Tuesday, March 26, 2013

İsviçre çakısı gibi bir kriz ve diplomatik zafer


Alptekin DURSUNOĞLU
İsviçre çakısı gibi bir kriz ve diplomatik zafer
Çözüm öncesiyle, çözüm şekliyle ve çözüm sonrası hedefleriyle Türk İsrail siyasi krizi İsviçre çakısı benzetmesini hak ediyor.
 İsrail Başbakanı Benyamin Netnyahu’nun, Mavi Marmara katliamından dolayı Türkiye’den özür dilemesi Erdoğan yönetimi ve ona yakın çevreler tarafından “diplomatik bir zafer” olarak nitelendirdi.[1]
Aslında Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin de Davos’taki “one minute” çıkışıyla başlayıp Gazze ve Mavi Marmara saldırılarıyla büyüyen “siyasi krizin” de gerçek niteliğine ve hedeflerine ilişkin en nesnel tespiti Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Namık Tan yaptı.
Büyükelçi Tan, twitter hesabından yaptığı açıklamada “sadece gerçek dostlar birbirinden özür diler”[2] diyerek iki taraf arasında zaten var olan “güçlü ve tarihi dostluk”ta yeni bir sayfa açıldığını söyledi.

Türkiye-İsrail krizinin mahiyeti

Büyükelçi Namık Tan’ın “güçlü ve tarihi dostluk” şeklindeki diplomatik ifadesi, siyaset biliminin diliyle Türkiye ile İsrail’in ortak uluslar arası angajmanlara ve bundan kaynaklanan güçlü bir karşılıklı bağımlılık ilişkisine sahip olduğu gerçeğine işaret ediyor.
Bu gerçeklik, 1990’lı yılların sonunda Necmeddin Erbakan’ın başbakanlığındaki Refah-Yol hükümetini Türkiye’yi mensubu olduğu uluslar arası ittifak ekseninden çıkarmaya çalışmakla suçlayıp uyaran dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından “Türkiye-İsrail ilişkileri hükümetlere göre değiştirilemeyecek bir kararlılık ve perspektifle ele alınmaktadır” cümlesiyle ifade edilmişti.
Erdoğan hükümetinin 2009’dan itibaren İsrail’le yaşadığı siyasi krizin niteliği Büyükelçi Tan’ı da General Karadayı’yı da haksız çıkarmadı.
Zira bu kriz, “Arap Baharı” sürecinde “İsrail’le kriz yaşayan Türkiye’nin “model ülke imajını güçlendirmesi bakımından başta Erdoğan hükümeti olmak üzere ABD’nin tüm bölgesel müttefiklerine eşsiz kazanımlar armağan etmekle kalmadığı gibi ikili ekonomik ilişkilerin katlanarak artmasına hiçbir olumsuz etkide de bulunmadı.
Nitekim İsrail Merkezi İstatistik Bürosu’nun açıklamasına göre “Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmi ocak ayında geçen yılın eş dönemine göre yüzde 14 artarak 341,4 milyon dolara çıktı.”[3]

Tarafların yararına olan bir krizi tarafların yararına çözmek

2009’dan bu yana ilgili tüm tarafların yararına sonuçlar üreten Türkiye-İsrail krizi, ABD Başkanı Obama’nın İsrail ziyareti sırasında üçlü telefon seremonisi ile çözüldü. Çözümün zamanlamasını hazırlayan şartları şöyle sıralamak mümkün:
1- Suriye istisna edilecek olursa, “Arap Baharı” denen süreç tamamlandı. İsyanların yaşandığı ülkelerdeki siyasi süreçler, bölgeye “rol model” olarak sunulan Erdoğan hükümetine hem ideolojik hem de dış politika öncelikleri bakımından yakın olan figürleri iktidara taşıdı.
2- Sokaklarda “İsrail karşıtlığı” söylemiyle isyan sürecini zafere taşıyan siyasi figürler, hükümet koltuğunda “İsrail gerçekliğini” fark etti. Örneğin Müslüman Kardeşler[4] ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi[5], “Camp David”e bağlılığını açıkladı. Devrimci Mısır yönetimi, abluka altındaki Gazze’nin ihtiyaçlarını karşılayan tünelleri imha etme[6] konusunda Mübarek döneminden çok daha etkili oldu.
3- İç politikadaki kazanımları açısından Türkiye’ye gönderilecek “özür” mesajının “İsrail’in onurunu” kırmayacak bir kelime seçimiyle yapılmasında ısrar eden eski Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman, hakkındaki yargı sürecinden dolayı henüz yeni kabineye giremedi.
4- İsrail’in Akdeniz’de bulduğu doğalgazın Türkiye üzerinden dünya pazarlarına açılması bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.[7]
5- Amerikan Başkanı Barack Obama, ikinci hükümet dönemine, bölgeye bir çekidüzen verme adına iki bölge müttefikini barıştırarak diplomatik bir başarıyla başlamak istedi.      

Dolayısıyla İsrail’in eski Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın “kelime hassasiyeti” sebebiyle geciken “apologize/özür” mesajını, Başbakan Netanyahu aracılığıyla vermesi, Türkiye İsrail ilişkilerinin normalleşmesinin ilk adımı olarak yeterli bulundu.
Özetle Arap Baharı sürecinde Erdoğan hükümetinin bölgeye sunulan model rolünü parlatması bakımından Türkiye ve Amerika’nın ve ikili ekonomik ilişkilere olumsuz hiçbir etkisi olmaması bakımından da İsrail’in yararlandığı bu kriz, bölgeye İsrail’le ilişkilerini nasıl yönetmesi gerektiğine dair model sunmak üzere çözülmüş oldu.
Elbette Ankara’nın ilişkilerin normalleştirilmesi konusundaki şartları “apologize/özür”den ibaret değil. Ancak Ankara’nın 22 Mart’ta aldığı özür mesajını “diplomatik bir zafer” olarak ilan etmesi ve “ilişkilerde yeni bir sayfa” olarak nitelemesi, Mavi Marmara gemisinde hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödenmesi ve Gazze ablukasının kaldırılması şeklindeki diğer iki şartının karşılanacağını garanti olarak gördüğünü gösteriyor.
Ankara diğer iki şartının karşılanacağını garanti gördüğünü şu açıklamayla ortaya koydu: “İki Başbakan tazminat/ademi mesuliyet konusunda bir anlaşma yapılması hususunda da mutabık kalmıştır. Başbakan Netanyahu ayrıca, İsrail’in, sivil halkın kullanacağı malların Gazze dâhil Filistin topraklarına girişine ilişkin kısıtlamaları esas itibariyle kaldırdığını ve sükûnet devam ettiği müddetçe bu durumun da devam edeceğini ifade etmiştir. İki lider, Filistin topraklarındaki insani durumun iyileştirilmesi için birlikte çalışmak konusunda mutabık kalmıştır.”[8]
Bu açıklamaya rağmen Gazze ablukasının kaldırılması konusunda belirsizlik bulunsa da Lieberman’ın bile hassasiyet göstermediği tazminat konusunun Ankara’nın beklentilerine uygun şekilde karşılanacağı söylenebilir.
Dolayısıyla bu gelişmenin ardından Ankara’nın da 2 Eylül 2011’de İsrail’e karşı aldığı 5 maddelik “yaptırım kararında”[9] şu değişiklikleri yapması bekleniyor.
1- İkinci kâtip düzeyine indirilen diplomatik ilişkiler yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarılacak.
2- Türkiye ile İsrail arasında askeri anlaşmalar yeniden yürürlüğe konacak.
3- “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunana sahildar devlet olarak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alması”na gerek kalmayacak. Elbette bu maddenin şimdiye kadar nasıl uygulandığı ve İsrail üzerinde nasıl bir caydırıcı veya zorlayıcı etki yaptığı belirsizdir.
4- Türkiye İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu tanımamayı sürdürecek.
5- Dışişleri Bakanlığı açıklamasında yer aldığı şekliyle “adem-i mesuliyet” çerçevesinde, Mavi Marmara katliamıyla ilgili olarak bazı İsrailli yetkililer hakkında açılan dava düşecek.

Tüm tarafların yararına olan çözüm tüm tarafların diplomatik başarısı

İçinde “appologize” ifadesinin geçtiği özür mesajı ile Türkiye İsrail siyasi ilişkilerinin normalleştirilmesi, Ankara tarafından bir “diplomatik zafer” olarak kutlandı.[10] Başbakan Erdoğan’ın “dikleşmeye gitmeden”[11] sonlandırdıklarını açıkladığı süreç Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a göre “Türkiye’nin ilk defa izlediği dik politika”, hükümetin yayın organlarına göre ise “İsrail efsanesinin sonu”[12] idi.
Ankara, diplomatik zaferini İsrail’in içinde “apologize” kelimesi geçen bir özür mesajı göndermek zorunda kalmasıyla açıklıyor.
Ancak bu özür meselesi de tıpkı tüm taraflara kazandıran krizin kendisi ve çözümü gibi, tüm tarafların kendine zafer payı çıkarmasına imkanlar sunuyor.
Bu özür meselesi Avigdor Leiberman için iç politika açısından bir siyasi zafer; çünkü diğer siyasi ortakları “apologize” ifadesinin yer aldığı özür mesajı göndererek “İsrail’in onurunu” çiğnemiş oldu ve bunu da ancak kendisinin yokluğunda yapabildi. Dolayısıyla bu olay Lieberman’ın “İsrail onuru” açısından ne kadar vazgeçilmez bir siyasetçi olduğunu ispat etmiş oldu.
Netanyahu için bir diplomatik zafer; çünkü aslında “İsrail’in onurunu” düşünerek şimdiye kadar atmadığı bu adımı, stratejik müttefiki Amerika’nın baskısıyla; ama iç politikada zarar görecek olmasına rağmen “İsrail’in yüksek çıkarlarını” düşünen cesur ve fedakar bir lider olarak attı.
Obama için bir diplomatik zafer; çünkü kullandığı nüfuzla iki önemli bölge müttefikini yeniden barıştırdı ve bölgenin gerçek patronu olduğunu bir kez daha gösterdi.

