Friday, December 18, 2015

IRAK'IN IŞİD İLE SAVAŞI-1: Kerbela; IŞİD eliyle yeniden...

A+ A-Yol boyu asılmış kırmızı bayraklar Kerbela'nın intikamının henüz alınmadığını, siyah bayraklar yası, yeşil bayraklar barışı simgeliyor.15-20 milyon insan Hz. Hüseyin'in başının kesildiği Kerbela'ya geliyor. Bu yıl Şiiler arasındaki hassasiyet daha da yüksek.. IŞİD eliyle yeni Kerbelaların yaşandığını düşünenler bu yollarda yakıcı bir hissiyatla yürüyor.
Yol boyu asılmış kırmızı bayraklar Kerbela’nın intikamının henüz alınmadığını, siyah bayraklar yası, yeşil bayraklar barışı simgeliyor. Bu yürüyüşü kimileri daha geriden, 512 km ötedeki Basra’dan başlatıyor. Tempoya göre bu yürüyüş 8-13 gün sürüyor. Necef’ten Kerbela’ya gidenler ise yolda 2 kez geceliyor.
Hz. Hüseyin’in şehadetinin anıldığı Aşura’nın kırkıncı günü Erbain (Kırk). Erbain her yıl 15-20 milyon insanı Hz. Hüseyin’in başının kesildiği Kerbela’ya çekiyor. Bu yıl Şiiler arasındaki hassasiyet daha da yüksek: Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) eliyle yeni Kerbelaların yaşandığını düşünenler bu yollarda yakıcı bir hissiyatla yürüyor.
Necef havzasının en yüksek taklit mercii Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin fetvasıyla başlayan ülkeyi savunma seferberliğine katılan milislerin arabaları da vızır vızır geçiyor. Musul ve Kerkük’te ordunun dağıldığı, Bağdat’ta siyasetin felç olduğu bir dönemde Sistani’nin fetvasıyla kurulan Haşd el Şaabi (Halk Seferberliği) güçlerine bağlı askerler her yerde taltif ediliyor. Haşd el Şaabi, Musul’un 10 Haziran 2014’te düşmesinden üç gün sonra Sistani’nin fetvasıyla kurulsa da sonradan ‘Haşd el Şaabi Komitesi’ adıyla resmileştirilerek başbakanlığa bağlandı. Haşd el Şaabi içinde Asaib Ehl el Hak, Bedir Tugayı, Ali Ekber Tugayı, Seraya el Selam, Irak Hizbullah, Seraya Cihad ve Irak İslam Hareketi gibi birlikler öne çıkıyor. Savaşçı sayısı 100-120 bini buluyor. Şii ağırlıklı bu seferberlik İran’ın silah, eğitim ve koordinasyon desteği verdiğine dair haberlerle gündemde kaldı.
ÇADIRDAKİ KOMUTAN
Kerbela’ya doğru kalabalık artıyor. Daha Erbain’e 7 gün var. Şimdi Hz. Hüseyin ve Hz. Abbas’ın türbelerinin bulunduğu ‘Haremeyn’in karşısında son direğin dibindeyim. Numara: 1452.
İran, Pakistan, Afganistan, Kuveyt, Suudi Arabistan, Yemen ve Lübnan gibi ülkelerden gelen ziyaretçiler kafileler eşliğinde hareme ilerliyor, kubbeyi gören duruyor, ellerini kaldırıp dua ediyor. Sine vurup ağıt yakan ‘radudlar’ grubun önünde. Ağıt eşliğinde Kerbela’da yaşananların hikâyelerini anlattıkları için bu kişilere ‘meddah’ veya ‘molla meddah’ da deniliyor. Eskiden İran’da teatral gösteriyle Ehli Beyt’in dramını anlatanlara ‘ruzehan’ ve ‘perdedari’ deniliyordu. Hz. Hüseyin’in türbesinden Ebul Fazl Abbas’ın türbesine giderken yasa gözyaşları karışıyor. Abbas’ın sosuz çocuklara su götürürken kollarının kesilmiş olması Kerbela’nın en dramatik sahnesi. Ziyaretçiler Abbas’ın haremine yüzlerini döndüğünde hüngür hüngür ağlıyor.
Ziyaretçiler arasında Hıristiyanlar da var. Bu coğrafyada önemli ve dini günlerin yâd edilmesinde Hıristiyanlarla Şiiler birbirlerini gayet iyi anlıyor.
Yılda yaklaşık 40 milyon insanın ziyarete geldiği Kerbela bakımsız. Harem’in medya merkezince çıkartılan El Nahda el Hüseyni dergisinin yazı işleri müdürü Yahya el Fetlavi şehrin pejmürde halini ekonomik sıkıntılara bağladı:
“Saddam döneminde buraya insanlar sessizce gelir giderdi. Sine yoktu, ağıt yoktu. İranlılar da gelemezdi. Saddam 1991’deki isyan sırasında buraları yakıp yıktı. Necef ve Kerbela mahrumiyet bölgesiydi. 2003’te savaş başladı, ülke hala ekonomik olarak belini doğrultamadı. Burada yapılanlar da Harem’in bütçesinden karşılanıyor. Kerbela’nın durumu eskiden daha kötüydü.”
Rehberim ise buna parantez açtı: “Tamam Savunma ve İçişleri güvenlik sorunlarıyla meşgul. Diğer bakanlıklar neden işini yapmıyor? Herkes kendi cebini şişirmekle meşgul.”
Harem’in bağışlarla dolan kasası Irak hükümetine bir seferde 4-5 milyar dolar borç verecek kadar derin. Ancak bu kasayı bugünlerde IŞİD’le savaşan gönüllüler ordusu tüketiyor.
İran’dan gelen gönüllü temizlikçiler ellerindeki süpürgelerle sokakların tozunu kaldırıyordu. Biri “İmam Hüseyin’e hizmet için geldik, meccanen. Bu yıl temizlik bu seferberliğe İran’dan 2000 kişi katılıyor” dedi. Türbeye çıkan yollarda devasa kazanların önünde uzun kuyruklar oluşuyor. Kuveytliler endüstriyel ölçekte döner üreten ve piliç çeviren onlarca devasa makine getirmiş. Türbe dışında dikkat çekici bir bina Mescit el Beni Amr. Basralıların Hüseyniye’si. Mescit ve etrafında Erbain boyunca 20 bini aşkın ziyaretçinin ağırlandığı bir külliye. Vahhabilerin Suud’dan sürdüğü Beni Amr ailesi tarafından 1960’de inşa ettirilmiş. Saddam 1991’de burayı da yıkmış. 2000’de yeniden inşa edilmiş.
Yas seli. Siyahlara bürünmüş insanlar yürüyor. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği 10 Ekim 680’den beri itaat ve isyanla büyüyen ağıt ve kahır. Sabahın köründe Necef’ten Kerbela’ya uzanan 75 kilometrelik yolun başındayım. 1 numaralı tabelanın çakıldığı direğin dibinde. 50 metrede bir numara sayıyor. ‘Ya Hüseyin’ yazılı bantlar alınlarda. Şii ziyaretçilerin dinlendiği ya da gecelediği ‘Hüseyniye’lere ilaveten adım başı hizmet çadırları dizili. Necef’e kadar yaklaşık 6 bin çadır. Hüseyin için her bir adım Şiiler için kıymetli. Bu adımları atan her bir ziyaretçi mübarek. O yüzden çadırları kuranlar ve Hüseyniyeleri inşa edenler bu insanlara hizmet ediyor.
Necef’ten Kerbela’ya uzanan yolun başlangıcı... Direkteki tabelada 1 numara yazılı. 50 metrede bir numara yazılı direkler var. (FOTOĞRAFLAR: FEHİM TAŞTEKİN)

Sabih el Hac Ebu Yahya
Kerbela yakınlarında davet edildiğim çadırın sahibi kolundan yaralanmış bir komutan çıktı: Sabih el Hac Ebu Yahya. Basralı, 55 yaşında. Haşd el Şaabi ’ye bağlı Ketaib Akile Zeynep’in komutanı. Ramadi’de IŞİD’den temizledikleri bir bölgede bir evde bubi tuzağının patlamaması sonucu oğlu ile birlikte yaralanmış. Mevkib Misbah el Hüda adlı bu çadırı 1968’den bu yana kurduğunu söyledi. İkramda pilav-et, yanında ayran ya da çay var. “Sistani’nin sözü yerde kalmasın diye birliği Hille’den Seyyid Amr el Amm ile birlikte kurduk. Basra ve Hille’den 1500 askerimiz var. Şimdi Ramadi’de çatışıyoruz. Ayrıca Şam’daki Seyyide Zeynep Türbesi’ni koruyoruz” dedi. “İran’dan yardım alıyor musunuz” sorusu hoşuna gitmedi: “İran’dan hiçbir yardım almadık. Sadece bizi İran’a davet ettiler, komutanlar olarak gittik, istişarede bulunduk. (Kudüs Tugayı Komutanı) Kasım Süleymani danışmanlık yaptı ama artık yok. Şimdi Suriye’de. Silahlar ve savaşçıların giderlerini hükümet karşılıyor ama yetersiz.”
İran’dan gelen gönüllü temizlikçiler...

IŞİD’le çatışmada ölen bir Türkmen gencinin cenazesi...
Türbe ve 1991’de zarar gören parçaların da sergilendiği müzeyi gezerken IŞİD’le çatışmada ölen bir Türkmen gencinin cenazesini getirdiler. Cephelerde ölenlerin çoğu gömülmeden önce götürüldüğü yer Kerbela’da Hz. Hüseyin ya da Necef’te Hz. Ali’nin türbesi. Savaş bu iki kentten uzakta ama acısı omuzlarda buralara taşınıyor.
YARIN: ALİ EKBER TUGAYI: Şİİ-SÜNNİ-HIRİSTİYAN İTTİFAKI

Monday, December 14, 2015

HENDEKLER PKK'NİN DEĞİL, AKP'NİN ÜRÜNÜ

Celal Başlangıç

Celal Başlangıç

15 Aralık 2015 Salı 00:18
Hendek ve barikatları anlama rehberi (3)
 Kentin üzerinden simsiyah dumanlar yükseliyordu.
 Çarşıda bütün işyerleri neredeyse yerle bir olmuştu.

