Thursday, August 30, 2012

Suriye Cumhurbaşkanı Esed’in röportajının geniş özeti


Suriye Cumhurbaşkanı Esed’in röportajının geniş özeti
YDH- Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, ed-Dunya televizyonuna verdiği demeçte ülkede yaşanan olayları, bölgesel ve uluslar arası gelişmeleri değerlendirdi.


YDH- Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, ed-Dunya televizyonuna verdiği demeçte ülkede yaşanan olayları, bölgesel ve uluslar arası gelişmeleri değerlendirdi.
Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in ed-Dunya televizyonuna yaptığı açıklamalardan önemli bölümlerin çevirisini sunuyoruz.
“Sıradan vatandaşlar, durumu onun vehametine göre değerlendiriyorlar. Şiddet artınca durum onlar açısından vahim oluyor; şiddet azalınca durum onlar açsından daha iyi oluyor. Ama güvenlik operasyonları söz konusu olunca durum bu şekilde değerlendirilemez. Çünkü şiddet devam edebilir ya da artabilir; ama durum bir anda sakinleşebilir. Bunun tersi de mümkündür, yani sakin olan durumun bir anda şiddetlenmesi de mümkündür.
Onlar ülkeyi harabeye çevirmek istiyor. Bu yüzden Dera’dan başladılar, Humus’a gittiler. Sonra Şam’a, halep’e Deyr ez-Zor’a ve diğer illere gittiler. Kentleri birer birer denediler.
Ordunun katıldığı çatışmalar taktik, stratejik ve teknik açılardan son derece karmaşık çatışmalardır. Buna rağmen silahlı kuvvetler bu alanda büyük başarılar gösterdiler. Herkes olayların birkaç hafta, birkaç gün veya birkaç saat içinde bitirilmesini umuyor. Ancak bu mantıklı değil; çünkü biz bir bölgesel ve uluslar arası savaşla karşı karşıyayız, dolayısıyla da bunun kaderini belirlemek için zamana ihtiyacımız var. Ancak şunu söyleyebilirim ki biz ilerliyoruz. Durum iyileşti; ama henüz mesele hallolmadı.
Komşu ülkeler
Bazı komşu ülkeler Suriye’yi destekliyor; ama teröristlere ulaştırılan lojistiği tamamen durduramıyor. Bazıları kendileri kenara çekiliyorlar ve teröristlere yardım edilmesine göz yumuyorlar, bazıları ise bu yardımlara bizzat katılıyorlar.
Türkiye hükümeti, Suriye’de daha önce akan ve halen akıtılmakta olan kandan doğrudan sorumludur.
Biz Türkiye ile ilişki kurduğumuz zaman şahıslarla ya da hükümetlerle olan geçici ilişkiler peşinde olmadık. Yaklaşık asırlar süren gerilimli tarihe baktık ve bu gerilimleri ortadan kaldırmak istedik. Şimdi bazı yetkililerin cahilliği yüzünden geri mi dönmeliyiz, yoksa Türk halkıyla ilişkilere mi bakmalıyız. Türk halkı krizli dönemlerde bizi destekledi ve yapılan tüm medya propagandalarına rağmen bu tutumunu değiştirmedi. Biz öncelikle halklara bakmalıyız; çünkü hükümetler geçicidir. Hükümetlerle olan sorunlar geçicidir. Bu yüzden bu meselede infialle hareket etmemeli ve tepkisel olmamalıyız. Aksine halklarla olan ilişkimizi korumalıyız. Çünkü gerçekte bizi desteklemekte olan halklardır.
Bazı Suriyeliler halkların kendi hükümetlerine karşı tepki göstermesini bekliyor, bu doğru; ancak bunun için zamana ihtiyaç var. Şunu unutmamamız gerekiyor ki bu halkların kendisi de hükümetleriyle siyasi mücadele içerisinde bulunuyor. Gerçekçi olmalı ve kar-zarar hesabını iyi yapmalıyız. Halklarla olan ilişkilerimizi iyileştirmeliyiz. Gerçekleri aktararak bu halklara yardımcı olmalıyız. Halklar, Suriye’de yaşanan gerçekleri ve kendi yetkililerinin tutumlarının gerçekliğini anladığında kendi hükümetlerine karşı siyasi tutumlarında daha güçlü hareket edecektir.
Humus’ta yaşananlar diğer kentlerde yaşananlardan farklı değil. Suriye silahlı kuvvetleri kentlerde çatışmalara girdiğinde şu iki noktayı göz önünde bulundurmalıdır. Birincisi halkın can güvenliğini ikincisi de halkın malını korumalıdır.
Silahlı kuvvetlerin tüm gücünü kullanıp geniş alanları yerle bir etmesi doğru değildir ve olumlu sonuçlar doğurmaz. Bu tür çatışmalarda zamana ihtiyaç vardır. Öte yandan şunu da unutmamak gerekiyor ki özellikle Humus’ta silahlı gruplara yardımlar sürüyor; çünkü onlar Humus’u zaferlerinin merkezi görüyorlar.
Tampon bölge  
Tampon bölge her yer için söz konusu edilebilir. Suriye’nin kentlerinin çoğu sınır bölgelerindedir. Örneğin Deyr-ez Zor, Haseke, Rakka, Halep, İdlib ve Lazkiye bu şekildedir. Tampon bölge iki ülkenin anlaşmasıyla olabilecek bir şeydir. Biz Suriye hükümeti olarak herhangi bir bölgenin Suriye kontrolü dışında olmasına hiçbir zaman karar vermedik.
Ordunun bir bölgeye girmesi, ordunun o bölgeye girme gücünün olduğu anlamına gelmektedir. Onlar, Suriye’nin birçok bölgesinin kontrol dışına çıktığını söylüyorlar; ama ordu bu bölgelere kolayca girebilmiştir; dolayısıyla tampon bölge fiilen imkansızdır.
Suriye ordusunun görevi içeride ve dışarıda düşmana karşı koymaktır. Dünyadaki bütün silahlı kuvvetlerin görevi ülkenin korunmasıdır. Bu koruma sadece dış düşmana karşı yapılmaz. Her nerede olursa olsun her türlü düşmana karşı ülkeni korursun. Ordu bu aşamada işe dışarından değil, içeriden başladı.
Yabancıların planları doğrultusunda hareket eden her Suriyeli düşmana dönüşür. Yasalarda da bu suçu işleyenlerin cezası idamdır. Bu aşamada düşman faaliyetlerine içeriden başladı. Silahlı kuvvetler de doğal olarak içeride onlara karşı koymaktadır.
Suriye askeri operasyonlar için Rusya, Çin ve ABD’den yeşil ışık mı aldı?            
Suriye 1976’da Lübnan’a girdiği zaman da Suriye yeşil ışık aldı demişlerdi. Gerçek şudur: Suriye egemenliği ve ulusal güvenliği söz konusuyken dostlardan da düşmanlardan da yeşil ışık beklemez.
Suriye’deki gösterilerin 4-5 ay boyunca barışçı olduğu; ancak hükümetin sindirme politikası sebebiyle silahlı eylemlerin başladığı söyleniyor. Bu doğru değil. Gösterilerin ilk haftalarında güvenlik görevlileri ve polisler şehit edildi. Bunlar göstericilerin sloganlarıyla mı şehit oldu? Bunlar mermilerle şehit edildi. Ama o dönemde insanların silahlandırılma şekli de hedefi de farklıydı. O dönemde asıl hedef, göstericilere ve güvenlik güçlerine ateş açılarak halkın tahrik edilmesiydi. Halk ve güvenlik güçleri karşı karşıya getirilerek her iki taraftan daha fazla can kaybı olması ve hükümete karşı düşmanlık oluşturulması hedeflendi.
Bu plan başarısız olunca örneğin baba Amr’da ve silahlı kuvvetlerin bulunmadığı diğer bölgelerde bölgesel isyanlar başlatıldı. Bu da başarısız oldu bu kez de halk arasında korku ve dehşet yaratmak için terör, yol kesme, adam kaçırma başladı. Halka gıda, yakıt ve diğer ihtiyaç maddelerinin ulaştırılması engellendi, sabotajlar yapıldı.
Hükümet ihmal mi gösterdi?
Hükümet ihmal göstermedi, silahlı kuvvetler, Dera’da olayların şiddetleneceğini fark ettiği anda hiç tereddüt etmeden müdahale etti. Bazıları bizim o zaman da tıpkı şimdiki gibi davranmamız gerektiğini söylüyor. Bu mantıksızdır. O dönemdeki durumla şimdiki durum farklıdır.
Başlangıçta birçok insan aldatılmıştı, bu ülkede yaşananların Arap Baharı olduğunu ve silahlı kimselerin olmadığını sanıyordu. Halkın olayların bilincinden yoksun olması hükümetin sorunuydu. Hükümete yardımcı olan şey, son aylarda halkın büyük bir kesiminin meselenin gerçekliğini anlaması oldu. Ülkenin siyasi ve güvenlik şartları da halkın olaylara bakışı da değişti. Halk artık Suriye’de yaşananların ne bir devrim ne de bahar değil bir terörist saldırı olduğunu anladı.
Ülkedeki şartları istismar edenlere uyarı
İş adamlarıyla kriz zamanlarında ortaya çıkan şartları kendi yararına kullanmaya çalışan kişileri birbirinden ayırmak gerekiyor.        Birtakım hırsızlıklar ve yanlışlıklar ortaya çıkarıldı. Bunların failleri mercilere teslim edildi. Kim olursa olsun suç işleyenlerin ve krizin sürmesi için çalışanların dosyası yargı sürecinde olmalıdır.
Krizin uzamasına rağmen neden atamalarda sorunlar yaşanıyor ya da liyakatli olmayan kişiler atanıyor?         
Bu meselenin iki yönü var. Birisi gerçekçi, diğeri ise gerçekçi değil. İşin gerçekçi kısmı şu ki biz Suriye’de insan kaynaklarını bilimsel bir şekilde yönetemiyoruz. Bu başlı başına bir bilimsel alandır; şu anda bu meselede nihai çalışmalar içindeyiz. En yukarıdakinden en aşağıdakine tüm yetkililerin denetlenmesine dikkat etmeliyiz. Bu iş şimdiye kadar yalnızca yukarıdakiler, yani yalnızca resmi yetkililer tarafından oluyordu; ama bu yeterli değil. Denetlemenin aşağıdan da halktan da olması gerekiyor. Basın çeşitli aşamalarda bu denetleme rolünü ifa etmeye çalıştı; ama bu sadece genel konularda yazı yazmakla mümkün değildir. Basın daha eksiksiz bir rol oynamalıdır. Kanıtlar, belgeler sunmalıdır. Basının bu işlerde başarılı hareket etmesi için hükümetin de şeffaf davranması gerekmektedir.
Ülkeden kaçanlar
İsimleri bir kenara bırakalım, ülkenin geleceğinin çok karanlık olduğunu farz edelim, vatanı terk etmemiz doğru mudur? Şimdi ülkeden ayrılanlar diye gündeme getirilen meseleye değinelim. Ayrılma meselesi kişilerin kurumlara karşı başkaldırmasıyla olur. Suriye’de böyle bir şey gerçekleşmemiştir. Suriye’de olan şey makam sahibi bazı kişilerin yurt dışına kaçmasıdır. Bu, kaçmaktır; ayrılmak değil. Ayrılmak içeride olur, dışarıda olmaz. Giden kişilerin tamamı firaridir.
Peki kimler firar ediyor? Ya fasit ve rüşvetçi olup da kendisine para verilenler, ya da teröristlerin tehditlerinden dolayı korkanlar ve ülkenin geleceğinden ümidini kesenler firar etti. Bazılarının da talepleri ve beklentileri vardı; ama bunları elde edememişlerdi ve kişisel beklentilerini ve çıkarlarını temin edebilmek için kaçtılar. Kaçanlar, yaz zayıf veya işe yaramaz olanlardır. İyi ve vatansever insanlar yurt dışına kaçmıyorlar. Aslında bu firarlar bir bakıma iyi oldu, hükümetin ve genel anlamda da ülkenin temizlenmesine yaradı. Dolayısıyla bu firarlardan endişe duymamak gerekiyor.
Bu tür insanların kaçması olumlu bir şeydir. Böylesi bunalımlı dönemlerde bu tür adamların kendi mahiyetlerini ortaya koyması doğaldır. Biz bu tür durumlarla ilgili öngörülü olmalı ve buna karşı iyimser bakmalıyız.
Suriye’ye neden bu kadar geniş çaplı saldırı oluyor?
Bu, Suriye tarihiyle ilgili bir meseledir. Bu ülke Osmanlı İmparatorluğunun bir parçası olduğu zaman da bu tür saldırılara mazur kalmıştı. Suriye, stratejik bir bölgedir. Fransızların çekilmesinden ve bağımsızlığın kazanılmasından sonra bu bölgede olan tüm darbeler buraya hakim olmak isteyen yabancıların himayesinde oldu.
8 Mart Devrimi’nden sonra Suriye bağımsız bir yol tuttu. Bu politika reform hareketiyle istikrara kavuştu, Suriye’ye yönelik saldırılar da şiddetlendi. Şu an biz muhtelif tutumlarımızın bedelini ödüyoruz. Bunlardan bazıları Direniş ve İran’la ilgili ilkesel tutumumuzla ilgilidir. Batı bu tutumumuzdan hoşlanmadı.
Bu da bir yana biz Libya’ya yönelik son saldırıdaki tutumumuzun da bedelini ödüyoruz. Biz Arap Birliği içerisinde bu saldırıya karşı olan tek tavır sahibi ülke olduk. Biz 2008 ve 2010 yıllarının da bedelini ödüyoruz. Batı bu yıllarda bize yönelmişti; fakat onların asıl hedefi, Suriye konusunda tutum değişikliğine giderek kendi hedefine ulaşmaktı.
Onlar Lübnan Direnişine karşı komplo yapmak istediler, İran Suriye ilişkilerine darbe vurmak istediler. Bu işte başarısız olunca Arap Baharı’nı kamuoyuna Suriye’ye karşı gerekçe olarak kullandılar.
İran’dan ve direnişten uzak durmamızı istediler   
Onlar, sürekli olarak bizden İran’dan uzak durmamızı istediler; ama bizim cevabımız açıktı. İran, bizim yanımızda yer aldıkça ve bizi destekledikçe İran’dan uzaklaşmayız. Onların istekleri ilkesel açıdan mantıksızdı. Onların bir diğer isteği, İran’ın nükleer programına komplo yapılmasıydı. Biz, bu meseleye hiç karışmadık. İran da bu meseleyle ilgili olarak bizden bir yardım istemedi. Bu mesele bölgesel değil, uluslar arası alanla ilgilidir. Suriye’den İran’ı kendi zararına olacak şeyler yapmasına ikna etmesini istediler. Fakat biz buna geleceğe yönelik çıkarlarımız ve ulusal güvenliğimizle alakalı bir mesele olarak baktık. Çünkü İran’ın nükleer programını engellemeye yönelik çabalar, gelecekte bizim için de söz konusu edilecekti.
Onların Suriye’den istediği şeylerin bir kısmı da direnişle ilgiliydi. Bizden, Lübnan’da ve Filistin’de direnişi dizginleyecek komplolar kurmamızı istediler. Fakat biz bunların tümünü reddettik.
Suriye’ye uygulanan yaptırımlar
Şüphesiz Suriye’ye uygulanan yaptırımların olumsuz etkileri olacak. Ama bunların etkileri bizim bu şartlara sağlayacağımız uyum ölçüsünde olabilecek. İran’a bakarsanız bu ülkenin on yıllardır yaptırımlar altında ilerlediğini görürsünüz. Bizim şartlara uyum sağlama kapasitemiz var. Biz tarihimiz boyunca birçok bunalımı geride bıraktık.
Muhaliflerle müzakere
Bu meselenin uzun bir hikayesi var. Bunalımın en başında tüm gruplarla ve şahıslarla diyalog kurmak istedik. Biz bu meseleyi tüm Suriye halkının elde etmek istediği siyasi değil, milli bir mesele olarak ortaya koyduk. Her düzeyde diyalog söz konusu edildi. İyi niyetle de kötü niyetle de bize nasihate gelenler oldu. Diyalog meselesini söz konusu ettiler, biz de diyalog için çaba gösterdik.
Bu noktada muhalifleri gruplara ayırdık. Bazı muhalifler, bizimle olan tüm ihtilaflarını ülke çıkarları için bir kenara bırakarak diyaloga öncelik veren milli muhaliflerden oluşuyor. Bu muhaliflerden bazıları seçimlere katıldılar, parlamentoya ve kabineye girdiler.
Bunlara karşı milli olmayan muhalifler de var. Onlarla doğrudan temasa girmedik. Halk daha sonra bu muhaliflerin kimler olduğunu anladı. Bu muhalifler başlangıçta reform istediler, anayasada reform talep ettiler. Onlar bizim buna karşı çıkacağımızı sandılar. Ondan sonra diyalog süreci başlattık, fakat onlar diyalogu reddettiler. Sadece kendileriyle hükümet arasında diyalog olmasını başka grupların buna katılmamasını istediler. Onlar bu şekilde kendilerinin halkın dostu bizim ise halkın düşmanı olduğumuz algısını yaratmaya çalıştılar.
Muhaliflerden bazıları o dönemde etkin olan Batılı büyükelçiliklerle sürekli irtibat halindeydi. Bu büyükelçilikler onlara bu rejimin birkaç haftalık ömrü var deyip diyaloga girmemelerini söylediler. Onlardan bazıları Mısır’a, bazıları Körfez ülkelerine gittiler. Diyalog süresine girmemek için para aldılar.
Bizim açımızdan diyalog yolu hala açıktır. Ancak dürüst olmaları ve Suriye için bir çözüm ortaya koymaları şartıyla daha önce diyalogu reddedenler yeniden diyaloga dönebilirler. Ortaya konan çözüm planlarını görüşmeye hazırız. Örneğin İran bir çözüm planı ortaya koydu. Biz bu ülkenin bölgedeki rolünden konumundan dolayı bunu destekledik. Birçok taraflar birçok plan sundular onların ise bizim açımızdan hiçbir değeri yoktu ve onları reddettik. Bu bunalım, bazılarının bu sayede kendine bir konum elde etmek istediği bir şey olmamalı.

