Monday, March 31, 2014

Cemaatle ittifak, sağ adaylar, isyanı sağa eklemleme: CHP siyaseti iflas etti

Cemaatle ittifak, sağ adaylar, isyanı sağa eklemleme: CHP siyaseti iflas etti

CHP’nin parti için riskleri ile birlikte çok büyük bir olanak olan Haziran İsyanı’na sırtını dönerek, çantada keklik olarak gördüğü Alevi’leri sağa mecbur bırakarak,  üstelik sağcı adaylarla sağ siyaset yürüterek yaptığı yerel seçim çalışması başarısızlıkla sonuçlandı. Ne Cemaat’le ilişkisi oyunu artırabildi ne sağ adaylarıyla dağılan sağ ittifakta rol kapma çabası işe yaradı.  CHP’nin sağda yedeklenme politikası, dayattığı adaylar nedeniyle yukarıdan aşağı izlediği seçim siyaseti ve hantallıkla birleşince 30 Mart itibariyle resmen iflas etti. Sol karakterdeki İsyan’ı görmüş ülkede CHP, sağcılaşarak, genel olarak sağı güçlendirmiş oldu
CHP yerel seçimde toplam 27,91 oy aldı. Kıyılardaki istikrarını koruyan CHP Ankara’da AKP ile başa baş kaldı. Antakya’da, savaşa karşı duran halk sayesinde AKP’li adayla kazandı. Mersin’i MHP’ye, Antalya’yı AKP’ye kaptırdı. İstanbul’daki Sarıgül iddiasında da hezeyana uğradı. Ankara ve İstanbul’da AKP ile yarışacak oranlara ulaştı ancak bu yalnızca Sarıgül’ün başarı diye değerlendirebildiği bir sonuç oldu.
CHP’nin seçim gününe nasıl geldiğini hatırlamakta fayda var. Haziran’daki isyanı hiçbir zaman yerel seçimler için bir olanak diye değerlendirmediği gibi isyanı sağa eklemlemeye çalışan CHP, 17 Aralık operasyonu ile isyanı tümden unutmuştu. Hem gösterdiği sağcı adaylarla hem de operasyona Cemaatin yanında yedeklenmekten yana politikasıyla yerel seçimlere giden CHP’nin ne adayları ne politikası yüzünü güldürdü. Partinin yerel seçim çalışmalarında kullandığı “Türkiye’nin birleştirici gücü” sloganı sağda dağılan ittifakı CHP ile toparlama niyetini belli ediyordu ancak “Türkiye’nin birleştirici gücü” kendi tabanındaki sol kitleyi görmüyordu.
Bu sonuçlara nasıl ulaşıldığını analiz etmek için biraz öncelere gidip, CHP’nin yerel seçim için izlediği yola nereden başladığına dikkat çekmek gerekiyor.
Kılıçdaroğlu aylar önce Cemaat’in Washington’daki çatı örgütlerinden Türk Amerikan Birliği temsilcileri ile görüşmeler yapmıştı. Kendisini eleştirenlere de “Dünya görüşü farklı olan yurttaşlara, siz bize sakın oy vermeyin, diyebilir miyiz? Siyasette öyle bir şey var mı? Herkesin oyunu istiyoruz” diye yanıt vermişti. Kılıçdaroğlu’nun dediğine göre Washington’da oldukça da iyi karşılanmıştı: “İyi ki geldiniz, sözüyle karşılandık. Hatta, geç bile kaldınız, diyenler bile çıktı. Burada meydan boştu. AKP dolduruyordu. Sizin gelmeniz çok iyi oldu. Daha sık gelin, çağrısı yaptılar.”
Kılçdaroğlu oradan aldığı gazla Cemaat için bir seçenek haline gelmeye, AKP’nin çözülmeye başlamasıyla sağda dağılan ittifakta rol kapmaya çalıştı. Ancak kimi Cemaat için saygın köşe yazarlarının açıktan CHP’ye oy çağrısı bile yetmedi.
Hatta seçimin son haftasında kazanmasının neredeyse kesin olduğu Eskişehir adayı, şimdinin yeniden başkanı Yılmaz Büyükerşen ve İzmir Adayı ve yeniden başkanı Aziz Kocaoğlu da Başbakan’ın “Türkçe Olimpiyatları için yer vermeyeceğiz” açıklamalarına gecikmeden yanıt vermişti: “Biz veririz.”
Herkes Gezi’deyken Türkçe Olimpiyatları’na katılımıyla yerel seçimin çok öncesinde Cemaat’in bir projesi olduğu konusunda göz kırpan Sarıgül CHP’nin bir diğer hezeyanı.
Sarıgül’ün Cemaat’le ilişkileri yalnızca bir “etkinliğe katılmak”tan ibaret olmadığı artık herkesin malumu. Ancak bununla birlikte Gezi sırasında Şişli Belediyesi’nin olanaklarını çapulcular için seferber etmiş görünen Sarıgül, aylar öncesinden yaptığı “30 Mart’ta Taksim’e” çağrısını seçim günü unuttu. Cemaatin AKP operasyonunun hemen ardından “Taksim’de basın açıklaması yapacağız” diyen ama polis barikatına yüklenmediği için Taksim Meydanı’na çıkamayan Sarıgül’ün 30 Mart’ta tamamlayacağını söylediği mitingi de yarım kalmış oldu. Taksim’e çıkmak şöyle dursun seçim günü Sarıgül’ün yüzü hiçbir yerde görülmedi. Ancak ertesi gün yaptığı yazılı ve “sinik” açıklamayla ortaya çıktı.
Sarıgül, Gezi’nin taleplerini öne çıkardığı bir seçim çalışması da yürütmedi. İstanbul’daki onlarca forum, dayanışma, muhtarlık çalışmaları faaliyetlerine ucundan kıyısından dokunmayan Sarıgül soyut seçim sloganıyla çalıştı: “Türkiye’nin gülen yüzü”. “Türkiye’nin gülen yüzü”nün ulaşım sorununa dair vaatleri bile yalnızca son hafta görünür oldu.
Savaşa karşı en yüksek muhalefetin yükseldiği Antakya’da AKP’li aday gösteren CHP, Suriye ile savaşa doğru yön çizen AKP’ye de böylece destek oluyordu. Ancak Adayı Lütfü Savaş beklediğini veremedi. “Bas Geç”çilerin umut olarak sunduğu Savaş’ın kirli tarihi yeniden hatırlatmaya değer.
CHP’nin isyanda üç evladını yitirmiş Antakya’da sunduğu adayı AKP’li Antakya Belediye Başkanı Savaş’ın son fiyaskosu Gezi eylemlerine katılanlar için “marjinal” demişti.Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Savaş öğrencilerini sağcı, solcu, Nusayri, Alevi diye fişlemişti. Belediyede de 300 personelin yerleri değiştirilmişti. Yerleri değiştirilenlerin hepsi Alevi’ydi. Savaş döneminde Antakya kent merkezi TOKİ konutları, alışveriş merkezleri ile donatıldı.
Tüm bunlara rağmen CHP’nin Antakya’yı alması, AKP’nin savaş kışkırtıcılığına karşı bir öfkeyi ifade ediyor ancak bu Lütfü Savaş’a duyulan bir güvenle ilişkili değil. Savaşla burun buruna olan Antakya halkınınki daha çok “can güvenliği” kaygısı olarak düşünülebilir.
Bursa’da ise CHP’nin adayı Necati Şahin’in adı bile geçmedi. Daha önce DYP’de siyaset yapmış olan Şahin, AKP’den çalınmak istenen seçmenin tercihi olmadı. Yani CHP’nin sağa kırma politikası sağcı seçmenin yoğun olarak yaşadığı kentin tercihini değiştirmeye yetmedi.
Beypazarı Belediye Başkanlığı yapan ve geçtiğimiz seçimlerde MHP’nin adayı olan Mansur Yavaş’ın aldığı oy da CHP’nin sıkı çalışmasının, sağa kırmasının bir sonucu değil. Yavaş, MHP adaylığında yüzde 20 oy almıştı, bu seçimde MHP’nin oyu yüzde 4’lerde. MHP’lilerin büyük oranda CHP’li aday Yavaş’a oy verdiği gözle görülür bir gerçek. Ancak Melih Gökçek karşısında alınan tavrın büyümesinde, Ankara sokak muhalefetinden başka bir özne yok. Zira Gökçek’in kirli icraatları, yıllardır barınma hakkı için direnen, ulaşım hakkı için sokağa çıkan, cinsiyetçiliğine karşı korkulu rüyası olan kadınların mücadelesi ile teşhir edilmişti.
Seçim sonuçlarını, yerel seçim süreci ile birlikte okuyunca durum böyle. Bunlara rağmen seçime günler kala bozkurt işareti yapan ve bu işarete “Milliyetçiliğimi kimseye bırakmam” diyen yenik Antalya adayı Akaydın’ın da desteğini alan Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim değerlendirmesi her zamanki ciddiyetsizlikte: “100′ü aşkın yerde miting yaptım. Elimden geleni yaptım tabi. Bu benim görevim. Eksiğim olabilir ama görevimi yaptığıma inanıyorum. Milletin vicdanına hep sesleneceğim. Uyuyan vicdanları uyandırana kadar. Senin inandığın kitaba hakaret eden biri orada oturuyor, devleti soyanın yanında oturuyor. Yine de oy verecek misin? Kul hakkı yiyen biri orada oturuyor…
Bu daha başlangıç. Güçlenerek geliyoruz. Bütün seçim sonuçlarına bakın. Beklediğiniz oranda oy almadık. Ama hiçbir zaman yurttaşlarımı suçlamadım. Yukarıya doğru bir çizgimiz var. Yukarıya doğru gidiyoruz, ağır ağır sindire sindire.”

