Saturday, May 21, 2016

Neoliberalizm içimizdeki canavarı ortaya çıkardı.


Kimliklerimizi sarsılmaz ve harici baskılardan ziyadesiyle azade görme eğilimindeyiz. Ancak onlarca yıllık araştırmanın ve terapi deneyiminin ardından, ekonomik değişimin yalnız değerlerimizin değil kişiliklerimizin üzerinde de büyük etkisi olduğuna kanaat getirdim. Aman vermez “başarı” baskısı normatif hale geldikçe neoliberalizmin otuz yılı, serbest piyasa güçleri ve özelleştirme büyük kayıplara sebep oldu. Bunu şüpheyle okuyorsanız, size şöyle basit bir ifadeyle açıklayayım: meritokratik (liyakata dayalı) neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.
Artık bir kariyer yapabilmek için belirli karakter özellikleri gerekiyor. İlki, kendini ifade etme becerisi, amacı da olabildiğince fazla insanın beğenisini kazanmak. Temas yüzeysel olabilir, ancak bu günümüzdeki insanlar arasındaki etkileşimin çoğuna uygun düştüğü için fark edilmez bile.

Neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, diğerlerini de cezalandırır.
Kendi yeteneklerinizi övebildiğiniz kadar övmek önemli – çok fazla insan tanıyorsunuz, yığınla tecrübeye sahipsiniz ve yakın zamanda büyük bir proje tamamladınız. Sonra insanlar bunların daha çok havacıva olduğunu anlayacaklar, ama daha önce kandırıldıkları gerçeği başka bir kişilik özelliğine dikkat çekiyor: ikna edici bir şekilde yalan söyleyebiliyorsunuz, pek de suçluluk duymuyorsunuz. Bu yüzden asla kendi davranışlarınızın sorumluluğunu üstlenmiyorsunuz.
Üstüne üstlük, esnek ve fevrisiniz, her zaman yeni uyarıcılar ve mücadeleler için fırsat kolluyorsunuz. Pratikte tehlikeli davranışlara neden olabilir, ama aldırmayın, yaraları saracak olan siz olmayacaksınız. Bu listenin ilham kaynağı mı? Günümüzde psikopati konusunda en tanınmış uzman olan Robert Hare’in psikopati kontrol listesi.
Bu tasvir, elbette aşırıya kaçan bir karikatür. Yine de makro-sosyal seviyedeki finansal kriz (örneğin Eurozone ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar) neoliberal meritokrasinin insanları ne hâle getirdiğinin bir resmi. Dayanışma pahalı bir lükse dönüşüp geçici ittifaklara neden olurken, zihinlerin asıl meşgalesi daima vaziyetten rakibinize göre daha fazla kâr çıkarabilmek. İşletmelere ve şirketlere olan duygusal bağlılık gibi, çalışma arkadaşları arasındaki bağlar da zayıflıyor.
Zorbalık vaktiyle yalnız okullarda olurdu, artık işyerlerinin de ortak özelliklerinden biri. Bu, hüsranı zayıf olanın üzerine boca ederek etkisizce dışa vurmanın tipik bir belirtisi – psikolojide yönlendirilmiş saldırganlık olarak bilinir. Performans kaygısından tutun da tehdit oluşturan ötekinin yarattığı daha geniş sosyal fobilere kadar derinlere itilmiş bir korku hissi var.
İş yerindeki aralıksız değerlendirmeler bağımsızlığın azalmasına ve sıklıkla değişen harici normlara bağımlılığın artmasına neden oluyor. Bu da sosyolog Richard Sennett’in yerinde tanımıyla “çalışanların çocuklaşması” olarak sonuçlanıyor. Yetişkinler çocuk gibi feveran ediyor, ufak tefek şeyleri kıskanıyor (yeni bir ofis koltuğu aldı, ben almadım), beyaz yalanlar söylüyor, üç kağıda başvuruyor, başkalarının düşüşüyle keyifleniyor ve küçük intikam duyguları besliyorlar. Bunlar, insanların bağımsız düşünmesini engelleyen ve çalışanlara yetişkin gibi davranmayı beceremeyen bir sistemin eseri.
Oysa daha önemlisi, insanların özsaygılarının uğradığı hasar. Hegel’den Lacan’a filozofların da açıkladığı gibi, özsaygı daha çok başkalarının bizi onaylamasına bağlıdır. Bugünlerde çalışanların esas sorusunun “Bana kim ihtiyaç duyuyor?” olduğunu fark ettiğinde, Sennett de benzer bir sonuca varıyor. Sayısı giderek artan insanlar için cevap: hiç kimse.
Toplumumuz sürekli olarak yeterince gayret ederlerse herkesin başarılı olabileceğini ilan ediyor, bir yandan da imtiyazları destekliyor, iyice gerilmiş ve bitkin düşmüş yurttaşlara giderek artan oranda baskı uyguluyor. Giderek artan sayıda insan başarısız oluyor, aşağılanmış, suçlu ve mahcup hissediyor. Bize daima hayatımızın yönün belirmekte eskisinden çok daha özgür olduğumuz söyleniyor, oysa başarı anlatısına uymayan bir seçim yapmak için yeterince özgür değiliz. Dahası, başarısız olanlar sosyal güvenlik sistemimizi istismar eden “kaybedenler” ve “beleşçiler” olarak görülüyorlar.
“Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik”
Neoliberal meritokrasi bizi başarının kişisel gayrete ve yeteneklere bağlı olduğuna inandırdı, bu da sorumluğun yalnızca bireye ait olduğu ve bu hedefe ulaşmak için yetkililerin insanlara olabildiğince özgürlük tanımaları gerektiği anlamına geliyor. Sınırsız seçim özgürlüğü masalına inananlar için özerklik ve özyönetim en önde gelen politik bildirilerdir, bilhassa özgürlük vaat ediyormuş gibi görünüyorlarsa. Mükemmelleştirilebilir birey düşüncesiyle beraber Batı’da sahip olduğumuza inandığımız özgürlük günümüzün ve çağımızın en büyük yalanı.