Tuesday, August 28, 2012

Ayşe Hür " Cumhuriyet’in ‘azınlık raporu’ "

Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının köklerinin ne kadar derinde, dallarının ne kadar yaygın olduğunu biliyorum.

resim

 Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının köklerinin ne kadar derinde, dallarının ne kadar yaygın olduğunu biliyorum. İktidar partisinin tepkileri yatıştırmak için kullandıkları “Yargıtay aşaması” sürecinin nasıl biteceğini de tahmin ediyorum. Çünkü hem AKP’nin Ergenekonlaşmış bu devletle giderek nasıl bütünleştiğini görüyorum, hem de Yargıtay’ın Pınar Selek, Uğur Kaymaz, Baskın Oran, N.Ç. başta olmak üzere daha nice dava hakkında verdiği kararları biliyorum. Bu hafta Cumhuriyet tarihi boyunca, devletin gayrımüslimlere karşı işlediği suçların özet bir dökümünü yapacağım. Böylece işimizin ne kadar zor olduğunu görüp tekrar derlenip toparlanalım.

» 16 Mart 1923’te
, Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada “Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi. Böylece Cumhuriyet’in azınlık politikalarının çerçevesi belirlenmiş oldu.

» Haziran 1923’te
, Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konuldu.

» Eylül 1923’te
, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir kararname çıkarıldı.

» Aralık 1923’te
, Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.

» 24 Ocak 1924 
tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi “Türk bulunma” meselesine bağlandı.

» 3 Mart 1924 
tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi. Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı.

» 3 Nisan 1924’te
, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların üçte biri işsiz kaldı. (İşsiz kalan Ermeni avukat sayısı öğrenilemedi.)

» 29 Ocak 1925 gecesi
, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna gitmeyen biri olmasıydı. Bu durum, Yunanistan tarafından Lozan’ın ihlali olarak La Haye Adalet Divanı’na ve Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ancak Türkiye’nin “Patrikhane’yi de sınırdışı etme” tehdidi savurması üzerine Yunanistan şikâyetlerini geri çekti ve Patrik “kendi isteğiyle istifa etmiş” gibi yapılarak konu kapatıldı.

» 22 Nisan 1926’da
, ticari yazışmalarda sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrımüslimler işten çıkarılmaya başlandı. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumların sayısı beş bindi.

» 17 Şubat 1926’da
, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandılar.