Friday, March 28, 2014

WAR IN SYRIA SET TO INTENSIFY

NOVANEWS
syria2
As Syria lies dying, western media cries, “we must save Syria’s suffering children.” Indeed so, among Syria’s nine million internal and external refugees, some 450,000 are children.
All civil wars are bloody and cruel, but Syria’s strife has reached new extremes of violence and mass civilian suffering as the US and Saudi Arabia use this once beautiful, bountiful nation as a proxy battleground against Iran.
I extensively covered Lebanon’s 1975-1990 civil war; its ghastly memory still makes me shudder. In the 14 wars I’ve reported on, Lebanon holds top ranking for barbarity and sadism. One friend of mine, the owners of women’s boutiques, became a paramilitary Rambo and went from selling perfume to cutting off and collecting the ears of Muslims.
A similar madness has descendent on Syria as its many ethnic and religious groups tear one another’s throats. Syria’s 630,000 Palestinian refugees have suffered frightfully, caught between the warring parties.
But as we lament the plight of Syria’s refugees, let’s remember that this brutal war was begun by the Western Powers and Saudis, is financed by them, and could be stopped at anytime if Washington and Riyadh give the order.
In 2011, fighting erupted after demonstrations against the government of President Bashar al-Assad. Many Syrians were fed up with the brutal, 40-year Assad dynastic dictatorship and domination by Assad’s Alawi minority.
Western intelligence used techniques developed in Georgia, Ukraine, Iran, Libya, Turkey (unsuccessfully) and Egypt to convert public anger into demonstrations. The Assad government’s typically heavy-handed response turned a local problem into spreading civil war.
Most of the uprising against Damascus began on the borders with Lebanon and Jordan, from where US, British, French and Saudi intelligence services organized, trained, and financed anti-Assad groups. Turkish intelligence, MIT, also fuelled the uprising in the north.
This writer strongly believes Western special forces armed with the latest anti-tank weapons covertly supported anti-government forces – just as in the western-organized overthrow of Libya’s leader, Muammar Khadaffi.
France has long aspired to re-establishing some sort of French-led Levant protectorate over Lebanon and Syria. Curiously, France’s socialist are even more imperial-minded than its conservatives. French intelligence – formerly SDECE, today DGSE – plays a key role in supporting Lebanon’s anti-Syrian and anti-Hezbollah factions.
Interestingly, even Russia has never fully given up its 19th-century pretensions as defender of the Levant’s Christians. Moscow remains Syria’s most important ally.
Today, Syria is in ruins. It joins Afghanistan and Iraq who also defied the will of the United States, and paid the price. Three years into the war, the Assad government appears to be slowly winning the conflict, aided by Iran, Russia, and, to a modest degree, Hezbullah.
While Damascus gains military momentum, Syria’s western-backed rebel factions are rent by confusion and rivalries. They are unable to come up with representative leadership. Meanwhile, increasingly radical Islamists – perhaps 100,000 – have taken over much of the fighting. These wildmen are a loose cannon that frightens their Western patrons even more than Damascus. No one is able to control organize them.
Ironically, these jihadis should be enemies of the West while the secular Assad regime an ally. Hatred of Iran does funny things.
The United States showed its frustration with the war it began, but cannot win, by just breaking diplomatic relations with Syria, a low IQ act that is totally counter-productive and often indicates war is imminent.
More disturbingly, Israel launched another attack on Syria last week after one of its patrols likely hit an old landmine. Israel and its US supporters are determined to crush the Assad regimes as the first step in overthrowing Iran.
Given the failure of the anti-Assad rent-a-jihadis, Israel may soon intervene to destroy Assad’s air force and armored formations. Israel is getting ready to massively attack Hezbullah in Lebanon in yet another attempt to eradicate the Shia resistance movement.
The US almost openly entered Syria’s war last fall until Russia’s deft diplomacy pulled the rug out from beneath Washington’s feet. But powerful factions in the US are still urging air and naval attacks on Syria.
Ukraine and Crimea temporarily distracted the US. The cautious Obama administration seeks to avoid conflict, but America’s pro-Israel neocons and Republican hawks are pushing hard for war – and mid-term elections come this fall.

Thursday, March 27, 2014

Keseb’de neler oluyor? – Hamide Yiğit

Yayladağı sınırında son günlerde neler yaşanıyor? Keseb’e saldıran cihatçılar nasıl destekleniyor? Arap basınında ve sosyal paylaşım sitelerinde son gelişmelere ilişkin neler yazılıyor?
Arap kaynaklarına göre Suriye’de yürütülen çokuluslu cihat savaşı dördüncü yılına girerken, Suriye’nin üstünlük kazanmasıyla farklı bir noktaya evrildi. Bu kaynaklarına göre, Suriye-Lübnan sınırı tamamen Suriye ordusunun kontrolüne geçtikten sonra, cihatçı gruplar Türkiye Yayladağı sınırında aktif hale getirildi ve buradan büyük bir saldırı hazırlığına başlandı.
21 Mart’ı 22 Mart’a bağlayan gece Suriye’nin Türkiye sınırındaki Keseb kasabasına büyük bir saldırı başlatıldı. Keseb, çoğunlukla Ermeni olmak üzere her kimlikten Suriye vatandaşının bir arada yaşadığı bir kasaba. Keseb’e ve özellikle Alevi ve Ermenilere yönelik planlı saldırılar daha önce de denendi ve büyük bir katliamı hedef alan saldırıların hepsi geri püskürtüldü. 21 Mart sabaha doğru başlayan saldırıda Türkiye’nin doğrudan yönlendirmesi ve aleni rehberliği ortaya çıktı. Binlerce silahlı muhalif, Türkiye’nin Yayladağı sınır kapısından girerek, Keseb kasabası girişindeki  kontrol noktalarını kuşatma altına aldı.
“Erdoğan’ın çocukları yine saldırdı”
Arapça kaynaklara göre, yaklaşık 30 tabur ve tugaydan oluşan büyük bir grubun başlattığı saldırı, Suriye ordusu ve Halk Savunma Birliklerinin karşılık vermesiyle bozguna uğratıldı. Ağustos 2013’te Lazkiye kırsalına saldırı başlatan ve 190 köylünün öldürüldüğü büyük “Alevi katliamını” gerçekleştiren “Sahil Cephesi”, bütün muhalif grupların ittifakından oluşuyordu. Şimdi de Keseb’e saldırı düzenleyen oluşumun aynı ittifaklarla oluşturulduğuna dikkat çeken kaynaklar, son saldırıyı “Erdoğan’ın çocukları yine saldırdı” biçiminde haberleştirdiler.
Bütün cihatçı grupların birleşerek oluşturdukları bu ittifakın harekatına bu kez “El Enfal”* adını verdiler. (Lazkiye katliamını gerçekleştiren harekata “Müminlerin Annesi Hz. Aişa” adını vermişlerdi.) Arapça kaynaklar, El Enfal adının ırkçı bir çağrışım yaptığı ve saldırılan bölgenin kozmopolit dokusunu hedef aldığı yönünde yorumlar yapmakta.
Suriye kaynaklarının bildirdiğine göre önce Türkiye topraklarından ağır topçu saldırılar başladı. Ardından Türkiye sınırdan silahlı gruplar araçlarla Suriye’ye giriş yaptılar.  Muhaliflerin paylaştığı videolardan “Tekbirler” eşliğinde Suriye’ye giriş yapan silahlı grupların kullandıkları yola dikkat çeken yorumlar, bu yolun Türkiye sınırında, sivil halkın hiçbir zaman girmesine izin verilmeyen ve tamamen Türkiye askerinin kontrolünde olduğu yönündedir. (Bkz.) http://www.youtube.com/watch?v=gAlzfhNVUoA
Köy boşaltıldı, yine elektrik kesildi
22 Mart sabahından itibaren Suriye ordusu ve Ulusal Savunma Birlikleri, Türkiye sınırından, Türk güvenlik güçlerinin gözetimi altında Suriye’ye giren terörist gruplara karşı harekete geçti. Hatay ve özellikle Samandağ’da “iki gündür yoğun ve aralıksız bir şekilde bombalama seslerinin çok net duyulduğu ve hala da devam ettiği” bildirildi. Türkiye’nin Yayladagı sınırında bulunan Gözlekçiler köyü boşaltıldı. Köyün boşaltılmasından hemen sonra  farklı yönlerden gelen 20 kadar Docka silahı monte edilmis araçların sınıra geldiği gözlendi. Bu hareketliliğin yaşandığı saatlerde artık geleneksel hale gelen elektrik kesintisi yine oldu.
Ayrıca aynı saatlerde Kilis-Suriye sınırından bir başka hareketlilik gözlendi. Genç Bakış muhabirinin bildirdiğine göre bu sefer Docka uçaksavar ile modifiye edilmiş kamyonetler geçiş yaptı. Bir saat içinde ayrıca 2 tank ve 30 kadar üzerinde amblem veya şirket ismi bulunmayan TIR araçları sınırdan giriş yaptı.
Sosyal paylaşım sitelerinde yer alan bir başka iddia da, bu sefer Bahreyn’den paralı askerlerin Hatay’a akın ettiği yönünde. “İki gün önce Bahreyn’den gelen bir uçak Hatay havaalanına indi. Uçak, tamamıyla Bahreynli kadın ve erkeklerle doluydu. Hepsi de haki renk üniformalı ve kağıtla kollarına tutuşturulmuş armalarıyla, Hatay Birlik midibüslerine bindirilip, Suriye sınırına taşındılar.”
Paralı askerlerin içinde çok sayıda Türk ve Çeçen
Arapça kaynaklarda Keseb saldırısının geri püskürtüldüğü ve çatışmanın birinci gününde çok sayıda cihatçının öldüğü, onlarcasının yaralı olarak etkisiz hale getirildiği bilgisi yer aldı. Yaralıların ambulanslarla Türkiye getirildiği biliniyor. Zira Yayladağı, Harbiye ve Antakya halkının büyük bir tedirginlikle tanık olduğu yaralı taşıma trafiği, iki gün boyunca devam etti. Yayladağı hastanesinin dolup taşması üzerine yaralılar, Hatay’ın çeşitli hastanelerine taşındı. Birçok Suriyeli kaynak, öldürülen ve yaralanan silahlı grupların içinde Çeçence ve Türkçe konuşanların çokluğundan söz ediyor. Cihatçılar içinde Arapçadan sonra en çok konuşulan dilin Türkçe ve Çeçence olması dikkat çekiyor. Asia Haber Ajansı da, bu sabah itibariyle çatışmada ölen çok sayıda Çeçen’e ait bazı fotoğraflar yayımladı. (Bkz.) http://asianewslb.com/vgljioeh.uqettubf38fzu.w.html
Uçak düşürüldü mü?
Sosyal paylaşım sitelerinde dün (22 Mart) akşam saatlerinde yapılan paylaşımlara göre, Türkiye Suriye sınırında, Türkiye’ye ait bir İnsansız Hava Aracı (İHA) düşürüldü. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir Türk savaş uçağının düşürüldüğü iddialarını içeren paylaşımlar yapıldı. Türk savaş uçakları ve İHA’ların silahlı gruplara koordinatlar vermek için uçuşlar yaptığı ama, yerden fırlatılan bir füzeyle Suriye ordusu tarafında bir tanesinin düşürüldüğü, diğer uçakların geri dönüş yaparak Türkiye sınırlarına doğru uzaklaştıkları yazıldı.
Bu haberlerin teyit edilemediği yaklaşık 10 saatlik bir zaman geçtikten sonra Türkiye medyasında, “Türk savaş uçağının Suriye sınırında düşürüldüğü” haberleri verilmeye başlandı. Ancak bir ki saat sonra bu kez Türkiye medyasındaki bu haberler, “Türkiye’nin Suriye’ye ait bir savaş uçağını düşürdüğü” biçimine dönüştü.
Arap paylaşımlara göre Türkiye savaş uçağı, Suriye’nin Keseb kasabası üzerinde düşürüldü. Sınırdan 1.5 km içeride Suriye toprakları üzerinde düşürülmesi, uluslararası hukuk açısında bir sorun oluşturacaktır.
TSK Suriye savaş uçağının düşürüldüğünü açıklamalarının ardından Türkiye medyasının haberlerini kaynak gösteren Arap medyası dışında henüz herhangi bir açıklamaya rastlanmadı. Dünden bu yana kimine göre Türkiye’ye ait bir savaş uçağı, kimine göreyse İHA düşürüldü, ardından bugün Türkiye’nin Suriye savaş uçağını düşürdüğü haberleri yayıldı. Arap sitelerinde sadece Türk medya kaynaklarına dayanarak verilen uçak haberleri arasında shorouknews.com’un verdiği bir ayrıntı dikkat çekmektedir. Buna göre Keseb’de düşürülen Suriye savaş uçağının pilotu, hiçbir yara almadan kurtulmayı başardı.
Suriye Türkiye’yi BM’ye şikayet etti
Suriye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Beşşar Caferi, “Uluslararası sözleşmeler ve terörle mücadele ile ilgili Güvenlik Konseyi kararlarını apaçık ihlal ettiği” gerekçesiyle BM Güvenlik Konseyine Türkiye’yi şikayet etti. Caferi Türkiye’nin, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen binlerce paralı askere para ve silah desteği sağlayak, kendi sınırlarını da kullandırarak Suriye halkına karşı bir savaş suçu işlediğini söyledi. BM’den, Türkiye’nin silahlı faaliyetlerde bulunan bu paralı askerlere açıktan destek sunan yöneticilerinin uyarılmasını ve bundan vazgeçmeleri için baskı yapılmasını talep etti. (Bkz.)  http://arabic.rt.com/news/672030/ 
Türkiye savaştan kaçan cihatçıların Türkiye’ye dönüşünü engelliyor”
23 Mart akşam saatlerinde CITY’nin paylaştığı habere göre Türkiye, Suriye ordusunun ateşinden kaçan yabancı cihatçıların Türkiye sınırından girişini önlüyor ve onları savaşmaya zorluyor. Bu haberi doğrulayacak türden bir yorum da sosyal paylaşım sitelerinde yer aldı. Yoruma göre savaşı tamamen kaybetme noktasına gelen paralı cihatçıların Türkiye toprakları üzerinden tekrar bir saldırı başlatmak üzere Yayladağı’na kaydırılması, cihatçıların talebi değil, Türkiye ve Suudilerin ısrarıyla olmuştur. Bir kuşkuyu dile getiren yorumlara göre, Türkiye, artık tehlikeli gördüğü ve kurtulmak istediği cihatçı grupları ölüme göndererek üzerinde atmak istiyor.
* Enfal: Savaş ganimeti.
 

