Monday, July 30, 2012

İsrail, Türkiye’yi bocalamada yakaladı


İsrail, Türkiye’yi bocalamada yakaladı
M K Bhadrakumar

YDH- Hintli eski Büyükelçi M K Bhadrakumar, Asia Times’taki yazısında İsrail’in Suriye konusunda daha etkin olabilmek için Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik girişimlerde bulunduğunu belirtiyor.


YDH- Hintli eski Büyükelçi M K Bhadrakumar, Asia Times’taki yazısında İsrail’in Suriye konusunda daha etkin olabilmek için Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik girişimlerde bulunduğunu belirtiyor.
Suriye’deki kriz, İsrailli liderleri Türkiye’yle ilişkileri düzeltmek için güçlü bir gönül alma çabasına sevk etti.
Başbakan Benjamin Netanyahu bizzat ilk adımı attı. İsrailli liderlerin hareketi hiç şüphesiz Amerikan desteğinin tadını çıkarıyor, Netanyahu aynı zamanda İsrail’in yönetici koalisyonunda inisiyatifi sürdürme yolundaki fikir birliğiyle de teşvik edildi. Ama düğüm noktası, Türkiye’nin Suriye krizinde izlenecek politikalar konusunda açıkça bölünmüş bir ev olması olacaktı. Top şimdi Türkiye tarafında.
Pazartesi, Netanyahu ofisinde önemli Türk gazetecilerden oluşan sekiz kişilik bir ekiple üst İsrail ve Türkiye arasındaki buzları eritmek için üst düzey bir girişimde buluştu.
Bu, Mayıs 2010’da Türk Mavi Marmara gemisinin Gazze ablukasını delmesini önlemeye çalışan İsrailli komandolar tarafından dokuz Türk’ün öldüğü olaydan beridir böylesi ilk toplantı; o olaydan sonra iki ülke arasındaki ilişkiler hayli soğumuştu.
Tel Aviv Türkiye’nin olay için resmi bir özür, kurbanların ailelerine tazminat ödeme ve Gazze ablukasını kaldırma taleplerini karşılamayı reddedince Türkiye İsrail büyükelçisini kovmuştu.
Ankara ayrıca İsrail’le bütün askeri ve güvenlik işbirliğini de dondurmuş ve İsrail silahlı kuvvetlerinin üst düzey amirlerine dava açmış durumda.
Washington arayı ısıtmak için boşuna çabalarken Türk ve İsrailli diplomatlar perde arkasında iki taraf için de kabul edilebilir bir formüle ulaşmak için müzakerede bulundular. Fakat Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın da aralarında bulunduğu İsrailli tutucular özür dilenmesini onaylamayı ya da Ankara’ya Gazze ablukası üzerinde söz hakkı tanımayı reddetti.
Bugün İsrail bir uzlaşma havasında. Kadima Partisi’nin geçenlerde yönetici koalisyona dahil edilmesi, Lieberman gibi “tutucuları” marjinalize ediyor.
Netanyahu’nun kendisi ise, Türkiye’yle barışmanın İsrail’in çıkarına olduğunda asla tereddüt etmemişti. İkinci faktör elbette Suriye’deki ayaklanma.
Suriye’ye sorgulanmaz askeri üstünlüğüne rağmen, Türkiye ile ilişkilerinin kötüleşmesi İsrail’e zarar veriyor ve bölgesel izolasyonunu pekiştirip sahada proaktif olabilme konusunda seçeneklerini sınırlıyor.
Suriye’de olayların çalkantılı akışı İsrail’in güvenliğini hayati derecede etkiliyor; ister iç savaş ve parçalanma olsun, ister Şam’daki “rejim değişimi”nde radikal İslamcıların rolü olsun. Kısacası, bu volkandan püskürenlerle ideal şekilde başa çıkabilmek için Türklerle askeri ve istihbari seviyede en yakın zamanda olası işbirliği gerekiyor.
Netanyahu’nun Türk medya mensuplarıyla toplantısını izleyen İsrail demecinde Netanyahu’nun şöyle dediği ifade ediliyor:
“Türkiye ve İsrail, oldukça çalkantılı ve istikrarsız olan bu bölgedeki iki önemli, güçlü ve istikrarlı ülkedir. Türk halkıyla Yahudi halkının çok eski bir ilişkisi vardır. Türkiye ve İsrail’in çok eski bir ilişkisi vardır. Eskiden sahip olduğumuz ilişkilere yeniden başlamanın yollarını aramak zorundayız; çünkü ülkelerimiz için önemli olan budur ve şu an bu bölgenin istikrarı için artık özellikle önemlidir.”
Netanyahu, Türk gazetecilere: “Ortak bir çıkar olduğuna inandığımdan, hem İsrail’in, hem Türkiye’nin ilişkilerini restore etmek için ellerinden geleni yapmaları gerektir. İlişkilerimizi yeniden tamir etmeyi istiyoruz ve iki ülkede bunun için fırsatlar aramaktadır,” dedi.
Ardından ziyaretçi Türk gazetecilere verilen brifingde, İsrailli yetkililer daha açıktılar:
“Suriye’de devam etmekte olanlar bir trajedidir, daha büyük bir trajedinin olması ise an meselesidir. … Hem Türkiye, hem İsrail’in Amerika’yla yakın bağları vardır ve her ikisi de Amerikalılarla Suriye’ye dair önemli bilgiler paylaşmaktadır. Aynı endişeyi paylaşıyoruz…”

Doğal müttefikler
Büyük soru, Suriye krizinin bir Türkiye-İsrail anlaşmasına ilham verip vermeyeceği. New York Times’da Michael Herzog (İsrail savunma bakanına eski genelkurmay başkanı) ve nüfuzlu Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Soner Çağaptay tarafından yazılmış güncel bir yazı, bu büyük soruyla eğleniyordu.
Bu iki önde gelen uzman, Tel Aviv ve Ankara’da ilişkileri onarma fikrine “yeni bir açıklık derecesi” olabileceğine katılıyorlardı; ancak uzlaşmak için muhtemelen yine de Amerikan arabuluculuğu gerekecek. Yazdıklarına göre:
“Başkan Obama’nın, bu iki Amerikan müttefiki arasındaki hayati ilişkiyi yeniden inşa etmeye yardım etmek için eşsiz bir fırsatı var. İlişkilerinin stratejik işbirliğinde eski seviyelere geri dönmesi çok olası görünmese de, bu ilişkiyi normalleştirmek Amerika’nın Suriye, İran ve Doğu Akdeniz’deki önemli çıkarlarını ilerletebilir.”
İsrail’in ulusal güvenlik düzeninin “ilişkiyi düzeltme inisiyatifinin güçlü bir şekilde lehine” olduğunu ve Türkiye ve İsrail arasında eylem seviyesinde bir ortaklığın Suriye’deki rejim değişimini getirmede oldukça verimli olabileceğini tahmin ettiler:
“Normalleşmiş bir Türkiye-İsrail ilişkisi ayrıca Esed hükümetine karşı işbirliği fırsatlarını da açacaktır, Türkler siyasi ve bölgesel liderliği ele alabilir ve İsrailliler de istihbaratı ve ilave işlemsel gereklilikleri sağlayabilir…
İsrail’den gelecek her katkı, elbette ki, Suriye ayaklanmasının arkasında İsrail olduğu hissinin oluşmasını engellemek üzere, görünmez olmak zorundadır. Bu, Bay Esed’e karşı Türk İsrail işbirliğini daha da değerli yapmaktadır; çünkü İsrail’e, Esed rejiminin altını oyma çabalarında Türkiye’yi desteklemek için izi sürülemez katkılar sağlama imkânı verecektir.”
Geleneksel olarak, İsrail Ankara’da büyük nüfuz paylarının tadını çıkarmıştır. “Kemalistler” İsrail’e yakın hissetmişler ve geçtiğimiz on yıllarda Türkiye-İsrail ortaklığı yeşermiştir. Türkiye’nin güvenliksel ve askeri düzeni (ki yakın bir zamanda sivil, seçilmiş liderler kontrolü ele geçirene kadar “derin devlet” konumundaydı), İsrail’in uzmanlığına ve profesyonel ferasetine değer vermiştir.
Türk elitleri arasında, despotlarla dolu bir bölgede demokrasinin bir ileri karakolu olarak İsrail’e yönelik yüksek bir saygı vardı. Şunu söylemek yeterli olacaktır ki, Türk siyasetinin öncül tarihinde, önde gelen laik partiler, İsrail’i Müslüman Ortadoğu’da Türkiye’nin doğal müttefiki olarak görüyordu.
Fakat, İslamcı AKP iktidara fırtına gibi geldikten sonra durumlar değişmeye başladı. Geçmişe dönüp bakıldığında, İsrail’le bağları “zayıflatmaya” doğru bir eğilimin Mavi Marmara olayından çok daha önce başladığı görülür.
Başbakan Recep Erdoğan’ın liderliği, Türkiye’nin Ortadoğu ilişkilerini kökten bir şekilde sıfırlamak için önceden tasarlanmış bir plana göre hareket ederek İsrail’le bağları aşama aşama azalttı. Mavi Marmara hadisesinin sıfırlamayı hızlandırmak için bir ana motif sağladığı ileri sürülebilir.
Pek çok alt plan
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerindeki derin buzların, ne kadar trajik olursa olsun, talihsiz bir olayın kaçınılmaz sonuçları olmaktan ziyade, son sekiz yılda Türk toplum ve siyasetindeki muazzam dönüşümlerin belirtisi olduğunun İsrail’in gözünden kaçması olası değildir.
Netanyahu’nun yine de böylesi hassas bir konuya girişini sağduyulu bir şekilde siyasi seviye de ya da diplomatik kanallarla değil de bir grup gazeteciyle yapması, İsrail’in Türk kamuoyunun cezp etmeyi umduğunu gösteriyor.
İsrail dışişleri bakanlığı Yigal Palmor’dan bir sözcü, ziyaretçi gazetecilere brifing verirken, üst düzey Türk ve İsrailli yetkililer arasında kişisel antipati ve güvensizlik duyguları bulunduğunu ileri sürmüştü.
Gelgelelim, “Biz Türkiye’yle güçlü bağlara sahip olmak istiyoruz ve Türkiye’yle ilişkilerimizden vazgeçmiş değiliz. Üzerinde çalışmamız gerekiyor. Elimizi Türkiye’ye uzatmayı gerçekten istiyoruz. Birbirimizi neyin incittiğini anlamamız gerekiyor. Kapılar açıktır,” diye de ekledi.
Elbette, Netanyahu’nun girişiminin pek çok alt planı var. Türkiye’nin Suriye krizindeki vahim çıkmazına odaklanıyor ve hiç şüphesiz ABD desteğinden faydalanıyor. Türkiye’nin gelecek gün ve haftalarda Suriye’deki hadiseler üzerinde kritik bazı hamleler yapacağını tahmin ediyor. Ve Türk kamuoyunun İsrail’le stratejik bağları öteden beri tercih etmiş bulunan sürekli kesimlerini –ki hiçbir surette zayıf değillerdir- canlandırmaya çalışıyor.
Önde gelen spiker Mehmet Ali Birand,  Netanyahu’nun zeytin dalını şu şekilde tartarken muhtemelen şaşırtıcı alt planlardan yalnızca birine dikkat çekiyordu:
“Görmezden gelmememiz gereken bir önemli faktör de şudur ki, İsrail’le diyalogu olmayan bir Türkiye bölge ülkelerinin gözünde eskisi kadar ilginç olmayacaktır. … Arap dünyasındaki değişim Türkiye’ye de yansıdı ve Türkiye, gönülsüzce de olsa, eski nüfuzunu kaybetti.
İsrail olmadan hiçbir Ortadoğu politikasının yürütülemeyeceğini herkes biliyor. Şu da açık ki, Ortadoğu satrancında insan sadece Suudi Arabistan’la veya Körfez ülkeleriyle hiçbir yere gidemez, ya da sadece bir Sünni cephesi kurarak nüfuz elde edemez. Türkiye de şu anda bir karar vermeli. Diplomaside yollar asla tükenmez; daima bir çıkış vardır.”
Bu arada, ironik olarak, Türkiye’nin İsrail’le uzlaşma için ortaya koyduğu temel şartlardan biri de –Gazze ablukasını kaldırmak- kısmen yerine getirildi. Pazartesi günü, Kahire, Gazze’den Mısır’a giren Filistinliler üzerindeki sınırlamaların hafifletileceğini duyurdu.
Daha önce görülmemiş bu hareket, Müslüman Kardeşler’den olan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Hamas lideri Halid Meşal’in geçen hafta Kahire’deki toplantısından sonra gerçekleşmişti.
Böylece, salı günü –yani Netanyahu girişimini yaptıktan sonra bir gün içinde-, Erdoğan’ın konutunda bir İftar davetinde sürpriz konukların –başlarında Halid Meşal’in bulunduğu, Hamas yetkililerinden bir ekip- bulunması son derece dikkate değer oluyor.
Meşal Şam’a yerleşmiş bulunmaktaydı; ancak Suriye rejimiyle dengeler son zamanlarda kararsızlaştı. Suriye’de, beş yüz bin kadar olduğu tahmin edilen güçlü bir Filistinli topluluğu yaşıyor. Hamas da ayrıca Müslüman Kardeşlerin bir “dalı” ve Türkiye şu anda Suriyeli Müslüman Kardeşler’in sürülmüş liderlerine ev sahipliği yapıyor.
Erdoğan'ın Meşal’le konuşması üç saatten de epey fazla sürdü ve görünüşe göre Suriye meselesine yönelik sağlam bir tavır takınacaklar. Toplantıda Erdoğan’a Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Türk istihbaratının başkanı Hakan Fidan eşlik etti. Tel Aviv’de –ve Washington’da- hayal kırıklığıyla bir iç çekiş olacak.

