Sunday, February 28, 2016

Anarşist Kadınlar Ne İstiyor?

anakapak

İnsanlık tarihinde erkek, iktidarlı ve devletli toplumlara geçiş ile birlikte, iktidara sahip olan oldu ve iktidarı eline her aldığında, bunu kadın üzerinde kullanmaya başladı. Erkek egemen toplumlarda kadın, yüzyıllar boyunca erkek egemenliği tarafından teslim alındı, kendisine dayatılan toplumsal rollerle bu egemenlik altında baskılandı. Devlet, erk şiddeti üretti; bu şiddet her daim kadın bedeninde somutlaştı.
Bugün içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız kapitalizm, insan ilişkilerinin sonsuz yıkımından ve en çok da kadın-erkek ilişkileri arasında kurguladığı tahakkümcü sömürüden beslenmektedir. Erkek egemen iktidarlar, cinsiyetçi tahakküm biçimleriyle; yaşamın militarizasyonuyla; emeği, bedeni ve özlüğü alınıp satılabilen bir metaya dönüştüren kapitalizmle; kadını, var olan bu krizin “ezilmekte olan nesneleri” haline getirmektedir.
Devlet, toplumun temelini aileye sıkıştırırken; kadını da aileye kapattı. Dinsel öğretiler, kültürel ve ahlaki normlar, kurallar, yasalar, örf ve adetler, sürekli olarak yaşanmakta olan bu cinsiyetçiliği normalleştirdi. Bugün, biyolojik cinsiyetten çok farklı olarak tartıştığımız “toplumsal cinsiyet”, cinsler arasındaki iktidarı belirledikçe, kadının konumunu ev içinde belirledi, bedenini cinselliği üzerinden tahakkümü altına aldı ve cinsiyetler arası eşitsizliği besleyen, koruyan ve sürekli olarak üreten durumlar yarattı.
Kadınlar, erkek egemen bir sistemde, farklı tahakküm biçimleriyle sömürüye maruz kalırken; bu durum her zaman bir iktidarın var olmasından kaynaklandı.
Anarşizm sadece siyasal ya da ekonomik iktidarın değil hepsinden öte, insanın insan üzerinde kurduğu iktidarın ortadan kaldırılması gerekliliğinden hareket eder. Cinsiyetler arası ezilmeyi sınıflı toplumdan öncesine dayandıran Kropotkin, bu ezilme durumunun insan ile insan arasındaki hiyerarşik yapının ortaya çıkması ile açıklar. Kropotkin hiyerarşinin başlangıcını, patriyarkal ailenin ortaya çıkışına dayandırırken; bireysel servet ve güç toplamayla, bunların babadan oğula aktarılmasını da cinsiyetler arası hiyerarşinin kaynağı olarak ele alır.
İktidarın şiddeti kimi zaman devlet şiddeti olarak karşımıza çıkarken; biz kadınlar içinse bu şiddet yoğunluklu olarak erkekte vücut buluyor. Kadınların, taciz ve tecavüze uğradığı, bu tecavüzlerin devlet eliyle meşrulaştırıldığı; “erk”ek terörüyle sistematik olarak katledildiği; eve, aileye kapatıldığı ve her zaman erkeğe biat etmek zorunda bırakıldığı bugünlerde, kadınlar olarak bir kez daha soruyoruz. Kapatıldığımız hücrelerden; sıkıştırıldığımız sömürüden ve tutsaklıktan nasıl kurtulacağız? Yaşamlarımızın kontrolünü kendi elimize almak için; erkek egemenliğinin baskısından ve şiddetinden kurtulmak için; yaşamlarımız ve özgürlüğümüz için ne istiyoruz?
MÜCADELE
İktidar, var olan cinsler arasında ezen erkek ya da ezilen kadın ayrımı yapmaksızın, tüm cinsleri baskılamayı ve tahakkümü altında sindirmeyi ister. Söz konusu bu iktidar kimi zaman yer değiştirse de, yoğunluklu olarak erkekte vücut bulur. Ancak bu durum, sorunun esas kaynağının “iktidarın varlığı” olduğunu ortadan kaldırmaz.
Kapitalizmin gelişimiyle kendini var eden ve geliştiren ataerkil kültür, kadını, hem bedeni, hem kimliği, hem de emeği ile sömürür. İçinde yaşadığımız bu baskıcı kültürün yansıması olarak kadın, her daim korunması gereken bir “nesne” olarak görülür.
Bizlere dayatılan bu yok oluşu yıkmak ve kendimizi, kendi ellerimizle var edebilmek için, mücadele etmekten başka bir yolumuz yok. Kapitalizme, erkek egemenliğine ve her ikisinin de temelinde yatan iktidara karşı yaşamlarımızı geri almak; tüm insanlığın dönüşümünü sağlamak için, bütünlüklü bir mücadele kaçınılmazdır.
ÖZGÜRLÜK
İktidarın varlığı demek, özgürlüğün yok oluşu demektir. İktidarın babada, sevgilide, abide ya da herhangi bir erkekte somutlaştığı bir yerde ise kadının özgürlüğü asla mümkün değildir.
Kadının kapatıldığı hücresinde (ev, işyeri, aile…) mutlu, özgür ya da “eşit” olduğu yanılgısına kapılanlar, kadının kurtuluşunu “onu baskılayan iktidarı ele geçirmesinde” ararlar. Ancak kadının özgürleşmesi ne “erkeğe eşitlenmekle” ne de varlığını baskıdan ve yok saymadan alan iktidarı ele geçirmekle mümkündür. Kadın, özgürlüğü düşledikçe, düşlediğini eyledikçe ve ancak kapatıldığı hücrelerin her birini parçaladıkça özgürleşecektir.