Tuesday, March 25, 2014

Suriye’de taşlar yerine oturmadan Türkiye’de de oturmaz



25.03.2014 11:31:54


17 Aralık sonrası Suriye gündemimizden düşmüştü, adı dahi anılmıyordu. Yanı başımızdaki cehennemden çıkan sesleri duymaz olmuştuk.  Bu hafta Suriye tekrar gündemin ortamın yerine oturdu.
Önce Niğde'deki o saldırı, sonra IŞİD denen terör örgütünün aleni tehdidi ve şimdi de düşürülen Suriye uçağıyla gözler yeniden Suriye'ye çevrildi.
Tabi bu olayların farklı yansımaları oldu. Kimileri Suriye'deki örgütlerin bizi bataklığa çekmeye çalıştığını düşünürken, kimileri de Tayyip Erdoğan'ın yaklaşan seçim nedeniyle, gündemi değiştirmek için planlı olarak Suriye'yle tansiyonu yükselttiğini düşünüyor. Bu teorileri duyunca mantıklı geliyor insana. Evet, olabilir. Hepsi ihtimal dahilindedir.
Fakat temelde yaptığımız bir hata ise şu "bataklık" durumunu hala dışarıda sanmamız. Yani Suriye bataklığına saplanmak için illa Suriye'ye mi girmek gerekiyor? Biz o bataklığın bir kısmını kendi sınırlarımız içine çekmedik mi?  Mesela o Niğde'deki teröristler nereden geldi? Gökten zembille inmediler ya, Suriye'den geldiler. Ve Jandarmanın yol kontrolü olmasaydı, ya başka bir yerlerde eylem yapacaklardı ya da Türkiye'nin diğer ucundan çıkıp gideceklerdi.
Geçtiğimiz aylarda CNN İnternational Televizyonu Hatay'da çekim yaptı ve Türk medyasının göremediği manzaraları görüp kaydetti. İzlemeyenler buyursun izlesin: http://edition.cnn.com/2013/11/04/world/europe/isis-gaining-strength-on-syria-turkey-border/index.html
Suriye sınırı cihatçı teröristlerin aktarma istasyonu olmuş biz hala bataklıktan söz ediyoruz. Garip görünümlü bu militanların üzerine bir de yabancı ülkelerin istihbarat elemanlarını ekleyin . E hani güvenlik, sınırda kim kimdir belli mi?
Yani hükumet izlediği Suriye politikasıyla Türkiye topraklarını da bu bataklığın bir alanı haline getirdi.
Ayrıca sayısını henüz netleştiremediğimiz mülteci sorunu, mültecilerin Türkiye içindeki yaşam koşulları, bunun ekonomiye ve sosyal hayata yansımaları derken Suriye sorununun üç yıl önceki başladığı noktadan farklı çizgiye geldiğini görüyoruz. Artık bir iç sorunumuz haline döndü Suriye.
İşin can alıcı tarafı ise şu; bu bataklıktan nasıl çıkacağız bilen yok. Suriye üzerine analiz yapabilen çok, çıkış yolu gösterebilen yok. Bakın mesela başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm liderler "yerel seçim" mitinglerinde ülke sorunlarından bahsediyor. Peki, Suriye'den bahsedebileni var mı? Ben bu işi çözerim, izleyeceğim Suriye politikasıyla hem sınırların güvenliğini yeniden sağlayacağım hem de mülteci sorununu çözebilirim diyen var mı? Ben duymadım, yok. Maalesef Suriye üzerinden demagoji yapmak var olan sorunu çözmüyor. Bilakis çözülmeyen sorun günden güne büyüyor. Büyürken de boş durmuyor tabi, bizleri bir şekilde rahatsız ediyor. Ve çözülmediği sürece de rahatsız etmeye devam edecek. Yani Niğde'deki gibi üzücü saldırılar, Suriye ve Türkiye ordusu arasında çekişmeler vs. sürüp gidecek.
Artık şunu anlamamız gerekiyor; Tayyip Erdoğan istediği kadar gündemi değiştirmek istesin, istediği kadar Suriye üzerinden hamaset yapmaya kalksın, bu en fazla üç beş gün sürecek ve acı gerçekle yaşamaya devam edeceğiz. Suriye'de taşlar yerine oturmadan Türkiye'de de oturmayacak.

The secret jihadi smuggling route through Turkey 

 http://edition.cnn.com/2013/11/04/world/europe/isis-gaining-strength-on-syria-turkey-border/

 

Sunday, March 16, 2014

Ermeni Soykırımı İnkar Edildiği Sürece Kürt Savaşı Devam Edecektir


Asuman Bayrak
(01.12.2012)




 1.Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Meclisinin Ermeni milletvekilleri sistematik şekilde öldürülmüştü, şimdi sırada Kürtler mi var? Suriye'deki savaş ortamının Türkiye'deki izdüşümü Kürtlerin yok edilmesi mi olacak?
Anadolu'da nereye giderseniz gidin çeşitli medeniyetlerin kalıntılarına rastlarsınız. Bunca zengin bir geçmişten günümüze kalan ise, sünni Türkler. Diğerlerine ne olduğunu bilip acılarını hissetmediğimiz sürece, adım atamayacak bir noktaya geldik. Nesim Ovadya İzrail'in kitabı “1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab” tarihi sorgulamamıza, geçmişte yaşananları öğrenip olayları kavramamıza yardım edecek, önemli bir kitap*. Zohrap yüz yıl önce yaşamış bir Hrant. Bize anlatacak o kadar çok şeyi var ki... Bu yıl Hrant Dink ödülü İsmail Beşikçi'ye verildi.