Kimi yanmış, yıkılmıştı ama ayakta duranlar arasında da mermi değmemiş tek bir ev kalmamıştı.
 Günlerce taranmıştı kentin dört bir yanı. Sonunda "yalan" olduğu anlaşılan "PKK baskını" bahanesiyle yakılarak, yıkılarak, taranarak, top atışına tutularak haritadan silinmek istenmişti koskoca bir ilçe.

Silahlar susunca, tam 18 cenaze çıktı Lice'den.

Bunlardan biri de bölgede öldürülen en üst rütbeli subaydı; Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın.
 22 Ekim 1993'te Tuğgeneral Aydın'a yapılan suikast sonrası başlamıştı Lice olayları. Sözümona PKK'nin yaptığı bir suikast sonucu öldürülmüştü general. Bunun üzerine yakılıp yıkılmıştı Lice.
 Günler süren çatışmadan sonra Lice'de yaşananları "Vahşeti gördüm" diye anlatan o kabus günlerin tanığı öğretmen Mahmut Cantekin olaylar bitince karşılaştığı bir meslektaşına nasıl kurtulduğunu sorar. Aldığı yanıt şaşırtıcıdır:
 "Bilirsin Cumhuriyet İlkokulu, Emniyet müdürlüğüne yakındır. Polisler, emniyet müdürlüğünün üstündeki lojmanlarda oturuyorlar. Polislerin, subayların çocuklarının hepsi bizim öğrencilerimiz. Olay başlamadan subay ve polis velilerimiz okula geldi. Çocuklarını alırlarken bizi uyardılar: 'Biraz sonra Lice yakılacak. Öğrencilerinizi eve gönderin. Siz de evi sağlam olan arkadaşlarınızın evine gidin. Olay çok büyük olacak'. Biz öğretmenler acil toplandık… Çocukları evlerine gönderip, okulu terk etme kararı aldık. Diğer okulları uyarmak istedik. Telefonları kesmişlerdi…"


500 BİNDEN FAZLA İNSANA SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI

Tanıdık geldi değil mi? Dünden beri Cizre'de, Silopi'de yaşananlarla, bundan tam 22 yıl önce Lice'de yaşananlar ne kadar da benziyor birbirine.
 Elbette o yıllarda cep telefonu, SMS mesajı atma olanağı olmadığı için 1993'te Lice'de öğretmenler yaklaşan felaketi okuldan çocuklarını almaya gelen subay ve polis olan velilerin verdikleri haber üzerine öğrenmişlerdi.

İşte o günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devletinin "Kürt sorunu" konusunda aldığı mesafe bu!

Bu sefer devlet, Cizre'de ve Silopi'de yaşanacak olan kabusu bir gün öncesinden cep telefonlarına gönderdiği SMS'lerle öğretmenlere haber verdi.
 Milli Eğitim Bakanlığı, Cizre'deki öğretmenlere resmen "Gidin" diyordu:
 "Tüm öğretmen ve idarecilerimiz bakanlığımız tarafından 14.12.2015 tarihinden itibaren hizmet içi eğitime alınmıştır. Öğretmenlerimiz seminerlerini memleketlerinde alabilirler."

Silopi'deki öğretmenlere ise Milli Eğitim'in "tavsiyesi", "üç gün ortadan kaybolun" şeklindeydi:

"Merkez okullarda görev yapan öğretmenler 14-15-16.12. 2015 tarihlerinde hizmet içi eğitime alınacağından belirtilen tarihlerde okullar tatil edilmiştir."
 16 Ağustos'tan bu yana geçen dört ayda, yedi kentteki 17 ilçede, 50 kezden fazla sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve toplam 150 günü aşkındır sürüyor. İlçe merkezlerinde ilan edilen sokağa çıkma yasaklarından etkilenen nüfusun toplamı 1,5 milyona yaklaşıyor.

Ancak dün gece 23.00'ten itibaren sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların en ağırını yaşamaya başladı Türkiye. Çünkü düne kadar sokağa çıkma yasakları süren Sur, Dargeçit ve Nusaybin'e dün gece Cizre ve Silopi de eklendi.

Diyarbakır'ın merkez Sur İlçesi'nde 2 Aralık'ta başlayan ve dokuz gün sonra sona eren sokağa çıkma yasağı 17 saat aradan sonra yeniden başlamıştı. Bu aynı zamanda 13 Eylül'den bu yana Sur'da ilan edilen altıncı sokağa çıkma yasağı oluyordu.
 Dün, sadece Sur'dan değil, Diyarbakır'ın sokağa çıkma yasağı olmayan bölgelerinden de  ölüm haberleri geliyordu. Diyarbakır'da halk birçok yerde sokağa çıkmış, yasakları ve saldırıyı  protesto ediyor; polis göstericileri dağıtmak için panzerlerle, zırhlı araçlarla, gerçek mermilerle operasyon yapıyor, gencecik insanlar ölüyordu.

Nusaybin'de 11 Aralık'ta kaldırılan sokağa çıkma yasağı yeniden başlamıştı. Verilen bir arayı saymazsak bu, 1 Ekim'den bu yana Nusaybin'de ilan edilen altıncı sokağa çıkma yasağıydı.
 Dargeçit'te ilki 10 Ekim'de ilan edilen ikinci sokağa çıkma yasağı da gelen ölüm haberleriyle birlikte 11 Aralık'tan bu yana  sürüyordu. Nusaybin halkı, geçen ay kesintisiz süren 14 günlük sokağa çıkma yasağıyla 16 Ağustos'tan bu yana "sokağa çıkmama" rekorunu elinde tutuyordu.

Dün gece 23.00'ten itibaren Cizre ve Silopi de sokağa çıkma yasağı ilan edilen yerlere dahil oldu.

Bu 7 Ekim'den bu yana Silopi'de ilan edilen ikinci sokağa çıkma yasağıydı.
 Cizre'de ise dün geceden itibaren 4 Eylül'den bu yana ilan edilen beşinci sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başlandı.

Silvan 12 günle, Nusaybin 14 günle son dört ayda ilan edilen sokağa çıkma yasağı rekorunu kesintisiz olarak kırmadan önce, Cizre dokuz günle bu rekoru elinde bulunduruyordu.
Ancak, sokağa çıkma yasakları süresince en büyük sivil ölümleri rekorunu Cizre 23 kişiyle hala elinde tutuyor.

Cizre ve Silopi'nin katılmasıyla sokağa çıkma yasağı süren Sur, Nusaybin ve Dargeçit ilçelerinde bu yasaktan etkilenen toplam nüfus 500 bini aştı.

Ancak 500 bin kişinin sokağa çıkma yasağından etkilendiği; kiminin göçtüğü, kiminin sokağında evinde beklemeyi, direnmeyi seçtiği bir günde toplanan Bakanlar Kurulu belki de kendine ait bir başka bir rekoru kırdı. Bakanlar Kurulu son yılların en kısa toplantısını yaptı; 90 dakika. Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş da en kısa Bakanlar Kurulu açıklamasını yaptı ve belki de sözcülük sürecinde ilk kez gazetecilerden soru kabul etmedi.

Akşam da Saray'a yemeğe gitti Bakanlar Kurulu üyeleri...

Görünen o ki ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve sonrasında yaşananlar sadece ilçelerdeki kaymakamları, illerdeki valileri değil, Bakanlar Kurulu'nu da aşıyordu!

'DEVLETİ REDDETMİYORUZ AMA...'

Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra Kürtlere dönük politikası iyice sertleşti AKP iktidarının.

24 Temmuz'da Kandil'in bombalanmaya başlamasıyla neredeyse açıktan açığa ilan edilen "savaş hali"nden sonra Kandil, AKP iktidarının bu hamlesine önce misilleme ve bombalarla, ardından da  10 Ağustos'tan sonra "özyönetim ilanları" ile karşılık verdi.

AKP iktidarı da zaten 7 Haziran'dan sonra başlattığı "siyasi soykırım" gözaltılarını ve tutuklamalarını "özyönetim ilanları"ndan sonra iyiden iyiye yoğunlaştırdı.

Mahallelerin basılma, zırhlı araçlarla sokaklara dalıp evlerin taranma, insanları gelişigüzel gözaltına alma, çıkarıldıkları mahkemelerde yoğun tutuklama süreci başladı.

Aslında "özyönetim ilanları"nın  "işaret fişeği" KCK'nin Kandil'den verdiği "Kürdistan halkı için öz yönetimden başka bir seçenek kalmamıştır" mesajıydı.

"Özyönetim ilanları", 10 Ağustos'ta Şırnak'la başladı, 12 Ağustos'ta Silopi, Nusaybin ve Cizre'yle, 13 Ağustos'ta Yüksekova ve Varto'yla, 14 Ağustos'ta Hakkari'yle, 15 Ağustos'ta Bulanık, Van Edremit, Sur, Silvan, Lice ve Batman'la, 19 Ağustos'ta Hizan'la, 2 Ekim'de de Siirt'le sürdü...

Her "özyönetim ilan edilen" yerleşimde hendek kurulmadı. Her hendek kurulan yerleşimde de "özyönetim" ilan edilmedi. Ancak özellikle "özyönetim" ilan edilen yerde mahalle ve ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar yoğunlaştı.

Aslında 7 Haziran seçimlerine giden süreçte tek hendek olan ilçe Cizre'ydi ve bu ilçedeki hendekler de bütün provakasyonlara karşın 2015'in Ocak sonunda kaldırılmıştı. Ancak 1 Kasım seçimlerine giderken Suruç'taki canlı bomba, arkasından 24 Temmuz'da Kandil'in bombalanması, "özyönetim" ilanları ve sonrasında yoğunlaşan mahalle baskınları, gözaltılar, tutuklamalar bölgedeki tansiyonu inanılmaz derecede yükseltti. 

İşte Cizre'de yedi ay önce kapatılan hendeklerin, kaldırılan barikatların yeniden kurulması ve sonrasında bölgedeki pek çok ilçeye yayılması 7 Ağustos'ta Silopi'de yaşanan ve üç siville bir polisin öldüğü olaylara kadar uzanıyor.