Büyükelçi M K Bhadrakumar, Hindistan Dışişleri Hizmetlerinde meslekten yetişme bir diplomattı. Görev yaptığı yerler arasında Sovyetler Birliği, Güney Kore, Sri Lanka, Almanya, Afganistan, Pakistan, Özbekistan, Kuveyt ve Türkiye bulunmaktadır.

Çeviren: İkbal Zeynep Dursunoğlu

TC Suriye’ye Müdahale Edemez Hejarê Şamil


TC Suriye’ye Müdahale Edemez! – Hejarê Şamil
Suriye’de halkların ve mezheplerin özgürleşmesi fırsatı doğdu. ‘Müdahale’ imkanları kısıtlı, emperyalist hevesleri şehvet düzeyinde olan Türkiye bu tekamülden dolayı sinir krizleri geçirmektedir.

Batı Kurdistan özgürlüğüne doğru emin adımlarla ilerlerken Kürd halkının baş düşmanı Türkiye’den gelecek tehlikelere dikkat çekmek ve bu yönlü tedbirler almak önemlidir ancak bir o kadar önemli olan da baş düşmandan gelecek tehlikeyi abartmamaktır. Yoksa abartınızın esiri olursunuz.

Mevcut TC sınırları içinde yaşayanlar, Türk özel savaş basını ile yatıp kalkanlar kendin çal, kendin oyna yöntemi ile ‘Türkiye’nin büyüklüğüne’ fena bir biçimde inandırıldılar. Oysa dışarıdan Türkiye çok küçük görünüyor. En gerçekçi manzara dıştan görünendir.

Dünyayı yöneten devletler ve onların kamuoyu için Türkiye, jeopolitik konumundan dolayı önemli, bağlı olduğu siyasi gelenek ve gücünü aşan hevesleri bakımından güvenilmez bir Ortadoğu devletidir. Dünyanın gözündeki ‘TC görüntüsü’ bundan bir miskal daha fazla değildir.

TÜRKLER SURİYE’DE ‘İSTENMEYENLERİN’ İLK SIRASINDADIR

Suriye’de ve bölgede çıkarları olan devletler ve belirleyici güçler Türkiye’nin Suriye’ye en ufak müdahalesine dahi tahammülsüzdür. Kimdir bu güçler? 1). Arap dünyası 2). Rusya 3) ABD ve Batı 4). Kürdler 5). İran 6). İsrail. Bunlardan hiçbiri Türkleri Suriye’de istemiyor. Erdoğan Türkiye’si bu güçlere rağmen mi Suriye’ye müdahale edecek? Kazanda pişen tavuk bile buna güler.

Osmanlı istibdadı halen Arapların hafızasından silinmemiştir. ABD ve Batı, Mısır ve Libya baharından sonra bu bölgelerde taşeronluğa layık gördüğü Türkiye için Suriye’de de aynı şeyi düşünüyor. Kürdler, Suriye’de Türkiye’nin gölgesini bile istemiyor. İran, şimdi pusuya yatmış da olsa Suriye’deki Alevi iktidarını Sünni Müslüman kardeşlere teslim etmek isteyen Türkiye’nin baş hasımıdır. İsrail, Müslüman dünyasının ‘sözde’ hamiliğine oynayan Erdoğan’ı engellemek için elinden geleni ardına koymaz.

Ve Türkiye’nin tozunu bile Suriye’ye kondurmayacak olan ülke Rusya’dır. 1992’de Suriye’nin Rusya’ya borcu 13 milyar dolardı. 2005 yılında Rusya Suriye’nin borcundan 10 milyarı yeni silah alımı garantisi verilmesi karşılığında sildi. Suriye’ye Rusya’dan önleme uçağı MiG-31, füzesavar kompleksi C-300 ve diğer gelişkin silahlar satılmaya başlandı ve Tarsus limanında 1971 yılında kurulmuş Rus askeri üssü daha da geliştirildi. 2008 yılında iki ülke arasında yapılan yeni bir anlaşma ile bu askeri üsse nükleer silahlar yerleştirme izni çıktı. Rusya 2000-2010 yılları arasında Suriye’ye 1.5 milyar dolar değerinde en gelişkin silahlar sattı.

Diğer faktörleri unutsak dahi Türkiye, yüzde 60 enerji bağımlısı olduğu Rusya’ya kafa tutmak bir yana ‘gözünün üstünde kaşın var’ bile diyemez. Rusya kılını oynatırsa Türkiye’nin feleği şaşar. Yeri gelmişken hatırlatalım ki, Türk’ü Rus’a bağımlı kılan ‘Mavi Akım Projesi’ni Türkiye, 1999’da Rusya’nın Öcalan’a destek çıkmaması karşılığında imzalamıştı. Öcalan adama neler yaptırıyormuş!

ERDOĞAN BLÖF YAPIYOR VE İÇ KAMUOYUYA OYNUYOR

Elbette ki, Türkiye boş durmayacaktır. Kurdlerin Batı Kurdistan’da haklarına kavuşmaması için elinden geleni yapacaktır. Velâkin Türkiye’nin ‘elinden gelenler’ sınırlıdır. Suriye kapılarının Türkiye’nin yüzüne kapalı olduğunu en iyi bilen Erdoğan ve hükümetidir. Türkiye yöneticileri, Suriye’deki Kürd özgürleşmesine fiziki müdahale yaparak engel olunamayacağını bildikleri için genlerinde olan kalleşliğe sarılacaktır. Mesela, Kürdleri birbirine düşürmeye çalışacaktır, Müslüman kardeşler gibi fundamentalist İslami örgütlere Kürdlere karşı durmaları karşılığında destekte bulunacaktır, Kurdistan Federasyonunu tehdit edecektir, Batı Kurdistan’daki özgürlük ve demokratikleşme hareketini PKK’yle ilişkilendirerek ABD ve Batı’nın ‘gözünü korkutmak’ için çabalayacaktır, Suriye ve Batı Kurdistan’da istihbari faaliyetler yürüterek birkaç yurtsever insanımızı öldürecektir. Yapabileceğinin tamamı bu tür kalleşliklerdir.

Geçen gün Türkiye’nin başbakanı Erdoğan, Türk kanal 24 televizyonuna temeline Suriye olaylarının oturtulduğu bir röportaj verdi. İyi incelendiğinde bu röportajın TC’nin Suriye politikası(zlığı)nın bariz bir belgesi olduğu açıkça görülmektedir. Türk başbakan, röportajda ‘müdahale’ falan laflarını kullanarak iç kamuoyuna ‘işte ölmedik ayaktayız’ mesajları vermeye çalışsa da Suriye konusunda çaresiz olduklarını söylediği her kelimede itiraf etmektedir.

Türkiye’nin başbakanı röportajda Batı Kurdistan’a müdahale ‘doğal hakkımız’ diyor. Bu, blöftür. İşti şayet Erdoğan’ın ‘deliliği’ tutar hesapsız kitapsız müdahalede bulunursa yaşayacağı hüsrandan sonra Kürdler ardınca yıllar boyunca ‘Siwar hatin peya çûn’ (Atlı gelip ayakla geri döndüler) şarkılarını okuyacaklar. Keşke AKP hükümeti Suriye Kürdlerine müdahalede bulunsa! Böyle bir müdahale, Kuzey Kurdsitan sorununun çözümüne misli görülmemiş bir katkı olurdu.

Adamımız palavra sıkıyor. Güney Kurdistan için de bir sürü madde sıralanarak ‘kırmızı çizgilerimiz’ falan denilmişti. Ancak tükürdüklerini yaladılar. ‘Kırmızı’ çizgiler yeşil oldu, mavileşti, beyazlaştı, silindi gitti. Şuan Kurdistan Federasyonu Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci en büyük ticari panteri!

21. yüzyılda, ‘KÜRD YÜZYILI’ndayız ya. Yazgı böyle. Kürd siyasileri istemese dahi ve de Kürdlere rağmen Büyük Kürdistan kurulacak!

Erdoğan bir süre önce "Suriye'de bir kadastro çalışması yaptırmayız" demişti. Desin, bol keseden atmaya ne var? Dün tükürdüğünü de yalayacak. ‘Kadastro çalışması’ yapanlar sana mı soracak, sayın Erdoğan? Hadi erkeksen ‘Suriye’de kadastro çalışması’ yaptırma da bakalım marifetine. Geçti borun pazarı sür eşeğini Niğde’ye. Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaksın. Haberin yok.

Röportajda utanmadan, kızarmadan “Kürt halkı da (‘da’ sözcüğü çok önemli!!!) Türk halkıyla kardeştir” demiş. Bundan önce ise “Kuzey'de bir yapılanmaya sıcak bakmadığını” ifade ediyor. Ama Kürd halkının yüzde doksan dokuzu bu yapılanmaya sıcak yaklaşıyor, Erdoğan bey efendi. Senin kardeşliğini yesinler.

ERDOĞAN HAKARET ETTİĞİ BARZANİ’NİN YANINA DIŞİŞLERİ BAKANINI GÖNDERECEK

Kanal 24’e verdiği röportajda TC başbakanı Kurdistan Federasyonu başkanı Sayın Barzani’ye dünyanın gözü karşısında açıktan açığa hakaret ederek Kürd lideri ‘çirkin’ işlerle uğraşmakla itham etti.

Güney Kurdistan’da Batı Kurdistan’lı gençlerin eğitilmesine gönderme yaparak şöyle konuştu:

“Son olarak söylenen şu ifade çok daha çirkin; 'Biz Kuzey Irak'ta bunlara eğitim verdik ve bu eğitim neticesinde şimdi onları geri gönderiyoruz' yaklaşımları bu işin çok daha farklı boyutlara doğru gittiğini gösteriyor. Buraya da seyirci kalmak mümkün değil”.

Ve bu sözleri sarf eden Erdoğan, dışişleri bakanını Barzani’nin ayağına gönderiyor. Türk hariciye naziri Barzani’ye diplomatik laf kalabalığı içinde şu mesajı verecek: ’13 milyar dolarlık ekonomik ilişkimiz, Kurdistan petrolünün Türkiye üzerinden pazarlanması için ilkin anlaşmalarımız var. Bütün bunları ne üdüğü belirsiz Suriye Kürdleri için tehlikeye mi atacaksınız?!’

Sayın Barzani, diplomatik bir dille ‘Batı Kurdistan’da ve Suriye’de yaşayan soydaşlarımızın güvenliğinden endişe duymaktayız’ gabilinde sözleri mutlaka söyleyecektir ama ‘Sayın Erdoğan’ın şahsimize dönük hakaretamiz sözleri bizleri meyus etmiştir’ ifadesini de kullanır mı, bilemeyiz.

Sayın Barzani, Erdoğan’ın hakaretini sineye çekecek mi? İnanmak istemeyiz.

Barzani, Batı Kurdistan ve Suriye’deki gelişmeler konusunda kendilerinin Erdoğan ve Türkiye’den bugün itibarıyla yüz kat daha güçlü pozisyonda olduğunu biliyordur.

Mesut Barzani türk hariciyesini bağlayıcı olmayan diplomatik kelimeler kullanarak kendi Ankara’sına geri gönderecektir. Ancak Kurdistan başkanının Türk başbakanın hakaretine bir yanıtı olmalıdır. Bu da Güney Kurdistan’da eğitilen gençleri biran önce Kürd Ulusal Heyeti’nin onayıyla Batı Kurdistan’a göndermektir. Zaten ABD’nin sessiz onayı var…

Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

Israeli roulette


 How many Israelis ask themselves why they remain in a country that has become the most dangerous place for Jews?
By Akiva Eldar       | Jul.30, 2012 | 3:47 AM
                  
Recently I had a heart-to-heart talk with a beloved relative who was born in this country, in an effort to persuade her to return and bring up her children in Israel. I was reminded of this conversation when I read the speeches made last week by the two leaders of the nation, Prime Minister Benjamin Netanyahu and Defense Minister Ehud Barak, at the graduation ceremony of the National Security College.

In his speech Netanyahu presented the five leading challenges that threaten the country: the Iranian nuclear program, the missile threat, cyber warfare, problems near the borders and the stockpiling of weapons in the region. He promised Israel would do its utmost to stop the Iranian nuclear program. He vowed that, to the extent that it is necessary, Israel would surround additional parts of the country with security fences, alter the composition of its forces and increase the defense budget.

Barak went even further in enumerating the disasters that confront us and could destroy us. The challenges we face, he said, are among the most complex and complicated that the state has faced in its entire existence. He warned that the Iranian nuclear plan could turn into an existential threat against the state, prophesized that neither diplomacy nor sanctions would be able to stop it, and promised not to remove any option from the agenda to thwart it. For dessert, the minister promised that Israel would not stand by idly watching while sophisticated weapons systems are transferred from Syria to Hezbollah in Lebanon.