Kürt sözcüğünün telaffuz bile edilemediği günlerde, araştırmalarıyla Kürt meselesinin kökenlerine inen İsmail Beşikçi, Ermeni ve Kürt konularının ilişkisini ortaya çıkaran, bildiğim ilk isim. 20. yüzyılın başlarında, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı Devleti’ni Türk esasına göre yeniden düzenleme hedefine dikkat çeken Beşikçi, Ermenilerin tehcir denilerek imha edildiğini, Rumların sürgüne, Süryaniler ve Kürtlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa zorlandığını, asimilasyona uğradığını anlatır kitaplarında.

1915'te ne yaşanmış? Tehcir, soykırım, kıyım, katliam? Hangi kelimeyi seçerse seçsin, gerçeklerin yanında saf tutmak isteyen herkes, yolun uzun ve engebelerle dolu olduğunu bilir. Taşlara takılıp tökezledikçe, gerçek düşmanlarının hakaretlerini savuşturup sabrettikçe, gerçeği dillendirebilmenin zorluğunu fark ettikçe, durup düşünmeyi tavsiye eder. Nesim Ovadya İzrail bunu yapmış. Yazmış. Belgelerle anlatıyor. Sıkıcılığa düşmeden, tarihsel gerçekleri gözardı etmeden, hatta çoğu yerde hiç araya girmeden, Zohrap üzerine yazılan kitaplar, Zohrab'ın eserlerinden alıntılar, mektuplar, telgraflar aracılığıyla karanlık bir döneme ışık tutuyor.

Ve biz, ders kitaplarında anlatılan, ünlü tarihçilere yazdırılan "resmî tez"in doğru olmadığını okuyup öğreniyoruz. Belgelerin arasına sıkıştırılmış binlerce trajedinin yakıcı hâtıralarından hâlâ kan damladığını görüyoruz. Bazı insanlar ölümlerinden sonra da yaşar; Hrant Dink öyle bir insan.  Ermeni konusunda okuyup yazarken, sanki hep yanı başımda oturmuş, bana bakıyor gibi gelir. Şimdi onun yanına bir de Krikor Zohrab yerleşti. Elinde kadehi, hafif çakırkeyif, üstelik müzik çalsın istiyor. Zohrab'la tanışmamı sağlayan yazara ne kadar teşekkür etsem az.

Nesim Ovadya İzrail, 500 yıl kadar önce İspanya'daki baskılardan kaçarak Osmanlı İmparatorluğuna sığınan Sefarad Yahudilerinin torunlarından. Ortalama Türkiyeli okurun tepki duymadan okuyabileceği bir dil kullanmış. Dramatize edip roman havası da yaratmamış. Keskin cümleler yok. Kimseyle kavga etmiyor yani, Krikor Zohrab'ı bugüne getirip ders çıkarmamızı, durup düşünmemizi sağlıyor.
Ömrünü bu topraklarda hukukun yerleşmesine adamış, anayasanın hayata geçmesi için mücadele etmiş, milletvekili kimliği taşıyan hukuk fakültesi hocası, ünlü avukat ve edebiyatçı Krikor Zohrab'ın İstanbul'dan alınıp uzun bir yolculuğa çıkarılması ve Anadolunun ıssız bir köşesinde infaz çetelerinin önüne bırakılmasını gün gün anlatıyor. Avukat, yazar, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda üç dönem milletvekilliği yapmış son Osmanlı aydınının 47 gün süren ölüm yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Yazarın da vurguladığı gibi, sanki bir gerilim filmi. Kaçınılmaz sonu bilerek, asla kaçmayı düşünmeden yürünen bir yol. Başının taşla ezilerek vahşice öldürülmesi, sahte raporlar ve katilin yakalandıktan sonra gördüğü muamele hiç de yabancı gelmiyor.

Evet, soykırım ağır bir kelime. İnsan altında eziliyor; ama 24 Nisan 1915'de yaşananları kimse inkar edemiyor artık. Bahaneler bulmaya çalışılıyor belki. Bu arada içimizden birilerini vaktiyle din ve kimlik değiştirmeye mecbur bırakmak iftihar edilecek bir şey değil, aksine zorbalığın en önemli delili. Tarihçilere havale edilerek üstü kapatılmaya, ötelenmeye çalışılsa da, yaşananları öğrenmek ve gerçeklerle yüzleşmek zorundayız. Neyse ki anılar yazılıyor, belgeler taranıyor, tarih tekrar yazılıyor ve geçmişin karanlığı yavaş da olsa aydınlatılıyor. 'Ermeni meselesi'nin 100. yılı yaklaşırken oturup düşünmemiz gerekiyor.

Bütün dünya bizi anlamıyor; anladık sevenimiz yok, ama hiç mi şüphe duymayacağız, hiç mi sorgulamayacağız? Bu meş'um hadiselerden bahsedenlere, "ama onlar da en zayıf ve çaresiz anımızda bizi arkadan vurmuşlardı" bahânesine sığınarak itiraz etmek bile esaslı bir zaaf işareti. Tıpkı kadınların cinsel taciz ve tecavüze uğradıklarında 'sen ne yaptın da, başına bu geldi' denmesi, söylediklerine inanılmaması, hal ve tavırlarının sorgulanması gibi.

İktidar duygusu, insanlara hakikate sahip olduğu zannı yaratır. Erkek/devlet o yüzden kendinden emin konuşur, hiçbir konuda tereddüt etmez, ikircikli davranmaz; kibirlidir, şüpheye düşmez. Öteki tasavvurunu yaratarak birilerini tahakküm altına alır. İtelenen, kakılan, şiddet uygulanan, ezilen, yok sayılan, öldürülen ötekiler kadın/yoksul/ermeni/kürt iktidar sahiplerinin kurbanı olur.

Nesim Ovadya İzrail'in kitabında anlattığı yurtsever, aydın Zohrab ile resmi tarihçilerin Taşnak, Rus işbirlikçisi diye tanımladığı Zohrab arasında uçurumlar var. Talat Paşanın 'ölüm öpücüğü' ile yola çıkan Zohrab'ı tanımak için kitabı okumanızı öneririm. Ben burada, sadece bir iki özelliğine dikkat çekmek istiyorum.

1893'de bir gece Kadıköy'deki evinde yangın çıkıyor, her şeyi yanıp kül oluyor. Zohrab ise ertesi sabah doğru matbaaya gidiyor ve başyazısını yazıyor. Evvela gazeteci.

Batı Ermeni edebiyatının yaratılmasında, Ermeni dilinin gelişmesinde önemli bir isim. Bir romanı, onlarca hikayesi, çoğu Ermenice basılmış 16 kitabı var. Ona 'Ermeni öykücülüğünün prensi' deniyor.
Savaş karşıtı Zohrab, farklı kimliklerin Osmanlılık temelinde bir aradalığını savunuyor. Özellikle Ermenilerle Türklerin kardeşliği için mücadele ediyor. Kendini bu yüzden hem Ermeni, hem de Osmanlı olarak tanımlıyor. Yalnızca Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirmiyor, bir bütün olarak Osmanlı toplumunun ve devlet yapısının modernleşmesi için çalışıyor.

31 Temmuz 1908’de, Taksim Belediye Bahçesi’nde, Meşrutiyet-i Osmaniye Kulübü adına 10 bin kişilik bir topluluğa Türkçe hitap ediyor. “Ey hür Osmanlılar! Hür vatandaşlar!” seslenişiyle başlayan konuşmasını şu sözlerle bitiriyor: “Dinimiz muhtelif, mezhebimiz birdir. Hepimiz hürriyet mezhepdaşlarıyız.” Özgürlük tutkusu tartışılmaz.

Siyasetçi Zohrab, üç dönem milletvekili seçiliyor. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının “sosyalist” olarak anılan, en aktif milletvekillerinden biri ve etkileyici konuşmalarıyla ünlü. Osmanlı toplumunun ve devlet yapısının hukuk temelinde çağdaşlaşması için çalışıyor. Partiler üstü. Bağımsız.

Günümüzde yakın zamanda uygulanmaya başlanan, zanlının avukatı olmadan yargı karşısına çıkarılmaması, avukat tutma imkanı olmayanlara devletin ücretsiz avukat tutması, yani 'savunma hakkı' ilkesini yüz yıl önce Zohrab savunuyor. Uluslararası davaların ve her milletten siyasinin avukatı.

Ölüm yolculuğu ise şöyle özetlenebilir:

24 Nisan 1915 – Bir gecede 250 Ermeni aydın tutuklanarak Çankırı ve Ayaş’a tehcir ediliyor. Beyin takımı yani; düşünen, tartışan, diğerlerine yol gösteren Ermeniler...

26 Nisan 1915 – Zohrab, Ermenilerin dini lideri Patrik Zaven’e koşuyor, kaleme aldığı yazıyı, Patrik ve diğer delegelerle birlikte, Sadrazam Sait Halim Paşa’ya sunuyor.

28 Nisan 1915 – Tutuklamaları durdurmak için Talat Paşa’ya tekrar yazılı başvuru yapıyor. Kaçıp canını kurtarabilecekken son ana kadar bir şeyler yapabileceği umudunu yitirmiyor ve temaslarına devam ediyor.

2 Haziran 1915 – Ve sıra ona geliyor. Erzurum milletvekili Vartkes Serengülyan ile birlikte tutuklanarak Diyarbakır’a doğru yola çıkarılıyor.

Yolda, eşi Klara’ya yazdığı 15 Temmuz 1915 tarihli mektubu şu sözlerle bitiyor:

“Sevgilim, bir tanem, artık bizim için son perde başlıyor. Daha fazla gücüm kalmadı. Sağ kalmazsam, çocuklarıma son öğüdüm şu ki daima birbirini sevsinler, sana tapsınlar ve kalbini acıtmasınlar ve beni de hatırlasınlar.”

