinlerse? Öyle
olmadığı Suriye’ye müdahale tartışmalarında görüldü. Erdoğan’ın Suudi
Arabistan’la birlikte Suriye’ye müdahaleyi dillendirmesi, Davutoğlu’nun Suudi
Arabistan’a giderken Hulusi Akar’ı yanında götürmesinin yarattığı heyecan kısa
sürdü. Heyecana kapılanlar Akar’ın birkaç gün önce, Başbuğ’la (yeri geldikçe
AKP’nin Cemaat’in suçlarına ortak olduğunu söyleyen Başbuğ’la) yan yana
fotoğraf verdiği görüşmeyi de gözden kaçırmıştı. TSK, BM onayı olmadan, yani
ABD ve Rusya’nın ikisinin birden onayı olmadan Suriye’ye adım atmayacağını
açıkladı. Bu, AKP-TSK mutabakatının sınırlarını anlamak açısından faydalı bir
süreçti.
Gelelim başta
söz ettiğimiz tehlikeli masallara…
Vatan
savunması mı?
Tüm bu
yaşananlar ışığında Kürtlere karşı savaşın, Perinçek ve Feyzioğlu benzeri
ulusalcıların iddia ettiği gibi “milli ordu TSK’nın” “ABD’nin piyonu PKK’ye”
karşı yürüttüğü bir vatan savunması olduğu söylenebilir mi? Kısa süre önce ABD
güdümlü bir yeniden yapılandırma operasyonundan geçirilerek hizaya getirilen 60
yıllık NATO ordusu TSK’yı Kürtleri ezmesinin hatırına milli ilan etmek
anti-emperyalizmle değil ırkçılıkla açıklanabilir. 35 yıldır bir NATO ordusuyla
savaşan, halihazırda Kuzey Irak ve Türkiye’de ABD’nin onayı ile bombalanan
PKK’yi, reel politiker tutumu ve Suriye’de IŞİD’e karşı izlediği taktik askeri
ittifak nedeniyle ABD işbirlikçisi ilan etmek de anti-emperyalizmden çok sosyal
şovenizmle açıklanabilir.
Türkiye
egemenlerinin Kürtlere karşı saldırganlığı sömürge tipi faşist devlet aygıtı
içinde iktidar olmanın, Saray’da ya da Kışla’da her nerede duruyorlarsa oradaki
iktidarlarını savunmanın bir yoludur. Vatan savunması, vatanın işgal toprağı
gibi tanklarla kuşatılıp, bombardımana tutulup, üzerindeki halkın ölüm ya da
göç arasında tercih yapmaya zorlanmasından başka bir şey olsa gerektir.
PKK’nin savaşı
solun önünde engel mi?
Yine yukarıda
özetlenen iktidar öyküsü ışığında PKK’nin yeniden başlattığı silahlı direnişin,
liberallerin ve sosyal şovenizmin etkisi altındaki reformist çevrelerin iddia
ettiği gibi demokratik muhalefeti ve sosyalist hareketi baskıladığı
savunulabilir mi? Savaşın ve faşizmin mücadele koşullarını çetinleştirdiği
doğrudur. Ancak savaşı ve faşizmi PKK icat etmiş ya da başlatmış gibi davranmak
abestir. Kürtlere karşı savaş iktidar güçlerinin birliğinin ve kitle desteğinin
varlık koşulunda, faşizm bu devletin harcında vardır. “Çözüm süreci” diye
anılan çatışmasızlık süreçleri ise iktidarın eli rahatladığında değil zora
girdiğinde devreye soktuğu soluklanma aralıklarıdır.
Kürt hareketi,
çatışmasızlık sürerken AKP-TSK ittifakı tarafından başlatılan askeri operasyonlara
ve kontrgerilla saldırılarına karşı uzun süre yasal-demokratik muhalefet
seçeneğinde ısrar etmiş ancak bu ısrarın işe yaramadığının hepimizce görüldüğü
7 Haziran sonrası süreçte kendi araçları ile direnmeye başlamıştır. Kürt
hareketi direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan
enerjisini bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batı’nın faşizme karşı
direnişini örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı
direnişinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?