Sonuç

Kendisi de çözümü de tıpkı bir İsviçre çakısı gibi taraflarına çok kullanımlı yararlar sağlayan Türkiye-İsrail krizi İsrail’in özrüyle 22 Mart’ta çözüldü.
Başbakan Erdoğan 23 Mart’ta Türkiye İsrail uzlaşmasının Suriye’deki yönetimin devrilmesini hızlandıracağını söyledi.[13]
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da “Türkiye ile ilişkileri Suriye sebebiyle tesis ettiklerini” açıkladı.[14]
Aynı gün Golan’daki İsrail topçu birlikleri, Suriye ordusuna ait mevzileri vurdu.[15]
Yine aynı gün İsrail Gazze’ye açılan Kerem Ebu Salim sınır kapısını Yahudi bayramını gerekçe göstererek üç gün süreyle kapattı.[16]
Çözüm öncesiyle, çözüm şekliyle ve çözüm sonrası hedefleriyle Türk İsrail siyasi krizi İsviçre çakısı benzetmesini hak etmiyor mu?


[1]http://haber.stargazete.com/politika/iste-israili-ozre-goturen-surecin-perde-arkasi/haber-738508
[2]http://israilblogu.com/2013/03/23/abd-buyukelcisi-namik-tandan-israile-dostluk-tweetleri/
[3]http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=86271#.UU79IVuAuNQ
[4]http://www.ydh.com.tr/HD9779_musluman-kardesler-camp-davide-bagliyiz.html
[5]http://www.ydh.com.tr/HD10171_muhammed-mursi—camp-david-korunmalidir.html
[6]http://www.ydh.com.tr/HD10797_misir—iki-ay-icinde-104-tunel-kapattik.html
[7]http://www.ydh.com.tr/YD351_ankaranin-zaafi-kurdistanin-petrolu-israilin-gazi.html
[8]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22878168.asp
[9]http://www.ntvmsnbc.com/id/25246675/
[10]http://www.cnnturk.com/2013/turkiye/03/22/israilin.ozrune.turkiyeden.aciklama/701228.0/
[11]http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22880915.asp
[12]http://haber.stargazete.com/dunya/israil-efsanenin-sonu/haber-738468
[13]http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/turkish-pm-erdogan-conciliation-with-israel-could-hasten-assad-s-fall.premium-1.511491
[14]http://dunya.milliyet.com.tr/netanyahu-turkiye-ile-iliskileri-suriye-sebebiyle-yeniden-tesis-ettik/dunya/dunyadetay/24.03.2013/1684406/default.htm
[15]http://www.sabah.com.tr/Dunya/2013/03/24/israil-suriyeyi-vurdu
[16]http://www.iribnews.ir/NewsText.aspx?ID=1880988

Saturday, March 23, 2013

2013 Newroz'u yeni bir dönemin miladı - Idris Kenç


2013 Newrozu; Öcalan’ın tarifi ile “yeni bir dönemin miladı.”
Bu milad, bundan böyle yepyeni bir anlam taşıyacak: Öcalan’ın devletçi neoliberal -yine kendi sözü ile “kaptialist modernite”- saflarına katıldığı gün olarak tarihe geçecek.

Ve böylelikle PKK’nın meşrulaşması da son bir kaç yıldır tasarlanan şekilde yani KCK’nın (ki KCK’nın kuruluşu yani program ve tüzüğü İmralı cezaevinde tasarlandı) meşrulaşması kesinleşmiş oldu. Bu meşrulaşma bile başlı başına kafa karıştıran ve kendi içinde trajedi barından bir süreç.
Bu meşrulaştımanın amacı, PKK’yı Kürtlerin tek temsilcisi yapmak ve Kürtler adına federasyon gibi istekleri olan farklı sesleri boğmanın planıdır. Daha düne kadar “PKK Kürt vatandaşlarımı temsil etmez” diyen Erdoğan’ın şiddeti ve şiddete dayalı çözümü barışa giden bir yol olarak göstermesi sebebi ile, Öcalan’ın konuşması büyük bir trajedidir.
Öcalan’ın konuşmasında öne çıkan İslam’ın birleştirici unsuru, ‘neo-Osmanlı’ ütopyasına yapılan coğrafi atıflar bolca mevcut. Osmanlı imparatorluğun çok uluslu halklardan ibaret olmasından ötürü ‘ümmetçilik’ adıyla bütünleştirici bir yönetim anlayışı mevcuttu. Öcalan’ın metninde bu anlayışa atıfta bulunan bolca söylem mevcuttu. Bu haliyle bu metin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun STRATEJİK DERİNLİK VE TÜRKİYENİN ULUSLARARASI KONUMU adli kitabından küçük bir örnek ve Kürtleri entegrasyona götüren bir bildiri çalışması olduğu şu götürmez bir gerçek. Bu metin bu haliyle bu devletin ve hükümetin istemleri ile bire bir örtüştüğü için Amed meydanın da Kürtlere okutulmasına müsaade edildi. Bu devletin eliyle yıllarca terörist ele başısı olarak hafızalara kazındırılan bir şahıs kitlesi ise buluşturuldu. Bu buluşturulma da başlı başına bir trajedi.
Kürt hareketinin, Türkiye’de daha geniş bir insan hakları hareketine dönüşme potansiyeli, şiddeti meşrulaştırarak ve neoliberal düzene teslim olarak ortadan kalktı. Çünkü bu harket, kendisini tarihsel gerçeklikler içerisinde konumlandırmış, kollektif bir temelde yankı bulabilme potansiyeline sahip bir hareketti. Fakat bu yaşanılanlardan Kürtlerin ulus olma ve dolayısıyla kendi kaderini tayin etme hakkı gibi tarihsel bir gerçeklikten tamamen uzaklaşmış ve büyük yeni Türkiye’ye kurban edilmiş duruma evrildi ve tarihsel gerçeklik dilinden , Kurt halkinin ve mazlumların hak arayışı isteminden uzaklaşmış, bu güne kadar Kürdistan da yapılan yıkımın, tutuklanmaların ve katliamların hesabını sorma arzusundan uzaklaştırılarak içi boşaltılarak zafere ulaşması engellenmiş oldu. Çünkü, eleştirel dilden arınan bir ütopik hareket, basit bir iyimserlikten, boş bir optimizmden ileri gidemez. Çünkü ne tutukli gazetecilere, ne KCK üyelerine, ne bu toplumun kanayan yaralarından olan koruculara ne Roboski katliamına, yıllardır yakılan yıkılan Kürdistan dağları ve köylerinin hesabını sormaya ne de öğrencilere dair bir kelimenin dahi olmadığı bir özgürlük çağrısını ne kadar ciddiye alabiliriz? Siyasi Kürt hareketinin ve olası bir insan hakları hareketinin de böylelikle boşa çıkarılmış olması da bu trajedinin en büyük boyutu.
Kürt hareketinin, bağlı olduğu tarihsel mücadele içinde ve hitap ettiği gerek Kürtlerin, gerekse Türklerin nezdinde somut bir ütopyaya dönüşmesine dair sahip olduğu potansiyelin, içine girdiğimiz fakat ne olduğunu bir türlü bilmediğimiz “barış” süreci ile suistimal edildiğini görüyoruz. Bunun adına ‘İmralı ve yeni süreç’ denildi.
İDRİS KENÇ
 

Sunday, March 10, 2013

Suriye’deki silahlı gruplar ve yeni kombinasyonlar


Alptekin DURSUNOĞLU

Suriye’deki silahlı gruplar ve yeni kombinasyonlar Antalya’da kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi adlı yeni askeri örgüte kendilerini tasfiye rolü verildiğini fark eden cihatçılar, kendi aralarında birleşerek güçlenmeye çalışıyor.

 Amerikan müdahalesiyle Doha’da yeniden yapılanan Ulusal Koalisyonun askeri kanadı olarak Antalya’da kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi adlı silahlı örgütün cihatçılara karşı güçlendirilmeye çalışılması silahlı unsurlar arasında yeni gruplaşmaların yaşanmasına neden oluyor.
Dolayısıyla isyanın başlarında tüm silahlı grupların ortak bir isim olarak kullanmakta sakınca görmediği “Özgür Suriye Ordusu”, artık tüm silahlı unsurları şeklen dahi içeren bir tabela olmaktan uzaklaşıyor.
Çünkü Amerika’nın Suriye konusunda liderliği bizzat üstlenerek 11 Kasım’da Ulusal Koalisyonu oluşturmasından önce kendilerine finansal destek veren onlarca farklı kaynağın talebine göre komuta edilen onlarca silahlı grup söz konusuydu.
Ancak, 11 Kasım sonrası süreçte tüm finansın Ulusal Koalisyon’da toplanmasını ve sahadaki silahlı unsurların ortak bir komuta altında kontrol altına alınmasını hedefleyen adımlar atıldı ve Ulusal Koalisyon’dan bir ay sonra Ortak Askeri Komuta Konseyi adlı bir örgüt kuruldu.
Bu da daha önce emir komuta disiplini gerektirmediği için Özgür Suriye Ordusu tabelasını kullanmakta sakınca görmeyen cihatçıların yollarını ABD’nin liderlik ettiği Ulusal Koalisyondan ve ona bağlı Ortak Askeri Komuta Konseyi’nden ayırmaya sevk etti. 
Nitekim 5 Aralık’ta Antalya’da ABD, İngiltere, Fransa, Körfez ülkeleri ve Ürdün’den güvenlik yetkililerinin de katıldığı bir toplantı[1] sonucu kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi adlı yeni askeri örgüte kendilerini tasfiye rolü verildiğini fark eden cihatçılar da kendi aralarında birleşerek güçlenmeye çalıştı.[2]

Ana ittifak kombinasyonları

Ulusal Koalisyonun askeri kanadı olarak kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi, Amerika’nın öngördüğü doğrultuda sahadaki tüm silahlı grupları kendi çatısı altında birleştirmekten uzak olsa da cihatçıların kendi aralarında da bölünmesine ve zayıflamasına neden olması bakımından önemli bir işlev görüyor.
Zira şu an silahlı gruplar arasında, iki ana ve çok sayıda alt grubun oluşturduğu yeni ittifak kombinasyonları söz konusu.
Ana gruplar:
1-  Özgür Suriye Ordusu:Ulusal Koalisyon öncesinde tüm silahlı grupların kullandığı ortak tabela olan ve merkezi bir komuta disiplininden yoksun Özgür Suriye Ordusu, artık ağırlıklı olarak Suriye ordusundan kaçan askerlerin komuta ettiği ve Ulusal Koalisyon’a doğrudan bağlı bir askeri yapılanmayı ifade ediyor.