19 Temmuz 1915 – Diyarbakır'a giderken Urfa yakınlarında İttihat tetikçisi Çerkez Ahmet ve Nazım tarafından başı taşla ezilerek öldürülüyor. Hükümet Zohrab'ın ölüm ilanını ve dini töreninin yapılmasını yasaklıyor. Bugüne kalan bir mezar taşı yok.

Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsatı yaratmış. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başlamış, savaşın ilk yılı içinde de Ermeni sorunu halledilmiş!

Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleştiğini bilmeyen yok artık. Ekonomimiz millileşmiş oldu ya, ne gam!.. Oysa, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin en önemli boyutu Ermeni meselesi. Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni malları, Rum malları. Kürt bölgelerinde Kürt ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni malları, Süryani malları...

Anadolu'da aşağı yukarı her şehirde etnografya müzeleri var; Ermenilerden, Kürtlerden bahsetmeyen, kültürel mozaik söyleminin sınırlarını çizen müzeler. Soykırım tartışmalarının dışında tam bir yok saymayla karşı karşıya bırakır insanı.

Çok kültürlülük, çok renklilik düşüncesinin en vefalı ve son savunucusu herhalde Krikor Zohrab olmuş. Nesim Ovadya İzrail “Son nefesini verdiği yerin, Osmanlıcılık fikrinin de mezar yeri olduğu söylenebilir,” diyor. Oralarda şu sıralar bombalar, mayınlar patlıyor. Kürt savaşı devam ediyor.

İsmail Beşikçi'ye göre, Kürtlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. İttihatçılar, devamında Kuvayı Milliye, Ermenilerle, Süryanilerle olan sorunları Kürtleri tetikçi olarak kullanarak çözdüğü birinci safha. Savaş bitip devlet güçlenince, özellikle Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürtlerin inkârı-imhası dönemi ikinci safha. Bu ikinci dönemde inkar tutmadı, imha başladı; ancak öldür, öldür bitmiyor.

Çatışma, şehit haberleri arasında Nesim Ovadya İzrail'in Zohrab'ı anlattığı kitabını okurken, açlık grevlerinin şov sayılması, BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılma çabası, idam tehditleri arasında, Ermenilere yapılanlar Kürtlere de yapılıyor diye düşünmeye başladım.

1915 Ermeni soykırımıyla ilgili bir internet sitesinde 'unutma'nın yanı sıra 'unutursan tekrarlarsın' yazıyor. Bu söz yöneticilere, iktidardakilere de yönelik, ne var ki anlayan yok. Evet, hepimiz dikkat etmeliyiz 'unutursak tekrarlanır'. Ancak neyi unutmamamız gerektiğini tam bilmiyoruz.

Tarihte yaşanmış acıları önce öğrenmek, sonra o acıya saygı göstermek lazım. 'Ama' demeden konuşup duyguları paylaşmalı, 'seni anlıyorum' diyebilmeliyiz. Acılar yarıştırılamaz, mukayese edilemez, ancak saygı gösterilebilir. İktidarda olanların sorumluluğu ise ayrıca önemli. Bu noktada, soykırımı kabul ederek pişmanlığı ifade etmek, özür dilemek sünni müslüman literatürde tevbe etmek anlamı taşıdığını hatırlatmak isterim. Her fırsatta müslümanlığını öne çıkaran bir başbakanımız ve hükümet var ya...

Tevbe kapısının hep açık olduğu söylenir. Taksim Gümüşsuyu'nda Zohrab'ın yaşadığı son eve bir plaket asmakla o kapıdan gireriz belki; Nesim Ovadya İzrail'in önerisi bu. Sonra Zohrab'ın yazdığı roman ve hikayeler türkçe basılabilir belki...

Eserleri, söylevleri 22 cilt halinde yayımlanan Krikor Zohrab, bu topraklarda yaşayanlarla tanışmalı.
*1915 Bir Ölüm Yolculuğu Krikor Zohrab. Yazar: Nesim Ovadya İzrail. Pencere Yayınları. Birinci baskı, Mayıs 2011.

Friday, March 14, 2014

BDP’nin oyları bölünecek

Türkiye’de 30 Mart tarihinde gerçekleştirilecek olan yerel seçimler sadece iktidar partisi AKP’nin değil, aynı zamanda Türkiye’deki yasal Kürt partisi olan BDP’nin de kaderini belirleyecek.

Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz Diyarbakırlı siyaset bilimci Mehmet Alkış’a göre, önümüzdeki yerel seçimlerde BPD, kendi bölgesindeki Kürt oylarını yalnızca ana rakibi olan AKP’nin yanı sıra, diğer patilerle de; özellikle hem Kürt, hem de Müslüman tabana göz kırpan ve bu zeminde rol oynamaya çalışan siyasi partilerle bölüşmek durumunda.
Koçer Kikan, Rusya’nın Sesi Radyosu için Mehmet Alkış’la görüştü:
Elbette BDP bugün için Kürdistan’daki en büyük siyasi parti durumundadır. Siyasi arenada oldukça tecrübeli olan parti, bu tecrübesinden ve mevcut potansiyelinden yararlanmak sureti ile önümüzdeki seçimlerden daha güçlü çıkmaya gayret edecektir. Çünkü BDP, kendi parti programında yer alan özerk demokratik yapıyı kurmak adına buna ihtiyaç duymaktadır. Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerdeki oyların büyük kısmını alamayan bir BDP, doğal olarak kendi parti programını terk etmek durumunda kalacaktır.
Diğer bir Kürt partisi olan HAKPAR ise bu seçimlerde mevcut stratejisini ve politikasını değiştirmiş görünmektedir. Diyarbakır Belediye Başkanlığı için türbanlı bir bayan olan Sevgi Moray’ı aday gösterdiler. HAKPAR bu hamlesi ile alabileceği en fazla oyu alıp, Kürt siyasetinde ‘‘ben de varım’’ diyen etkili bir oyuncu olma adına çaba sarf etmektedir.
Bir başka siyasi parti HÜDAPAR’a gelince… Bilindiği üzere, bu partinin yönetim kademesi eski Hizbullahçılardan oluşmakta. Görünüşe göre siyasete dönmeye gayret ediyorlar. HÜDAPAR’ın seçim kampanyasında kullandığı sloganların dinsel, milliyetçi ve sosyal yönü ağır basmakta. Bir takım anketlere göre bu parti Diyarbakır’da %7 civarında oy alabilir. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse, o takdirde HÜDAPAR’ı Kürt siyasal arenasına yeni çıkan bir aktör olarak kabul edebiliriz. Bu partinin Türkiye genelinde %1’e ulaşması durumunda ise Kürt toplumunun HÜDAPAR’ı artık fark ettiği üzerine konuşmak mümkün hale gelecektir. %1’den daha fazla oy alırsa, o zaman da kendisini BDP’nin bir alternatifi olarak lanse edebilir duruma gelecektir.”
Bunlar, Diyarbakırlı siyaset bilimci Mehmet Alkış’ın görüşleriydi.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_03_12/BDPnin-oylari-bolunecek/

Thursday, March 13, 2014

Katar'la çarpıp İhvan'ı sıfırlamak!


13/03/2014
FEHİM TAŞTEKİN
Arap isyanlarını 'El Cezire Baharı' ve 'İhvan'ın zamanı' olarak çerçevelemek o kadar efsunluydu ki birileri AKP'yi de yeni İhvan kuşağına model olarak sunmaktan keyif alıyordu. Ama iş model olmaktan İhvan'la özdeşleşmeye doğru evrildi.
Arap isyanlarını ‘El Cezire Baharı’ ve ‘İhvan’ın zamanı’ olarak çerçevelemek o kadar efsunluydu ki birileri AKP’yi de yeni İhvan kuşağına model olarak sunmaktan keyif alıyordu. Ama iş model olmaktan İhvan’la özdeşleşmeye doğru evrildi. Mısır merkezli İhvan, Tunus kolu Nahda, Filistin uzantısı Hamas ve Suriye’den sürülmüş İhvan ile kurulan ilişkinin biçimine bakanlar AKP’yi ‘İhvan’ın Türkiye kolu’ olarak tanımlamaya başladı. Bir ülkenin dışardan nasıl göründüğü önemli. İki hafta önce Bağdat’ta ‘kırmızı bölge’de Mansur Otel’in lobisinde eski Filistin Adalet Bakanı Ali Khaşan ile sohbet ederken ‘AKP’nin Filistin davasının değil İhvancı bir dayanışmayla Hamas’ın hamisi kesildiğini’ söyledi. Dışardaki algı bu. Mısır’da Muhammed Mursi’ye yapılan 3 Temmuz darbesi, İhvan kuşağını sahneden almaya yönelik bölgesel bir dizaynın ilk adımıydı. Geçen hafta Mısır’daki hesaplaşmanın Körfez geneline nasıl yayıldığına tanık olduk. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, İhvan’a desteğinden dolayı Katar’daki büyükelçilerini çekti. Suudi Arabistan bir adım daha ileri giderek İhvan’ı Suudi Hizbullah’ı, Yemen’deki Husiler, Suriye’deki Nusra ve IŞİD’la birlikte terör örgütleri listesine aldı. Mısır’da kaybeden AKP iktidarı, algıdaki İhvanlaşma nedeniyle Körfez’deki kamplaşmadan ne kadar etkilenecek zamanla göreceğiz.
Kahire’den dönen hesap
Suud-Emirlikler eksenindeki ‘Katar öfkesi’, Arap dünyasında ‘siyasal İslam’la hesaplaşmanın keskinleştiğine işaret ediyor. Bu ayrılık aslında 1996’da Katar’da Hammad’ın babasını devirdiği gün başladı. Suud’u ifrit eden Doha’nın ‘aktif’ dış politikaydı. Gücünü doğalgazdan alan Katar kriz bölgelerinde arabulucu rolüyle şaşırtıcı sonuçlar alırken El Cezire de yeni dış politikanın medya ayağını oluşturuyordu. Suudi ağının alternatifine oynayan Katar, Filistin’de Suud destekli El Fetih’e karşı Hamas’ı, Mısır’da Suud’un el verdiği Selefiler ve Mübarek rejimine karşı İhvan’la ittifak kurdu. Suudiler Lübnan’da Hariri ailesi üzerinden siyasi nüfuz sağlarken Katar, Hizbullah’la temas kurdu. Siyasi sistemini Taif Anlaşması ile kurmuş Lübnan’ın 2008’deki krizi Doha Anlaşması’yla aşması Katar’ın
Suud’dan nasıl rol çaldığının çarpıcı örneğiydi.