İlk "özyönetim" ilanını yapan Şırnak Halk Meclisi de 10 Ağustos'taki açıklamasında "AKP Hükümetinin Kürdistan'a savaş ilan ettiğini" iddia etmişti:

"Son olarak Silopi'de halkımıza yönelik topyekun imha saldırılarında üç masum insanımızı katletmiştir. Gerçekleştirilen bu katliam karşısında biz Şırnak Halk Meclisi olarak, devleti reddetmeyip, ancak bu şekilde devletin kurumlarıyla yürüyemeyeceğimizi, bugün için kentte bulunan devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybettiğini bildirmek isteriz. Bu şekliyle devletin hiçbir atanmışı bizi yönetemeyecektir. Bundan sonra halk olarak özyönetimimizi esas alarak temelde yaşamımızı inşa edeceğiz. Bundan sonra da tüm saldırılar karşısında demokratik özsavunmamızı gerçekleştireceğiz."

İşte Şırnak Halk Meclisi'nin 10 Ağustos'ta ilan ettiği bu "özyönetim"e karşı bir gün sonra, 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti'nin dışında bir devlet asla kabul edilemez. Bu açıklamayı kimler yapıyorsa ağır bir bedel öderler. Hem yasal bir bedel öderler, hem de diğer tür bir bedel öderler" diyordu.

Ardından da Şırnak'ta başlayan gözaltı operasyonları bölgenin diğer kentlerinde ilan edilen "özyönetim"lerle ve buna karşılık başlayan gözaltı operasyonlarıyla tırmandı. Süreç de bölgede adım adım, sokak sokak, mahalle mahalle, ilçe ilçe yayılan hendekleri ve barikatları gündeme getirdi.

7 Haziran'dan, özellikle de 24 Temmuz'dan sonra yaşanan süreci sayısal olarak ifade etmek gerekirse Kürt Siyasal Hareketi çizgisindeki yöneticilerin, kadroların, seçilmiş yerel yöneticilerin üç bine yakını gözaltına alındı ve 700'e yakını tutuklandı. Şu anda bölgede aynı siyasi çizgide 20'den fazla belediye eşbaşkanı ya tutuklandı ya da görevden alındı.


YDG-H'DE YAŞANAN AYRIŞMA

Evet, AKP'nin kurulmamış müzakere masasını devirmesi ve ardından Kandil'i bombalaması, yani "çözüm süreci"nin bir "çatışma süreci"ne dönüşmesine KCK Kandil'den "özyönetim" ilanlarıyla karşılık vermişti ama gözlemlerime göre hendeklerin kazılması, barikatların kurulması sürecini pek bu hamlenin içine koymamıştı galiba.

"Nereden belli" diye sorarsanız, PKK Yürütme Konseyi Üyesi Murat Karayılan'ın 17 Eylül 2015'te Fırat Haber Ajansı'na verdiği söyleşide hendekler, barikatlar, YDG-H üzerine söylediği sözlere bakmak yeterli.

"Benim bildiğim örgüt yönetimimiz iki kez YDG-H'nin silahtan uzak durması ve silahlanmaması için karar aldı. Her karar alındığında da o genç arkadaşlar uymaya çalıştılar. Fakat sürekli bir biçimde gelişen polis baskıları karşısında ciddi bir zorlanmayı da yaşıyorlardı. Sonuç olarak içinde bir ayrışma yaşandı. Geniş kitlesel gençlik kesimi yeni bir yapılanmaya giderken, YDG-H olarak kalanlar da illegal bir biçimde mücadelesini sürdürmeye başladı."

Karayılan'ın bu sözlerinin gerçekliğini test etmek isteyenler, geçtiğimiz pazar günü HDP Eşbaşkanı Figen Yüksekdağ'ın katılımıyla Diyarbakır'da gerçekleştirilen DEM-GENÇ kongresiyle ilgili haberlere bakabilir.

Unutmamak gerekir ki Karayılan'ın burada sözünü ettiği gençler, 2010'un taş atan çocuklarıydı ve bugün hendeklerde, barikatlarda roket atan gençler olmuşlardı.

Biz yine Karayılan'ın açıklamalarıyla devam edelim:

"24 Temmuz'da Erdoğan'ın kararı temelinde hareketimize karşı ilan edilen savaşta uçakların bizim temel üs alanlarımızı vurmaya başladığı saatlerde Türkiye ve Kürdistan'ın birçok şehrinde gençliğe karşı da eş zamanlı bir operasyon başlatıldı. Yani yürütülen bu saldırı sadece gerillaya karşı değil aynı zamanda gençlik yapısına karşı da bir saldırıydı. Gençlik de buna karşı yeniden kendini savunma ve bazı yerlerde mahallelere polisi bırakmama yöntemine yöneldi.(...) Sen bir kediyi kovalarsan kaçar gider ama köşeye sıkıştırdığında, son noktada geriye dönerek seni tırmalar. YDG-H'nin durumu da budur.  Yani AKP devleti ile polisi ile bıktıran bir yönelim içersine girdi ve şiddeti sürdürdü. Bunun karşısında ise silahlı bir yapı etkilendi."

Hatta bir adım daha ileri gidip hendeklerdeki, barikatlardaki silahlı direnme için "Yanlış oldu" diyor Karayılan:

"Tabii ki, 'Bu toplumsal çıkış, yanı öz yönetimlerin ilanı silahlarla olmamalıydı' denilebilir. Bu doğrudur. Aslında halkın kendi özyönetimlerini ilan etmesi toplumsal bir tezahür olarak geliştirmek durumundadır. Fakat bu konuda da yine polisin aşırı bir biçimde zorlaması, kriminalize etmesi ve şiddetti dayatmasına karşılık olarak gençliğin de öne atlayarak silah kullanması suretiyle silahlı yön öne çıktı. Aslında bu, bizce de yanlış oldu."

Söyleşiyi yapan gazetecinin "Bu gençleri KCK olarak kontrol edebildiğinizi, 'evinize dönün' dediğinizde döneceklerini düşünüyor musunuz?" sorusuna Karayılan "Bana göre artık o eşik aşılmıştır. Yani bu saatten sonra hiçbir şey olmamış gibi gençlere 'evinize dönün' demenin zamanı geçti" karşılığını veriyor.

Bu yanıttan da, sonrasında gelişen süreçten de anlaşılan şu:

AKP'nin savaş hamlesine karşı Kandil, "özyönetim" hamlesi yaptı ancak hesabında hendekler, barikatlar, mahallelerde bu boyuta ulaşacak silahlı çatışmalar pek yoktu. Ama özellikle YDG-H'li gençler hendekli, barikatlı, silahlı direnişe geçtiler AKP'nin operasyonlarına karşı, kendi güçleriyle tutundular, başarılı oldular, özgüven kazandılar ve bu eylem biçiminin yaygınlaşmasını sağladılar.

Kandil de baştan pek destek vermediği "Halk kendi gücüyle karşı dursun, gerilla fazla karışmasın" yaklaşımını süreç içersinde değiştirmek, bu eylem biçimini kabul etmek zorunda kaldı.

Şimdi bütün bu olguların, olayların ve yaklaşımların ışığında üç yazıdır süren "Hendekleri ve Barikatları Anlama Rehberi" yazımızı son bir tesbitle sonlandırabiliriz; hendekler ve barikatlar PKK'nin değil, AKP'nin ürünüdür!

CELAL BAŞLANGIÇ / HABERDAR

Friday, December 11, 2015

Suudilerin elinin değdiği hamur


Fehim Tastekin
Suriye yönetiminin karşına oturtulacak ortak heyeti belirlemek için izlenen yol muhalif cepheyi iyice böldü.