5-9 Aralık 2012’de Antalya’da kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi’nin, Özgür Suriye Ordusuna komuta etiği var sayılıyor ve bu konseyin başına getirilen Selim İdris de Ulusal Koalisyona bağlı olarak kurulan bu ordunun “genelkurmay başkanı” olarak nitelendiriliyor.
2- Cihatçılar:Genelde dışarıdan gelen el-Kaide bağlantılı selefi militanları, özelde ise Nusra Cephesi’ni akla getiren bu kesimin, Suriyeli İslamcıları da içinde barındıran çok sayıda selefi silahlı grubun ortak adı olduğu biliniyor.

İsyanın ilk başlarında varlıkları inkar edilen ya da “rejimin propagandası” olarak nitelenen bu gruplar, Afganistan, Irak, Çeçenistan ve Libya’da savaş tecrübesi edinmiş militanlardan oluşmasından ve sahadaki etkili operasyonlarından dolayı artık bir gerçeklik olarak kabul ediliyorlar.
Amerika’nın kaygı duyduğu Suriye’deki cihatçı gerçekliği, Ulusal Koalisyon ve ona bağlı silahlı örgüt tarafından “devrimin bir parçası” olarak nitelendirilse de Amerika da cihatçılar da Ulusal Koalisyon’un bu tavrını samimi bulmuyor.
ABD’nin terör örgütleri listesine eklediği Nusra Cephesi’nin Ulusal Koalisyon tarafından “devrimin bir parçası”[3] olarak nitelenmesini Washington’un anlayışla karşılaması da cihatçıların devrimden sonra Özgür Suriye Ordusu’yla savaşacaklarını[4] artık gizlememesi ve kendi arasında güç birliği etmeye çalışması da bundan kaynaklanıyor.
Binaenaleyh Ulusal Koalisyon’un kurulmasından sonra cihatçılar arasında şu alt ittifak kombinasyonları söz konusu oldu.
1-  Nusra Cephesi: El-Kaide’nin Suriye kolu olarak bilinen ve Suriye’deki diğer silahlı grupların aksine kamera merakı olmadığı için iç yapısı, liderliği ve potansiyeli hakkında çok az şey bilinen bu grubun henüz başka silahlı gruplarla ittifak kurduğuna ilişkin bir bilgi mevcut değil.
2- Suriye İslami Cephesi: 21 Aralık’ta kurulan cephe, el-Fecru’l İslamiyye Hareketi (Halep), Ahrar Şam (Suriye), el-Hak Tugayı (Humus), Ensaru Şam Tugayı (Lazkiye), et-Taliatu’l İslamiyye Cemaati (İdlib), Musab bin Umeyr Tugayı (Halep), Tevhid Ordusu (Deyr ez Zor) ve El-İmanu’l Mukatile Tugayları’dan oluşuyor.
3- Suriye İslami Kurtuluş Cephesi: El-Kaide’yle anlaşamayan cihatçıların ortak hareket edebilmeleri için Sukuru’ş Şam Lideri Ebu İsa’nın önderliğinde kurulduğu belirtiliyor.

Sukuru’ş Şam Lideri Ebu İsa, 12 Eylül 2012’de yaptığı açıklamada, Suriye Kurtuluş Cephesi’nin Sukuru’ş Şam Tugayı (İdlib-Hama), Ensaru İslam Topluluğu (Şam), el-Faruk Tugayı (Humus), Amr Bin el-As Tugayı (Halep), Davut Tugayı, el-Fetih Tugayı, el-Furkan Tugayı, el-Nasr Tugayı gibi örgütlerden oluştuğunu açıklamıştı.[5]
Aralık ayı öncesine kadar Suriye Kurtuluş Cephesi adını kullanan grup, İslam Tugayı’nın katıldığı tarih olan 27 Aralık’tan itibaren İslami Kurtuluş Cephesi adını kullanmaya başladı ve gruba, 10 Ocak’ta da Halep’teki Tevhit Tugayı katıldı.

Kombinasyondaki uçlar ve denge sorunu

Bu kombinasyondaki gruplar; ideolojileri, Ulusal Koalisyonla ve dolayısıyla ABD liderliğindeki Dostlar grubuyla işbirliğine açık olmaları parametrelerine göre sınıflandırıldığında iki zıt renk ve göreceli olarak bu iki zıt renge yakın ara tonlarla karşılaşılıyor.
Bir başka deyişle silahlı grupların oluşturduğu bu yeni ittifak kombinasyonunu bir renk skalası olarak düşünüp, ABD liderliğindeki Dostlar grubunun kontrolüne açık olmayı en açık, kontrol dışı olmayı ise en koyu ton olarak varsaydığımızda Antalya’da kurulan Ortak Askeri Komuta Konseyi’ni skalanın beyaz tarafına, Nusra Cephesi’ni ise siyah tarafına yerleştirmemiz gerekiyor.
Bu durumda ana gövdesini Ahraru’ş- Şam’ın oluşturduğu Suriye İslami Cephesi, Nusra Cephesi’nden bir ton açık griyi, ana gövdesini Sukuru’ş- Şam’ın oluşturduğu İslami Kurtuluş Cephesi ise Selim İdris başkanlığındaki Ortak Askeri Komuta Konseyi’nden bir ton koyu griyi temsil ediyor.
Çünkü Ahraru’ş- Şam ve öncülük ettiği İslami Cephe, ideolojik benzerliği bulunsa da çoğunluğunu dışarıdan gelen militanların oluşturduğu el-Kaide bağlantılı Nusra Cephesi’ne biat etmeyen ve ondan bağımsız duran bir grup olarak varlığını ifade ediyor.
Aynı şekilde İslami Kurtuluş Cephesi de Antalya’da kurulan Selim İdris başkanlığındaki Ortak Askeri Komuta Konseyi’nde yer almıyor olsa da cephenin bileşenlerinden Tevhit Tugayı Komutanı Abdulkadir Salih, Selim İdris’in yardımcısı olarak görev yapıyor.
Elbette örgütlenme, ajanda ve komutadaki bu farklılıklar, şimdilik bu grupların Taftanaz hava üssü baskını ve Rakka saldırısı örneklerinde olduğu gibi ortak eylemler düzenlemesini engellemiyor.

ABD’den siyasi çözüme silahlı destek

Ancak şu an ortak eylemlerde buluşabilen bu grupların ortak bir komuta çatısı altında birleşebilmesi için farklı değişkenlerin devreye girmesi gerekiyor.
Bu değişkenlerin en önemlisi ise para ve lojistiğin birleşilmesi istenen komuta merkezi aracılığıyla gruplara aktarılması.
Amerika’nın siyasi muhalif grupları 11 Kasım’da Katar’da Ulusal Koalisyon adıyla yeniden yapılandırması, Ulusal Koalisyonun 5-9 Aralık’ta Antalya’da Ortak Askeri Komuta Konseyi’ni kurması bu değişken çerçevesinde atılan adımlardı.
Amerika’nın siyasi çözüm vurgusuna rağmen silahlı grupları çatısı altında birleştirmeyi öngördüğü grupları silahlandırmaya hız vermesi, renk skalasının en koyu tarafında yer alan ve kontrol dışı kalmakta ısrar edecek grupları yalnızlaştırmaya, skalanın gri tarafında yer alan grupları da beyaz alana çekmeye yönelik adımlar olarak okunabilir.
Çünkü siyasi çözüm konusunda samimi ise Amerika’nın iki şeye ihtiyacı var:
1-  Sahadaki silahlı gruplara belli bir komuta disiplini kazandırmak ve dolayısıyla kontrol altına almak.
2- Silahlandırdığı grupların sahadaki kazanımlarını arttırarak siyasi çözüm sürecinde Rusya ile masaya eli güçlü bir şekilde oturmak.

Amerika’nın bir yandan siyasi çözümden bahsederken diğer yandan şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde açıkça silahlandırmaya yönelmesi çelişkili gibi gözükse de yukarıda belirtilen ihtiyaçları gidermeye yönelik olması bakımından son derece tutarlı görünüyor.
       
 [1]http://www.hurriyet.com.tr/planet/22107261.asp
[2]http://www.posta.com.tr/dunya/HaberDetay/Suriye-deki-gruplar-birlesti.htm?ArticleID=160824
[3]http://www.ydh.com.tr/HD11157_george-sabra—cebhetu-n-nusra-devrimin-bir-parcasidir.html
[4]http://www.ydh.com.tr/HD11439_ebu-seyyaf—esed-devrilirse-cihatcilarla-oso-catisir.html
[5]http://www.ydh.com.tr/HD11109_sukurus—sam-komutani-hatayda.html

Saturday, March 2, 2013

Fransanın Soykırım, Sömürge Tarihi ve Cezayir Katliamı.