» 1 Ağustos 1926’da
, devletin Lozan Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu ilan edildi.

» 17 Ağustos 1927’de
, Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun sahibi Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanya başlatıldı. Bazı Yahudiler “Türklüğe hakaret ettikleri” gerekçesiyle mahkemeye verildiler.

» 13 Ocak 1928’de
, rejimin gözüne girmek isteyen bir grup Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca, birden vapur, tramvay gibi toplu taşıma araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!” yazılı pankartlar asılmaya başladı. Dönemin gazetelerinde “Türkçe Konuş!” hitabına tahammül edemeyen “sözde vatandaş”lardan şikâyet ediliyordu. Bu tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok gayrımüslim hakkında Türklüğü tahkir davası açıldı.

» 11 Nisan 1928 
tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler doktorluk yapamaz oldular.

» Eylül 1929’de
, Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı.

» 1929-1930
 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.

» 18 Eylül 1930’da
, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini söyledi.

» Ekim 1930
’daki Belediye seçimleri sırasında yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olması üzerine, iktidardaki CHF şiddetli bir gayrımüslim karşıtı kampanya başlattı. Parti kuruluşundan 99 gün sonra kendini feshetmek zorunda bırakıldı ama gayrımüslimlere kızgınlık bitmedi.

» 11 Haziran 1932’de
, yürürlüğe konan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını kapsıyordu.

» Kasım 1932’de
, İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.

» 1933’te
, Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”, “görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmesi mümkün olmadı.

» 14 Haziran 1934’te
, kabul edilen ve ülkeyi “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşanlar” (has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrımüslimler ve diğerleri) olarak üçe bölen İskân Kanunu’ndan sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.

» 21 Haziran-4 Temmuz 1934’de
, Irkçı Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Olaylar yatıştığında bilanço ortaya çıktı. CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya ve Çanakkale’de yaşayan 13 bin Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mallarını yağmalarda, mülklerini ise yok pahasına sattıkları için kaybetmişlerdi.

» 
24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askerî Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak” idi.

» 
6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve “Türk soyundan olmak” haline dönmüştü.

» Ağustos 1938’de
, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu.

» 
1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde yaşayan gayrımüslimler büyük şehir merkezlerine nakledildiler. Büyük şehirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda kaldı.

» Temmuz 1939’da
, Hatay’ın Türkiye’ye katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler.

» 8 Ağustos 1939’da
, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 ağustosta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken CHP’ye yakın Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı.

» 28 Aralık 1939’da
, Erzincan’daki büyük depremde onbinlerce kişinin öldüğünü duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi.

» 12 Aralık 1940’ta
, Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan “yüzen tabut” namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.

» 22 Nisan 1941’de
 bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrımüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşları ve subayların sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti. 20 Kur’a İhtiyatlar denen bu “askerler”, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar ve ancak 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler.

» 15 Aralık 1941
, Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudi’sini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisi Türk makamlarının yolcuların karaya çıkmalarına izin vermemeleri üzerine, 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra zorla Karadeniz’e çıkarıldı. 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edilen Struma 24 Şubat 1942 günü, saat 02:00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Parita, Salvador ve Struma gibi mülteci gemilerine reva görülen muamele, aynı zamanda Türkiye Yahudilerine verilmiş bir mesajdı.

» 11 Kasım 1942’de
, Şükrü Saracoğlu Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrımüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise sadece yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar süren “Varlık Vergisi Faciası” sırasında kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.

» 1946
 yılında ilk kez üniversite mezunu gayrımüslimlerin yedek subay olarak askerlik yapmasına izin verildi. Bu demekti ki, daha önce gayrımüslimlere bu yol kapalıydı. Ancak o tarihten bu yana TSK’da gayrımüslim bir komutana rastlanmadı.

» 1946’da
, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu sorunun çözümüne geçilmeden önce Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrımüslimlerden arındırılmalıydı.

» 1948’de
, Yahudiler yeni kurulan İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardın onları kaçırtmak için her şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü basın bu sefer de göçmek isteyenleri “hain” gösteren yayınlara başladılar.

» 6-7 Eylül 1955 günlerinde
, Kıbrıs’la ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul Rumlarına yönelik büyük bir yağma harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç, kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300 kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar liraydı.

» 
1964’te, Kıbrıs Olayları’nın etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalanan “Dostluk Antlaşması” bir hükümet genelgesiyle, Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edildi. Türkiye’de doğup büyümüş, burada ticaret yapan, esnaflık yapan, emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı on binlerce Rum sınırdışı edildiler. Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilmişti. Onlarla evli Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi terk etmesiyle Rum cemaati yok olma noktasına geldi.

» 
1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği bir kararda Türkiye’deki gayrımüslim vatandaşlar “Türk olmayanlar” olarak değerlendirildi.

» 
1984’te, Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun masraflarını karşılayamadığını söyleyerek kapatılması için izin istedi ancak o güne kadar okulu kapatmak için elinden geleni yapan hükümet, Lozan Barış Antlaşması, diğer ikili anlaşmalar açısından ve “mütekabiliyet ilkesi” açısından bunun mümkün olmadığını ileri sürerek, bu talebi kabul etmedi. Bugün bir tek öğrencisi olmadığı halde Milli Eğitim Bakanlığı’nca atanan okulun Türk yöneticisi her gün göreve gitmekte. Patrikhane de okulu açık tutmak için masraf yapmaya devam etmekte.

» 1985-1990
 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen “Melek Tavusa Tapan” Yezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek zorunda kaldı.

» 2000’li
 yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önde gelen konularından biri “Misyonerlikle mücadele” idi.

» 15 Kasım 2003
, Şişli’deki Beth İsrail Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü, 300’den fazla kişi yaralandı.

» 5 Şubat 2006
, Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro 16 yaşında bir genç tarafından bıçaklanarak öldürüldü.

» 19 Ocak 2007’de
AGOS’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü.

» 18 Nisan 2007
, Malatya’da yedi “milliyetçi” genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç büro çalışanını vahşice öldürdüler.
Şimdi bu tarihçeye bakınca Hrant Dink Davası’ndan çıkan karara şaşırılır mı? Sizi bilmem ama başta da dediğim gibi ben şaşırmadım.

hurayse@hotmail.com

Sunday, August 26, 2012

Fikret Başkaya ile Türkiye, Suriye, Ortadoğu, ABD, Rusya, Hegemonya ve Rio Zirvesi üzerine söyleşi


 Mehmet Emin Karasu

Türkiye Suriye’nin ‘yakın dostuydu’ ilişkiler hızla bozuldu ve Türkiye Suriye ile savaşın eşiğine geldi. Bu anî değişiklik nasıl açıklanabilir?
Türkiye kiminle ne zaman dost, ne zaman düşman olacağına kendi karar veremez. Türkiye bir NATO üyesidir ve NATO ittifakı emperyalist bir saldırı paktıdır. Bu da Türkiye’nin komşularıyla ilişkisinin NATO’cu emperyalist kampın ihtiyaçlarına göre biçimlenmesi demektir. ABD, AB, Siyonist İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, vs. den oluşan “Kutsal İttifak” cephesi Suriye’yi çökertme kararı aldı ve Türkiye’ye de bu pis oyunda başrol verildi.

Sözünü ettiginiz cephenin Suriye’ye demokrasi götüreceği söyleniyor?