İşin adı Suriyeli muhalifleri birleştirip Esad yönetiminin karşısına bir müzakere heyeti çıkarmak. Bu hamur kaçıncı kez yoğruluyor artık sayacak halimiz kalmadı.
Suriye’yi demokratikleştirecek aktörleri belirlemek için münasip görülen arabulucu Suudi Arabistan. Haşmetlinin ülkesi dünyanın en demokratik ülkesidir! Şahane bir modeldir! Bakmayın kadınların tek başına sokağa çıkamıyor ya da araç kullanamıyor olmasına. Demokrasi ihraç eden ülkeye bak; gıpta et ya da kahrol.
Malum 14 Kasım’da Viyana’da ABD, Rusya, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi krizde parmağı olan 17 ülke Suriye’de geçiş süreci için bir yol haritası belirlemişti. Buna göre 1 Ocak’ta Suriye yönetimi ile muhalifler müzakere masasına oturacak, 6 ayda geçiş hükümeti kurulacak ve 18 ayda seçimlere gidilecek.
Bu çerçevede taraflar 1 Ocak’ta masaya oturmadan önce müzakere heyetlerini belirmek için harekete geçti ama daha işin başında muhalif cephe bölündü.
ABD’nin istemesine rağmen Rojava’nın sivil ve silahlı aktörleri Türkiye’nin itirazları nedeniyle Riyad’dan dışlandı. Bu, bütünlüklü bir çözüm bulma perspektifini peşinen baltalayan bir yaklaşım.
9-10 Aralık’ta Riyad’da düzenlenen konferansın davetliler listesi 65 kişiyle sınırlıyken itirazlar üzerine sayı 100’e çıktı. Ocak-Şubat 2014’te Cenevre’de muhalifler namına tek muhatap olarak önü sürülen Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDGUK) pazarlıklarla katılımcı sayısını 20’den 40’a çıkarttırdı. Körfez-Batı destekli muhaliflerin önceki buluşmalarından farklı olarak 15 silahlı grup ile silahlı isyanı reddeden Demokratik Değişim İçin Koordinasyon Kurulu da dahil edildi. Normalde Suudilerin hazzetmediği ama yeni Kral Selman’ın göz kırptığı Müslüman Kardeşler de davetliydi. Konferansın son gününde müzakerelere liderlik etmek üzere 32 kişilik bir yüksek konsey oluşturuldu. Heyetteki temsilciliklerin 10’u silahlı gruplara ayrıldı.
Davetli 15 silahlı grup arasında Kaide lideri Eyman el Zevahiri’nin temsilciliğini yürütmüş Ebu Halid el Suri’nin kurduğu Ahrar el Şam en çok tartışılan örgüt oldu. Ahrar, sahada Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi’nin en kritik ortağı. Toplantıya giderken de rejimin bütün kurumlarıyla yıkılması, İslami kimliğin muhafaza edilmesi, İran, Rusya ve Şii milis güçlerinin temizlenmesi gibi şartlar ileri sürdü. Konferanstan demokratik ve sivil devlet, tüm terör eylemleri ve yabancı savaşçıların reddi, devlet kurumlarının korunması gibi Ahrar’ın şartlarına tezat bir manzume çıktı. Bunun üzerine Ahrar konferansın İslami kimliği tasdik etmediği, rejim yanlılarına yer verdiği ve devrimcileri temsil etmediği gerekçesiyle çekildiğini açıkladı. Sonra tekrar dönüp dönmediğine dair haberler dolaştı. Riyad’dan, 30 Ekim’de ilk Viyana toplantısında kabul edilen ilkelere uygun bir tablo çıkacağı belliydi. Ayrıca Ahrar’ın rejim yanlısı unsur diye suçladığı Demokratik Değişim İçin Koordinasyon Kurulu da başından beri davetliydi. Ahrar bunları biliyordu. Haliyle çekilme kararının ya da restinin arkasında ya iç çekişmeler ya da finansör ülkelerin yönlendirmesi olmalı. Katar ve Türkiye’nin desteğiyle büyüyen Ahrar el Şam, Viyana sürecinde kaideci geçmişine sünger çekip ‘ılımlı’ ve ‘makul’ örgüt imajı vermeye çalışmıştı.
Toplantının diğer ‘şanslı’ davetlileri arasında şunlar yer aldı: Suudi istihbaratının finanse ettiği İslam Ordusu, Körfez bağlantılı Selefi ‘Asalet ve Kalkınma Cephesi’, Suudi-Amerikan ortaklığıyla Ürdün’den idare edilen Güney Cephesi, ağırlıklı olarak Türkiye’deki operasyon odası üzerinden desteklenen Nureddin Zengi, İhvancı 'Feylek el Şam', Birinci Sahil Tümeni, Dağ Şahinleri Tugayı, Mücahitler Ordusu, Şam’ın Askerleri…
IŞİD gibi sahanın en güçlü örgütlerinden Nusra davet edilmedi. BM’nin terör örgütü listesinde olmasaydı Suudiler elbette misafirperverliklerini Nusracılardan esirgeyecek değildi. Özellikle Katar, cephenin güçlü örgütü Nusra’ya “Kaide ile bağını kopar, yardımlar bizden” diye baskı yapıyordu. Ama Nusra kaidelerinden vazgeçmedi. Yine de Fetih Ordusu şemsiyesi altına sokularak yardımlardan mahrum bırakılmadı.
Peki, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin çok memnun kaldığı Riyad’dan çıkan sonuç derde deva olabilir mi?
Evet, 100 küsur ülke tarafından tanınsa da üç-beş ismin elinde anlamsızlaşmış SMDGUK’nın yerine daha geniş bir muhatap ortaya çıktı. Bu, Batı-Körfez bloku için teselli kaynağı olabilir. Ancak bu hamur daha çok su kaldırır.
Bir kere 15 örgütün dışında yüzlerce örgüt var. Kimileri rejimle asla müzakereyi kabul etmiyor. İkincisi Kürtleri dışlayan bir çözüm ‘çözüm’ olamaz.
Kürtlere konulan rezerv yüzünden alternatif bir cephe eş zamanlı olarak oluştu. Sadece PYD ve YPG değil ABD’nin IŞİD’e karşı desteklediği Suriye Demokratik Güçleri de Riyad’dan dışlandı. Rojava’nın savunma gücü YPG’nin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin bileşenleri arasında Kürt, Arap, Süryani ve Türkmen örgütleri var.
Riyad’a davet edilmeyen ya da daveti reddedenler Kürtlerin öncülüğünde 8-9 Aralık’ta Haseke’ye bağlı Derik’te toplandı. Derik’te 103 kişinin katıldığı toplantıda ‘özgür ve demokratik bir Suriye’nin inşası için’ 42 kişilik ‘Demokratik Suriye Meclisi’ kuruldu. Rojava Özerk Yönetimi’nin 13, Siyasi Partiler Siyasi Danışma Kurulu’nun 3, Buğday Dalgası Hareketi’nin 2, Arap ve Kürt aşiretlerinin birer, Türkmen, Süryani, Aşuri, Arab ve Ezidi halklarının birer, gençlerin bir, bağımsızların 5 kişiyle temsil edildiği meclise şu gruplara da birer temsilcilik verildi:
Onur ve Haklar Anlaşması Topluluğu, Suriye Ulusal Demokratik Uzlaşı Komitesi, Şehba Bölgesel Meclisi, Suriye Demokratik Çağdaşlık Partisi, Sosyalist Demokratik Baas Partisi, Cebel Arab, Suriye Ulusal Kitle.
Derik’te Suriye’deki krizin barışçıl müzakere ile çözülmesi, teröre karşı mücadele edilmesi, Suriye’nin siyasi dönüşümü için özgür ve demokratik seçimlerin yapılması, halkların inanç ve kültürlerinin teminat altına alınması ve demokratik anayasanın yazılmasını hedef olarak belirlendi.
Bu şekilde müzakereler için iki farklı cephe şekillenirken Suriye içindeki muhalif gruplardan 15’i de Şam’da alternatif bir toplantı yaptı. Bu grupta Dayanışma Partisi, Ulusal Gençlik Partisi ve Ulusal Demokratik Eylem Grubu öne çıkıyor. Eskiden yaşa dışı olan bu örgütler 2011’deki reform paketiyle yasalaşmıştı. Bu grupların bazıları Esad yönetimine karşı gösterilere de katılmıştı.
Suriye yönetiminin karşısına bütünlüklü bir muhatap çıkarma konusundaki sorun hala ortaya duruyor. Daha önemlisi masayı dizayn eden ana aktörler Rusya ve ABD’ın kimin üzerinde ne kadar uzlaşacağı belli değil. Suriye’de askeri operasyonlarla bütün dengeleri alt üst eden Rusya henüz sözünü söylemedi. Mesela PYD ve YPG sadece Rusya değil ABD için de artık masada olması gereken aktör. Türkiye’nin son aylardaki Suriye stratejisi ise tamamen Rojava’yı enterne etmeye yönelik. Tabii Cenevre fiyaskolarından sonra nihayet Viyana’ya davet edilen İran’ın tutumu da önemli.
1 Ocak yaklaşırken yine zor ve dramatik bir süreç yaşanacak.

Tuesday, December 8, 2015

Bağdat'tan dönen Musul hesabı!

FEHİM TAŞTEKİN
fehim.tastekin@radikal.com.tr
08/12/2015
Rus uçağını vurarak Ortadoğu'da kendi ayağına sıkan Türkiye, yanlış Musul hesapları yüzünden de Irak'tan ültimatom yiyen ülke durumuna düştü.
Kendisine ‘bölgesel aktör’ ve ‘oyun kurucu’ payelerini biçen hükümet, Rusya ile hesapsız bir gerilim yüzünden Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi NATO’nun gölgesinde hizaya soktu. Rus uçağının düşürülmesi karşısında Vladimir Vladimiroviç Putin’in kestirilemeyen öfkesi ve bedel ödettirme çabaları Türkiye’nin bölgesel hesaplarını paralize edecek şekilde dallanıp budaklanıyor.
Hükümet bir devletin başına 100 yılda bir düşecek bir krizi soğutamadan bu kez Irak’la yüksek gerilimli bir sayfa açtı. Türk ordusunun Musul’a bağlı Başika’daki askeri eğitim kampına sevkiyat yapması üzerine Bağdat’tan kestirilemeyen bir çıkış geldi:
“48 saat içerinde askerlerinizi çekin yoksa BM Güvenlik Konseyi'ne gitmek dahil tüm seçenekleri kullanacağız.”
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun gereksiz bir gerilimi düşürmek için Iraklı mevkidaşı Haydar el İbadi’ye mektup yazması elbette önemli. Ne var ki Türkiye’nin dostluğuna önem veren Dışişleri Bakanı İbrahim el Caferi’nin sürenin bugün dolacağını hatırlatması mektubun pek de işe yaramadığını gösteriyor.
Bu gerilim aşılsa da birkaç kez elde patlamış Irak siyasetinin kriz üretme potansiyeli hala çok yüksek. Davutoğlu’nun Bağdat’tan habersiz Kerkük ziyareti ve merkezi hükümeti baypas ederek Kürt petrolünün transferinden sonra bu üçüncü önemli kriz. Ötekiler de pusuda…
Şimdi şaşkınlıkla soruyorlar: “Ne oldu da Iraklılar sert tepki verdi? Zaten Türk ordusu 1990’lardan beri Irak’ın kuzeyinde değil miydi? Niye birden bire Irak egemenlik haklarını hatırladı?”

İçi doldurulamayan ‘dinamik dış politika’ ifadesini dilinden düşürmeyenler yeni dinamikleri kavrayabilseydi belki bu sorulara yanıt aramamız gerekmezdi. Ha bire mızrağı çuvala mahmuzluyorlar. Halep gibi Musul da ‘Evlad-ı Fatihan’ın tapulu arazisi ya varsın Bağdat gürültüden yıkılsın! Varsın ilişkiler yıkılsın, umurlarında değil!

Türkiye sınırlarına yatay uçuş yaparken Yayladağı burnundan geçti diye Rus uçağını vuran siyasi irade, Irak’ta tankları yürütüp Musul’un dibinde bir üs kurarken ötekinin egemenlik haklarını kolayca unutuveriyor!

Musul’a yapılan sevkiyatla ilgili gelen tepkiler karşısında resmi savunma şu:
“Musul’u IŞİD’den kurtarmak için eski Vali Esil Nuceyfi’den askeri eğitim verilmesi talebi geldi. Davutoğlu, 20 Aralık 2014’te Bağdat’ta meseleyi İbadi ile görüştü. Türkiye, Irak hükümetinin onayıyla eğitime başladı.”

Irak’a göre ise Türkiye eğitimin ötesine geçti ve sevkiyatı habersiz yaptı. Iraklı bir kaynağın bana söylediği şu:
“Irak hükümeti, IŞİD’le mücadele edecek güçlerinin eğitimi konusunda yapılacak çalışmanın Savunma Bakanlığı üzerinden yürütülmesini şart koşuyor. Bu şart herkes için geçerli ama Türkiye şarta uymuyor.”