Sarkozy’nin yakın çalışma arkadaşlarından biri olarak tanınan Valerie Boyer, daha önce Hürriyet Daily News gazetesine verdiği demeçte “Aile kökenlerim Cezayirli. Ancak Cezayir’de hiçbir şekilde soykırım yaşanmadı” demişti.
Geriye Baktığımızda Tarihi Hiçte Temiz Görünmeyen Fransanın Birkaç Örnek İle Gerçek Yüzü..
Cezayirli yöneticiler, “Fransa, Cezayir’de soykırım yaptı, özür dilesin.” dedikçe; Fransızlar, “Bu işi tarihçilere bırakalım.” yanıtını vermektedir. Aynı Fransa, “Ermeni iddialarını tarihçiler araştırsın.” biçimindeki öneriye karşı çıkarak, sözde Ermeni soykırımını tanıyan yasaları hiç yüzü kızarmadan ulusal meclisinden geçirebilmektedir.
Bu çifte standart karşısında sesini yükselten, başta Jean Paul Sartre, Didier Billion olmak üzere kimi Fransız aydınlar ise, Fransa’nın tutumunu, “Cezayir, Fransa’nın tabusudur.” sözleriyle açıklamaktadır. Oysa, yalnızca Cezayir değil, Fransız tarihinin neredeyse tümü Fransa’nın tabusudur. Fransa, Yeni Kaledonya, Madagaskar, Haiti, Martinigue, Guadaloup, Fransız Guyan’ı, Komor, Senegal, Mali, Fil Dişi Sahili, Gabon, Kamerun, Gana, Gine, Benin, Rwanda, Vietnam, Laos ve Kamboçya gibi bir bölümü halen Fransız toprağı olan ülkelerde yaptığı katliamların yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa ve Adana’da işlediği suçlardan dolayı da tarihiyle yüzleşmekten kaçmaktadır. Fransa’da resmi tarih, Fransız ordusunun Anadolu’da yaptığı katliamları yok sayar, ders kitaplarında bu konuya yer verilmez. Fransız tarihinin karartılan sayfaları, yalnızca Fransa dışında yapılan kötülükleri içermez. Fransa’da yaşanan soykırım ve katliamlar da, tarihiyle yüzleşme cesareti olmayan bu ülkede tabudur.

Valerie Boyer’in Cezayirli Katledilmiş Vatandaşları

“Fransız’ın Fransız’a soykırımı” olarak adlandırılan 1793-1796 Vendée Soykırımı, 24-25 Ağustos 1572 Saint Barthelemy Katliamı, Kölelik Dönemi, “Terör Süreci” olarak adlandırılan Fransız Devrimi, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler’in Fransa’daki işbirlikçisi Vichy Hükümeti Dönemi, bu durumun en somut örnekleridir. 1789 Fransız Devrimi, dünyayı yeniden biçimlendirmesinin yanı sıra, insanlık tarihinin en kanlı dönemlerinden biri olma özelliğini de taşımaktadır. Fransa’nın batısında, Atlantik Okyanusu kıyısındaki Vendée’de yaşananlar, Fransız resmi tarihinde, “Vendée İsyanı” ya da “Vendée Savaşı” olarak adlandırılmakta, bu olaya karşı devrim yakıştırması da yapılmaktadır. Kral ve kiliseye bağlı insanların yaşadığı Vendée, Kral 16. Louis’in idamına karşı çıkmış, Paris’in atadığı yöneticilerin ve anayasaya bağlılık yemini eden rahiplerin otoritesini tanımamış, yeni vergileri ödemeyi de reddetmişti. Kimi Fransız tarihçiye göre, bölge halkı, soylularının önderliğinde ayaklanmış, monarşiyi geri getirmek için savaşmış, cumhuriyetçi güçlere yenilmişti. Oysa yaşananların boyutları çok farklıydı; yüz binlerce insan, genç-yaşlı, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın vahşi yöntemlerle katledilmişti. Bir tarım bölgesi olan Vendée’nin yoksul köylüleri, durumlarının düzeleceği umuduyla devrimin ilk yıllarında Paris’e bağlı kaldılar. Devrimin, ekonomik alanda bekleneni vermemesi ve yoksulluğun sürmesi, din adamlarının köylüler üzerindeki etkisini artırdı. 1791’de, rahiplerden anayasa bağlılık yemini etmeleri istenince, bu yeminin din yolundan çıkmak olduğunu öne süren köktendinci Katolik rahiplerin kışkırtmasıyla ilk karışıklıklar başladı. Daha önce boş olan kiliseler, artık ayinler sırasında tıka basa doluyor, Paris’e yönelik muhalefetin merkezi oluyordu. Kral 16. Louis’in, Ocak 1793’te giyotine gönderilmesi, soyluların bölgeden göçe zorlanması, isyanı tetikleyen öğelerin arasında sayılsa da, asıl nedenin yoksulluk olduğu belirtilir. Bu sırada, yalnızca Vendée’de değil, Fransa’nın birçok bölgesinde halk ayaklanmaları vardır. Cumhuriyet askerleri hemen her yerde isyanları bastırırken, Vendée’de Köylü Ordusu kurulmuş, “Beyazlar” olarak adlandırılan köylü güçleri “Maviler”i, yani cumhuriyet birliklerini yenilgiye uğratmıştı. Köylülerin başlattığı direnişe yakın bölgelerden de destek gelmesi üzerine, Vendée’ye, tüm Fransa’ya örnek olacak bir ders vermek için harekete geçen Paris yönetimi, sivillere yönelik katliamların önünü açan kararlar alır ve 1 Ağustos 1793’te bir kararname yayımlar. Buna göre, bölgedeki ormanlar kesilecek, tarlalardaki ürünlere, büyük ve küçükbaş hayvanlara el koyulacak, isyancıların mal varlığının cumhuriyete ait olduğu açıklanacak, kadın, çocuk ve yaşlılar başka bölgelere sürülecekti. Vendée’nin Köylü Ordusu, Aralık 1793’te, Nantes yakınlarında Savenay’da yenilir ve dağılır. Geride kalan küçük gruplar ise, isyanı sürdürmek için ormanlık alanlara çekilir. Ordular arasındaki savaş Savenay’da bitmiş, sıra 1796’ya dek sürecek olan toplu katliamlara gelmiştir. Artık daha rahat hareket eden Louis-Marie Turreau yönetimindeki cumhuriyetçi “Cehennem Birlikleri”, kitleler biçiminde teslim olanları acımasızca öldürür, savunmasız yüzlerce köyü yakar, ateşli silahlardan tasarruf etmek için kadın, çocuk ve yaşlıları kesici silahlarla katleder. Bu kanlı zaferin ardından, General François Joseph Westermann, Paris’e gönderdiği raporda durumu şöyle özetler: “Cumhuriyetçi yurttaşlar, artık Vendée yok! Çocuklarıyla ve kadınlarıyla kılıcımız altında can verdi. Vendée’yi, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdük. Bana verdiğiniz emir uyarınca, çocukları atlarımızın ayakları altında ezdik. Kadınları, yeni asiler doğurmamaları için katlettik. Yolları cesetlerle kapladık. Teslim olmak için gruplar biçiminde gelen köylüleri durmaksızın kurşuna dizdik. Onlara, devrimin acımasız olduğunu göstermek için hiç tutsak kabul etmedik.”

Cezayir Katliamı

Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi.Fransa Ulusal Meclisi’ndeki azınlık durumundaki sosyalistler, 1915 yılında Türkiye’de işlendiği iddia edilen Ermeni soykırımının yalanlanmasını reddedenlere yönelik ceza getirmeyi öngören yasanın gerekçelerine bakıldığında, Fransa’nın Cezayir’de işlediği soykırımlar konusunda bu ulusun anılarını canlandırmanın hayati öneme sahip olduğu ortaya çıkıyor.Çok sayıda tarafsız Fransız yetkili, Cezayir’de Fransa kolonel yönetiminin hüküm sürdüğü 130 yıl boyunca kendi ülkelerinin işkencelerini dile getirdi. Örneğin, zorla boyun eğdirmeye katılan paralı askerlerden Edouard Sablier, daha sonra durumu şöyle tarif edecektir: “Kasabaların her yerinde etrafı dikenli tellerle çevrili, içinde binlerce şüphelinin tutulduğu kamplar vardı... Dağlar arasındaki izole edilmiş köylere denetime gittiğimizde, insanların, “Ürünlerini ellerinden alarak onları cezalandırmamız gerekir.” sözlerini duyardım.”Fransız Troçkistleri tarafından yayınlanan “Ohe Partizanları” isimli gazetede, Setif’i “Cezayir Oradour”u olarak tanımlamışlardı. Oradour, Nazi işgalcilerinin aralarında çocukların da bulunduğu 600’den fazla insanı kestiği bir Fransız kasabasıydı.