Afganistan’a, Sudan’a, Irak’a Somali’ye, Libya’ya götürdükleri gibi mi? Yazık ki insanlar her söylenene, her duyduklarına inanmak gibi iflah olmaz bir aymazlık içindeler. Oysa, “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Bu dünyada her şey olur da, emperyalist haydutların demokrasi götürmesi diye bir şey asla olmaz. İki nedenden dolayı olamaz: Birincisi, emperyalizmin ve hegemonyanın varlığı, söz konusu ülkede veya ülkelerde demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Zira gerçekten demokratik bir ülke dış sömürüye, itilip-kakılmaya izin vermez. Kendi kaderine sahip çıkar, sahip olduğu kaynakların başkaları tarafından yağmalanmasına izin vermez. Demokrasinin varlığı demek, o ülkenin kaderinin orada yaşayanlar tarafından belirlenmesi demektir; İkincisi, demokrasi, haklar ve özgürlükler verilebilir şeyler değildir. Ancak mücadele ile kazanılabilir, korunabilir ve yaşanabilir. Demokrasi leblebi şekeri mi ki, başkalarına vereceksiniz... Bir şey daha var: Sanki Batı’daki demokrasiymiş gibi yaygın bir anlayış geçerli. Aslında oralarda oynanan bir demokrasi oyunu, seçim oyunu, temsil mistifikasyonu...  Seçilenler gerçekten seçenleri temsil ediyor mu? Kullandıkları oyun bir karşılığı var mı? Eğer öyleyse olmayan bir şeyi vereceklerini söylüyorlar demektir... Türkiye’nin Suriye’ye demokrasi götürme söylemi sadece saçma değil, aynı zamanda gülünç... Kelin ilacı olsa kendi kafasına sürer denmiştir... Türkiye’deki rejimin demokrasiyle ne kadar ilgisi var? Bir rejimin ne olduğuna kim karar veriyor?
Hakan Mertcan’la bir söyleşinizde, Yanlış hesap Şam’dan döndü demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Aslında Suriye’de de Libya modelini tekrarlamak istiyorlardı. Suriye’ye pikniğe gider gibi gideceklerini sanıyorlardı. Bölgedeki ve dünyadaki güç dengelerindeki hızlı değişimi dikkate almamışlardı. Bir kere Suriye Libya değil. Kolay yutulur lokma değil. Hem rejime önemli bir halk desteği var hem de Suriye’nin görece güçlü bir ordusu ve etkin bir hava savunma sistemi var. İkincisi Suriye’nin bölgede İran, Lübnan Hizbullahı, Irak gibi güvenebileceği müttefikleri var. Üçüncüsü Rusya Federasyonu ve Rusya’nın da dahil olduğu BRICS beşlisi var [ Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika]. Şimdilerde Rusya Federasyonu yeniden Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir militer güç olarak dünya sahnesindeki yerini almakta. Bir de bu beş ülkenin nüfusunun dünya nüfusunun %43’ünü oluşturduğunu, dünya GSYH’sinin de %25’ini temsil ettiğini unutmamak gerekir. Bu beşli geçen 29  Martta,  Yeni Delhi’deki zirvede açıkca NATO’cu kampa: “bundan sonra oyunda biz varız dediler” ve Suriye’ye yönelik bir dış müdahaleye karşı olduklarını ilan ettiler... Bu yeni güçler dengesi tablosu artık 70 yıllık ABD hegemonyası için sonun başlangıcı anlamına geliyor. Yani Sovyet sisteminin çöküşünü izleyen yaklaşık son 20 yıldaki gibi ‘köpeksiz köyde değneksiz gezme’ dönemi kapanmakta. Türkiye oyuna sokulurken oyuna geldiğinin farkında değildi. Tam bir dış politika zaafı söz konusu ama daha önce de söylediğim gibi, hem NATO’cu olmak hem de oyuna gelmemek mümkün değildir. Bir ittifakın ortağıysan gereğini yapmak zorundasındır...
Ama Başbakan ve hükümet sözcüleri biz bütün bunları Türkiye’nin “ulusal çıkarları” için yapıyoruz diyorlar...
Eğer ikiyüzlülüğü sevmiyorlarsa: “biz bunları NATO’cu Kutsal İtifak’ın hesabına yapıyoruz” demeleri gerekirdi... Bir şey daha var tabii... Ulusal çıkarın ne olduğuna kim karar veriyor. Suriye’yle sonucu belirsiz bir savaşa girmemin Türkiye’nin hangi ulusal çıkarıyla ilgisi olabilir. ABD ve müttefikleri istiyor diye savaşa gireceksiniz ve utanmadan Türkiye’nin çıkarındın bahsedeceksiniz... Aslında “ulusal çıkar” gibi kavramların gerçekten neyi ifade ettiğine açıklık getirmek gerekir. Mesela 1914’de Enver Paşa ve arkadaşlarının bir oldu-bittiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu emperyalistler arası savaşa sokması milli çıkarın bir gereği miydi? Yönetenlerin çıkarı her zaman yönetilenlerin de çıkarıymış gibi sunulmuştur... Aslında ikiyüzlülüğü sevmiyorsanız, “milli çıkar denilenin egemenlerin, yani mülk sahibi yönetici sınıfların çıkarından başkası değildir” demeniz gerekirdi... Mesela Malatya Kürecik’e kurulan radar kalkanı gerçekten ‘Türkiye’nin ulusal çıkarlarının’ bir gereği midir? Neden daha önce değil de şimdi kuruldu? Aklı başında biri, söz konusu radar üssünün Türkiye’nin çıkarı ve güvenliğiyle ilgili olduğuna inanır mı? Besbelli ki, o da bütün Amerikan üsleri gibi saldırı amaçlı... Yakın hedefte de İran var... İran kimin hesabına hedef tahtasına konuyor? Başta Siyonist İsrail olmak üzere emperyalist çıkarlar için... Başka türlü olabilir mi?  Eğer siz, “ NATO’cu cephenin düşmanları benim de düşmanımdır” derseniz o zaman Türkiye’nin her tarafına yerleştirilmiş Amerikan üslerini “ulusal çıkarın” bir gereği  sayarsınız ama bunun hiçbir inandırıcılığı olmaz... Neden Kore Savaşı’nda Türk askerlerinin kırdırılması Türkiye’nin ulusal çıkarının bir gereği sayılsın? Onun için egemenlik sistemine karşı mücadele etmeye kararlıysanız, işe bilincinizi özgürleştirerek başlamanız gerekir. Söylenenin ne demeye geldiği hakkında zihin açıklığına sahip olmanız gerekir. Başkasının söylemini kendi söyleminiz sayma aymazlığından uzak durmanız gerekir. Kelimelerin ve kavramların köleleştirici işlevi hakkında düşünce açıklığı gerekir. Aksi halde her zaman aldatılmak, oyuna gelmek, egemen sınıfların değirmenine su taşımaktan kurtulamazsınız...
Son dönemde içeride ve dışarıda, “Türkiye bölgesel güç, Türkiye yükselen yıldız, Türkiye hârikalar yatıyor, Türkiye mucizesi …” türü yaygın bir söylem pompalanıyor. Bunların gerçek bir karşılığı var mı? Ya da ne kadar var?
Elbette Türkiye nüfusu, yüzölçümü, ekonomisi, militer gücü itibariyle bölgenin en önemli ülkelerinden biri. Tabii büyüklük/küçüklük göreceli bir şeydir. Konumunuzu başkalarına göre tarif etmekle ilgilidir. Türkiye’nin son dönemde hârikalar yarattığını kim söylüyor? Ülkenin varını yoğunu yağmalayan yerli yabancı çıkar odakları değil mi? Bir takım göstergelere bakarak oradan bir ülkenin durumunun iyiye gittiği, işlerin yolunda gittiği sonucuna varmak her zaman doğru değildir. Türkiye’nin büyüme performansı, ihracat artışı ve tabii kişi başına düşen gelirdeki artış büyük bir başarı olarak sunuluyor. Bunlar neden işlerin mutlaka iyiye gittiği anlamına gelsin? Nasıl büyüyor? Ne pahasına büyüyor? Büyüme kimin için ne anlama geliyor? Bir ülke sahip olduğu bir doğal kaynağı ihraç ederek yüksek bir büyüme oranına ulaşabilir. Bir gün gelip o doğal kaynak tükendiğinde büyümenin ne demeye geldiği anlaşılır ama artık iş işten geçmiştir. Türkiye’deki büyüme esas itibariyle emperyalist sermayenin Türkiye’yi bir değerlenme alanı olarak seçmesinin sonucu. Türkiye’nin en önemli ihracat kalemlerinden biri, belki de birincisi otomotiv ama Türkiye ne motor üretiyor, ne de elektronik aksam üretiyor. Bu da ekonominin sağlıklı bir iç eklemlenmeden yoksun olması demektir. Eğer teknolojik planda bir üst basamağa terfi etmiyorsanız, küresel ekonomiye uyumlanma tercihi yaparsanız, yani içerdeki işleyiş dış belirleyiciliğe tâbi olursa, geçerli kalkınma André Gunder Frank’ın lümpen kalkınma dediğinin ötesine geçemez... Türkiye neoliberal küreselleşmeyle “uyumlanarak” ancak Lümpen kalkınma üretebilir... Nehirleri, gölleri, denizleri, havayı, suyu, toprağı kirleten, doğal kaynakları tüketen bir büyüme geçerliyse ki, öyle, oradaki büyüme herkes için aynı anlama gelir mi? Bir şey daha var: Büyümenin sonuçları, yani GSYH artışı nasıl bölüşülüyor? Kapitalizm koşullarında birilerinin [azınlık] durumu iyileşirken başkalarının [çoğunluğun] durumunun kötüleşmesi kuraldır. Dolayısıyla yüksek oranlı bir büyümeye pekâlâ yoksulluğun ve sefaletin derinleşmesi eşlik edebilir. Buna doğa tahribatını da eklerseniz, “gerçek büyümenin” ne anlama geldiği anlaşılır. Dolayısıyla aklı başında birinin mevcut durumu bir başarı sayması mümkün değildir...
Türkiye’nin savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi bir Türkiye-Suriye savaşına neden olur mu? Böyle bir savaş çıkarsa bunun bölgesel ve dünya ölçeğindeki sonuçları ne olabilir?
Türkiye emperyalist saldırı planında baş rol alma tercihi yaparak, kendi topraklarını bir saldırı üssü olarak kullandırarak, silah yardımı yaparak, paralı askerleri [ölüm timleri demek daha doğru] kendi sınırından Suriye’ye sokarak, mülteci kampı görüntüsü altında saldırganlara eğitim ve donanım olanağı sağlayarak, Suriye’ye yönelik yalan ve linç kampanyasında aktif rol alarak, zaten başını belaya soktu. Durum tam da böyle olduğu halde yalan makinası medya, gerçeği tahrif etmek için utanç verici bir çaba içinde... Emperyalist saldırı kampı her ne kadar Suriye’yi çökertmekte, bölüp-parçalamakta, orayı da Irak’a Libya’ya benzetmekte kararlı olsa da, mevcut ‘yeni güç dengeleri’ ortadayken açık bir savaşı göze alamıyor. Çıkaracağı yangının kendini de yakacağından korkuyor... Zira, Suriye’ye Libya ve Irak’da yapıldığı bir hava saldırısının başarı şansı zayıf. İkincisi, Suriye’ye saldırmak İran’a saldırmak demek, Lübnan Hizbullahı’nın anında savaşa dahil olması demek. Dolayısıyla, Suriye’yle savaş bir bölgesel savaş demek. Bölgesel savaş demek Rusya’nın da savaşa girmesi, belki Çin’in de taraf olması demek... Yani bir dünya savaşı demek...Ve öyle bir savaşı emperyalist kampın kazanma şansı yok gibi... Bu yüzden açık bir savaş yerine ülkeyi içerden çökertme planı işliyor. Bundan sonra içerden çökertme çabalarını arttıracaklardır…
“Yeni güçler dengesi” dediğinizden artık ABD hegemonyasının sonu geldi anlamını mı çıkarmak gerekir?
Belki sonun başlangıcı demek daha doğru. Artık ABD’nin her istediğini yapabildiği dönem kapanmakta. Öyle “önleyici savaş” şarkıları söylecek morale artık sahip değil...  Hem yeni aktörler sahnedeki yerlerini almakta, hem de Sovyet sisteminin çöküşü sonrası dönemde denklemin dışına çıkan Rusya Federasyonu büyük bir dünya gücü  olarak sahneye çıkmış durumda...  Bu da 1989 -1990 sonrası durumun artık geçerli olmaması demektir. ABD’nin ve NATO’cu müttefiklerinin pabucu dama atılmakta. Dolayısıyla ‘tek kutuplu dünya‘ artık geçerli değil. Bu açıdan Suriye’ye saldırı teşebbüsü, hegemonya ve dünya jeopolitiği bakımından bir kırılma anı, bir dönüm noktası sayılabilir. Tabi bu durum ABD’nin dünyanın militarizasyonu hedefinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Ama artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak…

O halde bir Türkiye- Suriye savaşı gündemde yok?