Kadının ya da bireyin özgürleşmesiyle toplumun özgürleşmesi arasında bir öncelik ya da sonralık ilişkisi kuranlara karşı, biz kadınlar özgürleşirken, bütün bir yaşamı da özgürleştireceğiz. “Birimiz bile özgür değilsek hepimiz tutsağız.”
PAYLAŞMA ve DAYANIŞMA
İçinde bulunduğumuz kapitalist işleyiş, bireyi “tekleştirir” ve yalnızlaştırırken; erkek egemenliğinin baskısı da kadını yalnızlaştırarak bitmeyen bir tecrite sürükler. İktidar, bu tecritten kurtuluşunun mümkün olmadığını her vurguladığında; buna alışmayı ya da biat etmeyi salık verir.
Ekonomik olarak da, kültürel olarak da, bireyi bir yalnızlığa sürükleyen iktidar, bu yalnızlığın, kadınların tüm yaşamına yansımasına ve tekrar tekrar kadını hiçleştirmesine zemin sağlar. Kurtuluşunu “daha iyi”, “daha mutlu”, “daha zengin”, “daha güzel” olmakta aramak zorunda bırakılan kadın, tüm yaşamı boyunca asla ulaşamayacağı bir “daha” için sürüklenip durur.
Kapitalist ekonomik düşünceye yabancı ve ona düşman olan paylaşma ve dayanışma ruhuysa; tüm dayatmalara karşı kadının özgürleşmesine yardımcı olacak temel unsurlardır. Tüketim nesnesi ya da erkeğin baskının sindirdiği nesne olmayı reddeden her bir kadın; bir arada durdukça ve yaşamı paylaştıkça özgürleşebilecektir. Kadın, paylaşmayla ve dayanışmayla, özgürlüğün ve adaletin gerçekleştiği toplumsal düzen olan anarşizmle bunu gerçekleştirebilecektir. Ancak duygudaşlıkla, karşılıklı yardımlaşmayla ve yoldaşlıkla paylaşılan, pratikle yoğrulmuş bir yaşam kadını özgürleştirecek; dayanışmayla özgür bir yaşam inşa edilecektir.
BEN OLMADAN BİZ OLAMAYIZ
İktidarın mutlaklaşmasının ölçüsü, iktidar olanın da ona tabi olanın da bu güce tapınma ölçüsüdür. Karşılıklı bir ilişki biçimi olan iktidarın varlığında, güce biat eden, iktidarın baskıladığı bir nesneye dönüşür. İktidar ise sahip olduğu bu gücü yitirme kaygısına kapıldıkça, aynı gücün kölesi haline gelir.
Erkek egemen sistemde söz konusu olan kadın erkek ilişkisi de, bahsedilen bu karşılıklı ilişkinin bir yansımasıyla var olur. Erkek sahip olduğu güçle, bu gücün kölesine; kadınsa erkeğin sahip olduğu bu gücün tahakkümü altında bir köleye dönüşür. Böylesi bir düzen içerisinde kadının özgürleşmesi, öncelikli olarak, iktidarı elinde bulunduran erkeğe biat etmeyi reddetmesinden geçer.
Kadın, iktidarı ve aynı iktidarın yarattığı tüm tahakküm biçimlerini reddettikçe kendisini var edebilir. Gücün karşısında durarak ve bu güce direnerek aktif bir “özne” haline gelen kadın, ancak böylelikle kendini gerçekleştirebilir ve kendi devrimini yaratabilir. Kadının bu içsel devrimi, düşlediğini eyleyen, yaşamlarının kontrolünü eline alan, özgürleşen kadınların ve tüm insanların devrimidir.
ÖZSAVUNMA
İktidarın var olduğu her alanda sürdürdüğü saldırısı, onun baskısına karşı mücadele edenlerin direnişiyle karşılaşır. İktidar yok etmek için, asimile etmek için ya da yalnızca kendi hegemonyasını artırmak için doğrudan ya da dolaylı olarak saldırdıkça, her daim bir savunmayla karşılaşır. Kadınsa, çoğu zaman bu saldırıların da savunmanın da en temel öznesidir.
İktidar, erkeğin saldırısında somutlaştığında, kadın için şiddete karşı direnmek esas olmuş; devletin kendisinde somutlaştığında, özsavunma, bir var olma mücadelesi olmuştur. Kadın erkek tarafından düşünsel, bedensel, yani doğrudan yaşamsal bir saldırıya maruz kaldığı her an direnmekten başka bir yol seçmemelidir. Kadını “korunmaya muhtaç” addeden iktidar kodlarının karşısında kadın; kendi yaşamına yön veren aktif bir özne olarak, dolaylı ya da dolaysız olsun, hem iktidarın şiddetine hem de erkeğin şiddetine karşı direnerek, özünü savunarak özgürleşir.
ÖZÖRGÜTLÜLÜK
Kapitalizm, üretim ve tüketim döngüleri içerisinde, en alt basamaktan en son basamağa kadar, bireyleri ve toplum içi ilişkileri, kendi var oluşunu esas alarak düzenler. Var oluşu gereği tek olamayacağını öngören iktidar, “iktidar olmak ya da kalmak” için kendisini var edecek her bir özneye muhtaçtır. Kapitalizmin en önemli özelliği de, iktidarını yalnızlaştırılmış bireyler topluluğunun bütününde var etmektir.
Böylesi bir yaşam içinde “birey”den ve dolayısıyla kadından bahsetmek imkansızdır. Kapitalist ilişki biçimlerinde “tüketilmiş”, iktidarlı toplum yapısında “baskılanmış”, erkeğin ardında “yok edilmiş” olan kadının, söz konusu bu koşullar altında kendini yeniden var edebilmesi, ancak kendi gibi olan kadınlarla bir araya gelmesiyle mümkündür. İktidarlı ilişkilerin yarattığı tüm siyasal, ekonomik ve sosyal yıkıma karşı kadının özgürleşmesinin yegane yolu, kendisine ve başkasına yönelen tahakküme karşı çıkmak , bu tahakküme karşı çıkan başka kadınlar da bir arada durmak, el ele vermek, örgütlenmektir.