Tarihin gördüğü en büyük soykırım


Cezayir, ilk kez 1830 yılında bir Fransız kolonisi oldu. Cezayir halkı, Fransız koloni yönetimine karşı ayaklandığında, Fransızlar koloni karşıtı ayaklanmayı bastırmak için ülkeye 400 bin asker yerleştirdi. Fransız kolonel güçleri, kolonel yönetime karşı çıkan ayaklanmaya karşı doğudaki birkaç kente hava ve kara saldırısı düzenledi, özellikle de Setif ve Guelma’ya. Bu sıkı önlemler birkaç gün sürdü ve Cezayir Devleti’ne göre geride 45 bin ölü insan bıraktı. Avrupalı tarihçiler, bu rakamı 15 bin ya da 20 bin olarak kayda geçti. Fansız saldırıları sadece Cezayir topraklarında değil, Fransa’nın içinde de devam etti. 1961 yılındaki Paris katliamı buna en canlı örnektir: 17 Ekim tarihinde, Fransız polisi ülkelerinin Fransız koloni yönetiminden bağımsızlığını kazanmasını talep eden silahsız Cezayirli göstericilerin üzerine ateş açtı. Bu saldırıda kaç göstericinin öldüğü hâlâ net değil; ancak tahminler 32 ila 200 kişi arasında değişiyor. Bu olay, 1999 yılına kadar resmi olarak doğrulanmamıştı. O tarihe kadar tüm Fransız hükümetleri gerçeği saklamışlardı.
Bağımsızlık savaşı boyunca da idamlar ve geniş çaplı tutuklamalar oldu; “Pek çok Avrupalı hukukçu suçlananları savunmayı reddetti. Köylüler havadan bombalandı ve denizden kruvazörlerle top ateşine maruz bırakıldılar. Bu saldırılar rastgele yapılıyordu. Amaç sadece ayaklananları cezalandırmak değil, aynı zamanda tüm Müslüman nüfusa yerini ve haddini bilmesini öğretmekti. Yerleşimciler kendi resmi olmayan ölüm timlerini kurdular ve binlerce Müslüman öldürdüler. Alman ve İtalyan savaş tutukluları, bu katliamda yer almaları amacıyla serbest bırakıldı. 1945 katliamları ise Fransızların Cezayir’de giriştiği en trajik katliamlardan biri oldu. Le Monde gazetesinin de aktardığı gibi, “Fransa, 8 Mayıs 1945’te Avrupa’da zaferi kutlarken, bu ülkenin ordusu Setif ve Guelma’da binlerce masum sivili katlediyordu; bu olaylar Cezayir bağımsızlığının gerçek başlangıcı olmuştu”.Ahmed Bin Bella’nın da dile getirdiği gibi Fransızlar, insanlara ve Cezayir kültürüne karşı bir soykırım işlemişti: “Cezayir’in yerli halkının büyük bir bölümü Fransız kolonel yönetiminin başlarında yok edilmişti, 1830’da dört milyonun üzerinde, 1890’da ise 2,5 milyon kişi öldürülmüştü. Sistematik soykırım, Cezayir kültürel kimliğinin vahşice ezilmesiyle sürdürüldü. Yerli Cezayirliler Fransız tebaasıydı ancak İslam dinini ve Arap kültürünü reddettiklerinde Fransız vatandaşı olabiliyorlardı. Bu acımasız kültürsüzleştirme politikası, geriye kalan Cezayirlilerin kendi anadilleri olan Arapça konuşmamaları yönündeki baskı ve Fransız kolonel kültürü dayatması ile sürdü. Cezayir’in yerli Müslüman halkının silah taşımasına ya da kendi politik toplantılarını düzenlemesine izin verilmedi. Katı yasalara maruz bırakıldılar, hatta evlerini ya da köylerini terk etme konusunda bile kolonel yönetimlerinin onayı gerekiyordu. Dahası, 2005 yılındaki El Cezire televizyonundaki bir röportajında Ahmed Bin Bella, yüzlerce Cezayirlinin 17 Ekim 1961’de canlı canlı La Sinn Nehri’ne atıldığını ve sürüklenmelerinin seyredildiğini anlatmıştı. Çünkü bu insanlar bağımsızlık istiyor ve Fransız yönetimine karşı ayaklanıyordu. Cezayir gazetesi, la Tribune’nin editörü Abdülkerim Gazali, Fransa’nın bağımsız ve egemen Cezayir’in işgalini, Nazi Almanya’sının pek çok Avrupa ülkesini işgaline benzetmiş ve bunun ırkçılık olduğunu yazmıştı. 2005 yılında Cezayir, Fransa’dan kolonel yönetimi sırasında işlediği suçlardan dolayı özür dilemesini talep etti. Cezayir Senatosu sözcüsü Amar Bakhouche, Fransa’nın katliamlar için özür dilememesine tepki göstermişti. Bu konuda Fransa’daki arşivler bugüne kadar kapalı tutuldu. Fransızlar, katliam ve soykırıma dair tüm belgeleri topladı. Pek çok kişi için kapalı tutulan bu arşivler, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımının birer kanıtı. Bakhouche, Fransa’nın arşivlerini kapalı tutmasına da tepki gösterdi. Bakhouche, bu dönemde tutulan arşivlerin büyük bir bölümünün Fransa’ya götürüldüğünü ve gizlendiğini belirtiyor: “Arşivler Fransız ve Cezayirlilere açık değil. Bir an önce bunların kamuya açılmasını istiyoruz.”Fransız Parlamentosu’nun, sözde Ermeni soykırımını inkarı suç sayan kararına karşılık Türk Parlamentosu da Fransızların Cezayir’de işlediği soykırımı yasadışı sayan bir tasarıyı gündemine alıyor. Cezayirliler şimdi her 8 Mayıs’ta Fransa’nın Setif kentinde 45 bin Cezayirliyi öldürmesini ve işkenceleri anıyor ve yürüyüşler düzenliyor. Bu yılın nisan ayındaki Paris ziyaretinde Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Bouteflika, “Kolonileştirme; kimliğimizi, tarihimizi, dilimizi ve geleneklerimizi soykırıma uğrattı.” demişti. Fransa’nın tüm çağrılara rağmen soykırım konusundaki olumsuz tavrı nedeniyle 2005 yılında yürürlüğe girmesi beklenen Cezayir-Fransız dostluk anlaşması gerçekleşmedi. Bununla birlikte, ilişkilerin normalleşmesi de çok yavaş ilerliyor. Cezayir her daim, Fransa’nın soykırım için bir özür dilemesini umut etti ve bunun ilişkilerin düzelmesi için gerekli olduğunu belirtti. Tıpkı, 1963’teki Fransız-Alman mutabakatında olduğu gibi.

Cezayir’deki Fransız Vahşeti

Cezayir 1830’dan 1962’ye kadar yani toplam 132 yıl süreyle Fransa’nın işgalinde kaldı. Bu süre içinde Cezayir halkı da kesintili olarak bağımsızlık savaşları verdi. En şiddetli savaş ise 1954-1962 arasında gerçekleştirilen büyük bağımsızlık savaşıdır. Bu süre içinde Fransız işgalciler 1,5 (bir buçuk) milyon Cezayirliyi hunharca şehit etmişlerdir. Fakat Fransa’nın Afrika’da gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa hemen hemen girdiği tüm Afrika ülkelerinde benzer katliamlar gerçekleştirmiştir. Öldürülenlerin sayısı belki farklıdır ama hepsinde de aynı vahşet ruhunun etkin olduğunu görüyoruz. Üstelik bu katliamlar Ortaçağ’ın karanlık zihniyetiyle değil 20. yüzyılın yani modern çağın modernist felsefesiyle, insan hakları, uluslararası hukuk gibi kavramların bütün dünya kamuoyunun literatürüne girdiği bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Biz de bu araştırmamızda başta Cezayir katliamı olmak üzere, Fransa’nın muhtelif Afrika ülkelerinde gerçekleştirdiği katliamlar hakkında birtakım özet bilgiler vereceğiz.

Fransa’nın Cezayir İşgâli

Fransa’nın Cezayir’e yönelik işgal amaçlı saldırıları 1827’de başlamıştır. Fakat saldırıların başlamasıyla ilgili gelişmeler oldukça ilgi çekici ve düşündürücüdür. O tarihte Cezayir, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet durumundaydı ve başında da aslen İzmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Fakat Osmanlı Devleti’nde baş gösteren zayıflama Cezayir’i de Fransa karşısında zayıf duruma düşürmeye başlamıştı. O sıralarda Fransa hükümeti, Bacri ve Busnak adlı Cezayirli iki Yahudiden 5 milyon Frank ve bir miktar hububat borç almıştı. Fransa krallık idaresine geçince yeni yönetim bu borçları tanımakla birlikte ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine söz konusu iki Yahudi alacaklarının tahsili için Dayı Hüseyin Paşa’yı devreye soktular. Hüseyin Paşa da tebaasından olan bu iki kişinin alacaklarını tahsil için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. 29 Nisan 1827 tarihinde bu borçların tartışıldığı sırada Dayı Hüseyin Paşa, Fransız konsolosu Pierre Deval’in yüzüne elindeki yelpazeyle vurdu. Fransa da bu olayı savaş ilanı kabul ederek 16 Haziran 1827’de askeri harekatı başlattı. Aslında Fransa böyle bir harekat için söz konusu olaydan önce hazırlığını yapmıştı. Bu ilk harekattan sonra Cezayir’in sahillerini abluka altına aldı.O sıralarda Yunanistan işgaliyle uğraşan İstanbul yönetimi (Babıali) ise olaylara müdahale etme imkanından yoksundu. Bu yüzden diplomatik yollardan meselenin çözümü için uğraş veriyordu. Ama Fransa avantajlı durumunu değerlendirerek işgal planını gerçekleştirmek istiyordu. Fransa, İngiltere ve Rusya’yla da işbirliği yaparak 20 Ekim 1827’de Navarin’deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığından Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Bu duruma rağmen yine de Fransa, Cezayir’i kısa sürede işgal edemedi. 14 Haziran 1830’da General Bourmont komutasında yeni bir donanma ve 37.000 kişilik takviye birlik gönderdi. Bu takviye güçlerle 5 Temmuz 1830’da başkent Cezayir’i işgal edebildi. Fakat o sırada meşhur Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir’in tümünü ele geçiremedi. Emir Abdülkadir’in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1947’ye kadar sürdü ve Fransa’nın ülkenin tümü üzerinde hakimiyet sağlaması da ancak bu direnişin sona ermesinden sonra gerçekleşti.