Öyle bir şey söylemek doğru olmaz. Görünen o ki, Türkiye Suriye ile bir savaşa girmeye hevesli değil. Ama Suriye’yi çökertmeye de çok hevesli. Nasılsa AKP hükümeti Suriye konusunda tam bir gözü dönmüşlükle haraket ediyor...Velhasıl çelişik bir pozisyon söz konusu. Bu tuhaf durum NATO’cu olmanın bir sonucu... Fakat bu asla savaş olmaz demek değildir. Öyle bir kesinlik yok. Beklenmedik bir provakasyon, beklenmedik bir olay olabilir ve Türkiye kendini istemediği bir savaşın içinde bulabilir...
İsterseniz biraz uzağa gidelim. 20-22 Haziranda Brezilya’nın Rio de Janerio kentinte BM Dünya Zirvesi gerçekleşti. Siz de o konuda bir yazı yazdınız. Bu son zirve 1992’deki zirveden tam 20 yıl sonra gerçekşti. Ve siz geride kalan 20 ylllık dönemde “sürdürülebilir kalkınma” hedefinin gerçekleşmek bir yana işlerin daha da sarpa sardığını söylüyorsunuz... Neden?
Dünyayı bu hale getirenlerle sürdürülebilir kalkınma söylemini dillendirenler aynı odaklar. Doğru hatırlıyorsam, Albert Einstein’in şöyle bir sözü var: “ Bir sorunu onu yaratan yöntemlere başvurarak çözemezsiniz”diyordu... Aslında sürdürülebilir kalkınma kulağa hoş geliyor ama kapitalizm geçerliyken asla gerçekleşme şansı yok... Deniyor ki, ekonomi büyüsün, üretim artsın, tüketim artsın ve bütün bunlar “piyasa ekonomisi” dahilinde olsun ve çevre tahribatı engellensin, ekolojik denge korunsun. Marx bundan 145 yıl önce, “kapitalizmin doğaya ve insana zarar vermeden yol alamayacağını” yazmıştı. O öngörü bu gün fazlasıyla gerçekleşmiş durumda. Hem siz kapitalizmin yıkıcı mantığını sorun etmeyeceksiniz, hem de sürdürülebilir kalkınmadan söz edeceksiniz bu mümkün değildir. Rio’da toplananlar bu günkü sefil gidişin ve ortaya çıkan kepazeliğin sorumluları değil mi? Dolayısıyla sorunu yaratanlardan çözüm beklemek saçmadır. Eğer doğayı korumak, yaşamı güvence altına almak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, bunun kapitalizm koşullarında imkânsız olduğunu da teslim etmeniz gerekir. Daha önce de yazdım, sorun, sermayesinin büyümesinin kalkınmayla özdeş sayılmasından kaynaklanıyor. Sermayenin büyümesiyse doğa tahribatı pahasına ve insanî kötüleşme sayesinde mümkün olabiliyor ve başka türlü olması mümkün değildir... İlk Birleşmiş Milletler Çevre ve kalkınma zirvesi 1972’de Stockholm’de yapıldı. İkincisi 1992’de Rio’da yapıldı ve orada “sürdürülebilir kalkınma” hedefi benimsendi. Aradan geçen dönemde her alanda kötüleşme büyüdü.
1970-2008 aralığında, yani geride kalan yaklaşık 40 yılda biyolojik çeşitlilik %30 oranında azaldı. Karbon gazı salınımı son 20 yılda, yani ilk Rio zirvesinden bu yana %36 artış gösterdi. 300 milyon hektar orman yok oldu. Ne demekse dünyada kent tanımına uymayan 21 adet tuhaf  “megapol” ortaya çıktı. 15-20 milyon insanın yaşadığı yer hâlâ kent sayılacak mıdır? Küresel planda sıcaklık % o, 4 oranında arttı... Platistik madde üretimi % 130 büyüdü, okyanuslarda tuzlanma ve kirlenme devasa boyutlara ulaştı, hepsinden önemlisi doğanın kendini ‘yenileme yeteneği’ %40 oranında azılmış durumda. Eğer mevcut eğilimler devam ederse 2030 yılında 2 dünya gerekeceği söyleniyor... Artık tartışmaya, tereddüde mahâl olmayan rahatsız edici bir gerçeklikle karşı karşıyayız, işin şakaya gelir tarafı yok. Öncelikle geride kalan yaklaşık 500 yılda  geçerli doğaya küstah yaklaşımın değişmesi gerekiyor. Velhasıl, sermayeyi, kârı ve bireysel zenginliği değil, insanı ve doğayı temel alan yeni bir yaklaşıma, radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var...
Teşekkür ederim
Ben de...

Saturday, August 25, 2012

1952-Seferberlik Tetkik Kurulu 1965'TE ÖZEL HARP DAİRESİ

1952-Seferberlik Tetkik Kurulu / 1965'TE "ÖZEL HARP DAİRESİ" OLDU / 1990-Özel Kuvvetler Komutanlığı : Adı ilk kez 1974'te duyuldu -
Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi ya da Özel Kuvvetler Komutanlığı. Türkiye 1952 yılında dış güçlerin Sovyet tehdidine karşı kurduğu bu yapıyı tartışıyor.

KURULUS AMACI: Kontrgerillanın temel tek bir taktiği vardır. O da David Galula tarafından yazılan "Kontrgerilla savaşı, teori ve pratik" adlı kitapta açıklanıyor. Bütün özel harp taktikleri bu Galula denilen adamın yazdığı kitaba dayanır.

Galula Fransız özel harp kuramcısıdır. İhtisasını Cezayir'de yaptı. Bu kitabı Cezayir'deki deneyimleri ile yazdı.

Kontrgerilla temel taktiği, bir toplumda istenen konularda hassasiyetler oluşturmak için o toplum içindeki farklılıkların, kutupların kaşınması, birbirleri ile çatıştırılması esasına dayanıyor.

Her kesim kontrgerilla tarafından karşıdakine karşı kışkırtılır, gerekli hassasiyetlerin oluşması için cinayetler, adam kaçırmalar, faili meçhuller gibi her türlü yasa dışı işlem mubah görülür.

İşte yıllardan beridir Türkiye'de uygulanan taktik de budur!

Tuesday, August 21, 2012

Bir kez daha 'haklı savaş' mı?

19/08/2012

Libya'da olduğu gibi, sivilleri koruma ve kitlesel katliamları önleme amacıyla Suriye'ye doğrudan müdahale etmek, kaçınılmaz ve haklı mıdır? Bunun gerekli olduğunu savunanlar, sırtlarını 'haklı savaş' kuramına dayıyor

Bir kez daha 'haklı savaş' mı?
Savaşın haklısı olur mu?



Birleşmiş Milletler İnsan Hakları raportörleri, Beşar Esad rejimine bağlı güvenlik güçlerinin savaş suçları yanında, insanlığa karşı suç işlediklerini iddia eden ön raporlarını sundu. Esad diktatörlüğüne karşı silahlı mücadele yürütenlerin de savaş suçu işlemekten geri kalmadığının altını çiziyorlar. Bu değerlendirmelere bakarak, “iki taraf da savaş suçu işliyor, iki taraf da haksız” demek, çatışan tarafları suç ve sorumlulukta eşitlemek mümkün mü?
Nedenini sonra açıklamak üzere, hemen yanıtlayalım: Hayır, mümkün değil. Bugün Suriye’de çarpışan taraflar iki eşit gücü temsil etmedikleri gibi, yaşanan insanlık dramının oluşumunda aynı insani, siyasal ve hukuki sorumluluğa sahip değiller. BM raportörleri de, hükümete sadık güvenlik güçleri ve milislerin (Şabiha milisleri) yaptıklarını hem savaş suçu hem de “insanlığa karşı suç” olarak niteliyor. Sivil halkın kitlesel katliamı, yargısız infaz, işkence, yağma, yıkım suçlarının bir devlet politikası olduğunu, bu nedenle rejimin yöneticilerinin bu suçları doğrudan işleyenler kadar suçun sorumluluğunu paylaştığını belirtiyorlar.

Birinci derece sorumlu
Buna karşılık direnişçilerin işledikleri savaş suçlarının daha hafif kaldığını ve doğrudan bu suçları işleyenlerin sorumlu olduğunu söylüyorlar. Özetle, bir yanda insanlığa karşı suç işleyen bir devlet politikasını yürüten yöneticiler ve onların emri altında bunları hayata geçiren silahlı güçler var. Diğer yanda ise, bunlara karşı direnirken savaş suçu işleyen silahlı direniş güçleri. Beşar Esad yönetiminin Suriye’de yaşanan kanlı gelişmelerden birinci derecede sorumlu olduğunu, ileride Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak olanların Esad’ın kendisi ve katliam emirlerini veren ve yerine getiren sorumluları olacağını gizlememeli bu mükatele tablosu.
Bu durumda, Libya ’da olduğu gibi, sivilleri koruma ve kitlesel katliamları önleme amacıyla Suriye’ye doğrudan müdahale etmek, kaçınılmaz ve haklı mıdır? Bunun haklı ve gerekli olduğunu savunanlar, geleneksel “haklı savaş” kuramına sırtlarını dayıyor. Günümüzde “haklı savaş” doktrininin BM ilkeleri çerçevesinde “sivil halkı koruma sorumluluğu” olduğunu söylüyorlar. Suriye’ye müdahalenin “haklı”, çünkü müdahale nedeninin “doğru” olduğunu, Libyalılar gibi Suriyelilerin bu müdahaleyi talep ettiğini belirtiyorlar. Müzakere girişimlerinin hepsinin başarısız kalmasının ve rejim güçlerinin katliamlara fütursuz biçimde devam etmesinin bu “haklı müdahale/savaş”a yeterli ahlaki ve hukuki meşruiyet sağladığını iddia ediyorlar. Ve uluslararası müdahalenin gecikmesinin insani ve ahlaki bedelinin, “haklı ve doğru nedenler”le müdahale etmenin ahlaki ve insani bedellerinden çok daha ağır olacağını ilave ediyorlar.

