Thursday, December 27, 2012

Hudutların Kanunu ve Roboskî


 (JIYAN MUNZUR)
Ölümler yeniden boy gösterir. Ağalar ölümleri sadece uzaktan izler. Devletin üniformalı askerleri, ağanın kölesi konumundaki köylüleri sınır boyunda öldürür. Devletin koruması altında olan korucu ve oluşturduğu gruplara güvenli yollar yaratılırken, yoksul köylü ise ölümle cezalandırılır. 
Hudutların Kanunu filmi (1966) kendi dönemi içinde Türkiye'de Yeni Sinema olarak adlandırılacak sinemaya dair bir işaretti. Güçlü sinematografisi, toplumsal sorunları basit ve gerçekçi bir şekilde ortaya koyuşuyla yönetmenliği Ö. Lütfü Akad'a ait olan, senaryosu ise, aynı zamanda başrolü üstlenen Yılmaz Güney tarafından üstlenen Hudutların Kanunu, Türkiye'de sinemanın ilk örneklerinden biridir. Olay kurgusuyla ve öyküsüyle kendi döneminin çok ilerisinde bir filmdir.
Film, sınır köyünde kaçakçılık yapan insanların hayatını konu edinmiş. Sınır ticareti yapan Ali Cabbar'la Huso'nun konuşmalarıyla başlar. Konuşmalardan anlarız ki sınır ticareti yapan insanlarla 
devletin üniformalı korumaları arasında sürekli devam eden bir çatışma hali mevcuttur. Toprak ağaları altında ezilen köylülerin yaşamlarını devam ettirebilmek için seçtikleri bu tehlikeli yol, onları devletle karşı karşıya getiriyor.
Devlet, temsili olarak bir üsteğmenin üniformasıyla karşımıza çıkar filmde. Hıdır ağası eski bir üsteğmenle çatışır, üsteğmen yaralanır ve izne çıkar. Yeni gelen üsteğmenle sınır boylarının denetimi artırılır ve kaçaklık güçleşir. Buna rağmen Hıdır ve arkadaşları sınırı geçerler…
Toprak ağaları ve ticareti elinde bulunduranlar, hayatlarını tehlikeye atmaya hazır köylüye muhtaç kalır. Köylülerin de başka bir seçenekleri yok. Bu durumda kaçakçılık işçisi köylülerle devlet karşı karşıya gelir. Varolan topraklar ve tüm gelir kaynakları bölgenin ağaları elindedir. Ortada kalan köylüler içinse hayat daha zorlaşır.
Köylüler arasında en sözü geçen ve kaçakçılığı en hakkıyla yerine getiren Hıdır, üsteğmen için bu gidişatın değişmesindeki en önemli kişidir. Köye yapılması istenen mektep köylüler tarafından istenmeyince üsteğmen Hıdır'ı makamına çağırır. Üsteğmen ve Hıdır bu görüşme ile mektebin kurulması yönünde anlaşır. Çocuğuna her şeyden fazla değer veren bir kaçakçı için eğitim, çocuğunu ölümden kurtarmakla eş anlamlıdır.
Hıdır'la üsteğmen arasındaki ikinci anlaşma ise kaçakçılıkla değil toprakla hayatlarını kazanma konusunda olur. Bunun için üsteğmen, kasabadaki toprak ağasıyla konuşur. Ağa, topraklarını köylüye verir. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Hıdır, bir köyün tüm yaşantısını değiştirmek için çalışmaya başlar. Hıdır ve köylüler, verimsiz topraklarından verim alabilmek için var gücüyle çalışırken toprak ağası, Hıdır'dan kendisi için tekrardan kaçakçılık yapmasını ister. Hıdır, bu teklifi kabul etmez. Toprak ağası, bunu kabullenemez ve daha yeni çıkmaya başlayan mahsulleri hayvanlarıyla ezdirir. Köylünün kendisine olan güvenini kaybetmeye dayanamayan Hıdır için tehlikeli hayat yeniden başlar… 
Ölümler yeniden boy gösterir. Ağalar ölümleri sadece uzaktan izler. Devletin üniformalı askerleri, ağanın kölesi konumundaki köylüleri sınır boyunda öldürür. Devletin koruması altında olan korucu ve oluşturduğu gruplara güvenli yollar yaratılırken, yoksul köylü ise ölümle cezalandırılır. 
Filmin devamı yok ama ölümlerin olacağını biliriz. Devletin üniformaları temsilcileri günümüze dek bu insanlarla çatışa gelmiş ve onlarca ölüme sebeb olmuştur. En son ise Roboskî'de 34 Kürt katledildi. Kimi geçimi için, kimi okul harçlığını çıkarmak, kimi evine bir aş götürebilmek için yollara düşmüştü. Belki de Roboskî'de yaşananlar, Hudutların Kanunu'nun gecikmiş bir devamı niteliğinde. 
Hudutların Kanunu işlemeye devam ediyor T.C.'nin suni sınır boylarında.
Kürdistan'ı dört parçaya bölen sınırlar, Kürtler için hem geçim hem ölüm kaynağı...
Kürdistan'daki kirli savaşta sadece militanlar değil, Kürde ait ne varsa hedeftir. Kendi ülkesi üzerine çizilen bir çizginin bir tarafından öbür tarafına taşınan bir torba şeker, bir kutu çay, bir bidon mazot ya da benzin, sigara… Onlar, taşıdıkları şeker torbasında kendilerinin taşınacağını biliyorlar mıydı? Ölümün o suni sınır boylarında kol gezdiğini biliyorlardı belki ama böylesi... Kim bilebilirdi parçalanmış bedenlerin şeker torbalarına konulup, battaniyelere sarılıp kendi yüklerini taşıyan katırlara yükleneceğini, ana ocağına böyle döneceklerini?
Devlet o sırada göklerdeydi, akbaba misali döktüreceği kanı bekliyordu. Sonra ise, 34 köylüyü savaş uçaklarıyla katlettikten sonra yok oldu, ortalıktan kayboldu. Yapacağını yapmış, geri kalanını izlemeye çekilmişti. Ardından bir hata olduğunu söyledi. 
Sıraya dizilir cansız bedenler ve hiç kimse tanımaz. Hangi ana evladını tanıyamaz? Mezopotamya'nın sarı ovalarından yükselen çocuk çığlıkları kulakları tırmalıyor, ta 33 kurşundan beri, yakılan köylerden, Napalmlı katliamlardan beri. Analar bir kuytuda inliyor, babaların gözlerinden damla damla yaş dökülüyor. Kürtlere, kendi topraklarına çizilen sınırlarda ölüm kalır. Yüksek dağlarından esen rüzgar bile serinletemez acı dolu yürekleri. Bir militan, bir kaçakçı, bir milis, bir köylü, bir çoban, bir katır...
Sonra aklıma tekrar Yılmaz Güney düşer. Yol'u, Hudutlar'ı. Hudutlardan Kürtlere kalan hala ölümdür. Bazen katır sırtlarında, bazen römorkta, bazen hiç... Koca bir hiç... Kalır anaların yüreğinde.