İşgal sırasında Irak’la kapsamlı bir güvenlik ve işbirliği anlaşması yapmış olan ABD bile Bağdat’a bu denli parya muamelesi yapmıyor. Mesela ABD ve Batılı ortakları Kürdistan yönetimine yardımları Bağdat üzerinden Erbil’e gönderiyor.
Bizimkisi ‘ben yaptım oldu’ oyununun yeni versiyonu. Lakin bu kadar oyun günün birinde oyunun sahibini de parya yapar.

Ankara, “Bağdat istedi” diyor ama ortada ne bir yazılı anlaşma ne de mutabakat zaptı var.

Öyle anlaşılıyor ki Bağdat ile yapılmayan koordinasyon Erbil ile yapılmış. Dönemin Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu’nun 4 Kasım’da Erbil temasları sırasında bu mesele kararlaştırılmış olmalı.
Elbette Türkiye’nin, Irak’taki sıra dışı askeri varlığa yeni değil. Bamerne başta olmak üzere sınır bölgesinde birçok yerde Türk askeri bulunuyor. Ayrıca Süleymaniye ve Erbil’de askeri irtibat ofisleri mevcut. Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin ‘kırmızı halı’ya henüz çok uzak olduğu dönemlerde Güney Kürdistan’daki Türk askeri varlığı ‘Buraların ağası biziz’ havasındaydı. Askerlerin ahvali bizim Dışişleri’ne bile çok geliyordu.
Başika’daki bu denli rahatlık da, tarihi, Birinci Körfez Savaşı’na kadar giden işte o sıra dışılıktan kaynaklanıyor.

Ankara amacın Peşmerge ve Nuceyfi’nin topladığı gruba eğitim vermekle sınırlı olduğunda ısrarlı ama anlaşılan tank yığınağıyla orası küçük bir Türk üssüne dönüşmüş.

Evet kamp Irak hükümetinin onayı ile kuruldu. Hatta kampta eğitilen askerlerin maaşlarını Irak hükümeti ödüyordu. Fakat film koptu. Devamında ise şu var: Esil Nuceyfi farklı bir gündemle hareket edince ödenek kesildi. Yani Türkiye, Bağdat’ın fişini çektiği bir kampta çalışmalarını Bağdat’ta koordinasyon olmaksızın sürdürmekle kalmayıp kapsamını genişletti.

Başika kampı ile ilgili konuştuğum Iraklıların dillendirdiği iki iddia var:
- Birincisi; Irak yönetimi Başika kampında eğitilenlerin Beyci’deki operasyonlara katılmasını emretti. Ama emre uyulmadığı için ödenek kesildi. Beyci’yi IŞİD’den Haşd el Şabi (Halk Seferberliği) ve Irak ordusu kurtardı.
İkincisi; Nuceyfi’nin emrindeki asker sayısı 2 bini geçmediği halde “8-9 bin askerim var” diyerek hükümetten fazla ödenek istedi. Bu yüzden ödenek kesildi.

Bu işin kopma noktası bu suçlamalar olabilir ama asıl mesele bence siyasi hesaplarla ilgili.

Belki uçağın düşürülmesini önemli bir koza dönüştüren Rusya’nın, Türkiye’nin Suriye planlarını ateşe vermesine karşılık Ankara da “Ortadoğu’da ben de varım” demek için Musul’da kendini görünür kılmak istedi.

Belki Başika’ya yapılan çıkarma, Ezidi yurdu Şengal’i (Sincar) kurtarmak için Peşmerge ile birlikte bölgede varlık gösteren HPG/PKK güçlerine bir gözdağı.

Belki Misak-ı Milli’nin sınırlarının izini süren Yeni Osmanlıların, Musul’u kurtaran güçler arasında yer alıp bölgede yeniden inisiyatif kazanma arzusu.

Belki bütün bunlar Kürdistan yönetimiyle yapılan petrol anlaşmalarının selameti içindir.

Hesap nedir, künhüne varmak zor. Artık işler normal mantık düzeni içinde yürümediğinden “Türkiye ‘angajman kurallarım’ diyerek Rus uçağını düşürmeyi göze alamaz” öngörüsünde olduğu gibi olmadık zamanda yanılabiliyoruz.
Ankara’nın Irak siyaseti mezhepçi bir zemine kaydığından beri Türkiye, Esil Nuceyfi, eski Meclis Başkanı Usame Nuceyfi ve eski Devlet Başkan Yardımcısı Tarık Haşimi gibi liderler üzerinden durumu idare etti. Ne var ki Irak’ta iktidar çevreleri ve IŞİD’in sürdüğü insanlar Musul’un düşmesinden dolayı Türkiye’nin el verdiği bu kişileri de sorumlu tutuyor. Mesela Esil Nuceyfi IŞİD’e göz yummakla hatta birlikte çalışmakla suçlanıyor. Tabii IŞİD gelince kendisi de Erbil’e kaçtı. Daha sonra Erbil’de üslenen Musul Vilayet Meclisi, valilik koltuğunu Nuceyfi’nin altından çekti. Yani IŞİD’in tetiklediği isyanla Sünnileri iktidara taşımayı umanlar koltuklarından oldu. Şimdi Nuceyfi Türkiye’nin desteğiyle IŞİD’in kentten çıkarılmasında rol alabilirse yitirdiklerine kavuşmayı düşlüyor.
Ankara da Nuceyfi ailesinin Iraklılar nezdinde düştüğü durumu dikkate almadan yeniden Musul hesapları yapıyor.

IŞİD’e yol veren hatalı politikalarla yüzleşmek yerine Ankara, Musul operasyonu ile ilgili yeni hassasiyetler geliştiriyor:
“Şii milis güçleri ve İran Musul’a girmemeli.”
ABD’nin refleksi de buna paralel.
Musul ve Kerkük’teki askeri birlikler dağılıp Musul düşünce Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin çağrısıyla Haşd el Şabi oluşturulmuştu. Bu güç hemen başbakanlığa bağlanarak yasal statüye kavuşturulmuştu. Maaş ve cephanesini Irak hükümetinden alan bu birlikler, ordu ile birlikte IŞİD’i temizleye temizleye Musul’a doğru ilerleyince ‘Musul’u kimin kurtaracağı’ tartışması ivme kazandı. Türkiye, bir buçuk yıldır IŞİD’le savaşan Haşd el Şabi’ye karşı henüz sıcak çatışma yüzü görmemiş Nuceyfi’nin Haşd el Vatani’sini öne sürüyor.

Musul hassasiyeti köpürtülürken de medyaya şu iddialar pompalanıyor:

- Musul’daki ordu dağıldı çünkü tamamı Şii’ydi ve kenti savunmadı.

- Haşd el Şabi de tamamen Şiilerden oluşuyor ve İran’ın güdümünde.

Türkmenler dahil benim konuştuğum Iraklılar da diyor ki “Haşd el Şabi Irak için savaşıyor. Musul da bir Irak kenti. Musul’u Şii’siyle Sünni'siyle Hıristiyan’ıyla Müslüman’ıyla bütün Iraklılar kurtaracak. Şiiler gelmesin demek kimsenin haddine değil.”

Şiiler Irak nüfusunun yüzde 65’ini oluşturuyor. Kürtler bir kenara alındığında Sünniler epey azınlıkta kalıyor. Şiileri dışlamak için elinden geleni yapanlar nedense Sünni aşiretleri IŞİD’e karşı seferber etmek için çaba harcamıyor. Ayrıca Haşd el Şabi’nin ezici çoğunluğu Şii olsa da Sünnileri ve Hıristiyanları barındırıyor. Haşd el Şabi’ye katılım gösterenlerin başında da IŞİD’in sürdüğü Tel Aferli Türkmenler geliyor. Türkmenler Haşd saflarında savaşırken çok can verdi. Nedense hükümetin Suriye’de kabaran Türkmen hassasiyeti IŞİD’in sürdüğü Şii Türkmenlere sıra gelince bir duman gibi havada dağılıyor.
Özetle Irak hükümeti, IŞİD’in palazlanmasından sorumlu tuttukları Türkiye’nin bu işlere karışmasını istemiyor. Türkmenlerin mesajı da şu:
“Nuceyfi’den razı değiliz, onlar üzerinden geliştirilen politika bize yaramaz. Türkiye yapacaksa Türkmenleri kurtaracak bir şey yapsın.”

Deneyimli bir diplomatımız Türkiye’nin dış politikası seyri için, “Uykuda yürüyorlar” benzetmesini yaptı. Pek münasip. Allah tezinden uyandırsın efendim!

Saturday, December 5, 2015

ZAMAN KAVRAMI ŰZERİNE BİR DENEME

Zaman Kavramı Űzerine Bir Deneme
Erol Anar
time_zaman
Aziz Augustinus’dan Kant’a, Bergson, Heidegger, Hegel, Aristoteles, Newton’dan Einstein’a birçok filozof ve bilim insanı zaman kavramı üzerine düşünmüş ve yazmışlardır.
Edebiyatta da zaman kavramı, birçok şair, romancı ve denemecinin konusu olmuştur. İnsan, zaman kavramı üzerine düşünmüş, fakat yine de kesin bir sonuca varmış değildir.
Mitolojiden müziğe, edebiyattan, sanata, fizikten felsefeye, matematikten astronomiye ve sinema sanatına insan tarih boyunca zaman kavramını sorgulamış ve anlamaya çalışmıştır. Zaman kavramı, anlaşılması en güç olan kavramlardan birisidir. Ne yalnızca fizik bilimi, ne de felsefe bunu açıklayabilir tam olarak. Fizik ve felsefe, ortak bir şekilde düşünüldüğünde belki zamanı anlamaya biraz daha yaklaşmış oluruz. Zaman hakkında bildiklerimiz, gerçeğin belki de milyonda bir’inden bile az olabilir.
Zaman nedir?
“Zaman nedir? Kimse sormazsa ne olduğunu biliyorum. Ama birisine açıklamaya kalkarsam artık bilmiyorum… Eminim ki geçip gitmiş olmasa ‘geçmiş’ zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz yok. Şimdiki zaman sürekli var ise, geçmişe karışmayacak ise şimdiki zaman değil sonsuzluk olmaz mı? İyi ama şimdiki zaman var olabilmek için geçmişe karışması gerekiyorsa mevcudiyetini yok oluşuna muhtaç olan bir Şimdi‘nin VARlığından nasıl bahsedilebilir? Demek ki zaman yokluğa meylettiği ölçüde var olan şeydir.” (Aziz Augustinus,: 354-430)
Ona gőre, insan kavrayışı zamanın gerçekliğine ulaşamaz bir niteliktedir.
Augustinus’un zaman yorumu idealisttir, metafizik bir yorumdur. Ona gőre, evrenden őnce zaman da yoktu ikisi aynı anda tanrı tarafından yaratıldı. (Augustinus, 2006: 361)
Klein ise, zaman’ı tarif etmeye çalışırken, aslında bu tariflerin zaman’ın halihazırda varolduğundan hareketle yapıldığını ve bir metafor olduğunu, onu bir bütün olarak tarif edemediğinin de altını çizer.
“1.Hiç bir şey olmadığı sırada olan/geçen şeydir,