The prime minister ended up his lecture by expressing his belief that the sons of Israel would be ready "to throw themselves into the mission of defending the country in a way unequalled in any other country." Barak told the graduates that at the moment of truth, if faced with the ultimate test, Israel would be able to rely only on itself.

A country that has promised to provide Jews who have gathered there from all corners of the globe with peace, security and welfare, is offering them more blood, more sweat and more tears. They would not have phrased the national vision better at the graduation ceremony of the National Security College in ancient Sparta.

Three years after his Bar-Ilan speech - in which Netanyahu repeated the word "peace" 44 times - he added it again at the end of this speech, like a leftover, when promising to safeguard Israel's security "and also our ability to preserve peace and to achieve peace with other neighbors."

The prime minister mentioned the State of Israel's existence as a state, and as a Jewish and democratic one, only in the context of the need to guard the borders "from illegal infiltrators."

Solving the conflict with the Palestinians won no mention in the list of national security challenges that the two most influential people in Israel presented to the graduates of the college. They did not even pay lip service to the "peace process" or a "two-state solution" which also has been imprisoned in quotation marks.

In a hair-raising report about her experiences in Syria, published last week in The New York Times, the courageous writer and war correspondent Janine di Giovanni wonders: "When does life as you know it implode? How do you know when it is necessary to pack up your home and your family and leave your country? And if you decide not to, why?"

Is life in Israel where we wanted to raise our children - a peace-loving country that believes in democratic and Jewish values and in a society of solidarity - not imploding on us? How do Netanyahu and Barak intend to revive these values on the morning after the bombing of Iran and the bombing in retaliation? Will it perhaps enter their minds to relate after all this time to the Arab peace initiative that has been waiting embarrassedly for more than a decade - or will they allow Israel to sink even deeper into the reality of apartheid?

Who wants to go to sleep with the nightmare that he may be among the 500 victims of the confrontation with Tehran or to awaken in the morning with the fear of a missile attack from Lebanon? How many Israelis believe that another round of violence in the territories, with its danger of deteriorating into a regional conflict, will not be a war of "peace for [the outpost of] Migron" - that magical Israeli term that turns every war into peace and every occupation into a vision.

How many Israelis ask themselves why they remain in a country that has become the most dangerous place for Jews? And who is prepared to recommend to a beloved relative that she should come home and raise her children here?

Friday, July 27, 2012

Esad'a karşı Adana'da gizli üs

Türkiye'nin Suudi Arabistan ve Katar'la işbirliği yaparak Suriye'deki isyancılara askeri destek ve iletişim yarıdımı sağlamak amacıyla Adana'da gizli üs kurduğu iddia edildi.


İstanbul- Reuters ajansına konuşan Doha'dan bir kaynak, "Kampı Türkler kontrol ediyor. Türkiye ana koordinatör ve kolaylaştırıcı. Bir üçgen düşünün. Tepesinde Türkiye, tabanındaki köşelerinde ise Suudi Arabistan ve Katar var" ifadelerini kullandı. Kaynak, "Amerikalılar bu işe ellerini sürmüyor. ABD istihbaratı bu durumu aracılar üzerinden yürütüyor. Aracılar silahlara ve geçiş yollarına erişimi kontrol ediyor" diye konuştu.

Reuters'ın haberine göre, Adana’da bulunan merkez, Suudi Arabistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Prens Abdülaziz bin Abdullah el Suud’un Türkiye ziyaretinin ardından ve Prens’in talebi üzerine kuruldu.
Kaynak: Türkler memnun
Ajansa konuşan kaynak, “Türklerin bu merkezin faaliyetlerini kontrol edebileceği için Adana’da olmasından memnun olduğunu” söyledi. Reuters, Katarlı kaynağı teyit etmek için Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkiliyle de görüşmek istediklerini ancak ulaşamadıklarını belirtti.

Reuters, “Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmek için Ortadoğuluların yönettiği gizli bir ‘sinir merkezi’yle ilgili haberler, Batılı güçlerin Suriye’de askeri varlık göstermekten ne kadar kaçındığının altını çiziyor” yorumunu yaptı.


"Sinir merkezi"
Dün de ABD'nin önde gelen gazetelerinden Washington Post'ta benzer ifadelere yer verilen bir haber yayımlanmıştı.
Washington Post, Türkiye'nin Suriye'yle olan sınır kapılarını kapattığını bildirdiği haberinde, "Türk yetkililer bu durumun sadece Suriye'ye giden Türkleri etkileyeceğini, Suriye'den gelenlerin Türkiye'ye girişine izin verileceğini söyledi. Ancak ne Türkiye'ye sığınan Suriyeliler ne de isyancılar, silah kaçakçıları, taraf değiştirenler ve yaralılar resmi kapıları kullanıyor. Bu durum Türkiye'nin en sakin yerlerinden birini Suriye devriminin sinir merkezine dönüştürüyor" yorumunu yapmıştı.
Reuters, böyle bir ‘sinir merkezi’nin kurulmuş olmasının karmakarışık, organizasyondan yoksun bir grup olan Suriyeli isyancıların 18 Temmuz’da Ulusal Güvenlik binasına düzenlenen saldırı benzeri büyük eylemleri nasıl gerçekleştirdiği konusunda da açıklayıcı olabileceğini belirtti.
Katar önemli rol oynuyor
Reuters’a konuşan Katarlı kaynak, Adana’daki üste operasyonların idaresinde Katar’ın önemli bir rol oynadığını, bu ülkenin askeri istihbarat birimlerinin ve devlet güvenlik yetkililerinin ön planda olduğunu belirtti.
Kaynak, “Üç hükümet silah sağlıyor: Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan” dedi. Ancak Ankara Suriyeli isyancılara silah sağladığı iddialarını daha önce defalarca kez resmi olarak yalanlamıştı.

Reuters’ın haberindeki kaynak şöyle konuştu:
“Bütün silahlar Rus malı. Bunun nedeni bu adamların Rus silahlarını kullanmak için eğitilmiş olması. Ayrıca Amerikalılar ellerini bu işe sokmak istemiyor. Bütün silahlar karaborsadan alınıyor. Silahları bir de Suriye ordusundan çalarak elde edebiliyorlar. Silah depolarını basıyorlar. Türkler zayıf izleme kapasitelerini güçlendirmek konusunda ümitsizdi ve Washington’a insansız hava araçları için yalvarıyordu. Dolayısıyla şimdi bu işi yapmaları için parayla birilerini tuttular.”
27 Temmuz 2012

Thursday, July 26, 2012

Barış Ortamı Neden Oluşamıyor


Barış Ortamı Neden Oluşamıyor?II
Ismail Besikci

Kürdler elbette bağımsız Kürdistan’ı savunmalıdırlar. Ama bugün, en azından federasyonu savunmalıdırlar. Gerilla da, federasyonun zabıta gücü, polis gücü, güvenlik gücü olarak düşünülmelidir.

Türkiye’de, barış ortamının oluşamamasını önemli bir nedeni, Batı devletlerinin, ABD’nin tutumudur. Batı devletleri, Avrupa Konseyi’ne, Avrupa Birliği’ne üye devletler, ABD, Kürdlerin mücadelesini her zaman “terör” kavramlarıyle değerlendirmişler, Kürdlerin özgürlük mücadelesini, hak-hukuk mücadelesini anlamamakta ısrarlı olmuşlar bu yolla her zaman Kürdlerin özgürlüğüne karşı durmuşlardır. Kürdleri bastırmaya çalışan devlet terörüne sınırsız destek vermişlerdir.

Batı, Kürdlere karşı tırmandırılan devlet terörüne sınırsız destek vermiştir. Batı, devlet terörüne, basınıyla, üniversitesiyle, hukuk ve yargı kurumlarıyla, sivil toplum örgütleriyle destek vermiştir. Devletler, gerek ikili görüşmelerle, gerek Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslar arası kurumlar aracılığıyla, Türk yönetiminin anti-Kürd tezlerine, devlet terörüne destek vermiştir. Türk yönetimi, devlet terörünü, anti-Kürd tezlerini Batı’nın desteğiyle, hoşgörüsüyle tırmandırmıştır.

Devlet Terörü

30 yıla yaklaşan son savaşta, binlerce köy yakılmış-yıkılmış, milyonlarca Kürd insanı yerinden edilmiştir. Temel geçim kaynakları tahrip edilmiş, ormanlar, bağlar, bahçeler yakılmıştır. Yerlerini-yurtlarını terke zorlanan aileler büyük şehirlerin varoşlarında yoksul bir yaşam sürdürerek hayata tutunmaya çalışmaktadır. Köyünde toprak da var, su da var. Bağların, bahçelerin var. Sen onları kullanamıyorsun. Oralardan sürülmüşsün. Şehirlerin varoşlarında yoksul bir yaşam sürüyorsun…Bu, elbette, çok önemli toplumsal bir sorundur.

Binlerle ifade edilen “faili meçhul” denen cinayet var. Bu cinayetlerin failinin devlet olduğu besbelli bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Evlerinden, işyerlerinden, sokaktan alınıp kaçırılan, işkenceyle yok edilen, muhtemelen öldürülen, bir daha kendisinden haber alınamayan ikibine yakın Kürd var. Doğal olarak aileler bu cesetlere henüz kavuşamamış. Doğal olarak bunların mezarları da yok.

Kaçırılıp işkenceyle öldürülen, bir zaman sonra, köprü altlarında, yol kenarlarında, dağ eteklerinde, vadilerin girişinde cesetleri bulunan yani ailelerin cesetlerine, kemiklerine kavuşabildiği bir mezar yeri olan üçbinden fazla vaka var.

Devlet, “vatandaşım” dediği, “kardeşim” dediği Kürdlere karşı bu kadar ağır cinayetleri nasıl işleyebilmiştir? Bunların hiçbirinin yargıya aksetmediği, çeşitli baskılar sonucu açılan davaların da sürüncemede bırakıldığı, giderek dosyanın kapatıldığı biliniyor.

9 Kasım 2005 gününü hatırlayalım. Bu tarihte iki JİTEM görevlisi, Şemdinli’de, Umut Kitabevi’ne bomba atmıştı. Bomba patlamış, kitabevinde büyük maddi hasara, yangına neden olmuştu. Bomba atanlar, hemen o anda, halk tarafından yakalanmıştı. Özel timlerin, JİTEM görevlilerinin yakalanmasına engel olmak isteyen üçüncü bir JİTEM görevlisi, kitlenin üzerine ateş açmış, bu ateş sonucu halktan bir kişi yaşamını yitirmişti.

Yakalananları karakol teslim aldı ve karakolun arka kapısından serbest bıraktı. Olay Kürdlerin kararlı tutumu yüzünden mahkemeye yansıyınca tutuklandılar. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Umut Kitabevi’ne bomba atmalarından sonra halk tarafından yakalanan JİTEM mensupları için, “onları tanırım iyi çocuklardır, tutuklanmamaları gerekir” gibi bir şey söyledi. O sırada basında, “iyi çocuklar” lafı üzerine
çok yorumlar yapılmıştı.
Bu olay üzerine, Avrupa Birliği’nin, Avrupa Konseyi’nin, ABD’nin hiç tepki göstermediği görüldü. Devlet terörünü tırmandıran devletin suçüstü yakalanması, en azından bir kınamaya bile neden olmadı.

Kürd gerillalar örneğin karakol bastıklarında onları kınamak için birbirleriyle yarışa giren Avrupa devletleri, ABD, devlet terörünün böylesine tırmandırılması karşısında suskun kalıyor, hem de suçüstü yakalanma durumu söz konusuyken…

Avrupa Konseyi’ne, Avrupa Birliği’ne üye devletler, ABD, Kürdleri hep, Türkiye’nin isteği üzerine, hep “terör” kavramlarıyla değerlendirmektedir. Kürd/Kürdistan sorunları gündeme geldiğinde, her zaman, sorunları, süreçleri, “terör” kavramlarıyla ele almak esas olmaktadır. Bu da dikkate değer bir durumdur. Fiili olarak yaşanan süreçlerin ve bu değerlendirmelerin birlikte ele alınmasında yarar vardır.

Örneğin,, Newroz günlerini, Diyarbakır’ı hatırlayalım. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar yüzbinlerce insan toplanıyor. Newroz’u kutluyor: Böyle büyük bir kalabalık, nasıl, “terörist bir eylem” olarak değerlendirilebilir? Çocukların, kadınları, yaşlıların, gençlerin katıldığı, şarkılar söylediği halay çektiği bir eylem nasıl, “terör” kavramları içinde değerlendirilebilir?

Kaldı ki, aynı günlerde, Van, Batman, Hakkari, Mardin, Bitlis, Siirt, Bingöl, Muş, Kars, Ağrı, Şırnak, Yüksekova, Nusaybin, Kızıltepe, Malazgirt, Patnos, Doğubeyazıt, Karakoçan, Digor gibi illerde, ilçelerde ve beldelerde de, kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar onbinlerde Kürd yine Newroz’u kutlamaktadır. Böyle bir süreç, coşku, nasıl, “terör” kavramlarıyla ele alınabilir? Kürdlerin Newroz’uyla, devlet Nevruz’unun ayrı ayrı bayramlar olduğu biliniyor.