Toplumsal
muhalefete düşen
AKP hala
mutlak iktidar değildir ve 2012 yazından itibaren görünür hale geldiği gibi
egemen sınıflar açısından ideali temsil etmeyen ve bir alternatifi oluştuğunda
terk edilebilecek olan bir seçenektir. Üstelik Kürtler, Kobanê sonrasında AKP
karşısında yıkıcı bir muhalefet izlememe tavrına son vermiştir. Fırat’ın iki
yakası arasındaki devrimci süreçler arasında olumlu bir etkileşim
kurulabileceği Kobanê ve 7 Haziran süreçlerinde açığa çıkmıştır. Haziran İsyanı’nın
dinamikleri de buharlaşmamıştır; umulmadık anlarda küçük ama etkili çıkışlarla
varlığını hatırlatmakta, ilkinin tekrarı olmasa bile yeni bir isyan olasılığını
gündemde tutmaktadır.
Cemaat pusuda
beklemektedir. TSK’nın PKK’ye karşı AKP ile kurduğu ittifak ise PKK’yi ortadan
kaldırmaktan çok, Kürtlere karşı savaş ekseninde yeniden inisiyatif kazanarak
pozisyon elde etme amacını taşımaktadır. Kürt sorununun ya da PKK’nin savaşla
ortadan kaldırılamayacağını TSK, AKP’den daha iyi bilmektedir. Yerini sağlamlaştırdığı
görünen TSK, uygun koşullar açığa çıktığında, egemen siyaset düzleminde bir
başka iktidar dizilimine ve operasyona dahil olacak şekilde, AKP ile ittifakına
son verebilecektir. Müslüman Kardeşler (MK) lideri Muhammed Mursi’yi hedef alan
ABD destekli bir darbe ile hem MK’yi hem de Tahrir’in devrimci dinamiklerini
ezen Abdülfettah Sisi örneği unutulmamalıdır.
Bu durumdan
Batı’daki toplumsal muhalefete de dersler çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin,
özel olarak da sosyalist hareketin Cemaat ve Kürt sorunu eksenine
indirgenemeyecek ve kendini bu sınıra hapsetmeyecek bağımsız direnişleri,
karşılarında daha zayıf bir AKP bulacak, Kürt halkı üzerindeki basıncı
hafifleteceği gibi etki kazandıkça iktidar bloku içindeki çatlakları da görünür
kılacaktır. Söz konusu “bağımsız direniş” Cemaat vb egemen çevrelerden
kesinlikle ayrık bir pozisyonu gerektirir ancak Kürt hareketi ile araya mesafe
konması anlamına gelmez. Aksine bu tutum Kürt karşıtlığına / şovenizme karşı
aktif bir tutumu da barındırmalı; AKP’nin ve ulusalcı müttefiklerinin Kürt
meselesi ekseninde tarif ettiği ve Kürt hareketinin de kendi başına aşamayacağı
milliyetçi saflaşmayı reddetmelidir. Aksi takdirde, AKP karşıtı hoşnutsuzluk
yeni bir toplumsal patlama ile sahne alsa bile, Mısır’daki ilerici kitle
dinamizminin Mursi’ye yönelik Sisi darbesi tarafından önce kullanılmasına sonra
ezilmesine benzer bir gelişme Türkiye açısından da olasılık dışı değildir.
İktidar bloku
içindeki çatlakları, bu çatlakların arasında ezilmeden devrimci bir seçeneğin
gelişimi açısından değerlendirmek, Kürt sorununu ve TSK tehdidini görmeden AKP
faşizmine karşı mücadele edilemeyeceğini bilince çıkarmakla mümkündür.