Fransa Sultasındaki Cezayir

Fransa, 22 Temmuz 1834’te Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği’ni kurdu. Bu genel valiliğin işi daha çok ülkedeki sömürge yönetimini güçlendirme amacıyla ülkenin batısında Emir Abdülkadir liderliğinde, doğusunda da Ahmed Bey’in liderliğinde bağımsızlık savaşı veren gerilla güçleriyle uğraşmak oldu. 1847’ye kadar süren bu savaşta işgal güçleri epey kayıp verdiler.Fransız işgal güçleri Cezayir halkının direnişini kırmak ve bağımsızlık yanlısı direnişe destek vermesini engellemek amacıyla askeri, siyasi, dini, kültürel ve ekonomik her baskı yolunu denediler. Kültürel yönden halkın Müslüman ve Arap kimliğini yok etmek amacıyla baskı yaptı, Arapça ve Berberice yerine Fransızca’yı hakim kılmak için uğraştılar. Dini yönden Müslümanlığın yerine Hıristiyanlığı hakim kılmak için yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı ve bu amaçla baskı uygulamalarına başladılar. İşgale karşı direnen kabilelerin arazilerine el koymak suretiyle ekonomik baskı metotlarına başvurdular. Halka hizmet veren vakıflara ait gayri menkullere el koymaya başladılar. Ülkenin en güzel bölgelerinde sömürge yerleşim birimleri oluşturdu ve buralara Avrupalıları getirtip yerleştirdiler. Avrupa’dan göçü teşvik amacıyla da yerli kabilelerden zorla gasp edilen araziler göçmenlere bedava dağıtıldı. 1841-1850 yılları arasında yerli ahaliden gasp edilen 115 bin hektar arazi Avrupalı göçmenlere bedava dağıtılmıştır. 1930’da ise bu şekilde Avrupalı göçmenlere dağıtılan arazinin miktarı 2 milyon 345 bin hektarı (23 milyon 450 bin dönümü) bulmuştur. Bu teşvikler yüzünden de Avrupa’dan göçte göze batar bir artış gerçekleşmiştir.

Despotik Bir Yönetim

Fransa, Cezayir’i işgal ettikten sonra ülkenin yerli halkını yönetmek amacıyla “Arap Büroları” adı verilen askeri merkezler oluşturdu. Bu merkezler zulüm ve baskı anlayışına göre teşekkül etmişti. Bu yönetim biçimi 1870 yılına kadar devam etti. Tamamen işgal güçlerinin kontrolünde olan bu merkezler bir bakıma ülkede sıkıyönetimi hakim kılan askeri merkezler durumundaydı.1870’te sivil yönetime geçildi ve Cezayir, Fransa İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Bu gelişmeden sonra 1871’de Muhammed el-Mukrani’nin etrafında toplanan 200 kadar kabile ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı. 1881’de Sidi Şeyh liderliğinde ikinci bir ayaklanma gerçekleştirildi. Fransa sömürge yönetimi her iki işgali bastırmak için de ülkenin her tarafını kan gölüne çevirdi ve binlerce insanı vahşice katlettiler. İkinci ayaklanma 1884’te bastırılabilmiştir ve bu üç yıllık süre içinde çok sayıda insan katledilmiştir. Bu isyan bahane edilerek ülkedeki tüm yargı mekanizması askıya alınmış ve “Yerli Kanunu” adı verilen zulüm kanunları uygulamaya geçirilmiştir. Bu kanunların uygulaması 1919’a kadar sürdürüldü. Bu kanunlar Fransızlara özel bir ayrıcalık tanırken Cezayirlileri bütün insan haklarından mahrum ediyordu. Yani bu kanunlara dayalı olarak Amerika’dakine benzer şekilde bir tür ırk ayrımı politikası uygulanıyordu. Bu politika Cezayirlileri aynı zamanda ekonomik yönden de zor duruma sokuyordu. Onlardan ağır vergiler alarak işgal yönetiminin tüm giderlerini onlardan alınan vergilerle karşılıyordu. Bu uygulama çok sayıda Cezayirliyi ülkelerini terk etmeye zorlamıştır.

Sadece Cezayir mi?

Fransa’nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa, sömürgeleştirdiği ve bu yolla bütün beşeri ve ulusal servetlerini kullandığı diğer Afrika ülkelerinde de büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Evet, bütün ulusal servetlerinden istifade ettiği ülkelere Fransa’nın lütfettiği mükafatlar o ülkelerin insanlarını ya topluca katletmek, ya vatanlarını terke zorlamak, ya dinlerini değiştirmeye mecbur etmek, ya fakirleştirmek veya benzeri bir zulme maruz bırakmak olmuştur. İşte birkaç örnek:

Benin

Sömürgecilerin Afrika’ya yayıldıkları dönemlerde bugünkü Benin kıyılarında köle ticaretinin önemli merkezleri kurulmuştu. Fransızlar köle ticaretinde ve daha başka alanlarda kendilerine sağlanan kolaylıklarla yetinmeyerek, bugünkü Benin topraklarında hüküm süren Dahomey krallarıyla 1861 ve 1868 yıllarında iki ayrı anlaşma yaparak Benin kıyılarına iyice yerleştiler. Bu durum İngilizlerle aralarının açılmasına ve bazı çatışmalara yol açtı. 1882’de Porto Novo ve Kotonu’da himaye yönetimi kuran Fransız sömürgeciler ülkeyi tamamen işgale kalkıştılar. Dahomey kralı ve halkı buna karşı çıkarak silahlı mücadele başlattı. Ancak modern imkânlara sahip olan Fransız sömürgeciler kuzeye doğru ilerleyerek 1904’te Dahomey’i tamamen işgal ettiler. İşgalden sonra bu topraklar Fransa’ya bağlı bir genel vali tarafından yönetilmeye başladı. Bundan sonra zaman zaman Fransız sömürgesine karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Ancak işgalci Fransızlar bu ayaklanmaların hepsini kanla bastırdılar. Dahomey’in bağımsızlığını ilan etmesi ise 1 Ağustos 1960’ta gerçekleşti.

Burkina-Faso

Sömürgecilerin bugünkü Burkina-Faso topraklarına girdiği sırada bölgede Mossiler hüküm sürüyordu. Ancak o dönemde gerçekleşen bölünmelerden sonra ortaya çıkan Mossi krallıkları arasında iç savaşlar oldu. Bu gelişmeler Fransız sömürgecilerin müdahalelerini kolaylaştırdı ve 1895 yılında, daha önce Mossiler arasındaki bölünmeler sonrası ortaya çıkmış olan Yatenga krallığı Fransız himayesine girdi. Bu olay Fransız sömürgecilerin bölgede güçlenmelerine imkân sağladı. Dolayısıyla Fransızlar 1896’da bugünkü Burkina Faso’nun başkenti ve tarihte önemli bir ticari merkez rolü oynamış olan Vagadugu’yu ele geçirdiler. Böylece Mossi krallığı da Fransızların eline geçmiş oldu. Fransız sömürgeciler 1897’de de güneydeki Gwiriko ve Wahabu devletlerini yıkarak bugünkü Burkina Faso topraklarının tamamını ele geçirdiler. Fransızlar bölgeyi 1904 yılında Yukarı Senegal - Nijer Birliği’ne bağladılar, sonra 1919’da Yukarı Volta adıyla ayrı bir sömürge haline getirdiler. Bu arada Fransız Milletler Birliği’ne bağlandı. 1932’de Sudan, Nijer ve Fildişi Sahili arasında paylaştırılan Yukarı Volta 1947’de yeniden tek bir ülke haline getirildi. Fransa’nın bütün hakimiyeti genellikle güç kullanımıyla devam etmiştir.

Cibuti

1859’da Cibuti kıyısındaki Ubuk (Obock) şehrini ele geçiren Fransızlar, 11 Mart 1862’de Tecura sultanı Ahmed Ebu Bekir’i kendileriyle bir anlaşma yapmaya zorladılar. Anlaşmaya göre Ubuk şehri 52.000 Frank karşılığında Fransızlara bırakılıyordu. Bu anlaşma Fransızların bölgede hâkimiyet kurmalarına zemin hazırladı. Ubuk’u bir üs edinen ve oraya bir iskele kuran Fransa, sonraki yıllarda Cibuti’deki bütün kabile şeflerini kendisiyle anlaşma yapmaya zorlayarak hâkimiyetine aldığı alanı genişletti. 1888’de İngilizlerin işgali altında bulunan Somali sınırlarına kadar ulaştı. Bu işgalden sonra Cibuti topraklarına Fransız Somalisi adı verildi. Güneyde yer alan bugünkü Somali’ye de o zaman İngiliz Somalisi deniyordu. Çünkü burasını da İngiliz sömürgeciler işgal etmişlerdi. 1888 yılında Fransa’yla İngiltere arasında bir anlaşma yapılarak iki Somali’nin kesin sınırları belirlendi. Bu anlaşmadan sonra Fransız sömürgeciler bölgedeki merkezlerini Ubuk’tan Cibuti’ye taşıdılar.Cibuti’nin Müslüman halkı Fransız sömürgesini hiçbir zaman kabullenmek istememiştir. Ancak Fransızlar Müslümanların bütün direnişlerini baskıyla ve zulümle bastırdılar. Afar Müslümanlar 1917’de Fransız sömürgecilere karşı geniş çaplı bir ayaklanma başlattılar. Ancak Fransız sömürgeciler bu ayaklanmayı da bütün insanlık dışı uygulamalara başvurarak bastırdılar. Fransız sömürgeciler bir yandan da Cibuti halkını kendi dinlerinden uzaklaştırmak için yoğun misyonerlik faaliyetleri başlattılar. Fransızlar bu işi iki yönlü olarak yürütüyorlardı. Bir yandan İslâmî eğitimi yasaklıyor, Müslümanların dinlerini öğrenmelerini engelliyorlar, bir yandan da getirdikleri misyonerler vasıtasıyla kendilerini yoğun bir Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine tabi tutuyorlardı. Ancak bütün bu çalışmalarına rağmen Hıristiyanlaştırma konusunda hiçbir başarı elde edemediler. Bugün Cibuti’de yaşayan Hıristiyanların tamamının Avrupa asıllı olması bunun göstergesidir. Fransızların bu konuda kendi açılarından başarı sayabilecekleri tek şey Müslümanları dinleri hakkında bilgisiz bırakmak suretiyle, onların İslâm öncesi dönemlerine ait bazı adetlerini yeniden canlandırarak bugünkü hayatlarına taşımaları oldu.