Batı devletleri, “terör” tanımını Türkiye gibi, Türkiye’nin istediği gibi algılamaktadır. Devlet ise, Kürdlerin temel haklarının tanımamak için, Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan doğan, Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını tanımamak için mücadeleye, “terör” diyerek uluslararası kamu oyunu Kürdlere karşı örgütlemeye çalışmaktadır. Devlet, hükümet, bu konuda ekonomik olanaklarını, örneğin büyük ihaleleri de kullanarak devletleri kendi yanına çekmekte, kendi görüşlerinin kabulünü sağlamaktadır.

Halbuki “terör” büyük kalabalıklarla gerçekleşen bir eylem değildir. Yukarıda, Şemdinli’de, Umut Kitabevi’ne bomba atılmasıyla ilgili bir örnek verilmişti. Bu tam anlamıyla bir “terör “ olayıdır. Kürd kitleleri korkutmak, sindirmek, yıldırmak için gerçekleştirilmiş bir operasyondur. “Terör” iki-üç kişiyle yapılabilecek bir eylemdir. Bu iki-üç kişi devlet tarafından destekli, donanımlı olursa çok daha büyük işler gerçekleştirebilir. Nitekim JİTEM, Özel Tim, devletin çok yoğun desteğiyle, bir gün Hakkari’de, ertesi gün Diyarbakır’da, birkaç gün sonra da Örneğin İstanbul’da operasyonlar yapabilmektedir. Bunun adı devlet terörüdür. Avrupa Birliği’ne, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin, bunlara gözlerini kapatarak kitlesel gösterileri kutlamaları organize eden Barış ve Demokrasi Partisi’ni, PKK’yi “terörist” ilan etmesi dikkate değer bir kavrayıştır.

Batı’nın bu Kürd karşıtlığı, devlet terörüne yandaşlığı nereden gelmektedir? Bu da tarihsel olgularla irdelenmesi gereken bir durumdur.

Milletler Cemiyeti- Birleşmiş Milletler

1920’leri, Milletler Cemiyeti dönemini hatırlayalım. Kürdistan ve Kürdler, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Halbuki Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Paris Konferansı’nda uluslar kendi geleceklerini kendileri tayin etsin, uluslar arasındaki anlaşmazlılar, savaşlara varmadan, barışçıl yollardan çözülsün diye oluşturulmuş bir örgüttü. ABD Başkanı Woodrow Wilson’da “14 Nokta” sının 12. sinde aynı ilkeleri savunuyordu. Sovyetler Birliği yöneticileri de ulusların kendi geleceklerini tayin hakkını en çok konuşanlar arasındaydı. Kürdler ve Kürdistan böyle bir ortamda, bu ilişkilerin egemen olduğu bir ortamda bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın bu konudaki sorumluluğu çok büyüktür. Büyük Britanya ve Fransa, bu süreci Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirdiler. Bu konuda Sovyetler Birliği yöneticilerinin onayının alınması da önemliydi.

O dönemde Kürdlerin ayakta olduğunu, Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin, “Ben Kürdistan kralıyım” diyerek Kürdler için ve Kürdistan için mücadele ettiğini unutmamak gerekir.

Ama, Kürdler ve Kürdistan bu dönemde hiçbir statü elde edemedi. Bağımsız Kürdistan bir tarafa , sömürge bir Kürdistan’ın kurulması bile düşünülmedi Örneğin, Büyük Britanya’ya bağlı Irak, Ürdün, Filistin mandaları (sömürgeleri), Fransa’ya bağlı, Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) kurulurken bir Kürdistan mandasının (sömürgesinin) kurulması düşünülmedi. Bunun, Birinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan süreçler içinde değerlendirilmesi gerekir. Neden bir Kürdistan mandasının kurulmadığı incelenmesi gereken önemli bir sorudur. Paris Konferansı ve Milletler Cemiyeti bu yönden incelenmelidir.

Bütün bunlara rağmen, Milletler Cemiyeti, arzu edilen uluslar arası barışı kuramadı. İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamadı. İkinci Dünya savaşı, birincisinden çok daha kapsamlı ve yıkıcı oldu. Kürdler, İkinci Dünya Savaşı sırasında da ayaktaydı. Mahabad Kürd Cumhuriyeti süreci bu dönemde yaşandı.

İkinci Dünya Savaşı sonunda da, uluslar arası barışı kurmak, geliştirmek için, anlaşmazlıları barışçıl yollardan çözümlemek için bir örgüte duyulan ihtiyaç, yine dile getirildi. Galip devletler için bu çok önemli bir sorun oldu. 1945 de Birleşmiş Milletler böyle doğdu.

Şu konu çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanı siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler oldu. Bu değişiklikleri dünyanın her tarafında görmek mümkündür. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece iki bağımsız devlet vardı. Habeşistan ve Liberya..Bugün bu sayı 57 dir. Afrika baştan sona, güneyden kuzeye, doğudan batıya sömürgeydi Afrika, 1885 de, emperyal ve sömürgeci devletler arasında yapılan bir antlaşmayla paylaşılmıştı. Bu sömürgeler, 1950’lerin sonlarından itibaren bağımsızlıklarına kavuştular. 1960’larda bağımsızlığa kavuşan sömürgelerin sayısında büyük bir artış oldu… Ama, Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, kurulan bu statüko aynen sürdürüldü. Bu statükonu, Kürdlere hiçbir statü vermediği, Kürdistan’ı ve Kürdleri böldüğü, parçaladığı ve paylaştığı besbellidir. Bu anti-Kürd politikanın irdelenmesi önemli olmalıdır.

Birleşmiş Milletler, 1945 de, milletlerin geleceğinin huzuru için kurulmuştur. Ama, Kürdlerin böylesine görmezlikten gelinmesi Birleşmiş Milletler’in temel ilkeleriyle, Birleşmiş Milletler’in özüyle, ruhuyla çelişmektedir.

Birleşmiş Milletler, adı üstünde Milletler. Milletlerin haklarını çıkarlarını koruyacak bir örgüt. Ama hep, devletlerin haklarını ve çıkarlarını savunuyor. Ortadoğu’nun ortasında, ülkesiyle, halkıyla, kendisine hiç sorulmadan bölünen, parçalanan, Kürdler ve Kürdistan…Birleşmiş Milletler her zaman, Kürdleri müştereken yöneten devletlerin haklarını, çıkarlarını savundu. Ama Kürdleri her zaman görmezlikten geldi Kürdleri bu devletlerin, haklarına ve çıkarların kurban etti.

Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması. Bu antlaşma sürecinin en temel konusu Kürdler ve Kürdistan’dı. Ama, Kürdistan hakkında ve Kürdler hakkında kararlar alan bu konferansta Kürdler yoktu. Kürdler konferansa davet edilmemişti. Daha önemlisi, Kürdlerin talepleri, Milletler Cemiyeti kurucularına ve daha sonra da Birleşmiş Milletle kurucularına hiç ulaşamıyordu. Her iki örgütün kurucuları da, Kürdleri dinlememek için büyük bir özen gösterdi.

Milletler Cemiyeti, hiçbir zaman, Kürdleri, Kürd isteklerini dikkate almadı. Her zaman Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın çıkarların gözetti. Büyük Britanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Kürdistan üzerindeki haklarını mandası, (sömürgesi) Irak’a, Fransa, Kürdistan üzerindeki haklarını mandası (sömürgesi) Suriye’ye devretti. Bu, özel hukukdaki miras hakkının devredilmesi gibi bir şeydi.

Avrupa Konseyi-Avrupa Birliği

Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi kurumlar, demokrasinin gelişip kök salması için düşünülmüş ve yaşama geçirilmiş kurumlardır. Bugün de demokrasinin, özgürlüklerin güvenceleridir. Ama, Kürdlere, Kürdistan’a karşı uygulanana politikalar Avrupa Konseyi’nin, Avrupa Birliği’nin, özgürlük, eşitlik, demokrasi, ifade özgürlüğü gibi temel değerlerine yüzde yüz aykırı politikalardır.

Bugün Kürdlerin Ortadoğu’daki nüfusu 40 milyondan fazladır. Ama, 40 milyon Kürd’ün uluslar arası ilişkilerde küçücük bir siyasal statüsünün olmaması Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi kurumları düşündürmelidir.

47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, nüfusu 30-40 bin olan devletler vardır. 27 üyeli Avrupa Birliği’nde, nüfusları bir milyonun altında olan devletler vardır. Bu gerçekler ortadayken, Ortadoğu’daki nüfusu 40 milyonun üzerinde olana Kürdlerin statüsüz bırakılması kabul edilebilir mi? Şurası açık ki, bu devlerin devlet olma hakları ellerinden alınsın denmiyor, sadece, bu hakkın Kürdlere neden kıskanıldığı üzerinde duruluyor. Güney Kürdistan’da, 2003’den sonra kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi farklı bir konudur. Ayrıca değerlendirmek gerekir.

27 üyeli Avrupa Birliği’nde, sadece, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın, İspanya’nın nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nufuslarından fazladır. Belki Polonya’nın Kürdlerinki kadar nüfusu vardır. Geriye kalan 21 AB üyesi devletin nüfusları
Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfuslarından çok çok azdır.

Yukarıda sözü edilmeye çalışılan devletlerin bazılarının ülke genişlikleri de Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir.

Bütün bunların ötesinde, bu devletlerin önemli bir kısmının hiçbir bedel ödemeden devlet statüsüne eriştikleri görülmektedir. Kürdlerin, Kürdistan’ın ise, 200 yıldır yürütülen özgürlük mücadelesinde milyonlara varan kayıpları vardır..Hala, uluslar arası toplum tarafından kabul edilen ciddi bir statü sahibi olamaması, varolma ve özgürlük mücadelesinin “terör” olarak değerlendirilmesi dikkate değer bir durumdur.

Bugün dünyada 208 devlet vardır. Bunlardan 192 si Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. Bu devletlerden çok büyük bir kısmını nüfusu bir milyonun altındadır. Avrupa Birliği’ne, Avrupa Konseyi’ne, İslam Konferansı’na, Afrika Birliği’ne, üye, böyle onlarca devlet vardır. Kürdlerinse, bu kadar büyük nüfusa rağmen, bölünmüş parçalanmış ve paylaşılmış kalması, statüsüz kalması Birleşmiş Milletler’i yakından düşündürmelidir

Kürdlerin Geleceği

Ortadoğu’da herkes silahlıdır. Hasmı çok olan Kürdlerin buna ihtiyaçları daha büyüktür. Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın Katar’ın, Suriye muhalefetinin, Hür Suriye Ordusu’nu hızla ve yoğun bir şekilde silahlandırdığı bir ortamda, Kürdlere, PKK’ye, “silahlarınızı bırakın” demek yanlıştır. Kürdlerin haklarının, isteklerini karşılanması önemli olmalıdır. Doğru olan budur.

Kürdler elbette bağımsız Kürdistan’ı savunmalıdırlar. Ama bugün, en azından federasyonu savunmalıdırlar. Gerilla da, federasyonun zabıta gücü, polis gücü, güvenlik gücü olarak düşünülmelidir.

Batı’nın Kürdlere Borcu Çoktur

Dr. Ali Şeraiti, (1933-1977), Medeniyet ve Modernizm, (4. bs. Bir Yayıncılık, İstanbul 1985) isimli eserinde, medeniyetlerin oluşumunda kıtarlararsı göçlerin, nüfus hareketlerinin rolünü tartışır. Yunan medeniyetinin, Kuzey Mezopotamya’dan, Yunanistan’a giden Kürdlerle başladığını vurgular. (s.57, s.63) Ksenfon’un söz ettiği Onbinlerin Mezopotamya’ya seferi ve dönüşleri, (M.Ö. 400) İskender’in Mezopotamya, seferi (M.Ö. 333-323) değerlendirilmesi gereken süreçlerdir.

Yunan tarihçisi Plutarch (46-120) Roma’da, daha doğrusu İtalya’da, köleliğe karşı iki yıl süreyle (MÖ. 73-71) güçlü bir şekilde ve onbinlerce köleyle birlikte mücadele veren Spartaküs’ün bir MED prensi olduğunu vurgular (x)

(x) Kamuran Melekendi ve Aso Zağrosi gibi yazarlar, www.newroz.com da yazdıkları yazılarda, Yunan tarihçisi Plutarch’ın (M.S. 46-120) bir eserinden söz etmektedirler. Aso Zağrosi, Roma Gezisi ve Spartaküs’ün Medliği Üzerine (2) başlıklı yazısında (newroz.com 22 Nisan 2011) bu düşüncelerini dile getirmektedir. Hasan Yıldırım, aynı sitede yayımlanan yazısında, Kamuran Melekendi’ya dayanarak aynı düşünceleri gün yüzüne çıkarmaktadır. (21 Haziran 2006)

Yazarlara göre Plutarch, Paralel Yaşamlar isimli eserinde, Spartaküs’ün, (M.Ö. 109-71) Med prensi olduğunu yazmaktadır. Ama Plutarch’ın bu eserini eski Yunanca’dan, İngilizce’ye, Almanca’ya, Fransızca’ya çevirenler, Spartaküs için,“Trakya’dan gelen bir momad”, “Trakya barbarlarından”, “nimudelerden gelen” diye diyerek Spartaküs’ün Medliğini, Kürdlüğünü gizlemişlerdir. Bir çeviride neden böyle tahrifat yapıldığı, üzerinde dikkatle durulması gereken bir olaydır. Bu, Batı Akademyası’nın eleştirisinde önemli bir ipucu olmalıdır. Yazarlara göre Plutarch, eserinde Kardoxi kralının, Roma krallarıyla ilişkilerinden de söz ediyor. Spartaküs Hareketini yenilgiye uğratan Crassus’un, Kuzey Kürdistan’da Partlarla yapılan bir savaşta öldürüldüğünü de söylüyor.