Haklı savaş korosu
Bosna’da, Irak ’ta, Kosova’da, Libya ’da yapılan “haklı müdahale”nin benzerini talep eden bir “haklı savaş” korosu var. “Haklı savaş” ne kadar haklıdır sorusunun sorulmasını pasifizm, korkaklık, insani acılara karşı duyarsızlık, egoizm olarak değerlendiriyor bu koronun assolistleri.
Halbuki Suriye konusunda tartışılması gereken tam da bu “haklı savaş” kavramı. Ortaçağda ilk kez dile getirilen, dini düşünceden ve doğal hukuk kuramından türeyen “haklı savaş”, bir kalemde çöpe atılabilecek bir kavram değil elbette. Ama son derece riskli, savaş karşıtı pozisyondan savaşçı şahin pozisyonuna devrilmesi her an mümkün olan bir tez bu. Bu tezi tarihi örnekleri içinde incelemiş ve tartışmış olan Michael Walzer, Haklı Savaş Haksız Savaş başlıklı kitabını 1977’de yayımladı. Türkçesini 2006’da Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi bastı. Walzer, Vietnam Savaşı sonrasında, pasifist olmayan bir savaş karşıtı konum geliştirmek amacıyla kitabı kaleme almıştı. İlkesel olarak savaşa değil, belirli savaşlara karşı çıkan, şiddeti ahlaki-konumsal denebilecek nedenlerle sınırlayan bir gerçekçi ahlak tavrını savunur. 1999’da kitabın yeni baskısına yazdığı özsözde, 1980’ler ve 1990’larda ABD ’nin yaptığı haksız askeri müdahaleleri (Grenada ve Panama) ele alırken, “insancıl müdahale” bayrağının çoğunlukla emperyalist yayılmanın gerekçesi oluşunu hatırlatır. Birkaç zor soru sorar. “Müdahale etmeden önce, ne kadar süre insanların acı çektiğini izlememiz gerekir?” Bu sorunun şimdilik tatmin edici yanıtı yok. Tibet, Doğu Türkistan veya Çeçenistan’da devlet politikası olarak yapılan katliamlara karşı bir şey yapamazken, “hangi hakla Bosna, Kosova veya Libya ’ya müdahale ediliyor?” sorusuna evrensel geçerliği olan bir kesin yanıt vermek mümkün değil. Ama Tibet veya Çeçenistan’da insanları koruyamıyorsak, o zaman ahlaki tutarlılık adına Kosova veya Sudan’a da müdahale edemeyiz demek doğru olur mu?
Bugün Suriye’ye acil dış müdahaleyi savunanlar da, durumun Libya ile aynı olduğunu, dün Bingazi neyse bugün Halep’in de tam o olduğunu iddia edip, ahlaki tutarlılık ilkesini öne sürüyor. Halbuki Libya ’daki durumla Suriye’deki durum aynı değil. Libya konusunda BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı bir karar vardı. Bugün sinik nedenlerle de olsa, Çin ve Rusya vetosu böyle bir kararı engelliyor. Ayrıca Batılı devletlerin müdahaleye istekli oldukları da şüpheli. Diğer taraftan “haklı savaş” kavramının katı ahlakçı yorumu, bu kavramın bir başka boyutunu, müdahalenin sonuçlarının şimdikinden daha fazla insani bedele yol açmaması ilkesini gizliyor.

Belirsiz sınır
Afganistan ve Irak örnekleri, insancıl müdahale ile emperyalist/kolonyalist bir uygarlaştırıcı müdahale ve işgal girişimi arasındaki sınırın belirsiz olduğunu gösterdi. Müdahale olursa aynı risk Suriye için de kısmen geçerli değil mi?
Suriye’de rejim giderek uluslararası desteğini yitiriyor. Birkaç gün önce İslami Konferans Teşkilatı üyeliğini askıya aldı. Eylül ayında BM ’de Suriye’de işlenen insanlığa karşı suçlarla ilgili bir karar alınması ihtimali yüksek. Suriye’de rejimin iç dinamiklerle değişmesini, muhalefete yardım edilmesini, insanlığa karşı suç işleyenleri şimdiden tespit ve ilan ederek uluslararası ceza yargılamasının caydırıcılığının sağlanmasını savunmak, “Suriye’de kardeşlerimizi zalimlerin pençesine terk etmek” demek değil. Unutmayalım ki, başka her yerde olduğu gibi, Suriye’de de bir dış askeri müdahale, halkın bir kesimi tarafından kurtarıcı, diğer kesimi tarafından saldırgan olarak algılanacak. İnsancıl amaçlı askeri müdahale pratikleri yeni zamanların yaygın savaş biçimi haline dönüşüyor. Eğer savaşı ve şiddeti ilkesel olarak benimsemiyorsak, haklı savaş fikrinin modern versiyonu olan insancıl müdahale konusunda da ilke önce savaşa ve şiddete başvurmamanın tüm yollarını denemek olmalı değil midir?

Saturday, August 18, 2012

30 Killed 1000s Injured -South African Police Shoot & Kill Innocent Miners - August 18th 2012







    JOHANNESBURG, South Africa — Police opened fire Thursday on striking workers at a South African platinum mine, leaving as many as 18 dead, according to authorities and news reports.South African police officials confirmed that lives were lost in the shootings, captured on graphic Reuters news service video and tweeted, but they didn’t give casualty figures. There were conflicting news reports that 12 to 18 people had died.
The gunfire came after police moved in to try to disperse workers after a week of violence at the mine involving workers from competing unions armed with machetes, sticks and spears. The earlier clashes had left 10 people dead, including miners, security guards and two police officers reportedly hacked to death by workers.
In Thursday’s violence, the Reuters video showed dozens of police officers confronting a crowd of miners who were trying to rush at them. Police opened fire and continued shooting into a cloud of dust for about two minutes. When the dust cleared and the police advanced, a number of dead miners were seen lying on the ground.
South African President Jacob Zuma issued a statement Thursday saying he was “shocked and dismayed by this senseless violence.”
“I have instructed law enforcement agencies to do everything possible to bring the situation under control and to bring the perpetrators of violence to book,” he said.
Other South Africans were horrified by the violence, with some comparing the shootings to the apartheid era when white security forces quelled township protests using live ammunition.
A police spokesman said officers did their best to handle a volatile situation, and accused heavily armed miners of opening fire first.
“Now what should police do in such situations when clearly what they are faced with are armed and hard-core criminals who murder police?” police spokesman Zweli Mnisi said. “We had a situation where people who were armed to the teeth, attacked and killed others, even police officers and, for the record, one of the firearms used was that of our deceased police officer.”
The trouble occurred at a mine at Marikana, about 40 miles northwest of Johannesburg, owned by Lonmin, the world’s third-largest platinum producer. Lonmin shut down operations when violent clashes broke out between striking workers six days ago as rival unions battled for dominance at the mine.
Earlier Thursday, Lonmin warned in a statement that the strike was illegal and any workers who did not return to work Friday would be fired.
About 3,000 mine workers went on strike Aug. 10 demanding a pay rise. When miners allied with a rival union tried to go to work over the weekend, they were attacked, according to a statement from Lonmin. Angry miners then massed, and repeatedly tried to break through a security cordon around the mine. At one point they mobbed two mine security guards in their car and burned them to death. They later hacked two police officers to death with machetes.
Thursday’s violence came as police using tear gas and a water cannon tried to disperse the miners. One reporter on the scene, Poloko Tau, of the Star newspaper tweeted that his contact among the mine workers “has just been shot dead.”
“Scary ... war zone down here. First short fired,” he wrote. “Army of cops swooped in, some people dead, live ammunition used ... we believe.”
The clashes with police came against the backdrop of a struggle for supremacy between a dominant union, the National Union of Mineworkers and a rival newcomer, the Assn. of Mineworkers and Construction Union.
Before police moved in Thursday, AMCU official Joseph Mathunjwa said the mine workers wouldn’t disperse. “We’re going nowhere. If need be, we’re prepared to die here,” Mathunjwa was quoted as saying by Reuters and other news organizations.
Lonmin has announced that it will not meet its production target for the year of 750,000 ounces of platinum. Its shares slumped 6% in London on Thursday.
The company said it had lost 15,000 ounces of production due to the unrest.

Wednesday, August 15, 2012

Bir sonraki vekalet savaşı


Bir sonraki vekalet savaşı
Robert Haddick

YDH- Foreign Policy dergisinde Robert Haddick imzasıyla yayımlanan bu yazıda Amerika’nın Suriye’deki iç savaşı bölgeyi İran’a karşı hazırlamak için nasıl kullanabileceğinin yolları gösteriliyor.