Çad

Bugünkü Çad toprakları üzerinde 19. yüzyılın ortalarında, başlangıçta fil avcılığı ve ticaret kervanlarına rehberlik yapan Zübeyr adlı bir şahıs bir İslâm devleti kurdu. Onun kurduğu devlet kısa zamanda geniş alana yayıldı. Bu devlet bölgedeki kabileleri ve bölgedeki Veday krallığını kendine bağladı. Bu devlet, 1878 - 1900 yılları arasında saltanatı elinde tutan Rabih bin Zübeyr zamanında bölgenin en güçlü devleti oldu Rabih bin Zübeyr’in saltanatının devam ettiği sıralarda Fransız sömürgeciler bölgeye askeri güçler göndermeye başladılar. Fransız güçleri girdikleri yerlerdeki yerel yöneticilerin saltanatlarına son veriyorlardı. Kral Rabih Fransızlara karşı koydu. 1880 ve 1890’da Fransız birliklerine karşı verdiği savaşları kazandı. Bu durum karşısında Fransız sömürgeciler Çad çevresinde bazı yerlere yeni askeri üsler kurdular. 4 Şubat 1894’te de Fransız, İngiliz ve Alman sömürgeciler aralarında anlaşma yaparak Çad gölü çevresini paylaştılar. Bu paylaşmada bugünkü Çad toprakları Fransa’nın payına düştü. Fransızların Çad topraklarını ele geçirmek için saldırıları devam etti. Müslümanlar uzun süre vatanlarını kahramanca savundular. Bu kahramanca mücadelenin başını çeken Sultan Rabih 1900’de öldürüldü. Ondan sonra oğlu Fadlullah bu mücadeleyi sürdürdü. O da 1909’da öldürüldü. Fransızlar bu arada bölgedeki önemli merkezleri ele geçirmiş birçok yerel yönetimi ortadan kaldırmışlardı. 1911’de gerçekleşen bir savaştan sonra da Çad’ın tamamını ele geçirdiler. Fransız araştırmacılar Çad’ın tarihini Fransa’nın burayı işgal ettiği yıldan başlatırlar ve öncesini bir vahşet olarak nitelerler. Oysa işin gerçeğinde Fransızların Çad’ı işgalleriyle birlikte bu ülkede bir kara dönem, bir vahşet dönemi başlamıştır. İşgalci Fransızlar Çad’da çok sayıda camiyi ve medreseyi yıktılar. İslâmî eğitimi tamamen yasaklayarak Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dini cemiyetlerini kapattılar. Çok sayıda ilim adamını zindanlara atarak işkenceyle öldürdüler. Müslüman kadınları rencide ettiler. Bazı Müslüman ilim adamları Fransız zulmünden kurtulmak için çeşitli yerlere kaçtılar. Fransızlar bunları ortaya çıkarmak amacıyla 1917’de Çad’da dini hayatın yeniden düzenlenmesi konusunda Abeşe şehrinde bir sempozyum düzenleneceğini açıkladı ve bunu her tarafta ilan etti. 400 kadar ilim adamı olumlu bir gelişme olacağını ümit ederek sempozyumun düzenleneceği salona toplandılar. Ancak çok geçmeden Fransız güçleri salonu her taraftan sararak toplanan ilim adamlarının hepsini öldürdüler. Fransızların cinayetleri ve katliamları sonraki yıllarda da devam etti. Fransızların Müslüman ilim adamlarını ve dinlerine bağlı Müslümanları yok etmekteki amacı Çadlılara dinlerini öğretecek, İslâm’ı hakkıyla bilen birini hayatta bırakmamaktı. Fransızlar Çadlı Müslümanları dinlerinden habersiz bir hale getirdikten sonra ya Hıristiyan yapacaklarını ya da eski putperest adetlerine döndüreceklerini umuyorlardı. Fransızlar Çad’ın güneyinde yaşayan putperestlerle işbirliği yaparak siyasi ve ekonomik politikalarında sürekli onları gözettiler. Bu yüzden ülkedeki ekonomik denge Müslümanların aleyhine bozuldu. Bu durum sonraki yıllarda istikrarsızlığa ve ciddi problemlere yol açtı.1944’te Çad’a Fransa’ya bağlı bir deniz aşırı ülke statüsü verildi. Bu, Çad’a kısmi özerklik verilmesi anlamı taşıyordu. Ancak dışişlerinde Fransız denetimi devam edecekti. 1947’de Fransa’nın denetiminde ilk genel seçim yapıldı. Seçim sonrasında oluşturulan parlamentoya hep Fransa yanlıları seçilmişlerdi. 1947’de seçim yapılmasına rağmen Çadlılar ilk hükümetlerini ancak on yıl sonra yani 1957’de kurabilmişlerdir. Bu ilk hükümetin başına da Batı Hindistan’dan gelerek Çad’a yerleşmiş olan ve Fransa’ya bağlılığıyla bilinen Gabriel Lisette getirilmişti. Onun hükümetinde görev alanlar da hep Fransa’ya yakınlıklarıyla bilinen, Fransa’nın çıkarlarını gözeteceklerine kesin gözüyle bakılan kimselerdi. Yani Fransa’nın çıkarlarını koruma görevi artık Çadlılara verilmişti.

Gabon

1839’da, bugünkü Gabon topraklarını Fransızlar, Portekizlilerden satın alarak buraya bir sömürge merkezi kurdular. Bu satın alma işleminden sonra Fransızlar, Atlas Okyanusu kıyısına bir köle ticareti merkezi kurarak insanları zincirlere vurup satma işini sürdürdüler. Gabon’u Fransız Batı Afrikası’nın bir parçası haline getiren Fransızlar 1886’da burayı Fransız Kongo’suna bağladılar. Fransız sömürgesi döneminde Gabon’da geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması da başlatıldı. Fransız işgalciler maddi yönden destekledikleri çok sayıda Hıristiyan misyoneri Gabonluların arasına yaydılar. Ancak misyonerler, geniş maddi imkânlara sahip olmalarına ve bir yüzyıldan fazla çalışma yapmalarına rağmen ülke nüfusunun sadece üçte birine yakın bir kısmını Hıristiyanlaştırabilmişlerdir. Misyonerler genelde putperest Gabonlular arasında etkili olabildiler. Müslümanlara yönelik çalışmalarından hiçbir başarı elde edemediler. Fransız sömürgecilerin İslâmî çalışmaları engellemelerine ve Müslümanları kıskaca almalarına rağmen sömürge döneminde, Gabon’da Müslümanların sayısı daha da artmıştır. Bunda Fransız ordusunda görev yapmaya zorlanan Afrikalı Müslüman askerlerin de etkisi oldu. Bu Müslüman askerler Fransızların baskılarına rağmen ordudaki görevleri sırasında dinlerini yaşamaya devam ettikleri gibi çevrelerindeki insanlara da iyi muamelede bulunarak onların İslâm’a ısınmalarını sağladılar. Gabon’a 1958’de Fransız Milletler Topluluğu’na bağlı özerk bir sömürge statüsü verildi. 17 Ağustos 1960’ta da bağımsız bir ülke haline getirildi.

Gine

1885 Berlin Konferansı’nda Avrupalı sömürgeciler Batı Afrika topraklarının paylaşılması konusunda aralarında bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmada Gine, Fransızlara verildi. Bundan sonra 1887’de bugün Gine’nin başkenti olan Konakri’ye askeri garnizon kuran ve Gine’deki askeri güçlerini artıran Fransızlar, Futa Calon emirleri üzerindeki baskılarını artırdılar. 4. İbrahim Sori’den sonraki emir Ebu Bekir Sori’nin 1896’da öldürülmesinden sonra yerine geçen emir Fransız himayesini kabullendi. Bu olaydan sonra Gine, Fransız Batı Afrikası’nın bir parçası oldu. Bu olaydan sonra Futa Calon Müslümanlarının ileri gelenlerinden İmam Samori Ture ve oğlu Karamoko, Fransız himayesine karşı çıkarak cihada devam ettiler. Ancak İmam Samori 29 Eylül 1898’de Fransızlara esir düştü ve Gabon’a sürgün edildi. 1900’de de orada vefat etti. Fransız sömürgeciler diğer Batı Afrika ülkelerinde yaptıklarını Gine’de de yaptılar. Ülkeden İslâm’ın izlerini silmek için İslâmî eğitimi yasakladılar, İslâmî medreseleri ve eğitim kurumlarını kapattılar, ilim adamlarını ya öldürdüler veya vatanlarını terk etmeye zorladılar. Onların yerine ülkenin her tarafına Hıristiyan misyonerleri yayarak Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak halk işgal yönetimini hiçbir zaman benimsemedi ve Hıristiyan misyonerlerin propagandalarına da rağbet etmedi. Bağımsızlık arzusu da Ginelilerin gönüllerinden hiç silinmedi. 1950’lerden sonra bağımsızlık arzusu fiili eylemlere, genel grevlere, işçi hareketlerine vs.’ye dönüştü. Bu mücadelenin öncülüğünü Ahmet Seku Ture adlı bir şahıs yürütüyordu. Ahmet Seku Ture, Gine Demokratik Partisi adlı bir parti kurdu ve 1957’de yapılan seçimlerde 60 kişilik mecliste 56 üyelik kazandı. Gine halkı Fransız cumhurbaşkanı De Gaulle’ün sunmuş olduğu yeni anayasayı reddetti. Sonuçta Gine, 2 Ekim 1958’de bağımsız devlet oldu.