Plutark, Paralel Hayatlar’da, Lucullus’un hayatını ele aldığı bölümde, Kürdlerden, Kürdistan’dan ve Spartaküs’den söz etmektedir. (Hakimoğlu Süleymen Özcan,
Kürt Tarihi, Aşiretler ve İsyanları, Kasım 2011, s. 58-59)

Suriye ipi İsrail'in elinde


Suriye ipi İsrail'in elinde
M. K. BHADRAKUMAR

Erdoğan'ın, Washington'ın alet çantasına ait olduğunu kabul etmekten başka çaresi yok. Batı'nın yaptığı onun meşhur kibrini gaza getirmekten ibaretti. Bu, Washington'ın herkese oynatmadığı imtiyazlı bir roldür.


Erdoğan'ın, Washington'ın alet çantasına ait olduğunu kabul etmekten başka çaresi yok. Müslüman Ortadoğu'ya liderlik etmek asla kaderinde yoktu.
İsrail'in gizlendiği yerden çıkması, tek bir şeye işaret edebilir: Suriye krizi, kesin sonuca doğru ilerliyor. Operasyon tiyatrosunda ışıklar açıldı ve Suriye'yi oyma işlemi başladı. Hastaya anestezi yapılmadığından ve asistanları pis işleri hallederken baş cerrah kenardan izlemeyi tercih ettiğinden, bundan sonra yaşanacakları izlemek pek de hoş olmayacak.
Şu ana dek Suriye'yi istikrarsızlaştırmak ve Beşşar Esad rejimini devirmek için Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar ellerinden geleni fazlasıyla yaptı. Ama Esad hâlâ direniyor. Şimdi bitmemiş işi tamamlamak için İsrail uzmanlığına ihtiyaç var.
Esad'ın sırtına bıçağı saplayacak birine ihtiyaç var. Ürdün Kralı beceremez, boyu ancak Beşşar'ın dizlerine ulaşıyor. Suudi ve Katar şeyhlerinin hantal ve gevşek bedenleri fiziksel faaliyete alışık değil. Libya'da kanlı operasyondan parmakları yanan NATO, bu kez başına gelinmemesini istiyor. Geriye kalıyor Türkiye...
Kuramsal olarak Türkiye'nin böyle bir kas gücü var, ancak Suriye'ye müdahale risklerle dolu ve Atatürk'ün süregiden miraslarından biri de Türkiye'nin risklerden kaçınması. Ayrıca Türk ordusu da formunun zirvesinde değil.
Başbakan Tayyip Erdoğan da Türkiye'de kamuoyunun çoğunluğunu Suriye ile savaşa ikna edemez. Kendisi şu sıralar epey kurnazlık gerektiren bir yola girmiş durumda. Amacı, ülkenin anayasasını değiştirip gerçek bir sultan olmak.
Erdoğan'ın kariyerini riske atmayacağı ortada. Üstelik önceden kestirilemeyecek etkenler söz konusu. (Erdoğan'ın gözetimi altında Selefiliğin yükselişine garez besleyen) Alevi azınlığın potansiyel ters tepkisi ve militan Kürtlerin kurduğu tuzağa düşmek gibi ve bu ikincisi, kalıcı sonuçlar doğuracak bir tehlike.
Geçen hafta El Cezire'ye konuşan Türkiye'deki bir Alevi cemaat lideri, Suriye'deki iç çekişmede Selefi Sünnilerin bastırmasıyla giderek artan mezhepçi tondan endişe duyduğunu dile getirdi. Aleviler, Selefiliğin Türkiye'de de aniden kabarmasından korkuyor; Esad'ı 'hoşgörülü, çoğulcu bir Suriye'yi bir arada tutmaya çalışan' kişi olarak görüyor.
Beklenmedik hal planları
Fakat bütün bunlar giderek önemini kaybediyor. Cuma günü New York Times (NY Times) gazetesi, Amerikalı yetkililere dayanarak, ABD Başkanı Barack Obama'nın 'isyancılara yardımı arttırdığını ve Suriye hükümetini zorla devirmek için aynı görüşteki ülkelerle koalisyon kurma çabalarını ikiye katladığını' duyurdu. Haberin devamında, 'uzun haftalardır' Türkiye'nin güneyine konuşlu CIA ajanlarının, Suriye hükümetine karşı şiddet yaratma misyonlarını sürdüreceği belirtildi. Bu arada ABD ile Türkiye de, Suriye'de Esad sonrası 'geçici hükümet' oluşturmak için birlikte çalışacak.
Bu plan uyarınca, Suriye yönetiminin yasakladığı Müslüman Kardeşler'in liderleri, İstanbul'da dört günlük toplantı düzenledi ve cuma günü 'İslami parti' kurmaya hazırlandıklarını duyurdu. Müslüman Kardeşler'in sözcüsü, "Esad sonrası dönem için hazırız. Ekonomi, yargı, siyaset için planlarımızı yaptık" dedi.
NY Times, Washington'ın, 'Suriye hükümetinin çöküşünü idare edebilme amacıyla beklenmedik her türlü olayı kapsayan çok geniş çaplı planları' tartışmak için Ankara ve Tel Aviv'le yakın temasta olduğunu yazdı. Üzerinde çalışılan plan, (Suudi Arabistan ve Katar'ın finansmanıyla) Ankara Suriye'deki gizli operasyonlarını genişletirken, İsrail'in güney sınırından Suriye'ye girmesi ve Esad'ın ordusuna saldırarak Türk tehdidine dayanma kapasitesini düşürmesi.
Türk hükümeti, medyaya Suriye rejiminin sallandığına dair yayın yaptırarak, psikolojik savaşı zaten tırmandırdı. Köşe yazarlarının dillerinden düşmeyen bu yorumları duymayan kalmadı. Hürriyet gazetesinde Murat Yetkin, bir yetkilinin şu sözlerini aktardı: "Sahadaki adamlarımız (Türk istihbaratı), bugüne dek tarafsız kalmayı tercih etmiş şehirli nüfusun çoğunluğunun muhalif grupları desteklemeye başladığını gözlemliyor. Suriyelilerin, yönetimin dağıldığını algıladığını düşünüyoruz."
Fakat bir yandan da tüm bu perçinleyici hikâyeler, Türk sisteminin, Suriye rejiminin 'isyancılardan' yediği bunca darbeye rağmen teslim olma işareti vermemesinden endişelendiğini gösteriyor.
Moskova vazifesi
Erdoğan, en fazla Türk istihbaratının Şam'da bir tür 'saray darbesi' düzenlemesini umabilir.
Geçen çarşamba Moskova'yı ziyareti, bir tür uluslararası işbirliğiyle Şam'da sağlam bir geçiş süreci oluşturulması için Moskova'nın ağzını aramayı amaçlıyordu. Fakat ilginçtir ki Erdoğan, Kremlin'de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'le görüşmeye girmeden hemen önce Şam'da büyük bir terör saldırısı gerçekleşti ve savunma bakanıyla istihbarat şefi öldürüldü. Putin de Erdoğan'ı kibarca dinleyip, Rusya'nın Türkiye'yle uzun vadeli stratejik çıkarlarıyla Suriye meselesini birbirinden ayrı tutacağı garantisi vermekle yetindi. Erdoğan, Moskova'dan önce Pekin'i de ziyaret etti ki bunlar, ABD'nin Suriye pazarlığını tamamlamakta olduğuna delalet.
Her mevsimin adamı
Hem Rusya hem de Çin, Türkiye'yle ilişkilerinin serpilip gelişmesinden ötürü Erdoğan döneminden memnun. Gelgelelim Washington, Türkiye'den aile ocağına dönüp Karadeniz'den Kafkasya, Hazar Denizi ve Orta Asya'ya uzanan engin topraklarda kendine biçilen müttefik rolünü oynamasını beklerken, şekillenen yeni 'soğuk savaşı' Rusya'yla Çin de hesaba katıyor. Sonuçta ABD, Türkiye politikasını manipüle etmek için Soğuk Savaş boyunca üstadı kesildiği pek çok koz tutuyor elinde. Bu, Washington'ın, Amerikan stratejisinin tamamında Iraklı Kürt lider Mesut Barzani'ye merkezi rol biçmesinden de belli. Barzani, Suriye'yle ilgili Amerikan-Türk politikalarının kilit adamı haline geldi. Yakınlarda ExxonMobil ile Chevron'un Irak Kürdistanı'nda aldığı kârlı ihaleler, Suriye'yle ilgili bölgesel politikalarda oyun değiştirici bir etken. Irak Kürdistanı'ndaki petrol ve gaz stoklarının dünya pazarlarına nakledilmesi için en iyi yol, Suriye'nin Lazkiye limanından geçiyor.
Türk mühendislik ve inşaat şirketi Siyah Kalem, Irak Kürdistanı'nın doğal gazını nakletmeye talip. (AKP ile bağları olan) Anadolu Kaplanları'nın çıkarlarıyla ülkenin Suriye ve Irak'la ilgili dış politika yönelimleri derinlerde bir yerde örtüşüyor. ABD ile Türkiye'nin çıkarları da Kuzey Irak'ın enerji rezervleriyle ilgili jeopolitikte çakışıyor.
Barzani, sadece Washington'la Ankara'nın iş ortağı değil, aynı zamanda Türkiye'nin Kürt sorununu çözmekte kilit rol oynayabilecek bir aracı. Türkiye, ABD'nin desteğiyle, Irak ve Suriye'den çeşitli Kürt grupları bir araya getirip yeni bir siyasi yola sokma projesine soyundu. Suriye'nin iyi örgütlü Kürt azınlığı Türkiye'ye güvenmediğinden, onun bu girişimi Erdoğan'ın Suriye'yle ilgili seçeceği rota açısından hayati önemde.
İsrail'le kanatlanan Selefilik, Şam'a inerse...
Gelgelelim ki en nihai tahlilde, Erdoğan'ın ikilemini ancak ve ancak İsrail çözebilir. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Danilon'un İsrail ziyaretinin ardından İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, 'saldırı olasılığını değerlendirmek zorunda oldukları bir durum için hazırlandıklarını ve Esad devrilir devrilmez istihbarat servisleriyle devreye gireceklerini' söyledi.
Bu açıklama, Tel Aviv'in bugüne dek Suriye'deki gelişmeler karşısında kayıtsız kalma politikasının tül perdesini yırttı. Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki Obama, Erdoğan'ın üstüne yürümekte isteksiz ya da yetersiz olduğu Suriye ordusunun fiziksel imhası için İsrail'i doğru zamana gelene kadar bir kenarda tutmuş.
Muhtemelen Erdoğan, Barak'la ortak olacağından haberdardı ama hinoğluhin bir siyasetçi olarak, Suriye krizini içten içe körüklerken, kamuoyu önünde acı çekiyor rolü oynadı.
Yavaş yavaş karşımıza çıkan manzara, Selefiliğin İsrail'in kanatları üzerinde Şam'a inmesi. Ne 'askeri müdahale', ne NATO operasyonu, ne Libya benzetmesi olacak, ne de Erdoğan ordusuna Şam'a yürüme emri verecek.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın deyimiyle işte bu 'akıllı güç'. Günün sonunda Erdoğan domuz yağıyla cilalanmış mermiyi ısırıp o çok zor kararı alacak. Çıplak gerçek, onun için Suriye'deki pis işi İsrail'in bitirmesi olacak. Erdoğan'ın, Washington'ın alet çantasına ait olduğunu -ne azı ne de fazlası- kabul etmekten başka çaresi yok. Müslüman Ortadoğu'ya liderlik etmek asla kaderinde yoktu. Batı'nın yaptığı onun meşhur kibrini gaza getirmekten ibaretti. Bu, Washington'ın herkese oynatmadığı imtiyazlı bir roldür.
Radikal (24 Temmuz 2012)