Üyesi olduğu Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), İran’a karşı kurgulanmışken Katar, Tahran ve Körfez’in ayrık ülkesi Umman’la yakınlaştı. Doha bu çapraşık ilişkileri iki hedeflegeliştirdi: Kendine alan açabilmek için Suudilerin gölge edemediği boşlukları doldurmak. İkincisi İhvan gibi statükonun olası alternatiflerine yatırım yapmak.

Suud hanedanlığının kendisine tehdit olarak gördüğü Sünni İhvan ve Şii İran’la yakınlaşma Riyad-Doha arasında hep gerilim konusu olageldi. Tabii, Arap isyanları Katar’ın geliştirdiği ittifak ilişkilerinde sapmalara yol açtı. Özellikle Suriye’de İran ve Hizbullah’la karşı karşıya kalırken Suud’la hedefleri çakıştı. Yine de Suud ve Katar Suriye’de rejime karşı ortaklık kurarken sahada hem silahlı grupları hem Suriye Ulusal Koalisyonu’nu kontrol etmek için kıyasıya rekabetten geri durmadı. Hammad’ın geçen yıl Suriye’deki başarısızlığın gölgesinde koltuğunu Körfez dosyasından sorumlu oğlu Temim’e devretmesi, İhvan’la ilişkilere ayar çekileceği ve Suud’la yeni başlangıç yapılacağı beklentisine yol açtı. Ama olmadı. Spekülasyon o ki Hammad perde gerisinden buna izin vermiyor.
İhvan Katar’da yok çünkü...
Krizi kızıştıranın El Cezire’de vaaz veren Yusuf el Karadavi’nin kral ve emirleri iğneleyen sözleri olsa da köprülerin atılmasında Katar’ın Mısır’da darbeci Mareşal Abdülfettah el Sisi’nin meşruiyetini reddetmesi de önemli bir etken. Yanlış anlaşılmasın, “Katar, İhvan’ın hamisi” derken bundan Katarlıların İhvan’ı her koşulda el üstünde tuttuğunu kast etmiyorum. Bilakis İhvan, pazarlıklar sonucu 1999’da Katar’da kendini feshetmiş bir örgüt. Bir aile şirketini andıran Katar dışarda İhvan’ı desteklerken kendi ülkesinde ‘siyasal İslam’ projesine izin vermiyor. Tıpkı Suud’un başka coğrafyalarda Selefi-Vahhabi örgütleri finanse edip kendi topraklarında cezalandırması gibi. Geçmişte Katar’ın İhvan’la sağladığı uzlaşıyı Suud ve BAE başaramamıştı. İki ülkenin 3 Temmuz darbesini milyar dolarlarla ödüllendirmesi İhvan iktidarının bölgesel ağları sayesinde Mısır sınırlarını aşıp Körfez monarşilerini devireceği korkusundan kaynaklanıyor. KİK, 2013’te hedefi Katar olan bir anlaşma imzalamıştı. Anlaşma içişlerine müdahale edilmemesi, ‘düşmanca medya’ ile ‘üye ülkelerin güvenliğini tehdit eden örgüt ya da kişilerin desteklenmemesini’ öngörüyordu. Şimdi bu anlaşmayı ihlalle suçlanan Katar diplomatik tecride rağmen ‘klasik eksen politikalarında yer almayacağını’ belirterek istikametinden şaşmayacağını söylüyor. Suud diplomatik tecridi Katar’ın tek kara bağlantısını keserek coğrafi izolasyona vardırırsa Doha için acıtıcı olabilir, hele de FİFA Dünya Kupası inşaatları sürerken… Bu kavga Katar’da yeni bir saray darbesi oluncaya kadar sürerse şaşmam. Başbakan Erdoğan’ın 6 Mart’ta Şeyh Temim’i arayarak safını belli ettiği bu kavganın Türkiye’ye, özellikle Suriye’deki süreçlere illaki yansımaları olacaktır.

Tuesday, March 11, 2014

ABD emperyalizmi, Ukrayna ve 3.Dünya savaşı tehlikesi





Barry Grey ve David North
Nükleer bir savaşın eşiğinde miyiz? Bu soru, herkesin merak ettiği bir sorudur. Ukrayna’da meydana gelen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) destekli darbe, Ekim 1962 Küba füze krizinden bu yana en tehlikeli boyutları olan uluslararası krize neden oldu. ABD ve Avrupa resmi makamları,  Ukraynalı faşist milislerin darbe yapmaları marifetiyle yönetimi devre aldığı Ukrayna’da Rusya karşıtı bir rejimin iktidara getirilmesine cevaben askeri birliklerinin Kırım’a gönderilmesinden dolayı Rusya’yı kınadılar.
Obama yönetimi Moskova ile çatışmayı tırmandırmaya kararlı olduğu anlaşılıyor. ABD yönetimi Rusya’ya ait bütün askeri güçlerin Kırım’dan çekilmesini ve Kremlin’in, Kiev’de iktidara getirilen NATO -ABD yeni kukla rejimini kabul etmesini bekiyor. ABD, Rusya’nın tamamen tecrit edilmesine yönelik yaptırımların uygulamaya konulması çağrısında bulunuyor.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Salı günü Kiev’de düzenlediği bir basın toplantısı sırasında Amerika’nın “Rusya’yı politik, diplomatik ve ekonomik olarak tecrit edilmesi” yollarını aradığını ifade ederek Rusya’ya tehdit etti. Dışişleri Bakanının bu açıklaması sertlik yanlısı bir tehdit olarak ABD üst düzey yönetim kademelerinde bulunan politikacılar nezdinde yankılandı.
Senatör John McCain Senato koridorlarında 2008 yılında Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan savaşta ABD’nin, Rusya’ya müdahale etmediğinden dolayı üzüntülerini dile getirerek Rusya karşıtı yüksek perdede bir konuşma yaptı. McCain, Viladimir Putin’e  “eski Rusya, Sovyet laf salatası” yapmakla meşgul olduğu suçlamasını getirdi ve “Moldova ile Gürcistan’ın en kısa zamanda NATO’ya” dâhil edilmesi imkânının araştırılması çağrısında bulundu.
Obama yönetimi, Ukrayna’da gerçekleşen darbe karşısında Rusya’nın verdiği cevap konusunda korku salma ve toplumsal şok uygulama yoluna gidiyor. Önemli bir politika değil ancak, hilekâr ve utanmazca bir davranış. NATO-ABD kontrolünde, Rusya karşıtı kukla bir iktidarın Kiev’de kurulmasının dayatılması Putin yönetimi ve Rusya askeri makamlarınca Doğu Avrupa jeo-stratejik şartlarında büyük bir değişiklik olarak kabul edileceği ve Rusya’ya karşı varoluşsal bir tehdit olarak algılanacağı çok iyi bilinmektedir.
Beyaz Saray, Pentagon ve CIA’nın Putin yönetiminin Kiev’deki darbeye cevap verebileceği ihtimalini önceden görmedikleri şeklinde yorum yapılabilir. Ancak, Washington’un, çok az bir ihtimal olsa da, Rusya’nın bölgede güvenliği sağlamak üzere, 1954 yılına kadar Rusya’nın bir parçası olup, Rusya’nın Karadeniz donanmasının demir attığı ve Akdeniz’e açılabilmenin tek çıkış noktası Kırım’a askeri güç gönderebileceği öngörüsünde bulunmadığı iddiasında bulunabilecek bir kimse var mı? Ya da, yabancı düşmanlığı duygularına sahip milliyetçilerin çok etkili olduğu Ukrayna’nın NATO güçleri ileri karakolu haline dönüştürülmüşken, Rusya sınırı yakınlarında füzelerle silahlandırılmış kişiler bulunurken, Ukrayna’da aşırı sağ kanat bir hükümet kurulurken, Rusya’nın da diğer yanağını çevirmeyeceğini Washington’un iyi bilmediğini söyleyebilecek birisi var mı?
Rusya’ya karşı mevcut politik dürtüsünün gerçek nedenleri Ukrayna’nın “uluslararası güvenliğiyle”  veya uluslararası hukuk kurallarının kutsallığıyla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. ABD’nin Ortadoğu, Doğu Avrupa ve Asya coğrafyaları üzerinde kontrol alanında yaygınlık kazanılmasında son yıllarda daha da büyüme olması ABD-Rusya arasındaki gerginliğin artmasına neden oldu.  Moskova sınırlı oranda tepki gösterdi.
Rusya’nın Suriye’de Esad rejimine destek vermesi sonucunda ABD’nin geçen Eylül ayında, geçici de olsa, geri çekilmesine yol açtı ve ABD’nin Suriye’ye doğrudan müdahale planlarının askıya alınmasına neden oldu. Amerikan yönetici sınıf mensupları emperyalist operasyonlarına müdahale edilmesine tahammül edemezlerdi. ABD kendi egemenlik çıkarları gereği, Rusya’nın daha küçük ve sindirilmesi kolay parçalar haline getirilmesi operasyonları da dâhil, Dünyanın yeniden yapılandırılması planları yaptılar.
ABD dış politikasının yalnızca dış politika hedefleri olmaz, aynı zamanda, iç politikada baskı uygulama icraatları olur. Amerika’nın sosyal ve siyasal yapısı çok kırılgan bir haldedir. Bu sosyal yapı aynı zamanda, yönetici sınıfın halkın dikkatlerini başka yerlere çekmek ve yönünü şaşırtmak üzere sonu gelmez askeri müdahale ve savaşların çıkarılmasına ihtiyaç duyulduğu patlamaya hazır çelişkiler doludur.
ABD iktidar seçkin tabakası, beş yıldan fazla süren ağır ekonomik krizden sonra, ülkede kol gezen yaygın toplumsal huzursuzluk ve hoşnutsuzluğun farkındadır. Yaygın halk katmanları bu sosyal durumun ve toplumsal bünyede sendeleme olmasına yol açan şaşırtıcı düzeydeki sosyal eşitsizliğin gayet tabi bilincindeler. Sonu gelmez savaşlar serisi ülke içerisinde sosyal baskıların uluslararası plana taşınmasıyla bir rahatlama sağlama amacını taşıyor.
Kontrolden çıkmış emperyalist tutkuların etkileşim toksinleri ve ülke içerisinde toplumsal huzursuzluğun baş gösterme kaygısı ABD iktidar seçkin sınıfının nükleer savaş hazırlığı sürecine girdiği sosyal durumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Obama yönetiminin acil eylem planları ne olursa olsun, ABD emperyalizmi dinamiklerinin kendine has bir mantığı vardır. ABD Ukrayna’da, ister bir plan doğrultusunda olsan, ister tam tersi şartlar söz konusu olsun, soğuk savaş şartları zemininde sayısız eylemlerin kontrol dışına çıkabileceği olaylar zincirini tetikleyen bir durumun yaşanmasına yol açtı.
Yaratılan bu özel krize çözüm yolu bulunsa bile, başka bir krizin çıkması uzun zaman almayacak. Bu krizlerden birisi, er ya da geç, nükleer felaketlerden birisinin patlak vermesine yol açacak.
Çalışan kesimlerin öfkesi, gençlik veya savaş karşıtı olan bütün toplumsal katmanların haykırışı bir yerlerde duyulması gerekiyor. 21.yüzyılda yaşanan mevcut dünya şartlarına derinlemesine kök salmış 20.yüzyıl tarihinden aldığımız dersler, uluslararası toplumcu bir program temeline dayalı, uluslararası işçi sınıfının birleşik eylemleri sonucunda ancak savaşa dur denilebileceğini göstermektedir.