Kamerun

1916’da Fransızlar ve İngilizler Kamerun’u işgal etti ve aralarında paylaştılar. Bu paylaşmada ülkenin dörtte üçünden fazlası Fransızların payına düştü. Fransız ve İngilizlerin Kamerun üzerindeki hâkimiyetleri 20 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından da onaylandı. Fransız ve İngiliz işgalciler, bu ülkeyi onlardan önce işgal altında tutan Almanların yaptığı gibi Müslümanlara baskı ve misyonerlik faaliyetlerine ağırlık verme işini sürdürdüler. Misyonerler daha çok yerel dinlere mensup animistler arasında etkili oldular. Müslümanların sayısında hiçbir azalma olmadı. Aksine artış oldu. Fransız Kamerunu denilen kısım, 1 Ocak 1960’ta BM gözetiminde gerçekleştirilen bir referandum sonucunda bağımsızlığını elde etti.

Komor Adaları

Bugünkü resmi adı Komorlar Federal İslam Cumhuriyeti olan Komor Adaları’na karşı 1830’lu yıllarda Fransız sömürgeciler saldırılar başlattı ve 1841’de Mayot (Mayotte) adasını ele geçirdiler. Büyük Komor’da 1875’te Sultan Ahmed’in yerine geçen torunu Seyyid Ali, Fransızlara yanaşmak ve onların himayelerini kabullenmek zorunda kaldı. Fransızlar Anjuvan Adası’nı da 1886’da Sultan III. Abdullah’ın adaya hükmettiği sırada hâkimiyetlerine aldılar. Böylece bütün Komor Adaları Fransız hâkimiyetine geçmiş oldu. Adalardaki geleneksel sultanlık yönetimi (emirlik) Fransız hâkimiyeti altında 1912’ye kadar devam etti. Fransızlar 1912’de bütün yerel yönetimleri ve İslâmî uygulamaları ortadan kaldırdılar ve Komorlar’ı yine kendi hâkimiyetlerinde olan Madagaskar’a bağladılar. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komor Adaları Müslümanları bağımsızlık mücadelelerine hız kazandırdı ve bu amaçla Tanzanya’da bazı örgütler kurdular. Bu örgütler sonra Komor Adaları Milli Kurtuluş Hareketi bünyesinde birleşerek organize bir faaliyet içine girdiler. Fransa da 1974’te adaların geleceğiyle ilgili bir referandum yapmak zorunda kaldı. Açıklanan sonuçlara göre Mayot Adası halkının % 65’i Fransız idaresinin devamını, diğer adalardaki halkın ise % 95’i bağımsızlığı istemişti. Fransa, 1 Ocak 1976’da Mayot Adası dışındaki adaların bağımsızlığını kabul etti. Ancak ilginçtir ki kurulan bağımsız cumhuriyetin başkanlığına bir batı hayranı olan Ali Suveylih geçirildi. Ali Suveylih ülkesini modernleştirme iddiasıyla İslâmî tesettürü ortadan kaldırmak dahil birtakım reformlar gerçekleştirmek suretiyle Fransız işgalcilerin başaramadıklarını başarma çabası içine girdi. Ancak 1978’de Ahmed Abdullah tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle Ali Suveylih görevden uzaklaştırıldı. Yeni başkan Ekim 1978’de anayasayı değiştirerek devletin resmi adını “Komorlar Federal İslâm Cumhuriyeti” yaptı.

Moritanya

Sömürgeci güçler Senegal ve Moritanya konusunda aralarında uzun süren bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga 1814 Vaterlo savaşından sonra Napolyon’un diğer sömürgeci güçleri yenilgiye uğratmasının ardından imzalanan anlaşmayla Senegal topraklarının, hâkimiyet sınırlarını genişleten Fransa’ya bırakılmasıyla sona erdi. Fransız sömürgeciler Moritanya’yı ele geçirmek için 19. yüzyılda birçok kez saldırılar düzenledilerse de başarılı olamadılar. Ama bu işi fitne yoluyla başarabildiler. Fransız sömürgeciler bazı fırsatları kullanarak birtakım kabile başkanlarıyla ilişki içine girdiler ve bu ilişkiler sonunda Araplarla Berberiler arasına düşmanlık sokmayı başardılar. Bunun üzerine çıkan Arap - Berberi kavgasından yararlanan Fransız sömürgeciler 1903 yılında Moritanya’nın Trarza bölgesini ele geçirdiler. Sonraki yıllarda da saldırılarını sürdüren Fransızlar 1920’de Moritanya’nın tamamını işgal ettiler. İşgalden sonra Moritanya, sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika’sının bir eyaleti oldu. Fransızlar Moritanya’yı işgal ettikten sonra ülkenin her tarafına yaydıkları misyonerler vasıtasıyla geniş çaplı bir Hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak dinlerine son derece bağlı olan Moritanya Müslümanları arasında Fransızların saldığı Hıristiyan misyonerler hiçbir başarı elde edemediler. Moritanya halkı işgal yönetimine karşı sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadelede bazı tarikat şeyhlerinin ve din alimlerinin önemli etkinlikleri oldu. Bağımsızlık mücadelesi 1958’de oldukça etkili duruma geldi. Fransa yönetimi, 5. Fransız Cumhuriyet Anayasası’nı kesinlikle reddeden Moritanya’ya Fransız Milletler Birliği içinde bağımsız bir üye statüsü verdi.

Nijer

Nijer toprakları 19. yüzyılın sonlarında Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi ve 3 Ağustos 1960 tarihine kadar Fransız işgalinde kaldı. Fransız işgalciler diğer Afrika ülkelerinde başvurdukları baskı ve Hıristiyanlaştırma uygulamalarına aynen Nijer’de de başvurmuşlardır.

Senegal

Bugünkü Senegal topraklarında, sömürgecilerin bölgeye girmelerine kadar Murabıtlar devleti hüküm sürüyordu. Bu devletin hakimiyeti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar sürdü. Bu paylaşımda bugünkü Senegal toprakları Fransız sömürgecilere düştü. Fransızlar 1904’te bugün Senegal’in başkenti olan Dakar’ı Fransız Batı Afrika’sının merkezi yaptılar. Bu şehri hem Batı Afrika’daki hâkimiyet sınırlarını genişletmek için bir hareket merkezi, hem de bir ticaret merkezi haline getirdiler. Senegal halkı Fransız işgaline başından itibaren karşı çıktı. Bazı Müslüman liderlerin öncülüğünde değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Ancak Fransız sömürgeciler ellerindeki teknik imkânları kullanarak bu ayaklanmaları bastırdılar. Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Senegal’de de hâkimiyetlerini sağlamlaştırabilmek amacıyla geniş çaplı Hıristiyanlaştırma faaliyetleri başlattılar. Ancak bu konuda hiçbir başarı elde edemediler. Ülkede kurulmuş olan İslâmî eğitim kurumlarının ve Müslüman ilim adamlarının gösterdikleri gayretlerin, Hıristiyanlaştırma çalışmalarının sonuçsuz kalmasında önemli etkinliği olmuştur. Senegal’e 1958’de Fransız Uluslar Topluluğu’na bağlı özerk bir cumhuriyet statüsü verildi.

Tunus

Tunus, 12 Mayıs 1881’de Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar ülkeye “yüksek komiser” dedikleri genel vali tayin ederek yönetmeye başladılar. Fransızlar işgal ettikleri bütün diğer ülkelerde başvurdukları zulüm uygulamalarına burada da başvurdular. Bu zulme karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu. Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus’ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Dustur Partisi adında bir siyasi parti kuruldu. Ancak Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelelerini kendi kontrollerine almak için başvurdukları sinsi oyunlara burada da başvurarak kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba’yı bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başardılar ve ona Yeni Dustur Partisi adında bir parti kurdurdular. Habib Burgiba başlangıçta İslâmcı düşünceyi destekliyor, camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında İslâmî kavramlar ve özellikle cihat konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, bir Fransız ailenin yanında büyümüş ve Fransa’da hukuk öğrenimi görmüş biriydi. Fransızlar Burgiba’yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 - 36 ve 1938 - 42 yılları arasında hapse de attılar. Burgiba sinsi politikasına dış destek bulmak amacıyla 1945’te Fransız işgal yönetiminden kaçtığı görünümü vererek Kahire’ye geçti. 1949’a kadar Kahire’de kalarak bu dönem içinde Arap ülkeleri başta olmak üzere İslâm ülkelerinin desteğini sağlamaya çalıştı. Tunus’a dönüşünden sonra halkı isyana teşvik eden Burgiba bu arada Fransız işgalcilerin Tunuslu Müslümanları kırıp geçirmeleri için gerekli şartları oluşturuyordu. Sonuçta Fransızlar kendi adamları olan Burgiba’nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956’da işgale son vererek Tunus’un bağımsızlığını tanıdılar. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus cumhurbaşkanlığına getirildi. Ancak tutumunu birden bire değiştirerek İslâm aleyhtarı bir siyaset izlemeye başladı. Partisinin adını Sosyalist Dustur Partisi olarak değiştirdi. Zulüm uygulamalarına da Fransızların kaldığı yerden üstelik her geçen gün biraz artırarak devam etti. ALINTI