Zygmunt Bauman
Sosyolog Zygmunt Bauman çağımızın paradoksunu kısaca şöyle özetledi: “Hiç bu kadar özgür olmamıştık. Hiç bu kadar aciz hissetmemiştik.” Dini eleştirebilmemiz, seks konusunda “bırakınız yapsınlar” anlayışından faydalanabilmemiz ve dilediğimiz siyasi akımı destekleyebilmemiz açısından gerçekten de öncesine göre daha özgürüz. Tüm bunları yapabiliyoruz çünkü artık ehemmiyetleri yok – böylesi özgürlük kayıtsızlığa yol açıyor. Öte yandan, gündelik hayatlarımız da Kafka’yı çaresiz bırakabilecek bir bürokrasiyle sürekli bir mücadeleye dönüştü. Ekmekteki tuz oranından şehirde kümes hayvanları yetiştiriciliğine kadar her şeyin bir yönetmeliği var.
Sahip olduğumuzu sandığımız özgürlük tek koşula bağlı: başarılı olmak zorundayız, yani kendimizi “geliştirmeliyiz”. Örnekler için uzaklara bakmanıza gerek yok. Ebeveynliği kariyerinin önüne koyan yetenekli bir kişi eleştiriye maruz kalıyor. İyi bir işe sahipken başka şeylere zaman ayırabilmek için terfiyi reddeden bir kişi aptal olarak görülüyor – o başka şeyler başarıyı garantilemeyecekse. Ebeveynleri, ilkokul öğretmeni olmak isteyen genç bir kadına ekonomi alanında yüksek lisans ile başlamasını salık veriyor – bir ilkokul öğretmeni mi, ne düşünüyor olabilir ki?
Kültürümüzdeki kaideleri ve değerleri güya yitirdiğimize dair bitmek bilmeyen ağıtlar yakılıyor. Yine de bu kaideler ve değerler kişiliğimizin olmazsa olmaz bir parçasını oluşturuyor. Dolayısıyla kaybolamazlar, sadece değişirler. Olan da tam olarak bu: değişen bir ekonomi değişen ahlak kurallarını yansıtıyor ve değişen kimliklere yol açıyor. Mevcut ekonomik sistem, içimizdeki en kötüyü ortaya çıkarıyor.
* Bu yazı, Paul Verhaeghe’nin theguardian.com’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.


Saturday, May 14, 2016

Stirner: Devrim ve İsyan

Genel olarak Marxist gelenek, devlet aygıtını kapitalin etkilediği üretim karşıtı bir fail olarak işlev gören baskıcı bir oluşum olarak değerlendirir. Devlet denilen bu baskı aygıtının ortadan kalkması içinde, proletarya tarafından gerçekleştirilecek bir devrimi kaçınılmaz görür. Çünkü devrim, kapitalist bir ekonominin özünde var olan çelişkilerin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Daha doğrusu devlet denilen baskı aygıtını ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetler, ampirik koşullar gerçekleştiği zaman ortaya çıkmaları muhtemel olan şeyler değil, kesinlikle zuhur etmek zorunda olan değişimlerdir (Cevizci 2009a:857). Oysa Stirner açısından bakıldığında devlet aygıtının imgesinde oluşturulmuş ve açıkça devlet aygıtının kontrolünü ele geçirmeye yönelik amaç taşıyan her türlü eylem, benzer şekilde baskıcı bir niteliğe sahiptir. Bunun içindir ki, her türlü devrim hareketi kitleleri bir politik taraf halinde bir araya topladığında etkisiz bir hale gelecektir. Çünkü bu kitlesel hareket, direnç gösterilmesi gereken erk sisteminin bir parçası (Goodchild 2005:196) veya onun devamı olmak zorundadır.