  1. Olayların birbirini takip sürecidir,
  1. Gelmekte olan gelecektir,
  1. Her şeyin bir anda olup bitMEmesi için doğanın icad ettiği bir kolaylıktır.” (Klein,: 7-19)

Zaman kavramına fen bilimleri açısından net ve mutlak bir tanım getirmek zor gőrünüyor. Felsefe açısından ise bu zorluk tekrar yaşanıyor. Birçok filozof bu kavram hakkında gőrüş belirtmesine karşın, kavramı derinlemesine ele alan filozoflarin sayısı azdır. Felsefe, bőylesi kavramlara net bir tanım getirmekten kaçınır. Bunun yerine çeşitli düşüncelerin bir arada ele alınmasına ortam yaratır.
Zaman oku ya da zamanın oku, zamanın geçmiş ve gelecek arasındaki yönünü belirtmekte kullanılan bir kavramdır. Pek çok bilim alanında kullanımına rastlanır. Zamanın “tek yönlü” veya “asimetrik” oluşu görüşü İngiliz astronom Arthur Eddington tarafından 1927 yılında ortaya atılmıştır. Bu teori, Avusturyalı fizikçi Ludwig Boltzmann’ın düşüncelerini temel alır.
Peki hareketin olmadığı yerde bir zaman akışından sőz edilebilir mi?
Zaman nedir? Bu soruyu yaşamımız boyunca sorarız kendimize ve yanıtlarımız dőneme ve içinde bulunduğumuz koşullara gőre değişkenlik gősterebilir. Bugünün kapitalist dünyasında, zaman para demektir, ya da denildiği gibi “vakit nakittir”. İnsanlar kapitalist dünyada koşuştururken, her dakikalarını zamanı para ile őlçerek ve onu paraya çevirerek değerlendirmek istiyorlar, çünkü sistemin onlardan beklediği ve istediği budur. İnsanlar yapay bir zaman pistinde, yarış atları gibi birbiriyle yarıştırılıyor. Doğru zamanda” “doğru yerde” olman gereklidir. İşe geç kaldığın bir dakikanın bile hesabı sorulur. Sistem bireye, zaman’ın para demek olduğunu őğretir. Birey de zamanını hep daha fazla para kazanmaya yőnelik olarak harcar.
Gerçekte zaman diye bir kavram var mıdır, ya da bazı filozofların belirttiği gibi sonradan mı icat edilmiştir? Zaman’ın olmadığı bir yer var mı? Zaman, Newton’un belirttiği gibi homojen, sıralı bir şekilde akan mutlak bir kavram mıdır, yoksa Einstein’in tezindeki gibi gőreli midir?
Gerçekte şimdi’den çok geçmiş ya da geleceği düşleriz
Zaman denildiginde en çok insanın aklına “geçmiş zaman” gelir. Çünkü geçmiş zaman yaşanmıştır, ya da en azından insan yaşandığı yanılsamasını yaşamaktadır. İnsan en çok geçmiş zaman, yaşadıkları üzerine düşünür. Ancak zaman geçtikçe, hatırlananlar da değişir ve yaşanan gerçek bir olay çok farklı bir şekilde hatırlanabilir.
Gőkyüzüne baktığımızda gőrdüğümüz yıldızların binlerce yıl őnceki durumlarını gőrürüz. Çünkü bu yıldızların ışıkları dünyaya farklı ışık zamanlarında ulaşır. Belki de şimdi gőrdüğümüz bir yıldız bir patlama ile yok olmuştur ve biz onu gőkyüzünde varmış gibi gőrürüz.
Geçmiş nereye gitmektedir? Geçmişe dőnüş olası mıdır? Ya da geleceğe?
Eger iddia edildiği gibi hep şimdi’yi yaşıyorsak, geçmiş ve gelecek bu gerçekliğin neresinde yer almaktadır?
Gőrüldüğü gibi zaman kavramı üzerine net tanımlara ulaşmaktansa, soruları çoğaltmak ve yanıtlara giden yolu açmak daha gerçekçidir.
Klein bu konuda, “Son olarak Zaman’ın paradoksu hatta yok oluşu var. Geçmiş artık yok, Gelecek henüz gelmedi, Şimdi ise başladığı anda bitmeye, yok olmaya doğru yönelmiş. YOK-luğa bu denli yakın duran Zaman’ın VAR-lığını nasıl tasavvur edebiliriz? Wittgenstein’ın dediği gibi: “Şimdi geçmiş olduğunda nereye gidiyor? Nerede Geçmiş? İşte felsefenin en büyük zafiyeti!”. der.
Fizikçi Klein’in, Augustinus’tan etkilenerek dile getirdigi bu düşünceyi izlersek, aslında zaman diye birşeyin olmadığı sonucuna varabiliriz.  Geçmiş,  şu anda yoksa, şimdi ise geçmişe dőnüşüyorsa ve gelecek henüz gelmediyse, o halde zaman diye bir kavram yoktur. Klein, bu düşünce ile fizik’ten çok felsefenin alanına girmiştir. Ya da geçmiş ve gelecek yoktur, şimdiki anı yaşa mı demeliyiz, Horatius’un carpe diem dediği gibi…
Oysa gerçekte şimdi’den çok geçmiş ya da gelecek üzerine düşünürüz. Geçmiş’e yőnelik düşüncelerimiz genelde nostaljiktir, geleceğe yőnelik olanlar ise endişe ve planlardan, hayallerden ibaret. Ȍyleyse şimdi  diye bir zaman yok mudur, zaman geçmiş ve gelecekten mi ibarettir?
Zaman mutlak mıdır?
Isaac Newton’a gőre, zaman homojen bir biçimde akar ve olaylardan bağımsız bir boyuttur. Mutlak zaman ve mutlak mekân anlayışı var ve evrensel bir mutlaktır. Zaman geçmişten geleceğe doğru akar, homojen ve mutlaktır. Newton’a göre, mutlak zaman ve mekân sırasıyla nesnel gerçekliğin bağımsız yönleridir.
Newton zamanı duyulabilir ölçülerden ayırarak mutlak, doğru ve mantıksal zaman ile göreli, belirgin zaman arasında bir ayırım yaparak şöyle tanımlar:
“Mutlak, doğru ve matematiksel zamanın kendisi kendi doğasından dengeli bir biçimde akıp gider, dışsal olan herhangi bir şeyle ilişki kurmaz; başka bir biçimde, süre olarak adlandırılır. Göreli, belirgin ve genel zaman, hareket yoluyla duyulabilen ve dışsal olan bazı süre ölçülerine sahiptir; saat, gün, ay ve yıl gibi.” (Newton,: 1952)
Leibniz ise Newton’un mutlak zaman düşüncesine de, Locke’un süre ideasının, ideaların art arda gelmesinden türetildiği görüşüne karşı çıkar. Ona gőre, zaman mutlak ise, şeyler hiçbir zaman var olamazlar. Şeylerin var olmaları için veya olayların belli bir zaman dilimi içinde gerçekleşmeleri için bir neden olmaz.
Gerçek anlamda var olan mutlak zaman iki ilkeyi ihlal edecektir: Leibniz’in çelişmezlik yasasıyla eşit ölçüde önemsediği temel bir neden ilkesi olarak ele aldığı ‘yeter neden ilkesi’; ve yine, Leibniz’in yeter neden ilkesinden yola çıkarak elde ettiği ve tüm tözlere uyguladığı ‘ayırt edilemeyenlerin özdeşliği’ ilkesi. (Turetzky)
Uzay-zaman ise, uzay ile zamanı “uzay-zaman sürekliliği” adı verilen yapıda birleştiren matematik modelidir. Bu yaklaşıma göre evrenuzayın üç boyutu ve dördüncü boyutu oluşturan zamandan oluşur.
Einstein’ın genel görelilik teorisine göre, yerçekimi (gravitasyon) zamanı bükebilir. Kütlesi olan herşey uzayda bir yer kaplar ve bu durum da uzay-zamanın bükülmesine neden olur. Uzayzamanın bükülmesi de objelerin eğimli bir yörünge üzerinde hareket etmesine neden olur ve bu da bizim bildiğimiz adıyla yerçekimidir. Düz bir yatak düşünelim. Bu yatağın üzerine gergin bir çarşaf serelim ve hiç kırışıklık olmasın. İşte bu çarşaf iki boyutla tanımladığımız uzay-zaman düzlemi olsun. Şimdi bu düzleme bir gezegeni simgeleyen demir bir bilye koyun. Bilye yatağa biraz gömülüp bir göçük yaratarak çarşafı da bükecektir. İşte zaman da bu şekilde demir bilye ile simgelediğimiz kütle yardımıyla bükülebilir. Kütlenin artışı, bu kütlenin uzay-zaman düzlemini büküşünü arttırır.
Zaman bir yanılsama mıdır?
Einstein, bu konuda zamanın bir yanılsamadan ibaret olduğunu sőyler. Einstein, dostu Michele Besso’nun ölümünün ardından ailesine yazdığı mektupta şöyle der: “Bizim gibi koyu fizikçiler için geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki fark bir illüzyondur… çok inatçı bir illüzyon olsa bile” (21 Mart 1955).
Einstein’ın, Özel Görelilik Kuramı’ında bütün var­lıklar ve varlığın fizikî olayları gőrelidir. Zaman, mekân, hareket, birbirlerinden bağımsız değildirler. Aksine bunların hepsi birbirine bağlı izafî olaylardır. Cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hare­ketle, hareket mekânla ve dolayısıyla hepsi birbiriyle bağımlıdır. Bunlardan hiçbiri bağımsız değildir.
Einstein’ın kuramı ile sabit hızla hareket eden iki gözlemcinin matematik hesap ile aynı olayın gözlemcilere göre yer ve zamanı belirlenebiliyor. Bu kuram, Newton’un her yerde aynı işleyen, herkes için aynı “mutlak zaman” fikrini yıkıyordu. (Turgut: 2005)
Einstein’ın Özel Görelilik Teorisi bilim tarihinde bir çığır açmıştır.
Teoriye gőre, Uzay ve zaman iki farklı kavram olmaktan ziyade birbirleriyle temelde ilişkilidir. Zaman, aslında üç uzay boyutunu tamamlayan dördüncü bir boyuttur. İki olayın eş zamanlı olup olmadığı tamamen gözlemciye bağlıdır. Işık hızına yakın yolculuk eden bir cisim dışarıdaki durgun bir gözlemciye göre olduğundan daha kısa görünür. Dışardaki durgun gözlemcinin hissettiği zaman, ışık hızına yakın hareket eden cismin içinde bulunduğu zamandan daha hızlı akar. E=mc²: Bu denklemde E enerjiyi, m kütleyi ve c² ışık hızının karesini temsil eder. Bu popüler denkleme göre kütle ve enerji dönüşümlüdür. Yani madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebilir. Durgun gözlemciye göre ışık hızına yakın hızla hareket eden cismin kütlesi artar. Işık hızına ulaştığında ise kütlesi sonsuz olur.
“Akış sonu ve sınırı olmayan bir uzayıştır”
Bergson’un düşünce evreninde odak sorun “zaman” kavramıdır. Zaman insan bilincinin bir oluşumu ve yaratıcı gelişimidir. Bu nedenle o, insan bilincinin dışında değil, gelişim süreci içindedir. İnsan bilinci ise belleğin oluşturduğu ayrı bir varlıktır. Belleğin kökeni de geçmişin şimdiki sürede uzamasıdır. Bellek bu özelliği yüzünden, durağan değildir, geçmişten bugüne doğru uzayan kesintisiz bir akıştır. Nitekim insanın “bilinçli varlığının özünü, geçmişin şimdiki sürede uzaması demek olan bellek kurar, geçmişin geriye dönmesi söz konusu değildir. Deney bunu, doğrudan doğruya, göstermektedir.” (felsefe.gen.tr)
Sezgiciliğin (entüisyonizm) de kurucusu Bergson’a gőre, akış bir uzayıştır, sonu ve sınırı olmayan, yalnız kendi kendisiyle tanımlanabilen bir uzayıştır. Öte yandan, süre bölünemeyen bir devinim, ölçülemeyen bir atılımdır, bir oluştur. Süre için “vardır” denemez, yalnız “olmaktadır” denebilir.
Bergson’un bu düşünceleri idealisttir. Zaten kendisi idealist felsefenin Fransa’daki temsilcilerinden birisi olmuştur.
Ȍrneğin bilim insanlarının bazıları bugün, karadeliklerin içinde zaman kavramı olmadığını ya da zamanın çok yavaş işlediğini őne sürüyorlar.
Stephen Hawking’e göre, kara deliğin etrafında dolaşanlar için zaman yarılanabilir. Yani kara deliğin etrafındaki kişiler için geçen 5 yıl, kara delikten uzakta olan dünyadaki kişiler için geçen 10 yıl demektir. (Hawking: 2010)
Hawking’e gőre geçmişe yolculuk birçok paradoks nedeniyle gerçekleşmeyecek, fakat geleceğe yolculuk sandığınızdan çok daha basit: Tek yapmamız gereken şey hızlanmak. Dünya’nın etrafında ışık hızının yüzde 99’u hızında dönebilen bir tren inşa edebilirsek, bu trende tek bir gün Dünya zamanında bir yıla karşılık gelecek.
Felsefi açıdan bir bakış: varlık ve zaman