YDH- Foreign Policy dergisinde Robert Haddick imzasıyla yayımlanan bu yazıda Amerika’nın Suriye’deki iç savaşı bölgeyi İran’a karşı hazırlamak için nasıl kullanabileceğinin yolları gösteriliyor.
Washington Post’un geçenlerdeki bir serbest kürsü yazısında, Senatörler John McCain, Lindsey Graham ve Joseph Lieberman, Suriye’deki iç savaşa ABD’nin acil bir müdahalede bulunmasını savundular.  Suriyeli isyancılara silah, eğitim ve istihbarat sağlanması çağrısında bulundular.
Ayrıca Amerika’yı Suriye içinde kurtarılmış bölgeler oluşturulmasını desteklemeye ve hava gücü ve diğer olanaklarla (ancak sahaya gidecek Amerikan askerleriyle değil) korumaya çağırdılar. Bu adımları atmakta geri kalmak, onlara göre, Suriye’deki kanlı iç savaşı uzatacak, el-Kaide gibi İslamcı radikallerin rollerini artıracak, Suriye’nin kimyasal silahlarının tehlikeli ellere düşmesi ihtimalini artıracak ve Esed rejimi düştükten sonra ABD’nin ülkenin dışında kalmasına sebep olacaktı.
Etkili strateji geliştirmede kilit aşamalardan birisi, kendini gerçekçi ve elde edilebilir hedeflerle sınırlamaktır. Suriye savaşını hatırı sayılır şekilde kısaltmak, hangi grupların zirveye çıkacağına karar vermek ve bu kaotik çarpışmanın ortasında Suriye’nin en tehditkâr silahlarının kontrolünü ele geçirmek; en azından makul bedeller düşünüldüğünde büyük ihtimalle ABD’li karar vericilerin erişiminin dışında kalan hedefler.
Senatörlerin ABD müdahalesi için gerekçeleri, Suriye’deki olaylara mümkün görünenin ötesinde bir nüfuz yeteneği öngörüyor. ABD müdahalesi savaşı hızlıca sona erdirmekte veya Suriye’nin kimyasal silahlarını çabucak ele geçirmekte başarısız olacak olursa; Amerika, harekâtın hedeflerine ulaşma çabasıyla gittikçe artan hava gücü kullanımı ve hatta sahada askerlerle, kendini bir tansiyon merdivenini tırmanır bulacaktır. Geniş ve görünür bir şekilde işe bir kere giriştikten sonra, ABD’nin itibarı da riske atılmış olacak ve karar vericiler fazlaca muhteris emellere ulaşma umuduyla kaynakları yığıp durmak zorunda kalacaklar.
Fakat bunlar, Amerika’nın çatışmadan kaçınması gerektiği anlamına gelmiyor. Gerçekten de, Suriye’de önemli ve ulaşılabilir hedefler bulunmakta, ufak bir riskle ve mütevazı bir bedelle elde edilebilir şeylerdir.
ABD asimetrik savaş becerilerini geliştirmeye odaklanmalı
Suriye’deki iç savaşın seyrini değiştirmek gibi Washington’un kontrolünden oldukça uzakta bir şeye girişmekten ziyade, ABD’li karar vericiler Amerika’nın diplomatik konumunu güçlendirmeye ve bölgede ilerideki çatışmalarda kritik rol oynayacak asimetrik savaş becerileri geliştirmeye odaklanmalıdır.
Suriye’ye, mütevazı ve sınırlanmış dikkatlice çizilmiş, Amerika’nın savaşta zaten birer aktör olan Sünni müttefikleri ile de koordinasyon hâlinde bir müdahale, kritik ilişkileri ve Amerika ve müttefiklerinin gelecekte ihtiyaç duyacağı asimetrik savaş becerilerini geliştirecektir.
Suriye’deki çatışma İran ile Amerika’nın Basra Körfezi’nin batı tarafındaki Sünni müttefikleri arasında devamedegelen rekabetin yalnızca bir cephesi.
Bu rekabet geçmişte Lübnan ve Yemen’de vekalet savaşları şeklinde oynandı, Irak da bir sonraki savaş alanı vekili olabilir. İran nükleer silahlı bir devlet olacak olursa, rekabet kesinlikle yoğunlaşacaktır. Suriye’de sonuç ne olursa olsun, Basra Körfezi etrafındaki Amerikan müttefikleri İran’la derinleşen güvenlik rekabeti için güçlenmek durumundalar.
Sünni olan Körfez İşbirliği Konseyi (GCC) ülkeleri, konvansiyonel askeri kuvvetlerini geliştirmektedir, özellikle de, İran’dan gelen balistik füze tehdidine karşı, koordineli füze savunmalarını. Ancak, son yıllarda fiili savaş, genellikle İran ve Sünni ülkelerin bazıları tarafından silahlandırılıp eğitilen isyancı milisler tarafından yürütülmüştü.
Örneğin, kuvvetlerinin Libya’da Kaddafi rejiminin düşmesinde geniş bir rol oynadığı Katar, Suudi Arabistan’la birlikte, Suriye’deki isyancıların önemli bir sponsorudur.
Diğer taraftan, bu hafta İranlı kırk sekiz Devrim Muhafızı danışmanının Suriyeli isyancılar tarafından esir edilmesi, İran’ın ülkedeki rolünü anlatıyor.
Bu türlü asimetrik savaşın, İran ve Sünni ülkeler arasındaki güvenlik rekabetinin en yaygın göstergesi olmaya devam etmesi oldukça muhtemeldir.
Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki çeşitli Şii milis kuvvetleri ve İran’ın şu anda Suriye’deki Esed yanlısı milislere sağladığı eğitim ve destek, İran’ın bu tür savaştaki tecrübesini ortaya koymaktadır. Eğer devam eden güvenlik rekabetinde İran’a yetişeceklerse, Sünni ülkelerin kendi asimetrik savaş becerilerini pekiştirmeleri son derece çıkarlarına olur.
Suriye’deki iç savaş, Amerika ve Sünni müttefiklerinin tam da bunu yapması için bir fırsat sağlamaktadır. Amerika için, Suriyeli isyancıları desteklemek klasik bir asimetrik savaş harekatı, temel bir Özel Kuvvet görevi teşkil edecektir.
Böyle görevler tipik olarak gizlidir ve genellikle bölgesel müttefiklerin işbirliğiyle yürütülür. Yani, ABD ve Körfez İşbirliği Örgütü istihbarat memurları, Suriye’de bir asimetrik savaş harekâtını yetenek ve eğitim aktarımında bulunmak, kaynakları paylaşmak, güven geliştirmek ve müşterek harekât prosedürleri geliştirmek için bir fırsat olarak kullanabilir.
Böylesi saha tecrübeleri gelecekteki beklenmedik durumlar oldukça faydalı olacaktır. Bunun Sünni ülkeleri Amerika’nın İran’a karşı güvenilir bir müttefik olduğuna ikna edecek olması da eşit önemdedir.
Normalde, Suriye’deki birleşik bir ABD-GCC (Körfez İşbirliği Örgütü) asimetrik savaş harekâtının hedefleri Esed rejiminin devrilip ABD ve Körfezli Sünni çıkarlarına dost bir hükümetin kurulması olurdu.  Ancak, karar vericilerin, asimetrik savaş harekâtlarının başarı garantisi olmayan hassas projeler olduğunu takdir etmeleri gerekir.
Yolunda gitmeleri yıllar alabilir ve bu süreçte birçok mahcubiyet olasılığı bulunur. Suriye savaşı, diğer her modern vekalet savaşı kadar kirli çıkıyor, görünüşe göre her iki taraf da savaş suçlarıyla mücrim.
Esed rejimini devirmek gibi, nahoş bir tansiyon döngüsüyle sonuçlanabilecek kaypak bir görevi hedeflemektense, ABD kendini asimetrik savaş uzmanlığında koalisyon geliştirme hedefiyle sınırlamalıdır. Ama bu sınırlı hedefe ulaşma şansını artırmak için, karar vericiler ABD’nin katılımının şu anki sınırlarını genişletmelidirler.
İsyancılara diğer partnerler aracılığıyla ulaşılabilir durumda olmayan öldürücü desteği sağlama fikrini göz ardı etmemelidirler.
ABD özel kuvvet danışmanları ve eğitmenlerinin Türkiye ve Suriye’deki isyancı sığınak kamplarını ziyaret etmelerine izin verilmelidir. Son olarak, ABD’li karar vericiler sınırlı hava gücü kullanımını da göz önünde bulundurmalıdır; örneğin, istihbarat toplama amaçlı insansız uçuşlar ve yakın hava desteği.
ABD risk almamalı liderliği bölgesel müttefiklerinin istihbarat servislerine bırakmalı
ABD’nin öncelikli hedefi Körfez İşbirliği Örgütü (GCC) ile asimetrik savaş kapasitesini geliştirmek olacağından, GCC istihbaratı ve özel kuvvet yetkilileri liderliği almalı ve ABD yetkilileri onları desteklemelidir. Bu yaklaşım, ABD’nin ortaya çıkışını ve riskini sınırlarken, genel ittifak özel operasyon kapasitesini geliştirmek için çok şey yapacaktır.
Bazıları hiç şüphesiz bu yaklaşımı, ABD ve müttefiklerinin birtakım nahoş teknikleri işleyip geliştirmesi için Suriye’deki insani felaketin sömürülmesi olarak eleştirecektir.
1930’ların sonlarındaki İspanya İç Savaşı, buna tarihsel bir analoji teşkil etmektedir; bu da bir başka çok çirkin iç savaştı ve Avrupa’nın büyük güçleri bu savaşı İkinci Dünya Savaşı öncesinde askeri doktrinlerini akort etmek için kullanmışlardı. Bu açıdan bakıldığında, müdahale, Suriye’nin acısını süratlendirmekle kalacak ve Amerika’yı kirli bir savaşta aksesuar hâline getirecektir.
Ancak, ABD’nin Sünni müttefiklerini desteklemek için müdahalesi savaşı kısaltıp Esed rejiminin sonunu yaklaştırdığı ölçüde, hayatları kurtaracak ve Suriye’deki acıyı azaltacaktır.
ABD müdahalesi böyle bir sonucu garanti edemez ve ABD’li karar vericiler ABD prestijini böylesi bir sonuca bağlamamalıdır. Ancak 1990’larda Balkanlar’da da gördüğümüz gibi, bir iç savaş yanarken kenarda durmak da içinde ahlâki problemler barındırır.
Buna karşın, Hırvat ve Boşnak milislere dış danışman yardımına izin verildiğinde, savaş çok geçmeden sona ermişti. Kimse Suriye’de de benzer bir sonuç garanti edemez. Diğer taraftan, Suriye’de şu an nelerin yaşandığını görebiliyoruz. Her ne kadar savaşı bitirmek burada üzerinde durulan oldukça sınırlı müdahalenin bir hedefi olmamalıysa da, savaşı avantajlı koşullarla bitirme şansı, hiç müdahale olmadan olacağından daha yüksek görünüyor.
Dahası, asimetrik savaş ABD ve müttefiklerinin hazırlanması gereken bir gelecek. Senatörler McCain, Graham ve Lieberman –Washington’da seçimle gelen en şahin yetkililer- konvansiyonel saha birliklerinin kullanımını elediğinde, karar vericiler onların gelecekte karşılaşacağımız güvenlik sorunlarına cevap vermede tükenmiş bir alet kutuları olduğuna hükmetmelidir.
Irak ve Afganistan tecrübeleri hâlâ tazeyken, karar vericiler ilerideki pürüzlerde konvansiyonel saha kuvvetlerini işe sokmada son derece gönülsüz olacaklardır. Elde kalan birkaç alet arasında, istihbarat ve müttefiklerle birlikte asimetrik savaş teknikleri arayan özel harekât memurları olacaktır.
Suriye’de Sünni müttefikleri desteklemek, asimetrik savaş kabiliyetlerini keskinleştirecek, harekâtsal ilişkileri geliştirecek ve Amerika ve müttefiklerini gelecek pürüzlere karşı hazırlayacaktır ve hatta savaşı bitirip bazı hayatları bile kurtarabilir.
Robert Haddick, Small Wars Journal’in idari editörüdür.
Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu

Monday, August 13, 2012

Empire me/Devlet benim


  Fulya Canşen

Avusturyalı yönetmen Paul Poet’in Avrupa’da vizyona giren belgesel filmi Empire me, dünya üzerinde sayısı beş yüzü bulan mikro ulusların yaşamına bir pencere açıyor.
“Yaşadığın dünyadan memnun değilsen kendine yenisini kur” Her ne kadar kulağa ütopik gelse de yerküre üzerinde bunu deneyen 500 adet mikro ulus var. Avusturyalı yönetmen Paul Poet, bunlardan sadece altısını ziyaret ederek bir belgesel filmle farklı yaşam biçimlerine bir pencere açtı. Poet’in ilk durağı İngiltere’nin güney sahillerindeki Sealand Krallığı. Eski bir İngiliz subayı olan Paddy Bates’in korsan bir radyo kurmak için işgal ettiği savunma kalesi, mikro ulusların ilki olarak biliniyor. Yasalardaki boşluktan yararlanan Bates, burada 1967’de krallığını ilan ettikten sonra korsan radyosu, korsan partisine ve hükümetine dönüştü. İngiltere Bates’e karşı dava açtı ama kazanamadı. İngiltere bugün Sealand’ın sadece mülkiyetine sahip ama kullanım hakkına değil. Şimdi Seeland’ı ziyaret eden herkesin pasaportuna “Principality of Sealand” damgası vuruluyor. Kendine ait elektrik ve su şebekesi olan bu krallıkta uzun süre ikamet etmek isteyenler, ana karadan gıda takviyesi yapmak zorunda kalıyorlar. Zira kalede yetişenler ancak Sealand halkının beslenmesine yetiyor.  
 Silahsız savaş ilan etti ama!