Wednesday, July 25, 2012

Mübadele, dünyanın en büyük nüfus takasıydı

Türk-Yunan nüfus mübadelesinin 88. yılında Çalı Harmanı adlı romanıyla karşımıza çıkan Akın Üner; tarihî, insani ve sosyoekonomik birçok sonuçları olan bu büyük olayın dizi film olabileceğini söylüyor.  
30 Ocak 1923, Türk-Yunan nüfus mübadelesinin imzaya konulduğu tarih. Bu anlaşmayla, yaklaşık 2 milyon insan ata topraklarını terk edip mübadil oldu.
O insanların torunlarından biri olan Akın Üner, Samsunlu bir elektronik mühendisi. Mübadeleye dâhil olan Türk ve Rumların Samsun-Sarışaban hattındaki hikâyelerinden başarılı bir roman çıkardı ortaya. Biz de ‘Çalı Harmanı’ adlı bu romandan hareketle 88. yılında mübadeleyi konuştuk.
-Türk-Yunan mübadelesi denince insanların aklına Türkiye’deki Rumlarla Yunanistan’daki Türklerin yer değiştirmesi geliyor sadece.
Nüfus mübadelesi, uluslararası bir anlaşmadır. 30 Ocak 1923’te imzalanmış, bilahare Lozan Anlaşması’nın bir ek protokolü olarak onaylanmıştır. İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri hariç Türkiyeli Ortodokslar ile Yunanistanlı Müslümanlar karşılıklı olarak zorunlu yer değiştirmeye tabi tutulmuşlardır. Tarih kitaplarında işte bu kuru bilgiler yazar. Oysa dünya tarihinin en büyük nüfus takası olan bu anlaşmanın insani, tarihî ve sosyoekonomik pek çok sonucu vardır.
-Mübadillerin en yoğun yerleştiği yerlerden biri de Samsun. Hangi bölgeden gelmişler buraya?
Samsun’a 22 bin dolayında mübadilin yerleştiği resmî kayıtlarda yer alıyor. Çok büyük ekseriyetle Samsun’a yerleşen mübadillerin, Yunanistan’ın Kavala, Sarışaban ve Drama bölgelerinden gelenlerden oluştuğunu görüyoruz. İstisnai olarak Kayalar, Adalar, Yanya ya da Sarıgöl civarından gelenlere de rastlıyoruz. Drama ve Kavalalıların Samsun’a gelmesi rastlantı değil. Çünkü o bölgeler de tıpkı Samsun gibi tütüncü coğrafyası. Samsun’daki reji binasının neredeyse aynısı Kavala’da da var. Kavala’da bir tütün müzesi de bulunuyor ve müzenin en nadide parçaları Türklerden kalan belgeler... Benim hem anne hem de baba tarafından büyüklerim, Kavala ile Sarışaban kazası, Muratlı köyünden. Samsun’un Tekkeköy ilçesi Çırakman köyüne yerleştirilmişler.
-Son yıllarda iki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesi çerçevesinde karşılıklı olarak mübadil torunları ata topraklarına gidip geliyor. Siz de gidebildiniz mi Sarışaban’a?
Mübadeleden sonra iki ülkenin vatandaşları yaklaşık 50 yıl kadar ata topraklarını neredeyse hiç göremedi. Uluslararası ilişkilerin bozuk olması kadar ekonomik sebepler de buna pek izin vermedi. 70’lerdeki Kıbrıs gerginliği, bu süreci daha da uzattı. 90’lardan sonra mübadillerin ata topraklarına seyahatleri sıklaştı. 2000’lerden sonra da Türkiye’de mübadil Rumları, Yunanistan’da ise mübadil Türkleri görmek sıradanlaşmaya başladı. 2003’te kurulan ve ilk başkanı olduğum Samsun Mübadele Derneği, İstanbul’daki Lozan Mübadilleri Vakfı ile birlikte her yıl birkaç gezi tertip ediyor ata topraklarına. Ben bu vesile ile iki kez gidip gördüm dedelerimin bıraktığı yerleri.
-Neler hissettiniz?
Evlerinin yıkıntılarını gördüm, üzerine okul ve kilise inşa edilen caminin olduğu yerleri gezdim hüzünle. Tamamen dümdüz edilmiş Müslüman mezarlıklarının yerlerini bulmaya çalıştım. Çok gözyaşı döktüm. Bazı duygular vardır, sözle tarif edilemez; yaşamak lazım.
-Romanınızdan anladıklarımdan biri de şuydu: Sarışaban-Samsun mübadilleri ile Selanik-İzmir mübadilleri aynı kültürden değil. Aralarında bir fark var mı ve homojen bir mübadil kültüründen söz edebilir miyiz?
Yaşanan acılar kuşkusuz ortak... Ama kültürel açıdan ortak yönler olsa da aslında farklılıklar çok daha fazla. Bırakın Selanik ile Sarışabanlılar arasındaki kültürel farkları, Sarışaban’ın kendi köyleri arasında bile ister istemez detaylarda görebileceğiniz farklar var. Bu, Osmanlı’nın Rumeli’deki iskân politikalarından kaynaklanıyor kısmen. Bence mübadelenin aslında Türk-Rum eksenli bir göç anlaşması değil, din eksenli bir anlaşma olduğu da unutulmamalı. Yörük ya da Türkmen kökenli mübadiller kadar Pomak, Arnavut, Zenci, Arap, Çerkez, Makedon, Çingene olup da mübadeleye uğrayan çok sayıda Rumeli göçmeni var. Osmanlı’nın çok büyük bir imparatorluk olduğu unutulmamalı. Dolayısıyla sofra, musiki kültürü, folklor ve dil özellikleri aslında çok zengin. Öte yandan, Balkanlar’ın en büyük liman kenti olan ve bir anlamda bir dünya kenti niteliği taşıyan Selanik merkezinden gelen mübadiller ile tütüncülükle uğraşan Sarışabanlılar arasında doğal olarak bazı kültürel farklılıklar vardır. Ancak altını çizmek isterim ki aralarındaki kültürel farklar ne olursa olsun, Türkiye’de yaşayan tüm mübadiller Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene’ diye özetlediği ana çerçeve içinde kendilerini tanımlarlar.
-Romanda bir esas kahraman yok.
Aslında bu romanın iki kahramanı var; mübadeleyi yaşayan Rumeli Müslümanları ve Anadolu Ortodoksları. Rum mübadillere ilişkin öykü, Samsun’da başlayıp Selanik’e ve oradan da Serez’e uzanıyor. Türk mübadillere ilişkin öykü ise Sarışaban-İskeçe-Selanik ekseninde anlatılıp mübadele gemilerinde sona eriyor. Birbiriyle dolaşmayan iki ayrı öykü anlatılıyor aslında. İstenirse kolayca eski Samsunlu Rumların öyküsünü anlatan bir roman ve eski Sarışabanlı Türk mübadillerin öyküsünü anlatan ikinci bir roman olarak iki ayrı kitap hâline de dönüştürülebilir. Ama o zaman mübadeleyi anlatmış olmazdık. Mübadele, birbirinden yüzlerce kilometre ötede yaşayan, dinleri farklı, kültürleri farklı, sanatları farklı, hayata bakışları farklı iki toplumun yaşadığı ortak bir dram... Bir taraftan insanlar ve onların toprakları takas ediliyor; ama unutmamak lazım ki birbirlerini hiç tanımayan iki toplum, birbirlerine geçmişlerini de emanet ederek yer değiştiriyorlar. Samsunlu Rumların bıraktığı kiliseler, yel değirmenleri, konaklar ile Sarışabanlı Türklerin bıraktığı camiler, çeşmeler ve diğer mimari kültürel mirasın sadece birer taş yığınından ibaret olmadığını anlatmaya çalışıyoruz bu romanda. İki taraf, birbirlerinin yaşanmışlarına saygı duymaya çağrılıyor ve dramlarının ortak olduğu hatırlatılmaya çalışılıyor. Romanın bir esas kahramanı olsaydı bu kadar geniş bir perspektif çizemezdik çünkü.
-Eserde ‘insani’ açıdan bakmaya ve sadece bizim değil Rumların acılarını, memleket hasretlerini de anlatmaya çalışmışsınız. Karşı taraftan da görüştüğünüz insanlar var anladığım kadarıyla.
Aslında bir tezat gibi gelecek belki ama Rumların yaşadıklarını tespit etmek Türklerinkine göre çok daha kolay. Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, Rumlar mübadeleye ilişkin ilk sivil toplum örgütlerini, ilk müzeleri, ilk kitapları, ilk sözlü tarih çalışmalarını 1930’larda oluşturmaya başlamış. Ellerinde çok önemli bir yazılı dokümantasyon ve arşiv var. Akademik çalışmalar da çok uzun yıllar önce başlamış ve devlet desteği görmüş. Buna karşın Türkiye’de sözlü anlatımlara ilişkin derlemeler neredeyse 2000’li yıllarda ancak başlamış. Türkiye’de ilk mübadele müzesi bile 2010’da kuruldu. Öte yandan Osmanlı devletinin son dönemlerinde bile detaylı adli kayıtlara ulaşabiliyorsunuz. Yunanların anlattığı öykülerin Türk adli kayıtları ile karşılaştırılıp üzerinde yorum yapılması mümkün oluyor. Rum ve Ortodoks kültürüne ilişkin detaylar ile mübadele yıllarında Yunanistan’daki siyasal ve sosyoekonomik durum hakkında, Türk vatandaşı ve İstanbul Rum’u olan değerli dostum Tanas Cımbıs’tan çok yardım aldım. Kendisine müteşekkirim.
-Romanın sonlarına doğru mübadele sözleşmesinden çok önce savaşın kaybeden tarafı oldukları için Rumların kaçıp Yunanistan’a geldiklerini ve yaklaşık bir yıl boyunca Türklerin evlerine yerleştirilip beraber oturtulduklarını görüyoruz. Kurulu düzene gelen Rumlara oranla bozulmuş bir ortama gitmek zorunda kalan Türklerin daha çok sıkıntı ile karşılaştıklarını söyleyebilir miyiz?
Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından sonra çekilen Yunan ordusunun peşi sıra Anadolu Rumları Türkiye’yi terk etmeye başladı. İzmir, 9 Eylül 1922’de kurtarılmıştı; ama mübadele anlaşmasının yapıldığı 30 Ocak 1923’te Anadolu Rumlarının çoğu zaten gitmişlerdi. Giden Rumların sayısı yaklaşık bir buçuk milyonu buluyor. Yunanistan’ın bugün bile nüfusu 10 milyon! Şöyle bir düşünün, 1912’de Balkan Harbi, ardından Dünya Harbi, sonra onların küçük Asya bozgunu diye isimlendirdikleri Türk Kurtuluş Savaşı... Savaşı kaybeden ve bir anda nüfusu göçmenlerle ikiye katlanan bir ülke. Yunanlar, acil çözüm olarak Rum mübadilleri Türklerin evine yerleştirdiler. Böylece Türkleri taciz etmiş ve göçe zorlamış oluyorlardı. Rum mübadiller, Anadolu’dan çok düzensiz ve çok daha kötü koşullarda göç etmek zorunda kaldılar, ama orada kısa bir süre sonra Türklerin evlerine yerleştirilip yara sarma imkânı buldular. Türkler ise Rumlara göre çok daha düzenli sayılabilecek koşullarda mübadele edildiler; ama geldiklerinde burada Rumlara ait hemen her şey yakılıp yıkılmış olduğundan yıllarca çadırlarda yaşamak zorunda kaldılar. Kısacası Rumların gidişleri, Türklerin ise mübadele sonrası ilk yılları diğerine nazaran daha zordu diyebiliriz.
-Eserde, sanki mübadillerin “savaşın galibi olduğumuz için” topraklarında kalan taraf olması gerektiği ve bu nedenle yeni Türk devletinin doğru bir uygulama yap(a)madığı anlatılıyor. Böyle midir sizce de? Kalmalı mıydık orada?
Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanistan’da yaşayan Türklerin durumu, aslında işgal altındaki Ege Bölgesi’ndeki Türklerinkine benziyordu. İşgale karşı Kuvâ-yı Millîye hareketinin türevi olan direnişlere Rumeli’de de rastlıyoruz. 19. yüzyıl boyunca ve 20. asrın ilk döneminde Rumeli coğrafyasının bir göç gerçeği var: Eğer savaşı kaybedersen sürülürsün… Anadolu’daki zaferi coşkuyla karşılayan Rumeli Türkleri arasında ‘Savaşı biz kazandık, Anadolu Rumları da kaybedip sürgüne uğradı’ diye özetlenecek bir bakış hasıl olmuştu doğal olarak. Unutmamak lazım ki Selanik’in 600 senelik Türk idaresinden çıkıp Yunan işgaline uğramasının üzerinden sadece 10 yıl geçmişti. Kendisi de Selanikli bir paşa olan Atatürk’ün Lozan görüşmeleri sırasında kendi ata topraklarını da kurtaracağı beklentisi doğmuştu bile diyebiliriz. Ama Ankara hükümetinin meseleye duygusal bakma şansı yoktu. Çoğunlukla Rumların elinde olan Anadolu’daki zeytin, üzüm, tütün gibi değerli tarım ürünlerinin üretimi büyük ölçüde durmuştu. Kuyumculuk, marangozluk gibi zanaat alanlarında da Rumlarla beraber büyük boşluklar doğmuştu. Ya mübadeleyi kabul edip doğan boşluğu dolduracaktı ya da kaçan Rum göçmenleri geri çağıracaktı. Bugünkü modern zamanların değerleri ile bakıldığında “insanlar yerlerinden yurtlarından zorla sürülmüş olmaları nedeniyle mübadele bir insanlık suçudur” denilebilir. Oysa olaya yaşandığı dönemin koşullarıyla bakıldığında belki de yapılacak başka bir şey yoktu.
-Romandaki Naim’in nikâhsız eşi Nermin ve doğmamış çocuğu orada kaldı. Karasu hattı doğru bir uygulama mı sizce?
Yunanların İstanbul Rumlarını mübadele dışı bırakma gayretlerinin karşılığında Batı Trakya Türkleri de mübadele dışı kaldı. Dedeağaç, İskeçe ve Gümülcine kentlerinde yaklaşık 120 bin kadar Rumeli Türkü yaşıyor hâlâ. O günkü şartlarda bir doğal sınır aranmış ve Karasu Irmağı mübadelenin sınırı sayılmış. Karasu Irmağı, öyle büyük akarsu da değil aslında. Karasu’nun hasbelkader batısında oturan köyler mübadele ile gitmişler, doğusunda oturanlar orada kalmışlar. Ama o kadar kolay bir şey değil: Misal, batıdakiler pazar yapmaya İskeçe’ye giderlermiş. Kız alıp verirlermiş, aynı türküleri söyler, aynı oyunları oynarlarmış. Mübadele olunca karşı tarafa gelin gidenler ana babalarıyla farklı ülkelerin vatandaşı hâline gelmekle kalmamış, bir daha görüşmemecesine yüzlerce kilometre uzağa savrulmuşlar. Romanda İskeçe’de kalan Nermin ve kızının dramı da böyle bir hikâye. Sorumsuz bir karakter olan Naim, Türkiye’ye giderken; ailesinin onaylamadığı karısı ise orada kucağında yeni doğan bebeğiyle birlikte kalıyor. 
-Romanın ilk baskısını Samsun’da yerel bir basımevinde yaptırdınız. Ancak ikinci baskı için ulusal bir yayınevini düşünüyor musunuz?
Aslında ben profesyonel bir yazar değilim. Yüksek lisanslı bir elektronik mühendisiyim. Türkiye’deki yayınevleri yeni bir yazarın kitabını basma konusunda pek hevesli davranmıyor. Bunun için bir sene çaba gösterdim. Samsun’dan bu işleri takip etmek de kolay değil. En sonunda kendi imkânlarımla kitabı bastırdım. Ancak benim de beklemediğim bir ilgiyle karşılaştım. Kendisi de bir mübadil olan Hürriyet gazetesinin köşe yazarı Cüneyt Ülsever’in romanı gazetesinde tanıtması, ilgiyi daha da artırdı.
-Son dönemlerde, içerikleri tartışılsa da tarihî dizilerin sayısı epey arttı. Bunların içinde Balkanlar’ı konu alan Elveda Rumeli epey seyredildi. Romanınızdan hareketle mübadilleri anlatan bir sinema filmi ya da dizi çekilebilir mi? 
Önemli yapım şirketlerinden biri, eserin TV dizisi olması düşüncesiyle benimle temasa geçti zaten. 2011 sonuna kadar kendilerine, bu konuda görüşme yapma yetkisi verdik. Projenin prodüksiyon aşamasına gelip gelemeyeceğini bilmiyorum; ama eğer TV kanallarından olumlu geri dönüş olursa sanırım çok farklı bir dizi film olacaktır. Şimdiye kadar mübadeleyi ele alan bir dizi film olmadı. Eğer gerçekleşirse, nüfuslarında çok sayıda mübadil olan iki ülke kamuoyu önünde mübadele yılları insani boyutlarıyla ve tarafsız biçimde sorgulanabilecektir.
MEHMET YILMAZ