ÖZYÖNETİM
Toplum içerisindeki bireylerin, paylaşma ve dayanışmayı esas alan bir yaşam anlayışıyla ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle işlettikleri özyönetim modelinde toplum, özörgütlenmeler aracılığıyla organize edilir. Ekolojik uyumu, cinsiyet ilişkilerindeki tahakkümün ortadan kaldırılmasını, mülkiyet ve kapitalizmin dayattığı tüketimin karşısında paylaşım kültürünü esas alan bu model; tahakküme dayalı tüm ilişki biçimlerini ortadan kaldırır.
Özyönetim modelinin işleyişi, iktidarsız bir toplumsal ilişki biçimiyle ve doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle mümkündür. Özyönetimle, toplumun yönetilmesi değil; halkın kendini örgütleyebilmesi sağlanır. Söz konusu bu modelde toplum, merkezsiz birliklerle organize edilir.
EKOLOJİK UYUM
İçinde bulunduğumuz ekosistemde, sadece insanlarla değil, tüm canlı ve cansız varlıklarla ilişki halindeyiz. Bu ilişki, toplumsal ilişkinin de bir belirlenimi. İktidarlı toplumlarda insanın insanı sömürmesinin zemini olan kapitalist anlayış, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü de meşrulaştırmak ister; çünkü böylece doğanın sömürüsünü de meşrulaştıracaktır.
İktidarlı toplum yapısına geçişle “doğadan ayrılmış bir insan” anlayışı, doğa üzerindeki tahakkümü açığa çıkarmıştır; dolayısıyla doğanın bir parçası olan kadının üzerindeki tahakkümü de. Hiyerarşik toplumun iktidarlı ilişki biçimi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünü yarattıktan sonra, doğanın sömürülmesine, talanına ve yıkımına yol açmıştır. Yani esas olarak ekolojik talan, “erk”eğin kadın üzerindeki tahakkümüyle doğmuştur.
İnsan, ancak doğanın bir parçası olduğunu fark edip, bu uyuma dahil oldukça özgürleşebilir. Özgürlük, doğadaki hiçbir bileşen (insan, hayvan, varlık vs.) arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlüklü bir mücadeleyle yaratılabilir. İktidar merkezli bir anlayışa karşı oluşturulacak hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam, bütün bileşenleriyle, ekosistemin kurtuluşu olacaktır. Yaşam tutsaklıktan kurtulduğunda, kadın da özgür olacaktır.
DOĞRUDAN DEMOKRASİ
Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde hiç umursamadan aldığı kararları uygulaması, bu kararları zor ile dayatması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır. Özgürlüğü “sunulan alternatiflerden birini seçme”ye odaklayan çoğulcu demokrasiye karşı, anarşizm, öznesi olan bütün bireylerin etkin bir şekilde katılacağı, bir parçası ve yönlendiricisi olacağı karar alma süreçleri işletir.
Kadını zaten görünmez kılan bu demokrasi aldatmacasıyla, “seçme ve seçilme hakkı” adı altında, tarih içerisinde kadına yönelik bazı politikalar işletilmiş olsa da, kadının özgürleşmesi konusunda bir uygulama değişikliği olmamıştır. Hükümetlerin politikaları, kendi iktidarlarına biat etmesini istedikleri hemen herkesi, kadınları da, oyalamıştır.
Anarşizm, buna karşı bir pratik olarak işlettiği doğrudan demokrasiyle, kişinin etkin bir özne olmasına zemin olmuştur. Bilginin de emeğin de bir tahakküm aracına dönüştürülmeksizin var olduğu doğrudan demokratik yöntemde, karar alma süreçleri hiyerarşi olmadan işletilir, kişilerin bu sürece katılımı esas alınır. Deneyimlinin deneyimsiz üzerindeki tahakkümüne karşı işleyen bu yöntemle, iktidarın baskısıyla nesneleştirilmiş olan bireyler yeniden bir özne haline gelir ve kendini gerçekleştirmeye başlar.
Doğrudan demokrasi; kadının yok sayıldığı iktidarlı ilişki biçimlerine, kadının özgürlüğünün meclisteki %50 koltuk oranına sıkıştırılmasına ve “erkek egemenliğinin sunduklarından birini seçme”ye karşı, özgürleşmenin esas pratiğidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayımlanmıştır.


Wednesday, February 17, 2016

AKP-TSK ilişkisi ve tehlikeli masallar – Ali Ergin Demirhan

Tarih: 13 Şubat 2016

Kürt hareketi direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan enerjisini bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batının faşizme karşı direnişini örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı direnişinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?

AKP ve TSK’nın Cemaat’e ve asıl olarak da Kürt hareketine karşı savaş ekseninde ittifak ettiği ve ülkeyi Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük sevdası ekseninde tırmanan bir faşist terör altında yönettiği koşullarda, ülkenin sol muhalefet potansiyeli ulusalcı ve liberal çevrelerin yaydığı bazı masallarla etkisizleştiriliyor. Doğu Perinçek, Metin Feyzioğlu vb. ulusalcılar öyle iddia ediyor ki; Kürtler ABD’nin piyonu ve TSK bölücü tehdide karşı bir milli ordu olarak vatan savunması veriyor, AKP de şu an bu çizgiye geldiği için acil bir tehdit değil ve mevcut çizgisi desteklenebilir. Kürt hareketinde ve solda etkileri kısmen de olsa süren liberaller öyle iddia ediyor ki; PKK yeniden silahlı direniş çizgisini geliştirmeyi tercih ederek demokratik muhalefetin koşullarını ortadan kaldırdı ve devlete faşizmi tırmandırma fırsatı verdi, o nedenle PKK’nin silahlı direnişi de sorunun bir parçası. Hem reformist hem sosyal şoven oldukları için liberalizmle ulusalcılık arasında salınan kimi sol kesimler de iddia ediyor ki; Kürt sorunu eksenli çatışma ve Kürt hareketi sosyalist hareketi baskılıyor, bu “gerici” çatışmadan da “ABD işbirlikçiliğine meyyal” hareketten de mesafeli durmalı, sosyalist hareketin yolunu başka zaman, mekan ve sorun alanlarında aramalı.