Varlık ile ilgili düşünmüş olan Parmenides’e gőre, varlık varolagelmiştir; parçalı değil bir bütündür, hareket ve değişim söz konusu değildir. Hareket ve değişim yoksa, orada zaman kavramından da sőz etmek olası değildir. Zenon ise Parmenides’in varlık’ın değişmez gerçek olduğunu öne süren görüşünü geliştirmiş ve çesitli paradokslar üretmiştir: Aşil ve Ok paradoksları gibi. Buradaki temel argüman şöyledir: Mesafe sonsuz noktalardan oluşmaktadır ve bunlar sonlu bir süre içinde geçilemezdir. Böylece Zenon mantıksal ve diyalektik olarak bilinen diyalektikcilerin tam karşıt yönünde hareketin ve değişmenin olanaksız olduğunu, bunların bir yanılsama olduğunu ve temelde varlık’ın değişmeyen bir halinde bulunduğunu öne sürer.
Herakleitos’a gőre ise, karşıtların savaşı oluşun zorunlu ve tek şartıdır. Eğer karşıtlıklar arasındaki savaş olmasaydı hiçbir şey olmazdı. Bu diyalektikteki karşıtların birliği ve çatışması ilkesidir. Kozmos, karşıtlıkların savaşının meydana getirdiği bir uyum armonidir. Ona gőre herşey akar ve sürekli değişir. Bunu ünlü “Aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar.” şeklinde ifade etmiştir. Aynı ırmağa iki kez giremezsiniz, çünkü ırmak akar ve değişir. Einstein’dan çok őnce onda herşeyin gőreli oldugu düşüncesi vardır. Bazı fragmanlarında bunu açıklamıştır: Ȍrneğin, deniz suyunun en temiz ve en pis olduğunu, balıkların onu içebileceklerini ve onlar için o kurtarıcı oldugunu sőyler ve kıyaslama yaparak insanlar için onun içilemez ve öldürücü olduğunu tespit eder.
Kant’ın “Arı Usun Eleştirisi” adlı kitabının “Aşkınsal Estetik” başlıklı bölümü filozofun deneyimin olanağı konusundaki görüşlerini ortaya koyduğu oldukça önemli bir bölüm olarak dikkat çeker. Deneyimin iki kurucu kavramı olarak uzay ve zaman kavramları deneyimin ortaya çıktığı görüsel alanın formlarıdırlar. Bu, görüsel alanda ortaya çıkan nesnelerin ancak uzay ve zaman belirlenimi altında deneyime konu edilebileceği anlamına gelmektedir. Burada, görünün, görüde ortaya çıkan nesnelerin ve duyumun nelere karşılık geldiklerini açıklamak adına Kant’ın kullandığı bazı temel kavramları ortaya koymak gerekmektedir. (Ekici:2005)
Kant aynı adlı yapıtında şőyle der: “Ancak zaman varsayımı üzerinedir ki, şeylerin bir ve aynı zamanda (eş zamanlı) ya da değişik zamanlarda (ardışık) olduklarını düşünebiliriz.”
Hegel ise, zaman’ı ‘orada’ olan ve bilince kendisini boş bir sezgi olarak sunan kavramın kendisi olarak tarif eder. Ona gőre, bu nedenle tin zorunlu olarak zaman içinde görünür, ve arı kavramını ele geçirmemiş olduğu, zamanı yok etmemiş olduğu sürece zaman içerisinde görünmektedir. Zaman öyleyse henüz kendi içinde tamamlanmış olmayan Tinin yazgısı ve zorunluluğu olarak görülür. (Hegel, 1986: 434)
Her varlığın temel biçimlerini uzay ve zaman, diye açıklıyan Engels, zaman dışında bir varlığın, uzay dı­şında bir varlık kadar büyük bir saçmalık olduğuna vurgu yapıyor, “AntiDühring” adlı yapıtında.
Lenin ise, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm” adlı yapıtında, Engels’in “AntiDühring” adlı yapıtından da yararlanarak nesnel gerçekliğin, yani bizim bilincimizden bağımsız hareket halindeki maddeyi kabul eden materyalizmin, kaçınılmaz; olarak, aynı sıfatla, uzayın ve zamanın nesnel gerçekliğini de kabul etmek zorunda olduğunu ve böylece, önce kantçılıktan ayrıldığını kantçılıkta, tıpkı idealizmde olduğu gibi, uzay ve zaman nesnel gerçeklikler değil, insan anlayışının biçimleri olduğunu saptar. (Lenin: 2013,169)
Althusser’e göre Hegel’in zamanı bir süreklilik ve tümlük içerir. Bunu parçalayan Althusser süreğen, ardışık, birbirine bağlı tarihsel-zaman konsepti yerine ayrımlı zamanların ve ayrımlı ritimlerin içinde yapılandırılan ve ampirik -gündelik- pratikle yani ideolojik zamanla ilgisi olmayan bir zaman konsepti önermektedir. Başka bir deyişle, her bir düzey için ayrı zaman konsepti üretilmeli ve yapılandırılmalıdır. Her düzey için üretilmesi gereken zaman konseptlerine yaşanan gerçeklik (an) kördür.(Barak:1999)
Heidegger’in “Varlık ve Zaman” başlıklı kitabının ana kavramı, insan varoluşu yerine kullanılan Dasein ifadesidir. Varlık’la daha asli bir alaka içinde olarak tanımlanan Dasein, Varlık sorusunu sormaya yönelen, kendi varoluşunun sonluluğu üzerinden bütün bir Varlık hakkında kurucu bir kaygı (Angst) duyabilen tek varolandır. Kitabın büyük bölümü, zamansallık ve zamansallığın ontolojik belirlenimleriyle ilgili Dasein analitiğidir. Heidegger‘in kitaptaki en temel fikirlerinden biri, zamanın Dasein için Varlığın ufku olduğudur.
“Dasein’in tarihselliğinin analizi bize şunu gőstermeye çalışmaktadır: sőz konusu varolan, ‘tarih içinde yeraldığı’ için ‘zamansal’ değildir, aksine o, kendi varlığının temelinde zamansal oldugu içindir ki, tarihsel bir varoluşa sahip olmuş ve sahip olabilecektir.” (Heidegger: 2008,400)
O, tarihten kurtulmanın olası olmadığını dile getirirken onun da mazide olup da etkisi hâlâ devam eden olduğunu belirtir. Ona gőre tarih aynı zamanda, ‘zaman içinde’ dőnüşmekte olan varolanlar bütününü de imlemektedir.
Heidegger, varlık zamansallığı sorgularken, varolana mazide kalmış diyebilmek için, onun artık mevcut olmaması gerektiğini savunur. Ona gőre  şuradalığı asli olarak açıklığa kavuıturan tek şey ekstatik zamansallıktır.
Heidegger, Dasein’in akliseliminden hareketle varılan zaman anlayışının hiç de asli olmadığını daha ziyade sahih zamansallıktan neşet ettiğini şimdi  açığa çıkartılmış olan zamansallığa asli zaman dememizin haksız olmayacağını saptar. (Heidegger, 2008: 349)
“Aynı şekilde ‘zaten’ dediğimizde, zaten hep fırlatılmış olarak var olduğu için var olan bir varolanın existensiyal zamansal varlık anlamını ifade etmiş oluruz. İhtimam-gőstermelik oldum-olasılık üzerine temellendiği içindir ki Dasein fırlatılmış bir varolan olarak varolabilmektedir. Dasein fiilen varolduğu ‘müddetce’ mazi olmuş değildir, fakat hep ‘ben şőyle oldum’daki oldum-olasılık anlamında bir olmuşluk içindedir.” (Heidegger, 2008: 347)
Zaman’ın bir başlangıcı ya da sonu var mı?
Klasik fizikte uzay ve zaman süreklidir. Kuantum Fiziğinde süreksiz ve kesiklidir. Bu bakımdan Klasik fizikte nesnelerin özellikleri sürekli birer değişkendir. Oysa ki Kuantum Fiziğinde tüm bu değişkenler süreksiz olup ani sıçrayışlarla bir durumdan diğerine geçiş olur.
Klasik fizikteki determinist yaklaşımın aksine, kuantum fiziğinde olaylar determinist olarak gelişmezler. Daima belli bir olasılık yüzdesi bulunur.
Termodinamiğin ikinci kanununda şöyle bir tanımlama yapılmaktadır. “Bir ısı kaynağından ısı çekip buna eşit miktarda iş yapan ve başka hiçbir sonucu olmayan bir döngü elde etmek imkânsızdır. (Kelvin – Planck Bildirisi) Termodinamik bir terim olan Entropi bir sistem içerisinde mekanik işe çevrilemeyecek termal enerjiyi temsil etmektedir. Rastgelelik ve düzensizlik tanımlamalarının sıklıkla kullanıldığı bu yapı içerisinde düzensizliğin hiçbir zaman değişmediği ya da arttığı söylenir.
Bazı bilim insanlarına gőre, zaman ve entropi ilişkisi ise daha çok geri getirilemez durumları içermektedir. Basit bir örnek ile kırılan bir vazo ya da herhangi bir bardağı eski haline getirmek olası olmayacaktır. Düzen içerisinde yer alan bu cam bardak düzensizliğe uyum sağlayarak bozulmuş ve yapısını kaybetmiştir. Bazı diğer bilim insanları ise, geriye dőnüşün zamanın tersine simetrisi ve başka yollarla olası olduğuna vurgu yapıyorlar. Bunlara gőre, zamanın tersine simetrisi de olduğu, bunun tersine giden bir sürecin de bu yasalara uygun olduğu  dile getiriliyor.
Gözlemlenebilir evren, aşağı yukarı 13,7 milyar yıl önce başladı ve o dőnemde entropi oldukça düşüktü. Zaman’ın başlangıcı, Big Bang’e büyük patlamaya kadar uzanır birçok bilim insanına gőre. Büyük patlamadan őnce, evrenin daha düzenli olduğu, ancak patlamadan sonra entropi’nin düzensizliğin giderek arttığına ve genişlemenin ise hızlandığına inanıyor astrofizikçiler son olarak. Zamanı büyük patlama ile başlatırsak, ondan őnce zaman kavramı yok muydu, ya da zamanın başka bir boyutu mu yaşanıyordu?
Peki zaman’ın bir başlangıcı varsa bir sonu da var mıdır? Bu soruya yine ‘evet olabilir’ yanıtını veriyor astronomlar. Bir teoriye gőre sonunda kozmos’a karadelikler (black hole) egemen olacak, var olan herşey galaksimizdeki karadelikler tarafından yutulacak ve sonra onlar da buharlaşacak, geriye uzayda orada burada dőnüp dolaşan küçücük parçacıklar kalacak. Hiçbir şeyin olmadığı bir evrende zaman’ın varlığını hayal etmek bile güçleşecek.
Columbia Űniversitesi’nden Brian Greene, zamanın çeşitli boyutlarına farklı bir bakış açısı getirerek, iki kişi arasında birisinin ‘şimdiki zaman’ olarak düşündüğü zamanı, diğerinin ‘geçmiş zaman’ olarak algılayabileceğini, ya da birisinin ‘şimdi’ olarak düşündüğü zamanı, diğerinin ‘gelecek zaman’ olarak algılayabileceğini dile getiriyor. Bőylece geçmiş ve geleceğin aynı derecede gerçek olduğu sonucuna ulaşıyor. (Greene, “O que é o tempo” video)
Max Tegmark ise, geçmişin geride kalmadığına, geleceğinse meydana geldiğini belirterek, geçmiş ve geleceğin şu an aynı şekilde var olduğu tezinde bulunuyor.
O zaman geçmiş, şimdi ve gelecek aynı anda var ise, ya da belki birbirine paralel ise, bu üç zamanı birden yaşamak, ya da zamanlar arasında yolculuk yapmak olası mıdır?
Yine bir teoriye gőre, eğer hareketin etkisi uzayın uzay noktalarına kadar uzatılırsa, düşük hızlarda bile “şimdi” tanımında değişiklikler meydana gelecektir.
Büyük bir paradokstur zaman
Bitirirken biraz da edebiyat ve mitoloji… “Aşklar ve Yalnızlıklar” adli kitabımda şőyle yazmıştım zaman üzerine bir denememde:
Büyük bir paradokstu zaman Yunanlıların Khronos, Latinlerinse Tempus dedikleri. Zaman paradokstu, őlüm tümdengelim, aşk ise tümevarım…
Kaldırıp kolundan zamanı uzaklara fırlatan o iri gőzbebeklerinde yakamozlar dans eden Kız, yine de zamanın büyüsünden ve yapışkanlığından kurtaramamıştı kendisini. Ama sanki zamanı durdurmak ister gibiydi.
Ama kaval kemiğinin altında bir anlık karıncalanmadır zaman…
Bir ihanet tanrısıydı zaman; acıyla, hüzünle ve sevinçle kandırıyordu őlümlüleri. Kız, Europides’in Troyalı Helenası’na benzemek istiyordu. Bütün felaketlerin nedeni Helena gibi zamanı kanatlarından yakalamayı ve kendi havadan yapılmış vücuduna hapsetmeyi düşlüyordu. Zamanı yadsıyordu tüm benliğiyle, geçmiş, şimdi ve gelecek yoktu. Zaman belki de őlümün kendisi ya da őlüm őtesiydi.
Zamanı yenen Kız, őlümü de yenmişti aşkında, külü, yaşamı ve sonsuzluğu da. Kız, Olimpos dağındaki hırçın tanrıçalar kadar korkulu ve ürkekti. Artık o bir tőze dőnüşmüştü. Hermetik bir sevdaya tutulmuş gibiydi. Tıpkı bir tőz gibi, var olmak için kendisinden başka bir şeyin varlığına ihtiyaç duymuyordu. Zamanın da… O artık őlümlü bir tanrıça değil, őlümsüz bir insandı…