Avustralya’daki Hutt River Krallığı ise Casley adlı bir çiftçi ailesi tarafından kuruldu. Leonard Casley Avusturalya hükümetine bir mektup yazarak çiftliğini bağımsız bir devlet, çiftlik evini ise bu devletin başkenti olarak ilan etti. Hutt River Krallığı’nın da resmi damgası, marşı, bayrağı hatta posta pulu var ama BM’ tarafından tanınması için gerekli bazı kriterleri henüz yerine getiremiyor. Prens Casley’in tanınmak için Avustralya hükümetine silahsız savaş ilan etmesi bile bunun için yeterli olmamış. Çünkü Avusturalya hükümeti, Hutt River Krallığı’nın bütün taleplerini yanıtsız bırakıyor, yani dolaylı da olsa Hutt River Krallığı’nı tanımıyor.
 Nükleo Federal devlet Damanhur

Kuzey İtalya’da 1975 yılında ilan edilen çevreci Damanhur Federasyonu’nun hepsi kendi davranışından kendi sorumlu olan bin kişiden oluşuyor. Damanhur toplumunu bir arada tutan anayasa, güven, kabul görme, saygı ve dayanışma ilkelerine dayanıyor. Burada aslolan kişinin kendini gerçekleştirebilmesi. Damanhur’da yaşayabilmek için, yeni fikirler, enerji ve emek sunması istenen halk kendi içinde dört gruba ayrılıyor. A ve B grubunda olanlar altı aylık deneme süresini başarıyla tamamlayıp Damanhur’a katılabilenler. Bunlar da kendi içerisinde sayıları 10-20 kişi arasında değişen ve aynı çatı altında yaşayan ”nükleo” topluluklarına başka bir deyişle eyaletlere ayrılıyor. C ve D grubundakileri ise deneme süresini başaramadığı için Damanhur’un içinde değil ama yakınında yaşanlar oluşturuyor. Her nükleo topluluğunun ekoloji, sanat, maneviyat gibi ayrı bir araştırma ve görev alanı var. Her yıl yapılan genel kurulda her nükleo topluluğuna bir temsilci seçiliyor ve federasyonu bu temsilciler meclisi yönetiyor.
 Her şey serbest

Kısa adı ZEGG olan “Deneysel Toplum Oluşturma Merkezi” nin amacı aşkın ve seksin açıkça tartışıldığı ve yaşandığı bir ulus kurmak. Almanya’nın Brandenburg eyaletinde bulunan ZEGG doksanlı yılların ürünü. ZEGG’de yaşayan 100 kişi özünde, çevreci ve sosyal olarak sürdürülebilir bir yaşam biçimini temsil eden bir model proje oluşturuyor. Ekolojik atık su arıtma tesisi, karbondioksit salınımı olmayan ısıtma sistemi, sebze, meyve ve çiçek bahçesine sahip olan ZEGG’in kuruluş amacı kendine yeten bir toplum oluşturmak. Sadece ZEGG’de yaşayanlar değil, ZEGG’e ilgi duyanlar da çeşitli konferans ve toplantılara katılarak projeyi geliştirmeye hizmet ediyor. Her yıl düzenlenen uluslar arası yaz kampları ve sanat etkinlikleri de bunu destekliyor. ZEGG’in hayat prensibi; dürüstlük ve şeffaflık çerçevesinde akla gelen her şeyin serbest olduğu bir dünya kurmak.

Herkes kendinden sorumlu

 Danimarka’nın başkenti Kopenhag yakınlarındaki Christiania Serbest Devleti 1971’de gazete aracılığıyla ilan edildiğinde göçmen akımına uğramış. Kapitalizm karşıtı bir sistemle yönetilen Christiania, aynı zamanda çevreci bir devlet. Eski bir kışlada kurulan Christiania’nın bugün 200’ü çocuk 1000 kadar nüfusu var. Christiania Serbest Devleti’nde karar mekanizmasına her birey aktif olarak katılıyor, mülkiyet yok ve sosyal devlet halka hizmet ediyor. Burada yapılan siyasi ve kültürel etkinlikler Danimarka çapında ses getiriyor. Kendi yasa ve kurallarıyla Danimarka’dan ayrı yönetilen Christiania’da hırsızlık, şiddet, silah taşıma, ağır uyuşturucu satmak gibi eylemler yasak. Yasakları çiğneyenler devlet değil, bireyler tarafından cezalandırılıyor. Christiania Serbest Devleti, sık sık kendini tanımayan Danimarka hükümeti ile çıkan sorunlar yüzünden de gazete başlıklarına taşınıyor. 
 Yüzen devlet Serenissima
 Filmin seyirciye sunduğu son örnek Serenissima. Bir grup Amerikalı sanatçı Serenissima projesi ile imkansızı başardı; tahta ve çöplerden yüzen bir devlet yarattı. Bir geri dönüşüm harikası olan Serenissima aynı zamanda yüzen bir sanat eseri. Amerika ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde hazırlanan parçalar Slovenya’da bir araya getirildi. Serenissima’nın motoru bile çöpe atılan parçalardan elle monte edilerek yapıldı. Slovenya’dan sonra Venedik’e giden Serenissima, Venedig Bienaline davet edilmediği halde çok büyük ilgi gördü. Nüfus artışına fazla uygun olmayan bu yüzen çöp devletin dümeni en son Hindistan’a kıvrıldı.
 Devlet benim
 Avusturyalı yönetmen  Paul Poet’in geçen ay Avrupa’da vizyona giren belgesel filmi “Empire me”, cazip görüntülerle sadece farklı yaşam biçimlerini sergilemekle kalmıyor, ilginç röportajlarla da devlet kavramını tartışmaya açıyor. Filmi ana fikri adında saklı; Empire me/Devlet benim.

Friday, August 10, 2012

Hayat

Murathan Mungan

Hayat kısa olabilir; ama anlar sonsuzdur.

Bazı sırlar bilinmezlikleriyle kalırlar. Kimi durumlarda yaşamı olduğu gibi kabullenmek gerekir. Her insanın ömründe, kendinden önceki insanların anlamadıklarını anlamanın mutluluğu ve anlaşılmasını kendinden sonraki insanlara devredecekleri bilinmezliklerin kederi vardı. Biz her ne kadar öyle sansak da, yaşam günün birinde birilerinin çıkıp tek tek çözeceği sırların bir toplamı değildi. Bütün sırları çözüldüğünde anlaşılıp kapağı kapatılacak okunmuş bir kitap değildi yaşam; yarım kalmış bilmeceleri, hiçbir zaman açıklığa kavuşmamış muammaları, çözülemeyen sırları ve olanca karmaşasıyla da yaşamdı. Bir planı varsa da bunlar bizim zihnimizin anlayamayacağı, algılayamayacağı bağlantılar bütünlüğüne ve aklımızın kavrayamayacağı bir iç tutarlılığa sahipti. Anlamaya çalışmaktan vazgeçmeden yaşamı kabullenmek; belki de asıl başarılması gereken budur.

İnsan doğası çok karmaşıktır; bazı acılar kalıcı olmak ister örneğin. Bazı şeyler çimenlerin büyüyüşü gibidir; herkesin gözünün önünde olduğu halde kimse fark etmez. Hayat dediğimiz şey, çoğu kez pazarlığın inceliklerini bilmektir.

Hayatta kimsenin görmek istemediği kadar çok acı vardır. Siz yalnızca seçtiklerinizi fark edersiniz.

Hayatın sıradan rastlantıları bazen kaderin yerine karar verir.

Bir insan yaşamı boyunca en eski anısını arar.

Hayatta her şeyin bir rüya gibi olmasında, her şeyin bir oyun gibi görülmesinde yabana atılmayacak bir gerçeklik payı olduğunu kabul etmek gerekiyor. İnsan hayatı hayal ile hakikat arasında kestirme yollar aramakla geçiyor.

İnsanın hayatta en önemli sorunu, ne istediğini bilmemesidir.

Gençken, insanın kendisini ölümsüz hissetmesi daha kolaydır. Beden ilerledikçe zamanı keşfeder insan. Hevesler söner, yaşam yavanlaşır. Ölümün yakın komşu olduğunu anlar insan.

İnsan ne yaşarsa yaşasın, sonunda her şey bir günbatımına bakıyor.

Hayat kolay olduğunda bile zordur çocuğum. Hayatın kendisi zordur; onu güzelleştiren şey, onun üzerine düşünmektir yalnızca. Hayat boştur! Herkesin her zaman dediği gibi boş! Onu dolduran anlamdır yalnızca. Bizim ona verdiğimiz çeşitli anlamlar. Bazıları hayat anlamından boşaldığında, onun gerçek yüzünü gördüğünü sanır; hayatın görülecek bir yüzü bile yoktur oysa. O kadar boştur işte hayat; sen bir an önce onu kendi anlamlarınla doldurup güzelleştirmeye bak! Ömrünü ancak böyle hayat yapabilirsin.

"Hayat zordur da, insan kolay mıdır peki?" diyeceksin. Ne gezer? En işe yaramaz insanın bile kendini tüketmesi zaman alır.

Kendi hayatımız ne zaman kendimiz için bile bir eğretileme haline gelir? İçinde yaşadığımızı ne zaman karşımıza alıp bakmaya; hatta için için onu yazmaya başlarız?