Monday, July 23, 2012

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin Genel Stratejisi




Prof. Dr. Peter D. FEAVER   

Genel strateji, devletlerin tehditlerle mücadele etmek ve fırsatları değerlendirmek maksadıyla takip ettiği uzun vadeli hedeflerin toplamıdır. Genel strateji askeri stratejiyi de kapsamaktadır. Devletler, genel stratejileri doğrultusunda askeri, ekonomik ve diplomatik milli güç unsurları ile sert ve yumuşak güç dinamiklerini birlikte seferber eder. 

Amerika’da Birleşik Devletler’in stratejisi üzerine çalışan araştırmacılar Washington’ın genel stratejisini değiştirmekte olduğuna veya bu konuda bir tartışmanın varlığına inanmaktadır. Bu nedenle genel strateji mevzu ABD’de sürekli gündemdedir ve oldukça popüler bir konudur. Tartışmanın ABD hegemonyasının zayıflaması; Çin, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin ise güçlenmesiyle alakalı olduğu kanaati yaygındır. Dolayısıyla tartışma daha çok ABD’nin uluslararası sistemdeki yeri ve konumuyla ilgilidir. Nitekim son zamanlarda genel strateji üzerine pek çok konferans düzenlenmektedir. Bu konferanslar ABD’nin genel stratejisinin ele alınmasını ve tartışılmasını kolaylaştırmakta, farklı yaklaşımların tezahürüne imkân tanımaktadır. Benim bu konudaki yaklaşımım Amerika’daki pek çok akademisyenden farklıdır ve sadece küçük bir topluluğun idrak edebildiği “gerçeği” yansıtmaktadır. Bu konu üzerine fikir serdeden isimlerin çoğu yanlış değerlendirmelerde bulunmaktadır ve benim yaklaşımıma itiraz etmektedir.

Geleneksel bakış açısı, ABD’nin Soğuk Savaş döneminde genel bir strateji izlediğini ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde böyle bir strateji geliştiremediğini öne sürmektedir. Geleneksel bakış açısına göre Soğuk Savaş boyunca Washington, George Kennan’ın geliştirdiği “çevreleme” olarak bilinen bir genel strateji izlemiştir. Bu strateji kapsamında ABD, uluslararası sistemdeki konumuyla ilgili tutarlı bir yaklaşım sergilemiş, mücadele edilecek tehdidi tespit etmiş ve bu tehditle nasıl mücadele edeceğini belirlemiştir. Çevreleme stratejisinin hedefi büyük bir savaştan uzak durmak ve Sovyet tehdidini bertaraf etmekti. Bu stratejiyle Amerikan karar mercileri, kıtalara yayılacak ve milyonlarca insanın ölebileceği II. Dünya Savaşı benzeri bir savaşa girmeden Sovyet tehdidini yönetmeyi amaçladı. Sovyet tehdidi en az Nazi Almanyası ve İmparatorluk Japonyası kadar büyük bir tehdit haline gelince çevreleme stratejisi makul bir çözüm olarak geliştirildi. Çevreleme stratejisi ile savaş girmeden Sovyet tehdidinin yönetilmesi hedeflendi. Sovyetler Birliği dağıldıktan ve Soğuk Savaş bittikten sonra ise yeni bir genel stratejinin tayin edilmesi ihtiyacı ortaya çıktı.

Geleneksel bakış açısına göre ABD, Soğuk Savaş sonrası dönem için genel bir strateji ve belirli bir vizyon geliştirememiştir. Washington, süreç içinde baş gösteren krizlere göre farklı politikalar geliştirmektedir. Ben bu yaklaşımın yanlış olduğunu değerlendiriyorum. Amerikan dış politikasında George H. W. Bush dönemine kadar geri götürebileceğimiz Soğuk Savaş sonrası için tespit edilmiş genel bir stratejinin varlığını görebiliriz. Nitekim bu genel stratejinin izleri “Baba” Bush döneminde hazırlanan strateji belgelerinde fark edilmektedir. Ancak geleneksel bakış açısı Bush’tan Clinton’a, Clinton’dan Bush’a ve Bush’tan Obama’ya ABD’nin stratejisinde önemli değişiklikler olduğunu, Soğuk Savaş sonrasındaki başkanların hepsinin farklı yaklaşımlar geliştirdiğini iddia etmektedir. Ben bu iddianın gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum. Çünkü Soğuk Savaş sonrası Amerikan dış politikasında genel strateji düzeyinde bir süreklilik olduğu kanaatindeyim. Başkanlar arasında söylem ve retorik farklılıkları bulunabilir ya da her başkan selefini eleştirmiş olabilir. Her başkan kendi stratejisinin Amerikayı kurtarmak üzere geliştirilmiş ve tamamen özgün olduğunu, selefinin ise Washinton’ın dünya siyasetindeki konumuna büyük zarar verdiğini ifade etmiş olabilir. Fakat aslında bütün başkanlar büyük ölçüde aynı genel stratejiyi takip etmiştir.

Washington’ın Soğuk Savaş sonrası süreçte izlediği genel strateji, en az Soğuk Savaş döneminde takip ettiği genel strateji kadar tutarlı ve partiler üstü niteliktedir. Bu yeni genel stratejinin “çevreleme” gibi açık ve özlü bir tanımı olmayabilir ama en az çevreleme stratejisi kadar iç bütünlüğü olduğu aşikârdır. Soğuk Savaş sonrası ABD’nin genel stratejisi için özellikle “en az çevreleme stratejisi kadar tutarlı” diyorum çünkü çevreleme stratejisinin tamamen tutarlı olduğunu zannetmiyorum. Çevreleme stratejisinde Washington’ın bazı bölgelerde nasıl hareket etmesi gerektiği tespit edilmemiştir. ABD, Güneydoğu Asya ya da Kuzeydoğu Asya’yı müdafaa edecek miydi? Bu belirsizdi ve tartışma konusuydu. Bugün öğrencilerimin çoğu Clinton iktidara geldikten sonra dünyaya gelmiş kişiler ve bir Soğuk Savaş hafızası taşımıyorlar. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin herkesin üzerinde fikir birliği ettiği tamamen tutarlı bir genel strateji izlediğini zannediyorlar. Tabii ki böyle bir tablo yoktu. Büyük tartışmalar yaşanıyordu.

Keza Soğuk Savaş sonrası süreçte de benzer yoğunlukta tartışmalar oldu ve Washington aynı düzeyde tutarlı bir genel strateji tayin etti. Başlık ve tanımı göz önünde bulundurmadan bu genel stratejinin mantığını farklı başkanlar döneminde hazırlanan ulusal güvenlik stratejilerinde bulabiliriz. ABD’de yasalar uyarınca başkanlar ulusal güvenlik stratejisi hazırlamakta ve kamuoyuna beyan etmektedir. Dolayısıyla bu metinleri okuyabilirsiniz. Ben Clinton’ın 1994 yılında beyan edilen ulusal güvenlik strateji belgesi üzerinde çalıştım. Belgenin hazırlık sürecini koordine ettim. 2005’te Beyaz Saray’a geri dönünce bu defa da Bush’un ulusal güvenlik stratejisini hazırlayan kadronun arasında yer aldım. Başkan Bush’un 2006’ta kamuoyuna arz edilen ulusal güvenlik stratejisini yöneten dairede görev yaptım. Clinton ve Bush dönemlerinde hazırlanan bu iki belgede ABD’nin genel stratejisi açısından belirgin bir süreklilik vardı. Bu süreklilik ise daha çok Amerikan başkanlarının Washington’ın dünyadaki konumuna ilişkin benzer yaklaşımlarının neticesiydi. Ben bu tutarlı genel strateji yaklaşımının beş esastan oluştuğunu değerlendiriyorum.

Birinci esas “kadife kaplı demir yumruk” metaforuyla ifade ettiğimiz esastır. Demir yumruk yakın tehditleri bertaraf edebilecek askeri gücün çok üstünde bir silahlı kuvvete sahip olmak ilkesidir. Kadife eldiven ise rakip statüsündeki ve gelecekte rakip olabilecek devletlerle muhtemel bir düşmanlığı engellemek için etkileşime girmektir. Kadife kaplı demir yumruk esası ile hedeflenen diğer devleteri ABD’yi dengeleyebilecek bir güç tesis etmekten vazgeçirmek, Washington’a rekabet etmekten veya düşman olmaktan caydırmaktır. Soğuk Savaş dönemindeki çevreleme stratejisinin hedefi Sovyetler Birliği ile girilebilecek büyük bir savaştan uzak durmaktı. Soğuk Savaş sonrası süreçte ise Amerikan karar mercileri, ABD’ye askeri ve ekonomik olarak meydan okuyan bir aktörün ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilecek yeni bir soğuk savaş ortamını engellemeyi hedeflemiştir. ABD, yeni bir soğuk savaş ortamının oluşmasını muhtemel rakip veya hasım devletleri Washington’a meydan okumaktan vazgeçirerek engellemeye çalışmaktadır. Yakın tehditlere karşılık oldukça yüksek bir askeri güç muhafaza eden ABD, herhangi bir devlette savunma harcamalarının artırılmasıyla Birleşik Devletler’in askeri kuvvetine erişilebileceği yönünde bir kanaatin tezahürünü önlemeye çalışmaktadır.

Dengelenemeyecek düzeyde askeri kabiliyeti haiz bir ABD’ye böylece hiçbir devlet meydan okumayı göze alamayacaktır. Gelecekte ABD’ye meydan okumak saikiyle güçlenmenin ise nafile olduğu kanaati yerleşecektir. Soğuk Savaş’ta silahlanma yarışının yoğunlaştığı Reagan yönetimi döneminde ABD’nin savunma harcamaları dünyadaki toplam savunma harcamalarının %26’sına tekabül etmekteydi. Küresel savunma harcamalarının %26’sı dünyadaki tüm ülkelerin savunma bütçelerinin toplamının çeyreğinden daha fazla bir oran demektir. Bu oran Bush döneminde savunma harcamaların arttığı yıllarda %50’ye yükselmiştir. ABD bu dönemde tek başına dünyanın geri kalanı kadar savunma harcaması yapmıştır. 2006 yılında ABD’nin algıladığı tehdit 1986’da maruz kaldığı tehditten daha mı büyüktü? Hayır. Askeri açından bu dönemde diğer ülkeler ABD’nin çok gerisinde kaldı. ABD ise mali yükü oldukça yüksek birden fazla savaş başlattı ve dünyadaki diğer ülkelere karşı askeri üstünlüğünü artırdı. Bugün ABD ile en yakın rakipleri arasındaki askeri kabiliyet farkı 1990 yılındaki farka göre daha büyüktür. Bu büyüyen fark ABD’nin demir yumruk stratejisiyle hedeflediği bir neticedir.