Referanslar
Hawking, Stephen. How to build a time machine”, 2010, dailymail.co.uk
Newton, Isaac. (1952) “Mathematical Principles of Naturel Philosophy”, Chicago, IL: Encyclopaedia Britannica, Inc.
Philip Turetzky, Nilüfer Yılmaz, “Mutlak ve İdeal Zaman”, teorivepolitika.net
Greene, Brian. “O que é o tempo”, video, youtube.com.
Agostinho, Santo. (2006) “Confissões”, 3. ed. Coleção Patrística; 10. São Paulo: Paulus.
Hegel. (1986) Tinin Görüngübilimi”, Çeviren: Aziz Yardımlı, İstanbul, İdea Yayınları, s. 484.
Engels, Friedrich. (1975) “AntiDühring”, Sol Yayınları, 1975, Ankara.
Lenin, V.I. (2013) “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”, Eriş Yayınları.
Heidegger, Martin. (2008) “Varlık ve Zaman”, Çeviren: Kaan H. Ȍkten, Birinci Basım, Eylül 2008, Agora Kitaplığı, İstanbul.
Kant, Immanuel. (1993) “Arı Usun Eleştirisi”, İdea Yayınları, İstanbul.
Turgut, Sadi. (2005) “Einstein’ın Mucize Yılı: Özel Görelilik”, Bilim ve Teknik: 42. Erişim tarihi: 5 Mayıs 2011.
Vikipedi.com
“Henri Bergson’un Felsefe Anlayışı”, felsefe.gen.tr
 “İzafiyet Teorisi Nedir?”, fizikmakaleleri.com
Klein, Etienne. “Fizikçilerin Zaman’ı”, Çeviren: Mehmet Yılmaz, “Zaman Nedir” kitabı içinde, derindüşünce yayınları.
Turetzky, Philip. “Mutlak ve İdeal Zaman”, teorivepolitika.net
Ekici, Ekrem. (2005) “Kant’ın Zaman Anlayışı ve Hatırlama”, Kocaeli. lecturesymptomale.wordpress.com
Barak, Hatice. “Nesne ve Kavram Olarak Zaman”, Teori ve Politika Dergisi, Zaman ve Marksizm, Bahar 1999.
Anar, Erol. (2000) “Aşklar ve Yalnızlıklar”, Hera Yayınları, İkinci Basım, Ankara.