Kaynak: http://www.wsws.org/en/articles/2014/03/05/pers-m05.html

Çeviren: Nizamettin Karabenk.

Monday, March 10, 2014

Fethiye… Taksim… Okmeydanı

 images (2)
Fethiye

“At izinin it izine” karıştığı günlerde yaşıyoruz. Böyle zamanlarda durumu tahlil etmek epeyce zorlaşıyor. Galiba en önemlisi de acele etmeden, durumu serinkanlılıkla tahlil etmek. Ne var ki, heyecanlı ve aceleci bir doğam vardır ve bu yüzden sık sık hatalar yaparım. Sanırım dünkü yazımda da böyle bir hata yaptım.
Şimdi olayı, yeni gelen bilgiler çerçevesinde yeniden değerlendirmeye çalışalım ve söz konusu siyasi güçlerin tutumlarının tahlilinden hareketle bazı saptamalar yapmaya çalışalım.
Kimdir HDP’ye saldıran bu güruh. HDP Fethiye ilçe başkanının açıklamasında, “allahüekber” sloganlarının yanı sıra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganının da atıldığı söyleniyordu. Ne var ki, bunu doğrulayan pek bir bilgi gelmediği gibi, tarafsızlıklarına ve iyi niyetlerine güvenilebilecek bazı gözlemcilerden böyle bir sloganın atılmadığı yönünde bilgiler geldi. Benim hatalı bir şekilde İP’in de saldırının arkasında olduğu saptamam, bu sloganın atıldığı bilgisine dayanıyordu.
Öte yandan, İP Genel Sekreteri Serhan Bolluk’un bugün yayınlanan açıklaması var. Bolluk, olayla ilgilerinin olmadığını belirtiyor ve “HDP’liler de dâhil herkesi Gladyo’nun oyunlarına karşı” uyarıyor.
Bu durumda İP’in bu olayda yer aldığı saptamasının hatalı olduğunu net bir şekilde saptamak gerekir. Bu bağlamda, yaptığım saptama dolayısıyla İP’ten ve taraftarlarından özür dilerim.
Ancak söylemem gereken bir nokta var. Bugünkü Aydınlık gazetesinin haberi veriş tarzı da dâhil İP’in HDP’ye karşı tutumu enikonu tahrik edici. Bu tutumlarını düzeltmedikleri sürece, en azından saldırıların manevi sorumluluğundan kaçamayacakları açıktır. Örneğin bugün Aydınlık’ta Fethiye ile ilgili haber verilirken (haberin “nötr” veriliş tarzı da pek hoş değildir, en ufak bir kınama yoktur) sağ tarafta, “Zonguldak’ta HDP’ye karşı Yürüyüş” başlıklı haber dikkat çekmektedir. Habere göre, yürüyüşçüler “Türk-Kürt kardeştir. HDP kalleştir” sloganı atmışlar. HDP’nin her yerde saldırıya uğradığı koşullarda haberin bu veriliş tarzı, gazetenin tahrik ateşine alttan alta (ya da üstten üste) odun attığının göstergesidir. İP ve Aydınlık sorumlularını bu nazik günlerde daha sorumlu davranmaya davet etmek zorundayız. Ateşle oynamayın. Alevilere yapılan pogromların bu kez Kürtlere karşı yapılmasına fikri düzlemde de olsa katkıda bulunmayın.
Öte yandan CHP’nin çeşitli sözcüleri (Sezgin Tanrıkulu, Gürsel Tekin) bu tür saldırılara karşı olduklarını açıkladılar. Bu iyi bir şey elbette ama yetmez. CHP Genel Merkezi’nin ve bizzat Kılıçdaroğlu’nun da bu konuda net açıklamalar yapmaları zorunludur. Tabanlarında, adeta ulusalcıların Akit gazetesi rolünü üstlenen Sözcü adlı tahrikçi ve Kürt düşmanı gazeteden gıdasını alan çok sayıda insan olduğunu unutmamalıdırlar.
HDP yöneticileri için de birkaç laf etmek istiyorum. Onları elbette anlıyorum. Saldırılar karşısında bütün yüreğimle yanlarındayım. Onlara yapılan saldırılar, 1960’larda Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin TİP bina ve toplantılarına düzenledikleri saldırılara çok benzemektedir ve bende neredeyse bir dejavu duygusu yaratmıştır. Bir yerde böyle bir saldırıya tanık olsam faşist sürüsüne onlarla birlikte karşı koyacağımdan eminim. Fakat açıklamalarında daha sorumlu ve titiz olmalıdırlar. Belki sezgisel bir şey bu ama yapılan açıklamalar bende, olanı değil de olması arzulananı dile getiriyormuş gibi bir izlenim yarattı. Sanki saldıranlar arasında gerçekten CHP’liler olsa bu, HDP’lilerin hoşuna gidecek ve “bakın gördünüz mü, biz demiştik” diyecekler. Böylesi bir tutum, bir siyasi güç açısından korkunç bir sübjektivizm içermesi bir yana, ne yazık ki, Türk ve Kürt solunu çatısı altında birleştirdiğini iddia eden bir parti açısından “sol gösterip sağ vurmaktan” başka bir anlama gelmez. Zaten HDP üzerinde AKP ile gizli bir ittifak içinde olduğu yönünde bir iddia, bir şaibe var. Böyle bir durumda daha dikkatli olmak gerekmez mi?

Son olarak, bu saldırıların ardında AKP’nin olduğu yönünde siyaseten yapılan tahliller var. Aslında siyasi mücadele açısından baktığım zaman bu bana bir hayli mantıki geliyor. Polisin tutumu, Fethiye’de HDP tabelasının bizzat devlet görevlileri tarafından indirilmesi, Burdur, Denizli gibi illerden taşınarak getirildikleri söylenen gösterici güruhun fütursuz “cesareti”, akla bunların devlet himayesinde saldırdığı ihtimalini getiriyor. Bununla birlikte, AKP’yi açıkça suçlayabilmemiz için elimizde kanıt olması gerekir. Bugüne kadar ortaya çıkmış böyle net bir kanıt yok. Bir yerlerden düğmeye basıldı ama nereden?

Taksim
partizan_aciklama
8 Mart akşamı, feminist kadın yürüyüşüyle sol gruplar arasında çıkan sürtüşmeye ilişkin tarafların açıklamalarını sitenin duyurular kısmında yayınladım.
Bu açıklamalar içinde en devrimci ve tatminkâr olanı bence Partizan grubunun açıklaması. Açık yüreklilikle hatalarını kabul etmişler. Kaypakkaya kanadından gelen devrimcilere özel bir sevgim vardır. Bu bildiriyle sevgim bir kat daha arttı.
Mücadele Birliği’nin ve Kaldıraç’ın açıklamalarını ise üstten ve hırçın buldum. İddia ettikleri gibi emekçilerin “öncü”sü olsalar daha alçakgönüllü davranmaya dikkat ederlerdi. Diyelim ki haklı olsunlar, haklı olan insanların yüce gönüllülüğü yansımıyor bildirilerinden. Kurusıkı bir “sınıf” edebiyatıyla durumu kurtarmaya çalışmışlar ki, böyle bir “vekâlet”in onlara verilip verilmediği bir hayli tartışma konusu.
Her ne ise. Ben kısaca, olay hakkındaki fikrimi belirteyim:
O yürüyüş feminist kadınlar tarafından düzenlendiğine göre, bu arkadaşların kenara çekilip yılda bir meydana gelen bu olaya gereken saygıyı göstermeleri gerekirdi. Elbette saflarındaki kadınlar feminist yürüyüşe katılabilirlerdi. Bana soracak olursanız, bu kadın arkadaşlar, kırk yılda bir örgüt pankartı olmadan katılsalar örgütleri adına bir şey kaybetmiş olmazlardı, tersine feminist kadınların sempatisini kazanırlardı. Fakat şu var: Eğer o kadınlar yürüyüşe illâ örgüt pankartı ile katılmak istiyorlarsa feminist kadın arkadaşların da kedi gibi tırnaklarını çıkartmalarına gerek yoktu. Varsın birileri de örgüt pankartıyla katılsın, ne olurmuş ki. O örgüt pankartını gören bütün kadınlar hayranlıkla yerlere serilecek değiller. Diyelim ki öyle olsa bile ne olurdu ki. Siz bu örgütlerle iktidar kavgası mı veriyorsunuz sanki? Sonuç olarak, feminist arkadaşları da gereksiz bir hırçın tutum içinde bulduğumu belirtmeliyim.
Her neyse, olur böyle şeyler. Devrimci örgütler arasında sürtüşmeler doğaldır. Bana kalırsa barışsak daha iyi olacak, çünkü hepimizi, aynı Gezi’de olduğu gibi, barikatlarda omuz omuza olacağımız günler bekliyor.