Washington, demir yumruk stratejisini kadife eldiven stratejisiyle birlikte yürüttü. Kadife eldiven stratejisiyle ABD, düşmana dönüşebilecek devletlerle etkileşime girdi ve tesis ettiği statükoda bu devletlere çeşitli konumlar tahsis etti. Bazı devletlere statükodan memnun olmaları ve revizyonist hareket etmemeleri için askeri ve ekonomik kabiliyetlerinin üzerinde pozisyonlar sağladı. Böylece Washington, muhtemel rakip devletlerin ABD’nin yegâne süpergüç olduğunu kabul etmesini dolaylı bir şekilde temin etti. Şayet ABD tek süpergüç olduğunu doğrudan dikte etseydi ve diğer tüm devletlere kendi iradesini açıkça dayatsaydı düşmanca tepkilerin gelişmesine yol açabilirdi. Kadife eldiven stratejisi gereği böyle hareket etmedi. Diğer devletlere küresel yönetişimde aktör olma imkânını verdi. Mesela Japonya’nın dünya ticaret düzeninde söz sahibi olmasını sağlayarak bu ülke ile iyi ilişkiler geliştirdi. Ekonomik açıdan yeterli büyüklüğü olmasa da Rusya’yı G8’e dâhil etti.  G20 oluşumu ile diğer devletlerin yönetişime katılmasını teşvik etti ve mevcut dünya düzeninin kabul edilebilirliğini artırdı. Böylece Washington, Avrupa Birliği gibi ABD’yi ekonomik açıdan dengeleyebilecek aktörlerin yakın gelecekte düşmana dönüşmesine mani oldu.

Burada elbette en önemli örnek Çin ile münasebetlerdir. Başkanlık seçimlerine doğru Amerikan başkan adaylarının söylemleri genelde Çin’e karşı sert politikaların izleneceği yönünde olmuştur. Ancak seçilince bütün başkanlar Çin’le etkileşime girme seçeneğini tercih etti ve yatıştırma politikası izledi. Bush yönetimi Çin politikasını “yatıştırma” ifadesiyle tanımlamadı. Çünkü “yatıştırma” kelimesinin Amerikan diplomasi anlayışında olumsuz çağrışımları vardır. Bush yönetimi, Washington’ın Çin için uygun gördüğü konum için “sorumlu hissedar” ifadesini kullandı. Bu ifadeden maksat Çin’in mevcut dünya düzeninde önemli bir konumda bulunması gerektiğidir. Böylece ileride daha fazla güçlense bile Pekin, dünya düzenini değiştirmeyi arzu etmeyecektir. Amerikan yönetimindeki bu yaklaşımın hedefi yeni bir soğuk savaşın ortaya çıkmasını engellemekti. Bu yaklaşımın temel mantığı 1992’de Bush döneminin savunma planlama rehberine daha dikkatli ifadeler kullanılarak yerleştirilmişti. Bu yaklaşım Obama dönemine kadar devam etti. Eğer Obama’nın 2010 ulusal güvenlik stratejisini okursanız kullanılan üslubun tamamen ABD’nin liderliğine yönelik olduğunu fark edersiniz. “Amerika dünyanın en iyi ordusuna sahip olmaya devam etmeli, Amerikan ordusu tarihteki en eğitimli, en donanımlı ve vurucu gücü en yüksek ordu olarak yerini korumalı…” Obama yönetimi bu hedeften vazgeçmeyeceğini özellikle vurgulamaktadır. Bu liderlik stratejisidir. Diğer ülkelerin yanında ikinci en güçlü ülke konumu ya da muhtemel rakip devletlerle eşit konumda bulunmak değildir. İşte bu ABD’nin Soğuk Savaş sonrası genel stratejisinin birinci esasıdır.

İkinci esas, siyasi açıdan ABD’ye benzemesi amacıyla dünyayı değiştirmeye çalışmaktır. Bu çabayı Washington’ın demokrasinin yaygınlaşması ve Batılı insan hakları kavramlarının yerleşmesi istikametinde izlediği stratejide görebiliriz. Amerikan karar mercilerinin benimsediği teori demokrasiler yaygınlaştıkça devletlerin birbiriyle savaşma eğiliminin zayıflayacağı ve dünyanın daha güvenli olacağını öngörmektedir. Demokratik devletler bizim değerlerimizi paylaşacağı ve işbirliğine açık olacağı için böyle bir dünya aynı zamanda ABD’nin menfaatlerine de hizmet edecektir. Bu yaklaşım, “genişleme” tabiri ile Clinton’ın ulusal güvenlik stratejisinde oldukça açık bir şekilde ifade edilmiştir. Dolayısıyla demokrasilerin yaygınlaşması, demokratik yönetimlerin iktidarda olduğu coğrafyanın genişlemesi ABD’nin genel stratejisinin ikinci esasıdır.  

Üçüncü esas küreselleşmenin, serbest piyasa ekonomisinin ve pazar kapitalizminin yerleşmesi vasıtasıyla dünyayı ekonomik açıdan ABD’ye benzetmektir. Bu esas kapsamında Amerikan karar mercilerinin benimsediği teoriye göre küreselleşmeyi hızlandıran gelişmeler aynı zamanda serbest ticaretin yaygınlaşmasına imkân tanımaktadır ve dünyanın geri kalanı ile birlikte ABD’nin menfaatlerine de hizmet etmektedir. Küreselleşme ve serbest piyasanın gelişmesi dünya genelinde refahı artırdığı gibi Amerika’da da refah düzeyini yükseltecektir. İkinci ve üçüncü esas burada birbirini desteklemektedir. Demokratik devletler, pazar kapitalizmiyle ekonomik açından müreffeh bir ortam tesis edebilirse varlıklarını sürdürebilir ve orta sınıfın hak ve hürriyetlerini serbest bırakarak piyasa ekonomisini geliştirebilir. Dolayısıyla iki esas (ikinci ve üçüncü esaslar) birlikte yürütülmelidir.  

Dördüncü esas kitle imha silahlarının düşman devletlere yayılmasının engellenmesi hedefidir. Sovyetler Birliği kadar güçlü olmayan ülkeler, kitle imha silahlarına sahip olursa bulundukları bölgelerdeki mevcut düzen parametrelerini değiştirmeye tevessül edebilir. Bölgesel istikrarı zedeleyebilir. Bu nedenle kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışan devletler durdurulmalıdır. Clinton döneminin CIA Başkanı Jim Woolsey’in konu ile ilgili şöyle bir açıklaması vardı: “Ormandaki ejderi (Sovyetler Birliği) öldürdük, ancak ormanda hala zehirli yılanlar var.” Bu yılanlar ejder değil ama hala ABD’ye zarar verebilecek aktörler. Dikkatimizi bu nedenle zehirli yılanlara -kitle imha silahı üretmeye çalışan devletlere- yoğunlaştırıyoruz. Bu devletler ABD açısından yakın ve orta vadede en önemli tehdit niteliğindedir. Dolayısıyla Amerikan diplomatik ve askeri stratejisi bu devletlerin kitle imha silahı sahibi olmasını engellemeye odaklanmıştır. Hedef bu ülkeleri kitle imha silah sahibi olmaktan men etmek, silahları geliştirmeyi başaran devletleri silahları bırakmaya ikna etmektir. Bu devletlerin ikna olmaması durumunda ise askeri kuvvete başvurarak silahlardan vazgeçmelerini sağlamak hedef dâhilindedir. “Baba” Bush’tan Clinton’a ve “Oğul” Bush’tan Obama’ya Soğuk Savaş sonrası dönemdeki bütün yönetimler kitle imha silahlarının yayılmasını yüksek düzeyli yakın tehdit olarak değerlendirmiştir. Beyaz Saray’ın bu konudaki tutumu açısından belirgin bir süreklilik göze çarpmaktadır. Nitekim Irak’a karşı Bush döneminde geliştirilen söylemler Clinton döneminden devralınmıştır. Irak savaşı Bush döneminde başlatılmıştır. Ancak ABD, Clinton döneminde Irak’ı kitle imha silahı ürettiği gerekçesiyle birkaç kez bombalamıştır. Burada belirgin bir genel strateji tutarlılığı fark edilmektedir.

Clinton döneminde ABD’nin genel stratejisine beşinci esasın eklenmesi yönünde bir girişim görüyoruz. Beşinci esas kitle imha silahları tehdidiyle aynı düzeyde önemli görülen etnik çatışmaların yakın tehdit olarak değerlendirilmesidir. Ancak bu esas ilk etapta tartışmalara yol açmış, diğer esaslar kadar desteklenmemiştir. Clinton döneminde Somali, Ruanda, Sudan ve Balkanlar’daki çatışmalarda görüldüğü gibi ABD askeri güç tatbikinde oldukça isteksiz hareket etmiştir. Özellikle Somali’de ABD’nin müdahalesi fiyasko ile sonuçlanınca, beşinci esasın genel stratejide yerini alması iyice zorlaşmıştır. Etnik çatışmaların yakın tehdit olarak değerlendirilmesinin bu nedenle 11 Eylül saldırılarına kadar genel stratejinin beşinci esası haline gelmediği ifade edilebilir. Nitekim George W. Bush başkanlık seçimlerine doğru ABD’nin genel stratejisinde etnik çatışmalara ve ulus-inşa süreçlerine öncelik vermemesi ve ilk dört esas doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini ifade etmekteydi. 11 Eylül saldırılarına kadar Bush yönetimi beşinci esasa odaklanmadı. 11 Eylül saldırılarının ardından ise Bush yönetimi radikal gruplardan algılanan tehdidi öncelikli tehditler arasına dâhil ederek beşinci esası öne çıkardı.

ABD’nin genel stratejisinin altıncı esası, Obama’nın başkanlık seçimleri kampanyasında bahsettiği iklim değişikliğiyle mücadele olarak gündeme gelmiştir. Altıncı esas, iklim değişikliği kapsamında küresel ısınmadan kaynaklanabilecek tehditle mücadeleye yönelik tayin edilebilir. Küresel ısınmanın yol açabileceği tehdit, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde tanımlanan diğer tehditler kadar vahim neticeleri olabilecek bir dinamiğe dönüşebilir. Obama 2008’de başkan adayı iken küresel ısınma tehdidinin uzun vadede önemli bir tehdit olduğunu ve çok geç olmadan bu tehditle mücadele edilmesi gerektiğini beyan etmiştir. Ancak Obama’nın başkan seçilince bu konuya vaat ettiği nispette eğilemediği, Kongre’den yeterli destek alamadığı görülmektedir. Barack Obama’nın en azından ilk döneminde iklim değişikliği ile mücadele adına adım atmadığı ifade edilebilir. Bu nedenle küresel ısınmayla mücadelenin ABD’nin genel stratejisinde altıncı esas niteliğine terfi edemediğini düşünüyorum. Bu konu hala tartışılmaktadır. Eğer Obama ikinci kez seçilirse iklim değişikliğiyle mücadeleye altıncı esas olarak öncelik verebilir mi? Belki. Ama bu mevzuda şüphelerim var. Bence böyle bir altıncı esas için siyasi ortam en azından gelecek birkaç yıl için elverişli görünmüyor. Dolayısıyla Obama döneminde ABD’nin genel stratejisine altıncı esas dâhil edilmedi. Washington’ın takip ettiği genel strateji beş esasla sınırlı kaldı.

Umarım sizi Soğuk Savaş sonrası ABD’nin genel stratejisindeki süreklilik konusunda ikna etmişimdir. Belki genel stratejideki bu süreklilik ABD’ye dışarıdan bakan sizler için daha rahat fark edilir niteliktedir. Nitekim dışarıdan bakanlar, Amerika’da seçim kampanyalarında kullanılan söylemlerin ve Washington’ın iç dinamiklerinin abartılı biçimde üzerinde durduğu farklılıkların etkisi altında kalmadan ABD’nin genel stratejisini gözlemleyebiliyor. Her başkan, selefinin izlediği dış politikadan farklı bir çizgide hareket edeceği ümidiyle Beyaz Saray’a oturmaktadır. Başkan seçildikten sonra ise seleflerinin takip ettiği sürekliliğe dâhil olmak durumunda kalmaktadır. Bence aslında bu ABD’nin genel stratejisinin başarılı bir şekilde yürütüldüğünü göstermektedir. Tarihte genel stratejisini bu denli süreklilik arz edecek biçimde ve başarılı şekilde yürüten sadece birkaç büyük güç olmuştur. ABD’nin pek çok hata yaptığı doğrudur ama diğer büyük güçlerin tarihteki performanslarıyla karşılaştırıldığında Washington oldukça başarılıdır.

*Bu metin Prof. Dr. Peter Feaver’ın 26 Haziran 2012 tarihinde Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (BİLGESAM) yaptığı konuşmadan derlenmiştir.

Peter D. Feaver (PhD, Harvard) Duke Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve kamu politikası profesörüdür. Güvenlik Üçgeni Çalışmaları Enstitüsü (Triangle Institute for Security Studies-TISS) ve Duke Amerikan Büyük Strateji Programı (Duke Program in American Grand Strategy-AGS) yöneticisi olarak görev yapmaktadır. 2005-2007 yılları arasında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi bünyesindeki Stratejik Planlama ve Kurumsal Reform dairesinde danışman olarak görev almıştır. Prof. Feaver, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde ayrıca milli güvenlik stratejisi, bölgesel stratejiler ve diğer siyasi-askeri konularda çeşitli sorumluluklar üstlenmiştir.