Çağdaş ve yapısalcı düşünüşe paralel şekilde Stirner açısından da devrim, aynen devlet gibi ve tüm önceki toplumsal ve ahlaksal sistemler gibi, kolektif bir bilince ve bu bilinç için bireyden feragat etmesi gerektiğine seslenir. Stirner devrimi, Üst-anlatıların bir diğer çeşitlemesi olarak görür. Her hangi bir fail ya da organa itaat, şu veya bu adına ortaya atılan ahlak kurallarının kutsiyetine duyulan bir inanışta farklı değildir. İtaat bekleyen her söylem, isterse içerisinde yıkıcılık barındırsın, bireyin biricikliğini, kendiliğini ve tekilliğini ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir ‘’amentü’’den başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, hem Marx’ın devrim düşüncesi hem Proudhon’un karşılıkçılığı, birey üzerindeki talepleri nedeniyle Stirnerci savaşımda dinsel öğretiler olarak görülür ve eleştirilir (Thomas 2000:164-165). Birey üzerindeki her talebi bir tahakküm biçimi olarak görmede ‘her talep’ kaydı, nihai noktada talepsizliği değil, talebin biçimini değiştirir. Aslında devrimde bir kurulu sisteme karşı talebim değişmiş biçimidir. Düşünür bunun farkındadır, kıyasıya eleştirir. Fakat talepsizlik bir boşluk değilse, adı konulmamış talebin yönü ne olacaktır, sorusu askıda kalmaktadır.

Devrim otoritenin yerini ve biçimini değiştirir ancak otoritenin kendisine hiçbir bir şey yapmaz ve yapamazda Stirner’e göre. Çünkü devrim ya liberal devletin yerine işçi devletini getirir veya getirmeyi hedefler ya da Tanrı’nın yerine insanı koyar (Newman 1996a:118) ve ona tapar. Stirner’in diliyle ifade etmek gerekirse, yani devrim, tahakkümsüz, otoritesiz ve tapınmasız bir hedef tayin edemez. Mevcut tahakkümün ortadan kaldırılmasına yönelik olarak devrim, olan tahakkümün üzerine saldırır, tahakkümün kendine değil. Bu durumda mevcut bireysel iradeyi yok sayan egemen anlayış ortadan kalkacaktır ancak tahakküm veya irade üzerine beyanın ortadan kalkması söz konusu olmadığı gibi, liberalin tahakkümü gitmiş, işçi sınıfının tahakkümü gelmiş, Tanrı gitmiş, onun yerine insan gelmiş olacaktır. Oysa olması gereken bireysel iradeyi yok sayan, kendiliği engelleyen, fizyolojik bir varlık olan ego’nun oluş alanını daraltan söylemlerin yok olmasıdır, değişmesi değil. Bunun için sosyalistlerin, liberallerin, bir kısım anarşistlerin önerdiği devrim aracılığıyla tahakkümden arınmak mümkün değildir. Bize bunu sağlayacak olan isyandır.

Devrim ve isyanın eşanlamlı görülmemesi gerektiğini söyleyen Stirner, birincisinin siyasal bir hareket olup devlet ya da toplumun devrilmesini içerdiğini, ikincisinin bir fark ediş, uyanış anlamına geldiğini savunur. Devrim yeni düzenlemeleri amaç edinir; isyan ise artık düzenlemelere izin verilmemesi durumunu tanımlar. Devrimle kurulu düzen değişir; oysa isyanla kendilik ortaya çıkar ve varoluş gerçekleşir. İsyan bir fark ediştir ve bu fark edişin sonucu bütün diğer kurumlar bozulacak ve tükenecektir (Stirner 1995a:279-280). Yani isyan artık hiçbir şekilde düzene sokulmaya izin vermemenin adıdır. Bu bireysel isyanın yükselişin bir parçası olarak, insanlar devletin (bütün örgütlü kurumların) son tahlilde bir yanılsama olduğunu kendi başlarına keşfedeceklerdir (Thomas 2000:157).

Tüm yıkıcılık iddia ve taleplerine karşın, devrimci örgütlenme, her şeyden önce bir örgütlenme biçimidir. Karşı durulması ve yok edilmesi gereken ise zaten örgütlenmenin her türlüsüdür çünkü her düzen bir tahakkümün ifadesi olmaya mecburdur. Örgütlü bir düzenin tahakküm biçimlerini ürettiği ve en azından buna açık olduğu, her devrimin ise birey üzerindeki talebi değiştirdiği görüşü bir yere kadar sürdürülebilir bir yaklaşımdır. İsyanın duyarlılık, fark ediş olarak bireyin kendine dönük yüzü elbette ki önemlidir. Fakat her fark edişin eyleme dönüşen biçiminin muhtaç olduğu kelimeler ve araçlar ortada bir yerde duran şeyler değildir. Fark edişi sunan her söz, farklı ilişkiler ağını devreye sokar ve kendiliği sınırlar.


M. Hanifi MACİT
Max Stirner (Anarşist-Egoist-Nihilist) Kitabından alıntıdır.

(Etik Yayınları–2010)