Batının yalnızca Kürt illerindeki devlet terörü karşısında değil ülkenin genelinde faşizmin tırmanışı karşısında sessiz kalmasında, bu tehlikeli masalların sosyalist hareket üzerindeki etkisinin de payı var. AKP’li yılların farklı evrelerinde iktidar denkleminin nasıl kurulduğuna bakarsak, ABD işbirlikçiliğinin ve Kürt düşmanlığının bu iktidar denklemindeki bütün aktörler açısından vazgeçilmez bir yer edindiğini ve dolayısıyla da yukarıda bahsi geçen tehlikeli masalların kötü niyetten değilse 13 yıl boyunca yaşananlardan ders çıkaramayan bir aymazlıktan kaynaklandığını görebiliriz.
AKP’li yıllarda iktidar denklemleri
Türkiye’yi yeniden kurma iddiasıyla hareket eden AKP, 13 yılı aşkın süredir tek başına hükümet ediyor ancak hiçbir zaman iddiasının gerektirdiği biçimde mutlak iktidar olamadı. Yeni bir Anayasa yapamadı. Bürokrasiyi ve kolluk güçlerini tam kontrolü altına alamadı. Bütün seçim zaferlerine karşın AKP’ye sandıkta yeni bir Anayasa yoluyla Türkiye’yi yeniden kurma meşruiyetini vermeyen halk, ülke tarihinin en büyük ve şiddetli kitle seferberlikleri ile sahne aldığında, iktidar bloğunun kırılganlığını ve iç çatlakları da ortaya çıkardı. İç çatlaklar ancak ortak düşmanlar karşısında taktik ittifaklar ve ABD desteği ile giderilebildi.
Devlet içi güç dengelerinin görünür üç aktörü olageldi: AKP, TSK ve Cemaat. Hiçbir zaman üçü bir arada iktidar olmadı. Her zaman ikili koalisyonlar söz konusu oldu. Hangi ikilinin iktidar olacağı, hangisinin operasyona maruz kalacağı konusunda, ABD emperyalizminin onay ve desteği önemli rol oynadı. ABD emperyalizmi de hiçbiri egemen sınıfların ideal temsilcisi olmayan bu iktidar güçlerini birbirlerine karşı dengeleyici ve yola getirici unsur olarak kullandı. Bu tabloyu tamamlayan devlet dışı diğer siyasi güç ise Kürt hareketiydi. Egemenler iç birliklerini sağlamak ve kitle desteğini korumak için Kürt hareketine karşı savaşa başvururken, egemenler arası çatlaklar belirdiğinde taktik ve koşullu ateşkesler devreye girdi.
Devlet katının sakinleri, nasıl tanımlanırlarsa tanımlansınlar, iktidarlarını sürdürmek için ABD işbirlikçisi ve Kürt düşmanı bir çizgiye muhtaçtı. Yeni sömürgecilik ilişkileri ve bu ilişkilerin gerektirdiği sömürge tipi faşist devlet yapısı başka türlüsünü mümkün kılmıyordu. AKP, Erdoğan’ın bütün heyheylenmelerine karşın, Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı yazarların ifşa ettiği gibi kuruluşu itibariyle bir ABD projesi; TSK, Perinçek benzerlerinin bütün “milli ordu” zırvalarına karşın 60 yıllık bir NATO ordusu; Cemaat de CIA ile bağını inkar edemeyen bir uluslararası “işbirlikçi/ılımlı İslam” organizasyonuydu. Bu çelişkili iktidar güçlerini bir arada tutacak ve toplumsal desteklerini sağlayacak “ulusal dava” da Kürtlere karşı yürütecekleri savaştı.
“Hükümet olduk ama iktidar olamadık”tan Ergenekon operasyonuna
AKP ilk iktidara geldiğinde, aslında iktidar olmadığının bilincindeki yönetici kadrolar “Hükümet olduk ama iktidar olamadık” diyordu. Devlet içindeki belirleyici siyasi güç konumunu koruyan ancak AKP hükümeti ile birlikte var olmanın yollarını arayan TSK, egemenlerin birliğini 28 Şubat döneminde olduğu gibi “irtica karşıtı” değil “Kürt karşıtı” bir konumlanışla sürdürmeye çalışıyordu. “İrticai (gerici) tehdit” dile getirilmeye devam etse de askerin açıklamalarında öncelik “bölücü teröre karşı mücadeleye” veriliyordu.
Bu AKP ile TSK’nın mutabakat zeminiydi, ancak çok zayıftı. Çünkü AKP de TSK da birbiri karşısında fırsat kolluyordu. Aynı zamanda çok yetersizdi, çünkü NATO ordusu TSK, o günkü politik konumlanışı itibariyle NATO’nun başı ABD’nin politik beklentileri ile uyumsuzdu.