Okmeydanı
berkin-640x360
Berkin Elvan kardeşimizin durumu çok ağır. Polis, SSK hastanesinin önünde bekleyen arkadaşlarımıza saldırdı. Yani artık hastanenin önünde hastanızı beklemek bile yasak ve polis güçleri sizi her an buradan biber gazı eşliğinde kovalayabilir.
Berkin için nöbete devam.

Gün Zileli

Friday, March 7, 2014

TÜRKİYE’DE TARİH VE TARİH YAZIMI – M. Utku Şentürk

“Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça, tarihi avcılar yazmaya devam eder”

AKP iktidarı ile birlikte ecdada, tarihe ve özellikle de Osmanlı tarihine olan ilgili arttı. Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgi deyim yerindeyse “tavan yaptı”. Bu ilgiden nemalanmak isteyen eli kalem tutan herkes tarih yazmaya başladı. Lakin Türkiye’de tarihçilik ve tarih yazıcılığı yüzyıllar boyu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Taner Timur, Ayşe Hür, Erdoğan Aydın, Hakan Erdem gibi bir elin parmaklarını geçmeyen onurlu ve dürüst araştırmacıları saymazsak vakanüvisliğin ötesine geçemedi.
İktidarın ve egemenlerin “eteklerinin altından” çıkmayan, kapı kulu tarihçiler beslendikleri odakların ve sınıfların resmi tarihini” ballandıra ballandıra” anlattılar ve anlatmaya da devam ediyorlar.
Anatol France’ın, “İçinde yalan olmayan bütün tarih kitapları sıkıcı ve usandırıcıdır,” diye dalga geçtiği resmi tarih (ve yazımı) konusunda Gottfried Benn de şunları ekler: “Bana öyle geliyor ki, korkusuz bir insanın çıkıp öbür insanlara şu yalın gerçeği öğretmesi kadar devrimci davranış olamaz: Sen neysen, osun ve hiçbir zaman başka türlü olamayacaksın. Senin hayatın budur, hep buydu, hep bu olacaktır. Parası olan çok yaşar, sözünü geçirebilen bir yanlış yapmaz, güçlü olan, doğrunun ne olduğuna karar verir. Tarih budur…”
Tarihin ve tarih yazımının sınıflı toplumlarda nesnel ve toplumun maddî temellerine dayandırılarak yazılması çok da olanaklı görülmemektedir. Bu anlamda “nesnel bir tarih yazımı mümkün müdür?” sorusuna E. H. Carr; “Tarihçinin nesnelliğinin, nesnel olmadığının farkında olma yeteneği ile ölçüldüğü ve büyük tarihçinin ele aldığı olguları inceleyip geleceğe yansıtırken, o anda kendisinin bulunduğu konumu aşıp aşamaması yorumları ile ilgilidir” ifadelerini kullanıyor.
Resmi tarih yazmak, olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gibi göstermek ya da olanın bir kısmını öne çıkarmak, ardından bunu sık sık tekrarlamak ve siyasi hafızaya kazımak demektir.
Bugüne kadar üstte de ismini zikrettiğimiz isimlerin dışındaki tüm “tarihçiler” bize tabiri caizse eşeği boyayıp at diye sattılar. Ama aralarında hiç biri “Derin Tarih”çi (siz onu “Çukur Tarih”çi anlayın) Mustafa Armağan’ın deniz seviyesinin metrelerce altındaki seviyesine erişemedi. Arapça ve Farsça bilmeyen, okuduğu üç beş yalandan tarih kitabı ile tüm kariyerini 2. Abdülhamit ve Said-i Nursi tüccarlığına vakfeden sözüm ona tarihçimiz “gizli belge” dediği ama gizli olduğu halde her nasılsa internetten birkaç dakika içinde indirilebilecek belgeler ile yazılar yazdığını artık sağır sultan bile biliyor.
Cemaatin verdiği direktiflerle bir yazısında ak dediğine bir diğerinde kara diyerek aklı başında okurlar karşısında kendisini gülünç ve zavallı durumuna düşürüyor.
İlber Hoca da Armağan’dan farksız
Resmi tarih yazmakla görevli Armağan’ın cahillikleri saymakla bitmez ama ya anlı şanlı “hocaların hocası” 7-8 dili ana dili gibi bilen İlber Ortaylı’ya ne demeli? Tarihçi Hakan Erdem’in Tarih Lenk kitabında İlber Ortaylı ile ilgili bölüme bir göz atalım isterseniz;
“Üç Kıtada Osmanlılar kitabında, 1260 yılındaki, Ayn Câlut savaşının Ortadoğu’nun tarihinde önemli bir yeri ve simgesi vardır. Çünkü 1258’de Abbasi halefiliğini düşüren ve batıya ilerleyen Moğolları, memlûkler bu savaşla durdurmuştur ama ortaylı, iktisadi ve sosyal değişim kitabında bu savaşta Memluklar’ın yenildiğini, Moğolların yendiğini düşünüyor. çünkü Moğolların Şam’ı ele geçirdiğini söylüyor. Üstüne üstlük İlber Ortaylı bunu daha doğmamış bir Moğol hanına, gazan hana yaptırıyor. Ancak bu kadarına pes denir. Bunu söylemek; Fatih’e patates yedirmeye benzer. (patates Amerika Kıtası’nın keşfiyle dünyaya yayılır.) Ne yazık ki bunlar kafasında bazı şeylerin oturmadığını gösteriyor.”
İktidarın resmi tarihçileri (vakanüvisleri) resmi tarihten bile habersiz, kafa göz kırarak tarih yazıyor. Lise tarih kitabı düzeyindeki tarih bilgileri ile televizyonlarda, gazetelerde boy gösteren bu kapı kulları “üç kıtada at koşturan şanlı ecdadımızın” tarihini, pehlivan tefrikası tadında bizlerle buluşturuyorlar.
Yakın zamanda ütahya’da yaptığı bir konuşmada, Başbakan Erdoğan şunları söylüyor: “Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz; her yerle biz de ilgileniriz. Ama bunlar, televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o Muhteşem Yüzyıl dizisindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni, öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Biz öyle bir Kanuni tanımadık, onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz lazım. Bunu çok iyi anlamanız lazım. Ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimin huzurunda kınıyorum. Bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyoruz.”
“Hık deyicinin pık deyicileri”
Başbakan bunları söyler de adamları boş durur mu? Hemen bir kanun teklifi hazırlanmış… Kanun teklifini hazırlayan AKP İstanbul milletvekili Oktay Saral: “Bundan sonra Türk aile yapısına uygun, çocuklarımızı rencide etmeyecek, bizim dilimizde zıvanadan çıkarmayacak dizi yapacaklar. Artık bu tarz dizileri bin düşünüp, bir yapacaklar. İnsanlar bize ‘Bu diziler yüzünden çocuklarımız tarihini, atasını tanımıyor’ diyorlardı, artık böyle söyleyemeyecekler!“ diyor.
Hık deyicinin pık deyicisi Mustafa Armağan, Murat Bardakçı, İlber Ortaylı gibi vaka-i nüvisler de Hürrem Sultan’ın iktidar hırsı ile önüne çıkan herkesin kellesini tavuk keser gibi kestirdiğinden ziyade ne denli hayırsever bir insan olduğunu, Kanuni’nin hayatının haremde, hamamda cariye kovalayıp şarap içerek değil at sırtında elde kılıç “kâfir” kovalayarak geçtiğini söyleyerek bizleri “aydınlatıyorlar”. Bu sözde tarihçiler için Kanuni döneminde Sünni/Şeriatçı İslam düşüncesinin dışındaki Alevi önderleri Baba Zünun’un ya da Kalender Çelebi’nin neden katledildiği ise “gözlerden kaçırılması” gereken bir ayrıntıdır.
Böylece bu “anlı şanlı” tarihçilerimiz Naima’dan, Ahmet Cevdet Paşa’dan, Âşık Paşazade’den devraldıkları bayrağı “onur”la taşıyarak resmi tarihin ve resmi ideolojinin yeniden üretimine omuz veriyorlar. Müesses Nizam’ın “tıkır tıkır” işlemesi için kitlelerin beyinlerini yalan bir tarihle uyuşturuyorlar. Son dönemin fenomen dizi karakteri Vasfiye Teyze’nin de dediği gibi; “mecbuuur böyle yapmayıp da ne yapacaklar?” Yıllardır alışmışlar iktidarın ve egemenlerin sırtlarında parazit gibi yaşamaya. Başka türlü geçinmeyi, yaşamayı bilmezler ki…
M.Utku Şentürk
m.utkusenturk@gmail.com

Bu yazı Meydan Gazetesi’nşin 10. sayısında yayımlanmıştır.