Bu uyumsuzluk, ABD’nin Irak’ı işgale giderken Türkiye topraklarını kullanmak istemesi karşısında TSK’nın negatif bir tutum almasında karşılık bulmuş, TSK’nın ayak sürçmesi ve ateşten topu AKP’nin kucağına bırakması, CHP’nin kesin itirazı ve savaş karşıtı toplumsal muhalefetin baskısı altında AKP de çelişki içine düşmüş, Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bütün gayretlerine rağmen 1 Mart 2003 tezkeresi TBMM’de kabul ettirilememişti. 1 Mart tezkeresinin reddinin AKP’nin mi yoksa TSK’nın mı “suçu” olduğu çok tartışıldı. Hatta her iki aktör de zaman zaman ABD ile en uyumlu olanın kendisi olduğu yönünde mesajlarla “suçu” diğerinin üstüne atmaya çalıştı. Ancak ABD açısından, Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı niyetini ifade eden AKP’nin, hala eski dış politika çizgisinde bir NATO-ABD dostluğu ve müttefikliğine vurgu yapan “statükocu” TSK’dan daha tercih edilir olduğu ortadaydı.
NATO ordusu TSK’nın, emperyalizmin yeni dönemdeki çıkarlarına ayak uyduramaması karşısında ABD, TSK’yı ve dolayısıyla da kontrgerillayı yeniden yapılandırıp hizaya çekecek bir operasyon yürütmek üzere AKP ve müttefiki Fethullah Gülen Hareketi’ni (Cemaat) desteklemeye yönelmişti. Operasyon için koşullar iktidar savaşının kızıştığı 2007’de olgunlaşacaktı.
TSK’ya karşı AKP-Cemaat 
İktidar savaşı Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı 2007’de tırmanışa geçti ve kontrgerilla eylemlerinin yanı sıra, TSK’nın ABD tarafından desteklenmeyen kifayetsiz ama sert çıkışları ve AKP karşıtı toplumsal hoşnutsuzluğun muazzam kitlesellikte Cumhuriyet Mitingleri ile sokağa çıkmasının ardından bir kırılma noktasına gelindi. TSK ve AKP arası gerilimde ABD tercihini AKP’den yana kullandı. ABD’nin desteği, TSK’nın yüksek komuta kademesinin rızası ve polis-yargı içinde örgütlü Cemaat’in operasyonel gücü ile 2007 yazında Ergenekon operasyonu adı altında TSK’yı/kontrgerillayı hizaya çekip yeniden yapılandırma operasyonu başlatıldı.
Böylece AKP-Cemaat koalisyonu, TSK’yı operasyona tabi tutmaya başlıyor, neredeyse eşzamanlı olarak Kürtlere yönelik operasyonlar da yürüterek “En az TSK kadar vatansever olduklarını ve vatanı, devleti, milleti savunduklarını” kanıtlıyor, liberal/sol-liberallerin demokratikleşme mavallarıyla da iktidarı ele geçirme operasyonuna meşruiyet perdesi çekiyordu.
Başbuğ’un önerisi: Cemaat’e ve Kürt hareketine karşı mutabakat
2008’de Yaşar Büyükanıt’tan genelkurmay başkanlığı görevini devralan İlker Başbuğ, devir teslim konuşmasında Cemaat’e karşı özel bir vurgu yaptı. Böylece TSK’nın yüksek komuta kademesi Cemaat ile köklü/yapısal farklılıklara sahip olduğunu bildiği AKP’ye yeni bir mutabakat zemini öneriyor, “laiklik” söylemini sürdürse de, Kürt karşıtlığının yanısıra, “irtica” sözücüğünden boşalan yere “Cemaat” sözcüğünü yerleştiriyordu. Genelkurmay bu tavrını akreditasyon uygulamasında AKP’ye yakın İslamcı gazetelere onay verirken Cemaat basınını dışlamayı sürdürerek de ortaya koyuyordu.
Ne var ki bu süreçte AKP, devlet içinde Cemaat ile koalisyonunu ilerletip, “ne isterlerse verip”, ABD desteği ile TSK’ya karşı operasyonu derinleştirerek iktidarı ele geçirmeyi tercih etti. Süreç, Başbuğ’un emekli olduktan sonra, Cemaat kadroları tarafından tutuklanması ile taçlandı. Erdoğan, Başbuğ’un tutuklanmasını sözümona içine sindirememiş, fiiliyatta “istemem yan cebime koy” demişti.
Peki “süreç” neyin nesiydi?
Ülke 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’na doğru yol alırken, iktidarın ülkenin temel sorunlarını çözebilecek potansiyele sahip olduğunu göstererek geniş toplumsal kesimler gözünde meşruiyet kazanma ihtiyacı bir yandan, devletin faşist yapısı içinde süren iktidar mücadelesinin gerekleri ve Kürt sorununun bu devlet tarafından çözülmesini imkansız kılan sınıfsal doğası diğer yandan gel-gitli bir “süreç” karşımıza çıkardı.
Kürt sorununu “birlik ve kardeşlik içinde” çözme iddiasıyla 2009’da başlatılan “süreç” 1 yıl geçmeden KCK operasyonlarıyla yasal Kürt siyasetine yönelik kitlesel bir tutuklama dalgasına evrildi. Ancak AKP ile Kürt hareketi arasında görüşmeler devam ettirilerek, iktidarın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sahte çözüm umudu da, savaş ve operasyonlar da diri tutuldu.
2007’den 2012’ye uzanan dönemde sosyalistler ve aydınlar dahil diğer muhalefet kesimlerine yönelik operasyonlar da AKP-Cemaat mutabakatının düşman tanımlamasına uygun şekilde Ergenekon ya da KCK çuvalına sokuşturuluyordu.
İktidar da kavgası da AKP ve Cemaat’in kucağında
AKP’ye yargı üzerinde tam hakimiyet olanağı tanıyan 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu ve TSK’nın komuta kademesinin topluca istifa ettiği 29 Temmuz 2011 krizinin ardından TSK teslim bayrağını çekmiş ve artık iktidar AKP-Cemaat koalisyonu tarafından ele geçirilmişti. NATO ordusu TSK elbette doğrudan bir AKP organizasyonuna dönüşmemişti ancak devlet içinde kendisi için tarif edilen hizaya çekilmişti. Yani artık devlet içi iktidar mücadelelerinde ötekiler açısından bir ortak hasım olmaktan da çıkmış, böylece daha fazla operasyona maruz kalmaktan da kurtulmuştu.
Böylece iktidar kavgasının potansiyel iki tarafı kalıyordu: AKP ve Cemaat. Ordunun geri çekilmesi ile biricik “iç düşman” olarak yine Kürtler kalmıştı. Yeni sürecin sorunlu iktidar gücü ise artık AKP’ydi. Sözümona BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan, Aralık 2010’da patlak veren Arap halk hareketlerinin Ortadoğu’da kaçınılmaz bir değişim sürecini tetiklemesinin ardından ilk emperyalist müdahaleler başladığında süreci anlamakta güçlük çekmiş, TSK’nın Libya’daki NATO müdahalesine katılmasını onaylamadan 10-15 gün önce, “NATO’nun ne işi var Libya’da!” demişti. Libya’da anlama güçlüğü çeken adam, Suriye’de “uyanıklık” edip herkesten erken davranınca bu kez de kısa sürede kendisini teşvik eden ABD dahil pek çok uluslararası aktörün eleştirisine hedef olan bir bataklık politikasına saplanmıştı. Hatırda tutulması gereken bir vaka da Mayıs 2010’da yaşanmıştı. Mavi Marmara krizinde, hamaset dolu hesapsız tutumu ile hem Mavi Marmara yolcularını ölüme gönderen hem de İsrail ile diplomatik ilişkileri zedeleyen AKP yalnızca ABD ve İsrail’in değil Cemaat’in eleştirilerine de konu olmuştu.
Cemaat-AKP gerilimi, ikilinin iktidar pastasını paylaşma yarışına girdiği ve ABD’nin ufak ufak AKP’ye dönük eleştirel bir tutuma yöneldiği 2012’de uç verdi. Şubat 2012’de Cemaat savcıları, Erdoğan’ın adamı MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırdığında, gerekçe Oslo-Habur sürecinde Kürt hareketi liderliği ile yürütülen görüşmelerdi. AKP’nin direnci bu ilk operasyon girişimini püskürttü ancak AKP-Cemaat gerilimi ve AKP’ye yönelik bir operasyonun koşulları olgunlaşarak sürüyordu. Temmuz 2012’de Suriye savaşı, AKP’nin beklentilerine ters bir şekilde, bir Müslüman Kardeşler iktidarı potansiyeli değil, yeni bir Kürdistan ve Esad yönetimine meşruiyet kazandıran bir cihatçı bataklığı yaratarak derinleşti. PKK de Türkiye tarafında “devrimci halk savaşı” iddiası ile savaşı büyüttü. İşte bu koşullarda ABD, AKP’nin işe yaramaz Ortadoğu (özel olarak da Suriye) politikasını eleştiriyor, Kürt sorununda çatışmaların şiddetlenmesi ile Türkiye’nin sallantıya girdiği, AKP’nin bir başka iktidar alternatifi olmadığı için iktidarını sürdürdüğü ancak bölünebileceği ya da çözülebileceği konusunda uyarı dolu mesajlar veriyordu. Bu mesajlar, Morton Abromowitz’in Eylül 2012 tarihli “Sallantıdaki Türkiye” yazısından Obama’nın Suriye’de karıştırdıkları işler gerekçesiyle Erdoğan ve Fidan’ı fırçaladığı 16 Mayıs 2013 Beyaz Saray görüşmesine, pek çok biçimde iletildi.
AKP-Cemaat çatışması, Kürt sorununda çatışmasızlık, Gezi
ABD eleştirisini ve Cemaat tehdidini gören AKP, bu krizli koşullarda rahatlayabilmek için bir kez daha Kürt hareketi ile ateşkese gitmeyi tercih etti. AKP’nin bir çözümü yoktu, krizi vardı. O nedenle Aralık 2012’de ilan edilen yeni süreç de yine gerçek bir “çözüm süreci” değil “çatışmasızlık süreci” olarak yaşandı. Bu taktik çatışmasızlık evresi de, AKP’nin yalnızlığı giderilinceye, yeni bir ittifak kuruluncaya kadar sürecek, Kürt hareketi açısından da asıl olan AKP ile uzlaşma değil inişli çıkışlı bir mücadele olacaktı.
Haziran 2013’teki halk isyanı bu krizli süreçte AKP iktidarına halk güçlerinin bir müdahalesi olarak gerçekleşti. Cemaat, sol karakterli bu halk hareketi sırasında AKP’nin yanında durdu. Kürt hareketi, çatışmasızlık sürecinin de etkisi altında, Batı’daki bu şaşırtıcı harekete mesafeli yaklaştı ve büyük ölçüde AKP’ye karşı yıkıcı bir muhalefetten uzak durma tavrını sürdürdü. Ancak isyan iktidar bloku içindeki çatlakları açığa çıkardı, toplumsal meşruiyeti de sarsılan AKP’ye yönelik “gidici” algısının yerleşmesine yol açtı ve tüm siyasi güçler AKP ile ilişkilerini yeniden gözden geçirir hale geldi.
AKP, isyanın ardından bir süre sonra sokağı zaptedebilse de, sokak muhalefetinin sistem içi hasımlarından gelen operasyonlardan daha zedeleyici olduğunu gördü ve çatışmayı bu eksende derinleştirmekten imtina etti. Gezi / Haziran İsyanı sonrası operasyon ve davaların mümkün olan en tantanasız şekilde sonlandırılması, simge haline gelebilecek dava ve tutuklu bırakılmaması, Gezi’yi unutturma çabası, bu bağlamda anlam kazanıyordu.
Cemaat, isyanın ardından manzara AKP açısından pek de iç açıcı görünmez, ABD’nin eleştirileri ve TSK’nın “tarafsız” duruşu sürer ve 3 seçimin art arda dizildiği iki yıllık bir siyasi mücadele süreci yaklaşırken bu kez 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarını başlattı. Çatışmasızlık sürecinden istifade etmeyi sürdüren Kürt hareketi, bu süreçte AKP karşısında Öcalan’ın “Ateşe benzin dökmeyiz” sözüyle simgeleşen bir pasif destek tutumu izledi.
AKP-TSK, Cemaat’e ve PKK’ye karşı
AKP ve Cemaat bir yıpratma savaşı olarak da yaşanan karşılıklı operasyonlar içine girdiğinde TSK siyasi saflaşmalar içinde yer almayacağını dile getiriyor, ancak alttan alta AKP’ye yeni bir ittifak önerisi götürüyordu. Mart 2014 yerel seçimlerinden önce TSK ve AKP’nin seçim sürecinde birtakım “kalkışma” olasılıkları üzerine tartıştığı ve plan yaptığı şeklinde haberler yayımlandı. Kürt illerinde “özerklik” talepli kent isyanlarının yaşanabileceği tartışılıyor, bu isyanların nasıl bastırılabileceği üzerine simülasyonlar yapılıyordu. Aynı ay içinde Ergenekon tutukluları salıverildi. Bu kez de AKP ve TSK/ulusalcılar cephesi ortak düşman Cemaat karşısında birleşmişti. AKP’nin (sistem içi) hasmıyla hısmı yer değiştirmişti. Peki ya Kürtler? Görüntüde çatışmasızlık sürse de, TSK-AKP mutabakatının tarif ettiği ortak düşman yalnızca Cemaat değil aynı zamanda Kürt hareketiydi. İlker Başbuğ’un Ağustos 2008’de önerdiği gibi. Ekim 2014 Kobanê eylemleri ile AKP karşısında muhalefetsizlik pozisyonunu sonlandıran ve Batı’daki muhalefet ile (Erdoğan’ın başkan yaptırılmadığı) 7 Haziran 2015 genel seçimine uzanacak olumlu bir etkileşim içine giren Kürt hareketi, AKP-TSK mutabakatının Kürt düşmanı özünü de açığa çıkaracaktı.
Şimdi üzerine çokça spekülasyon yapılan AKP-TSK mutabakatının oluşum öyküsü kabaca bu. Ne var ki, İlker Başbuğ’un bu mutabakat zeminini önerdiği Ağustos 2008’den bu yana çok şey değişti. O dönem ABD emperyalizmi açısından yola getirilmesi gereken devlet içi güç TSK idi, şimdi AKP.
TSK’nın başkomutanı kim?
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın tartışmalı ziyaretinde de AKP ve TSK’nın Cemaat ve PKK karşıtı mutabakat zeminine onay verildiği görüldü. Biden gazetecilerle ve muhalefetten simge isimlerle görüşürken Cemaat’e yakın kimseyle görüşmedi, PKK’ye karşı yürtülen mücadeleye saygı duyduklarını belirtti. Ancak gerek Biden’ın görüşme ve açıklamalarından gerek ABD’nin müteakip açıklamalarında, AKP’nin diğer cephelerdeki çatışmalarına, Suriye’de PYD’yi ve Türkiye içinde yasal / demokratik muhalefeti hedef alan saldırılarına ise eleştiri geldiği görüldü. Bu elbette halkları korumayı değil bu gerekçeyle AKP’ye sınır çizmeyi ve Erdoğan dışındaki sistem güçlerini cesaretlendirmeyi hedef alan bir müdahaleydi.
Peki ya NATO ordusu TSK, ABD’nin değil de “Başkomutan Erdoğan”ın sözünü dinlerse? Öyle olmadığı Suriye’ye müdahale tartışmalarında görüldü. Erdoğan’ın Suudi Arabistan’la birlikte Suriye’ye müdahaleyi dillendirmesi, Davutoğlu’nun Suudi Arabistan’a giderken Hulusi Akar’ı yanında götürmesinin yarattığı heyecan kısa sürdü. Heyecana kapılanlar Akar’ın birkaç gün önce, Başbuğ’la (yeri geldikçe AKP’nin Cemaat’in suçlarına ortak olduğunu söyleyen Başbuğ’la) yan yana fotoğraf verdiği görüşmeyi de gözden kaçırmıştı. TSK, BM onayı olmadan, yani ABD ve Rusya’nın ikisinin birden onayı olmadan Suriye’ye adım atmayacağını açıkladı. Bu, AKP-TSK mutabakatının sınırlarını anlamak açısından faydalı bir süreçti.
Gelelim başta söz ettiğimiz tehlikeli masallara…
Vatan savunması mı?
Tüm bu yaşananlar ışığında Kürtlere karşı savaşın, Perinçek ve Feyzioğlu benzeri ulusalcıların iddia ettiği gibi “milli ordu TSK’nın” “ABD’nin piyonu PKK’ye” karşı yürüttüğü bir vatan savunması olduğu söylenebilir mi? Kısa süre önce ABD güdümlü bir yeniden yapılandırma operasyonundan geçirilerek hizaya getirilen 60 yıllık NATO ordusu TSK’yı Kürtleri ezmesinin hatırına milli ilan etmek anti-emperyalizmle değil ırkçılıkla açıklanabilir. 35 yıldır bir NATO ordusuyla savaşan, halihazırda Kuzey Irak ve Türkiye’de ABD’nin onayı ile bombalanan PKK’yi, reel politiker tutumu ve Suriye’de IŞİD’e karşı izlediği taktik askeri ittifak nedeniyle ABD işbirlikçisi ilan etmek de anti-emperyalizmden çok sosyal şovenizmle açıklanabilir.
Türkiye egemenlerinin Kürtlere karşı saldırganlığı sömürge tipi faşist devlet aygıtı içinde iktidar olmanın, Saray’da ya da Kışla’da her nerede duruyorlarsa oradaki iktidarlarını savunmanın bir yoludur. Vatan savunması, vatanın işgal toprağı gibi tanklarla kuşatılıp, bombardımana tutulup, üzerindeki halkın ölüm ya da göç arasında tercih yapmaya zorlanmasından başka bir şey olsa gerektir.
PKK’nin savaşı solun önünde engel mi?
Yine yukarıda özetlenen iktidar öyküsü ışığında PKK’nin yeniden başlattığı silahlı direnişin, liberallerin ve sosyal şovenizmin etkisi altındaki reformist çevrelerin iddia ettiği gibi demokratik muhalefeti ve sosyalist hareketi baskıladığı savunulabilir mi? Savaşın ve faşizmin mücadele koşullarını çetinleştirdiği doğrudur. Ancak savaşı ve faşizmi PKK icat etmiş ya da başlatmış gibi davranmak abestir. Kürtlere karşı savaş iktidar güçlerinin birliğinin ve kitle desteğinin varlık koşulunda, faşizm bu devletin harcında vardır. “Çözüm süreci” diye anılan çatışmasızlık süreçleri ise iktidarın eli rahatladığında değil zora girdiğinde devreye soktuğu soluklanma aralıklarıdır.
Kürt hareketi, çatışmasızlık sürerken AKP-TSK ittifakı tarafından başlatılan askeri operasyonlara ve kontrgerilla saldırılarına karşı uzun süre yasal-demokratik muhalefet seçeneğinde ısrar etmiş ancak bu ısrarın işe yaramadığının hepimizce görüldüğü 7 Haziran sonrası süreçte kendi araçları ile direnmeye başlamıştır. Kürt hareketi direnmeyi kestiğinde, iktidar boşluğa düşüp yıkılmayacak ya da artan enerjisini bize gül uzatmak için kullanmayacaktır. Batı’nın faşizme karşı direnişini örgütlemek için elverişli koşulların, Kürtlerin faşizme karşı direnişinin son bulmasıyla gerçekleşeceğini ummak fazlasıyla tuhaf değil midir?
Toplumsal muhalefete düşen
AKP hala mutlak iktidar değildir ve 2012 yazından itibaren görünür hale geldiği gibi egemen sınıflar açısından ideali temsil etmeyen ve bir alternatifi oluştuğunda terk edilebilecek olan bir seçenektir. Üstelik Kürtler, Kobanê sonrasında AKP karşısında yıkıcı bir muhalefet izlememe tavrına son vermiştir. Fırat’ın iki yakası arasındaki devrimci süreçler arasında olumlu bir etkileşim kurulabileceği Kobanê ve 7 Haziran süreçlerinde açığa çıkmıştır. Haziran İsyanı’nın dinamikleri de buharlaşmamıştır; umulmadık anlarda küçük ama etkili çıkışlarla varlığını hatırlatmakta, ilkinin tekrarı olmasa bile yeni bir isyan olasılığını gündemde tutmaktadır.
Cemaat pusuda beklemektedir. TSK’nın PKK’ye karşı AKP ile kurduğu ittifak ise PKK’yi ortadan kaldırmaktan çok, Kürtlere karşı savaş ekseninde yeniden inisiyatif kazanarak pozisyon elde etme amacını taşımaktadır. Kürt sorununun ya da PKK’nin savaşla ortadan kaldırılamayacağını TSK, AKP’den daha iyi bilmektedir. Yerini sağlamlaştırdığı görünen TSK, uygun koşullar açığa çıktığında, egemen siyaset düzleminde bir başka iktidar dizilimine ve operasyona dahil olacak şekilde, AKP ile ittifakına son verebilecektir. Müslüman Kardeşler (MK) lideri Muhammed Mursi’yi hedef alan ABD destekli bir darbe ile hem MK’yi hem de Tahrir’in devrimci dinamiklerini ezen Abdülfettah Sisi örneği unutulmamalıdır.
Bu durumdan Batı’daki toplumsal muhalefete de dersler çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin, özel olarak da sosyalist hareketin Cemaat ve Kürt sorunu eksenine indirgenemeyecek ve kendini bu sınıra hapsetmeyecek bağımsız direnişleri, karşılarında daha zayıf bir AKP bulacak, Kürt halkı üzerindeki basıncı hafifleteceği gibi etki kazandıkça iktidar bloku içindeki çatlakları da görünür kılacaktır. Söz konusu “bağımsız direniş” Cemaat vb egemen çevrelerden kesinlikle ayrık bir pozisyonu gerektirir ancak Kürt hareketi ile araya mesafe konması anlamına gelmez. Aksine bu tutum Kürt karşıtlığına / şovenizme karşı aktif bir tutumu da barındırmalı; AKP’nin ve ulusalcı müttefiklerinin Kürt meselesi ekseninde tarif ettiği ve Kürt hareketinin de kendi başına aşamayacağı milliyetçi saflaşmayı reddetmelidir. Aksi takdirde, AKP karşıtı hoşnutsuzluk yeni bir toplumsal patlama ile sahne alsa bile, Mısır’daki ilerici kitle dinamizminin Mursi’ye yönelik Sisi darbesi tarafından önce kullanılmasına sonra ezilmesine benzer bir gelişme Türkiye açısından da olasılık dışı değildir.
İktidar bloku içindeki çatlakları, bu çatlakların arasında ezilmeden devrimci bir seçeneğin gelişimi açısından değerlendirmek, Kürt sorununu ve TSK tehdidini görmeden AKP faşizmine karşı mücadele edilemeyeceğini bilince çıkarmakla mümkündür.